''Aléste Odén 'Ölümün Komutanı' olarak da bilinen dişi bir namevt[*]Undead - Yaşar yaşamaz - Diriltilmiş.[/*]tir. Kendisine yaptığı katliamlarda yardım eden bir ordusu olduğu rivayet edilir. Irkıyla ilgili herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Daima onunla olan atının da kendisi gibi ölümsüz olduğu bilinmektedir. Mükemmel bir necromancer ve aynı zamanda kılıç ustasıdır. Kılıcı ‘Godslayer’ binlerce efsanede geçmekle birlikte, varlığı kanıtlanmamıştır. Kılıcın, Aléste’nin öldürdüğü her canlının ruhunu içinde hapsettiği ve onları kontrol etmesine olanak verdiği söylenir. Bir necromancer için ruhlarla dolu bir silah taşımak bulunmaz bir fırsattır.''Giriş Bölümü - Nöbet
Bütün geceyi uykusuz geçirmiş olan yorgun nöbetçi, mızrağından destek alarak zar zor ayakta durabiliyordu. Gözlerinin altı morarmış, soğuk kış gecesinde iliklerine kadar üşümüş, üstelik tuvaleti gelmişti. Nöbet değişimi günün doğuşuyla gerçekleşecekti fakat bütün gün gökyüzünü kapatmış olan kara bulutlar yüzünden günün normalden daha geç ışıyacağını gayet iyi biliyordu zavallı asker. Rüzgarın hışırdattığı yapraklar dışında tamamen sessiz ve karanlık olan gecede, olduğu yerde etrafa göz gezdirdi bir kez daha. Hiçbir şey yoktu ortalıkta. Son iki haftadır olmadığı gibi.
'Her şey o aptal söylentiler yüzünden' diye düşündü mızrağını bırakıp bıkkınca arkasındaki tahtadan çite yaslanırken. 'Günlerdir nöbet tutuyoruz, hem de gece gündüz! Neymiş efendim tehlike varmış. Yok neymiş garip şeyler oluyormuş, şeytan dünyaya inmişmiş bilmem ne. Şeytan dünyaya indi de at üstünde mi geziyormuş dünyayı?' Küçük bir of çekip kafasını geriye, çite yasladı. Derinden gelen bir yorgunlukla esnedi, hava aydınlanana kadar daha birkaç saat olduğunu tahmin ediyordu. Etrafına bir kez daha baktıktan sonra biraz dinlenmeyi düşündü ve artık açık durmaya tahammül edemeyen ağırlaşmış göz kapaklarını kapattı.

Başında nöbet tuttuğu yer tarımla uğraşan insanların kurduğu küçük bir yerleşim birimiydi eskiden. Eteklerinde bulunduğu yanardağın eski faaliyetleri, çiftçilere oldukça verimli topraklar bırakmıştı geçmiş yüzyıllarda. Burada yetiştirilen üzümler ülkenin en kaliteli şaraplarının ana malzemesi olana kadar gayet sessiz ve sakin bir hayatı vardı ilk yerleşimcilerin. Şöhretleri arttığındaysa bu şirin köy gezginlerin, şarap yapımcılarının ve daha iyi ürünler elde etmek isteyen çiftçilerin akınına uğradı. Kısa sürede nüfusu arttı, yeni binalar, yeni insanlar, gezginlerin konaklayacağı yeni yerler derken, kocaman bir kasaba olup çıktı birkaç yıl içinde.
Kraliyetin farklı yerlerinden gelen yüzlerce insanla harmanlanmasına rağmen kasabada huzur bozucu herhangi bir olay görülmemişti uzun zamanlar. Herkes kendi işiyle uğraşıyordu, toprak bol olduğu için yerleşim sorunu da çıkmamıştı hiçbir yerde. Kasabalılar da genelde huzuru seven, sakin yapılı insanlar olan çiftçilerden oluştuğu için gayet yaşanabilir bir yer olmuştu burası. Ta ki kuzeyden korkunç söylentiler gelene kadar.
Yaklaşık üç ay önce, gene sıradan bir güne uyanmıştı kasaba halkı. Sonbaharın kendini iyiden iyiye göstermeye başladığı vakitlerdi bu zamanlar. Çiftçilerin fazla işleri olmazdı yılın bu vakitlerinde, onlar da günün çoğunu kasabanın kahve ve meyhanelerinde oturup laflayarak geçirirlerdi. İşte gene böyle bir günün öğle vaktinde, kasabanın hanına giren yabancı bir gezginden duydular ilk söylentileri.

Hanın kapısı hızlıca açıldı ve içeriye gezgin olduğu üzerindeki giysilerden ve sırtındaki torbasından anlaşılan bir adam girdi. Hancının yanına gelip kalacak yer ve sıcak yemek sorduktan sonra kasabanın misafirperver çiftçilerinden bazılarının davetini kabul edip içki içmeye oturdular. Çiftçiler ülkede olan biteni gezginlerden ve tüccarlardan öğrenirlerdi, bu yüzden gelenlere bir içki ısmarlayıp sohbet etmek ve neler olup bitiyor öğrenmek gelenek haline gelmişti artık. Gezginlerin önüne gurur kaynakları olan şarapla dolu bir bardak koyup anlattıkları her şeyi can kulağıyla dinlerlerdi, yeni bir gezgin uğrayana kadar da bu haberlerin dedikodusu dolaşırdı etrafta. Fakat bu sefer duyacakları hikayeler çekirge sürüleri gibi masum şeyler olmayacaktı.
'Kuzeyde işler pek iyi değil.' dedi gezgin, kendisini dinlemek üzere toplanmış büyük kalabalığa. 'Bazı köylerden güneye göç edenler var. Yağmalamalar oluyormuş duyduğuma göre. Kuzeyde üretilen ne varsa bitmiş sarayda, yenisi de gelmiyormuş. Bazıları diyor ki etrafta gezen garip yaratıklar varmış. Bazıları da barbarların işi olduğunu söylüyor bunun. Hatta şeytanın yer yüzüne indiğini söyleyen bir deli bile gördüm yolda.' diyerek güldü ve önündeki bardağı kafaya dikip içindekini bitirdi adam.
'Neyden kaçıyorlarmış ki?' diye sordu kalabalıktan birisi. Neredeyse bütün kasaba halkı handa toplanmış bu gezginin anlattıklarını dinliyordu. Kendisine yöneltilmiş meraklı bakışların hoşuna gittiği her halinden belli olan adam keyifle geriye yaslandı sandalyesinde. ‘Tam olarak bilmiyorum. Ama yanıp kül olan bazı köyler var, orası gerçek. Bir şeyler oralardan geçmiş ama ne olduğunu ancak tanrı bilir.’ Sonra konuşmayı kesip önündeki boş bardağa manalı bir biçimde baktı adam. Hancı mesajı almış olacak ki bir dakika sonra elinde büyük bir şişe şarapla geri döndü. Kupası yeniden dolan gezgin halinden gayet memnun görünüyordu.
'Bir de kara bulutlardan bahsediyorlar geldiğim yerlerde. Söylediklerine göre köylerdeki huzursuzluklar hep kuzeydeki dağlardan gelen koca bulut kütleleriyle başlamış. Hayvanlar ahırlarında huysuzlaşmış, ayçiçekleri güneşe dönmez olmuş. Hava sertleşmiş, fırtınalar vurmuş dağın eteklerine. Sonrası muamma. Tanrı oradakilerin yardımcısı olsun.'
Kasabanın yeni gündemi belli olmuştu bu günden sonra. Haftalarca insanlar arasında söylentiler dolaştı. Bazıları korkuyor, bazıları kuzeydeki barbar halkların saldırdığını ve kraliyetin yakında karşı koyacağını söylüyor, bazıları kıyametin geldiğini söyleyip etrafa tedirginlik yayıyordu. Üstelik kasabaya kuzeyden gelen tüm insanlar farklı ama hiçte iç açıcı olmayan yeni dedikodular getiriyordu. Hepsi de kasabada geceyi geçirip sabah güneş doğmadan güneye doğru kaçarcasına yollarına devam ediyorlardı. Kasaba üzerinde gerginlik giderek artıyordu.
İlk söylentilerin üzerinden yaklaşık iki ay geçti. Kasaba uzun zamandır ilk kez güneyden gelen ziyaretçiler gördü bir sabah. Ne var ki bu onların rahatlamasına değil daha da huzursuzlaşmalarına sebep oldu. Gelenler Kraliyet Ordusu askerleriydi. Tüm kasaba halkı askerleri görmek için sokaklara dökülmüştü fakat onlar hiçbir şey söylemeden geçip gittiler. Arkalarında yüzlerce yeni düşünce bırakarak tabi ki.
Sonraki günlerde kuzeydeki barbarlar teorisi güçlenmişti söylentiler arasında, ama işin kötü yanı insanların ordu gerektirecek kadar büyük bir sorunla karşı karşıya olduklarını görmüş olmalarıydı. Tedirginlik zaman zaman yerini paniğe bırakırken, kasabada korku arttı. Bazıları topraklarını bırakıp göç etmeye hazırlandı. Bazıları kalıp savaşmaları gerektiğini söyledi. Bazılarıysa ordu için dua etmekten başka bir şey yapamayacaklarını düşündü. Ortak olarak yaptıkları bir şey varsa, o da yabancılara güvenmemekti. Kasabanın misafirperverliği de huzuru gibi yok olmuştu.
Genç nöbetçi yüzüne vuran su damlacıklarıyla açtı gözlerini. Elinden kaymış olan mızrağını görüp aldı ve ayağa kalktı hemen. Uyuyakalmış olmalıydı. Hızlıca ayağa dikildi ve bu olay hiç olmamış gibi eski pozisyonuna dönerek hızlıca etrafına baktı. Hava hala karanlıktı ve yağmur başlamıştı. Kendisini gören kimsenin olmadığına kanaat getirerek içinden bir oh çekti ve nöbet pozisyonuna geri döndü. Kaskatı ve dimdik.
Sonraki birkaç dakikada yağmur yavaş yavaş hızlandı. Adam içinden lanetler okuyor olsa da kendi sağlamlığını test edermiş gibi kıpırtısız duruyordu sağnağın altında. Aniden her yeri bembeyaz eden bir şimşek çaktı, gök sanki yarılmış gibi gürledi. Kasabadan köpek havlamaları duyulmaya başladı ardından. Sonra diğer hayvanlarda çıldırmış gibi bağırmaya başladı. Şimşekler giderek daha sık çakmaya başlarken nöbetçinin içine bir korku girmişti.
Etrafa baktı dikkatlice, yağmur yüzünden pek bir şey görünmüyordu. Karşıdaki geniş ormanın silüeti artık sık sık çakan şimşeklerle bir görünüp bir kayboluyordu ve bu görüntü adamın tedirginliğini daha da arttırıyordu. İçini kaplayan korku büyüdü. Ne olduğunu bilmiyordu, ama hissediyordu. Bir şeyler geliyordu.
Gök son bir kez yarılırmışçasına gürledi, aynı anda köydeki hayvanların hepsi sustu. Yağmur saniyeler içinde kesildi, rüzgar her şeyi sökecekmiş gibi esmekten vazgeçerek yerini ürkütücü bir durgunluğa bıraktı. Genç nöbetçi sıkı sıkı sarıldığı mızrağını önüne doğrulttu. İçinden aklına gelen her duayı ederek duyularını keskinleştirmeye çalıştı. Sonsuz gibi gelen bir süre hiçbir ses ya da hareket olmadan geçti. Nöbetçi, kalbinin göğsünden fırlamak için verdiği mücadele dışında hiçbir şey duymadı. Sinirleri aynı gerginlikte kaskatı beklerken, sessizlik vahşi bir kişneme sesiyle bozuldu. Adam sesi duyunca bir anda olduğu yerde zıpladı, uzun mızrağını ıslak elleriyle sıkı sıkıya kavradı.
'Kim var oda?' diye karanlığa doğru bağırdı ama sesinin titremesine engel olamamıştı. Korku içinde, karanlık gecede görebileceği herhangi bir şey için etrafına bakındı. Etraf öylesine sessizdi ki, belki de metrelerce ileriden gelen nal seslerini oldukça rahat duydu. Gözlerini kısarak gelen kişiyi görmek için karşıya doğru kafasını eğerek baktı. İçindeki korku sanki karşısındaki yaklaştıkça büyüyordu. 'Korkacak bir şey yok' dedi kendi kendine. 'Hepsi deli saçması ve bu adamda kuzeyden gelen sıradan bir atlı işte. Kendine gel, kendine gel.'
Nal sesleri oldukça yavaş bir biçimde yaklaşırken nöbetçi, gelen atlının silüetini görmeyi başardı. Mızrağı tutan elleri iyice sıkıldı, bir yandan titriyor, bir yandan elleri terliyordu. Uzaktan kendisine doğru gelen atlı adamın silüeti dev gibiydi. Karanlıkta seçebildiği kadarıyla atın boyu bile iki öküz büyüklüğündeydi. Adamın kalbi deli gibi çarpmaya devam ederken, bacakları da yavaş yavaş çözülüyordu. Bu korku normal olamazdı.
Atlı oldukça yavaş bir biçimde nöbetçinin görüş alanına girdiğinde, zangır zangır titreyen genç asker mızrağını hafifçe kaldırdı ve inanılmaz kısık bir sesle 'Dur!' dedi. Atlı sakince atını durdurdu ve oldukça yukarıdan askere doğru baktı. At bir kez burnundan soludu ve yalnızca bacak hizasına gelen askere doğru ön ayağını kaldırıp yeri eşeledi. Mızrağı elinden yavaş yavaş kaymakta olan nöbetçinin korkusunu hissedilmeyecek gibi değildi.
At ön dizlerinin üzerinde yere çöktü ve simsiyah giyinmiş kukuletalı bir silüet attan yavaşça indi. Atın soluk alıp verişinin ve nöbetçinin son atışlarını yapan kalbinin bile oldukça keskin şekilde duyulduğu bu sessizlikte Aléste yere inerken hiç ses çıkmadı. Kılıcını kınından çıkarırkende öyle.
Kılıcın sapına işlenmiş olan küçük siyah kristal, nöbetçinin kanı demire değince parladı.