Yıl:2023. Kıbrıs
Adamın evine girdiğimizde, hüznün ve mutluluğun perişan yorgunluğu, ağır bir sigara kokusu ve ağlayan insanların günahlarını hissettik. Sevinç ve acı yansıtılmış birçok eşya, örneğin simsiyah bir kıyafet dolabı üzerine atılmış beyaz motifler, ve bu beyaz motiflerin ince ayrıntıları vardı.
“Buradan buyurun” dedi ve bize kırmızı motifli yemek masasında yer gösterdi. Masada birkaç bardak ve su süvarisi dışında bir şey yoktu.
“ne öğrenmek istiyorsunuz?” dedi
Ne söyleyeceğime karar veremedim. Bize bir şey ağırlamadı, sadece masaya davet etti ve su eşliğinde direk ana konuya daldı. Kişiliğinin nasıl bir şey olduğunu merak etmeme sebep açıyordu. Sanırım az sonra öğrenecektik.
“Röportaj yapmak istiyorum” dedim.
“Ne konuda?”
“Hayatınızla ilgili”
"Hangi kısmını?”
“Hepsini...”
Güldü. “Bir insanın hayatı en uzun romanlardan da uzundur.”
“Vakit çok” dedim.
“İyi o halde. Fazla zamanım kalmadı. Size her şeyi anlatacağım. Tabi bunu gidip kültürsüz dergilerde ya da kadın programlarında dedikodu haline getirecekseniz, önceden söyleyin”
“Emin olabilirsiniz efendim. Bunu yapmayacağım.”
“2 kişinin bildiği sır, sır değildir” dedi. “Ama bu artık umurumda da değil.”
“O halde anlatın.”
Ve o anlatmaya başladı. Tek sorun, eğer hayatımın değişeceğini bilseydim, bu adamı çocukluğumda tanımayı isterdim.
***
“Bir insan küçükken, yaşlanmayı pek dert etmiyor. Eskiden dert ettiğim son şey yaşlanmak olurdu. Hani masum olduğum zamanlardan bahsediyorum. Kederimin ask ve diğer şeyler için olduğu zamanlardan.
1990'lı yıllarda, insanlar kültürel paylaşımlara yeni başlıyordu. Bilgisayar sahibi olmak, tek kişilik odada iki kişilik yatağa sahip olmak - her ihtimale karşı- ve televizyonu eksik etmemek gibi… Her evde birden çok arabaya sahip olmak yeni bir şeydi. Ebeveynler çocuklarını otobüslerle okula yollamak yerine 18 yaşından küçükken arabayı vermeye başladıkları ilk dönemlerdi. Bunun onlar için daha az tehlikeli olduğunu düşünürlerdi. Tabi nedendir bilinmez, araba kazalarında ve intihar olaylarında ani bir yükseliş yaşanmıştı o yıllarda.
Bayramın ilk günü genellikle çocuklara harçlık verilen ve kebap çevrilen bir gündür. Ama her bayram içki içen bir aile reisinin araba kazası geçirdiği sıkça görülür. İşte 18 nisan 1997 de bunlardan bir tanesi yaşandı.
O zamanlar şeker bayramı 18 nisana düşerdi. Bilirsiniz işte, her sene 10 günlük bir değişim oluyor. Saatte 100km hızla giden babamın kontrolündeki araba, bir portakal ağacına saçma bir viraj üzerinde, 45 derecelik bir açıyla, tam da annemin oturduğu yerden çarptı. 3 yaşındaki bir çocuk için hayata pek de iyi bir başlangıç değildi, biliyorum. Ama zamanla alıştığım tek şey bu değildi.
Annemin vefatından sonra, üç senemi anneannemin yanında geçirdim. Anaokulun bittiği zaman, ki yeni bin yılda, 2000 senesindeydik, babamın yanına tekrar taşındım. Tabi ki yeni bir aile ile. Yeni bir anne, yeni bir ev, ve yeni bir hayat beni bekleyecekti.
İlkokul ve ortaokul kısa geçen bir dönemdi. Anneannemi sık sık görür, babaanneme her cumartesi giderdim, ama yeni ailemi bir türlü sevemezdim. İroniktir ki, bunun sebebi üvey annem değil, babamdı. Gözümde en ufak bir değeri bile yoktu. Üvey annem ise gerçekten iyi kalpli bir insandı. Kainattaki en iyi üvey anne, hatta belki de kainattaki en iyi kadındı. Her zaman babamın onu hak etmediğini düşünmüşümdür.”
Durdu ve bir bardak su doldurdu. “istediğinizde buyurun alın.”
“Teşekkür ederim.”
“Devam edelim. Ne de olsa gece bizim.”
“Buyurun…”