Tek hayalim vardı. Yazar olmak.
Öyle cafcaflı bir hayat peşinde değildim. Kötü alışkanlıkların pençesine düşüp kendimi heba etmedim. Kitaplarla dolu bir dünyayı seçtim. Kişiliğimi ve hayatımı buna göre şekillendirdim. Aksini düşünmedim bile. Çünkü öteki türlü bir hayat bana göre değildi. Bunu fark etmiştim. Bunun içindir ki; okumaya ve yazmaya devam ettim.
Edebiyat kelimelerle oynamaktır derler ya hani. İşte ben bu kelimeleri çok sevdim.
Çok mu şey istiyordum, bilmiyordum ama sadece elle tutulur, somut bir kitabım olsun istiyordum. Her insanın kendince hayalleri vardır, benim hayalim de buydu işte. Gecemi gündüzüme kattım, günlerce uykusuz kaldım ama nihayetinde bir kitap yazdım. Beni destekleyenlerin yanı sıra desteklemeyenler de vardı elbette. Birçok arkadaş kaybettim. Kaybetmek istemezdim lakin hayalime ulaşmak için yürüdüğüm yola engel koyanları, benim başarılı olamayacağıma inananları hayatımdan silmeliydim. Nitekim öyle de yaptım. Pişman değilim ama. Yine olsa yine yaparım.
"Sen yaparsın Cem, sana güveniyoruz," diyenler olmasaydı, bu kitabı yazamazdım. Çünkü bir insanın önce manevi desteğe ihtiyacı vardır. Manevi destekçilerimden biri de mahalledeki elli metrekarelik bir dükkana sahip olan ressam dostum Fırat. Resim yapardı kendisi. Bir sanatçıydı yani.
Beyaz bir kağıda dökerdi hayallerini o, bir de boyardı onları dilediğince. Ben de beyaz bir kağıda dökerdim hayallerimi, boyamak isterdim zamanı gelince.
O zamanın gelmesi için neler çektim bir bilseniz. Ama bunları biraz sonra anlatacağım. Şu an sanatçı arkadaşım ve en büyük manevi destekçim Fırat'tan bahsediyorduk, değil mi?
Ne zaman yanına uğrasam bir başka hayalini çiziyor veya boyuyordu. Hiçbir zaman bu işten para kazanmak gibi bir düşüncesi olmamıştı. "Para, hayalleri öldürür," derdi her zaman. Haklılık payı da yok değildi aslında. Örnek aldığım bir kişilikti kendisi. Ünlü ressam ustası Cenk'ti onun örnek aldığı kişilik de. Hepimizin örnek aldığı birileri vardır mutlaka şu fani dünyada.
"Dur şurayı da boyayayım da bir çay demleyeyim," derdi çoğu zaman. Hiç unutmam, bir gün çayı yeni yapmış olduğu resmin üzerine dökmüştü. O anki yüz ifadesini görmeliydiniz. Sinirden beni boğazlayacak diye ödüm kopmuştu. Eğlenceli adamdı vesselam. Kendisine çok şey borçluyum.
Kitabı yazmıştım, evet. Peki bundan sonra nasıl bir yol haritası izleyecektim?
Türkiye'de yerli yazarlara pek fazla önem verilmez. Bu bilinen bir gerçektir. Oysa önemli bir konudur bu. Bir nesli çöpe atmaktır, onları hiçe saymaktır. Ama ben en azından şansımı denemeliydim. Nitekim dendim de. Gezmediğim yayınevi kalmadı. Kitabı okumaya tenezzül etmeyenlerden mi, yoksa yaka paça dışarı çıkaranlardan mı bahsetmeliyim bilemedim şimdi. Hayallerim elimde, oradan oraya koşuşturdum günlerce. Yüzlerce yayınevinden yalnızca birkaçı kitabı okumayı seçti. Ve bunların içinden de yalnızca birinden basabiliriz yanıtı aldım. Adı sanı pek duyulmamış bir yayıneviydi ve beş bin beş yüz liraya ihtiyacım vardı fakat bu durum bile beni mutlu etmeye yetmişti.
"Tamam!" demiştim o gün, hem de hiç düşünmeden. Yazdıklarımın bir kopyasını yayınevinde bırakarak mutlu bir şekilde eve doğru yollanmıştım. Dönerken Fırat'a da müjdeyi vermiştim hatta. "Kitabım basılacak, çok mutluyum ağbi!" demiştim boynuna sarılarak. O ise her zaman ki soğukkanlılığıyla karşılamıştı bu durumu da. Hafif bir tebessüm edip sırtımı sıvazlamıştı. "Ben demedim mi sana sen başarırsın diye," demişti hiç unutmam.
Beş bin beş yüz lirayı nereden mi buldum? Tabii ki babamdan kalma eski Kartal'ı satarak. "Bunun fiyatı ne kadar?" demişti araba pazarında yanıma gelen bir müşteri. "beş bin beş yüz," demiştim hiç tereddüt etmeden. Ne anlarım ki ben araba satmaktan? Adam anlamadığım ama arabayla ilgili olduğunu düşündüğüm şeyler saymıştı yanı başımda, bense sadece başımı aşağı yukarı sallamakla yetinmiştim. Saymıştı elime beş bin beş yüz lirayı ve binip gitmişti, daha ben ne olduğunu bile anlayamadan. Arkasından bakakalmıştım öylece, hiç kıpırdamadan. Gözümden düşen bir iki damla yaşı silerek "affet beni baba," demiştim. Daha sonra da koşarak uzaklaşmıştım araba pazarından. O gün bu gündür önünden dahi geçmem.
Nereden bilirdim ki ben o gün, basılacak olan kitabımın patlama yaratacağını ve satmak zorunda olduğum Kartal'dan binlerce alabilecek paramın olacağını. Bilemezdim tabii. Hala şaşkınım kitabımın bu denli çok satmasından. Ama memnunum da bir yandan. Böylelikle benden bir cacık olmayacağını sananlara güzel bir ders vermiş oldum. Ama... Aması vardı işte.
Fırat. En büyük manevi destekçim, sanatçı dostum Fırat Kuleli. Kule gibi adamdı, ama daha kitabımı elinde tutamadan ölmüştü. Bir trafik kazasında. Nadir çıkardı dışarıya o elli metrekarelik dükkanından. Yaptığı resimlerle mutluydu o. Ölüm fırsat kolluyordu demek ki. Ah Azrail, birkaç gün be Azrail. Ne yaptın Azrail, ne yaptın sen?
Bir kitap fuarındayım şimdi. Elimde kitabım, sırada bekleyen yüzlerce insan. Bu ben miyim diye düşünmeden edemiyor insan. Sahi, bu ben miyim?
Yazdığım kitabı basan yayınevi de benim sayemde popüler olmuştu. Ben onlara, onlar da bana minnettardı yani. Birlikte epey para kazanmıştık ve gidişata bakılırsa kazanacaktık da. "Bizim Paralel Mutluluklarımız" adlı kitabım çıkalı henüz iki ay olmuştu lakin 17. baskı tükenmek üzereydi. Neydi bu insanları kitaba çeken peki? İmzanın ardından gerçekleştirilen bir röportajda yine sorulmuştu bu soru bana. "Zevk için yazıyorum. Edebiyat orgazmdır!" demiştim cevaben. Ne dediğimi ben bile anlamamıştım ilk başta.
Ertesi gün boy boy gazeteleri süslemişti bu sözüm. Üstelik çokça da tartışılmıştı.
"Cem Balyoz'dan Balyoz Etkisi Yaratan Bir Açıklama!"
Ünlü bir yazar olmuştum.
Okurlarım boldu.
Hayalime kavuştum bir bakıma.
Mutlu muyum peki?
Bilmiyorum.
"Para, hayalleri öldürür," demişti Fırat.
Ve sanırım haklıydı da.