Kayıt Ol

Bahtsız Toraman'ın Aşkı

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Bahtsız Toraman'ın Aşkı
« : 27 Temmuz 2011, 13:06:51 »
BAHTSIZ  TORAMAN’NIN AŞKI


   Hans Efendi” diye seslendi tahta oturan adam birkaç basamak aşağıda saygıyla ayakta dikilen yaşlı köylüye   
       “İstediklerimi yaptın mı?”
        “Evet, lordum” diye yanıtladı adamın karşısında süklüm püklüm duran emektar uşak. “Bu kere işi tamamlayacağız. Adamlarımız bu iş için çok çaba sarf ettiler” dedi. Bir an durduktan sonra “Eğer onlarda halledemezse bu işi kimseler halledemez” dedi. Ses tonunda ki gurur apaçık belli oluyordu. “Oğlum bu tür işler için biçilmiş kaftandır. Günlerdir sınır boylarında özellikle de Türkmenlerin dolaştığı yerlerde konuştuğumuz hikâyeyi anlatıyorlar. Birileri nasıl olsa gelecektir” dedi.
       “Kızım orada durmaktan telef oldu” dediğinde “efendim kendisini orada bekletmeye gerek yok. Eğer kuleye bir yaklaşan olursa gözcüler bize haber verecektir. O nedenle gitsin dairesinde dinlensin” dediğinde adam olumsuzca başını salladı. “Olmaz, kendisinde de suç var. O bana ve soylu ailesine yakışıyor mu? Kendisini cezalandırmış olsun böylelikle” dedi.


       Ne zamandır bu ocakta olduğunu bilmiyordu. Babasından ayrıldıktan sonra Payitahta getirmişler ve yıllardır içinde yaşadığı Sipahi ocağına teslim etmişlerdi. Anası da, babası da ocağı olmuştu. Yamaklık yapmış, seyislik yapmış uzun yıllar çilesini çekmişti bu işin. Nice gazaların ardından anlı şanlı sipahi olmuştu. Askerlik eğitimini bil hakkın yerine getirmiş yıllarca Anadolu senin Urumeli benim oradan oraya gezmişti. Öyle cephelerde bizzat savaştığı azdı Zaman Osmanlının en güçlü zamanıydı. Ne şarkta ne de Garpta kendilerine karşı gelebilecek düşman yoktu. Ama yine de ufak tefek cenkler olmuyor değildi. O cenklerde yaralanan ölen arkadaşlarını görmüştü yanı başında. Pek çoğu ayrılsa da Ese Onbaşı hep yanında olmuştu, şimdi olduğu gibi.
     Uzun süren seferlerden cenklerden, devriye gezmelerden ve aradan geçen beş yıldan sonra tekrar gelmişlerdi bu topraklara. Devletin sınırlarının durağan olduğu zamanlardı. İstanbul’da tembel tembel otururken bir haber geldi mi yollara düşüyorlardı. Sağda solda tüm heybetleriyle gözüktükten ve de dosta itimat düşmana korku saldıktan sonra dönüyorlardı. Kışla da talimle vakit geçiriyorlardı. Şimdi yaşadığı o günlerden biriydi.
     Toraman Gazi yıllardır vatan borcunu ödemek için çabalıyordu. Ve askerlik yaşamının sonun yaklaşmıştı yavaş yavaş. Emekli olup bir dirlik sahibi olacağı günler yaklaşıyordu. O kendisine duyurulan tüm kurallara harfiyen uymuştu. Bazı ağaların yaptıkları gibi ne bir iş tutmuş çil çil akçalar kazanmaya çalışmıştı ne de -gözü arkada kalmasın, yiğitçe savaşmaya devam etsin diye- gizlice evlenmişti. Emekliliği yaklaştıkça çoluk çocuğa karışmanın vaktinin geldiğini biliyordu. Kendisini bekleyen huzurlu günler için neredeyse her şey hazırdı ama bir şey hariç. Şöyle boyu boyuna huyu huyuna bir hatun bulamamıştı Toraman Efendi kendisine.  Kendisine verilecek tımarda kendi dirliğini kuracaktı ama gönül dirliğinin başkişisini hala bulamamıştı.
       İki Hıristiyan derebeyi kendi aralarında kapışmışlardı. Birbirlerini yerlerken zaman zaman Osmanlı toprağına giriyorlar diye şikâyet gelmişti. O nedenle Ese Onbaşının ve Toraman Gazinin birlikleri gelmişti Nemçe sınırına. Akşam olmuş iki arkadaş sınır boyundaki devriyelerini bitirmiş alay Ocağına doğru yürüyorlardı.  İri olan diğerine çekinerek sordu.
       “Sence bu sabah duyduğumuz hikâye doğru mudur?” dedi. Ardından cümlesi eksik kalmış gibi “Beni yanlış anlamıyon değil mi?” dedi. Kafasının içindekilerin okunmasını kösnül düşkünü biri gibi anılmayı istemiyordu. Yanı başında yürüyen arkadaşı gülümsedi.
       “Eh Toraman” dedi “Seninle kundaktaki bebeklikten beridir tanışıyoruz neredeyse. İki kardeşten daha ileri hukukumuz var” dedi. “Seni annıyom, zamanın geldi. Zaten Ağa senin için ne dediydi biliyorsun ‘Dersaadet’e varır varmaz evraklarını Babıâli’ye sunacağım’ dediydi. Ne çabuk unuttun.”
       “Ama yine de bir kere bakalım ne olduğuna olmaz mı?”
        “Sen yine de fazla ümitvar olma. Bir prenses bekliyorsun ama Frengistan’ın tüm prensesleri bizler için sıraya girecek değil ya” dedi. Toraman gazi iri başını öne eğdi. Zaman zaman bir kral olmanın hayalini kurmuyor değil hani. Arkadaşı doğru söylüyordu prenses kim kendisi kim. Kafasındaki soruları dağıtıp
       “Öyle olmadığını biliyon ağa” dedi. “Gayem, Elga yengem gibi sarışın bir gelinle anamın evine gitmek ve ‘Bak sana dünyalar güzeli bir Frenk gelin getirdim’ demekti. Üstelik gâvurlardan birini daha müselman eylemek çok sevapmış geçen Cuma kadı efendi söylediydi” dedi.
       “Tamam, tamam anlaşıldı o Karaorman'a gitmeden senin için rahat etmeyecek” dedi. O veletlere iyice inanmış olmalısın” dedi. Sabah çocuk sayılabilecek bir iki genç kamplarına yaklaşmıştı. Yarım Türkmen yarım Nemçe lisanıyla aç olduklarını söylemişlerdi. Karınlarını doyurduktan sonra ileride karanlık ormanın ötesinde tutsak tutulan prensesten söz etmişlerdi. Neşeli iki genç tüm karargâhı kahkahaya boğmuşlardı. Belli ki zekiydiler ve kulakları delikti. Onları dinleyen herkes anlattıklarına gülüp geçmişti ama bizim yarım akıllı Toraman ciddiye almıştı anlatılanları.
       “Şimdi karavana da ne varsa atıştıralım ardından kısa bir uyku çekelim. Gece yarısında yola çıkarız. Yol bir hayli uzun olacak gibi”. Ve kendi kendine sürdürdü sözlerini “Barış zamanı da olsa bir hayli tehlikeli olacak düşman ellerine girmek” dedi. Ne de olsa kardeşliğinin hatırını kıramazdı.
       En yakın silah arkadaşlarına anlattılar durumu. Tedbirli olmakta fayda vardı Nemçe ülkesinin iç kısımlarına gideceklerdi. Helalleştiler. Yola üç atla çıktılar. Yanlarında konukla döneceklerdi değil mi? Gelin hanım içinde bir binit olmalıydı. Yanlarına bolca pide pastırma ve helva aldılar. Domuz eti yemek istemezlerdi doğrusu helva da iyi enerji verirdi kendilerine.
       Adı gibi kapkaraydı ormanın içi de. Gece boyu nereye kadar gittiği belli olmayan dar patika da at sürmüşlerdi. Çam ağaçları yolun iki yanında duvar gibi uzanıyordu. Hiç konuşmamışlardı. Ancak şafak sökerken bir mola verdiler ve yanlarında getirdikleri pideleri ve pastırmaları atıştırdılar. Ortalık lacivert bir ışıkla aydınlanmaya başladığında çevreyi daha iyi görmeye başlamışlardı. O zaman soru sormak cesaretini bulabilmişti kendinde Toraman
       “Ese Ağa daha çok var mı? Dedi. Adam ağzında çiğnediği lokmasını yuttuktan sonra yanıtladı arkadaşının sorusunu.
       “A oğlum sen Elga yengenle nikâh kıydım diye beni tümüyle cavurlaştı mı zannettin?” dedi. Evet, buralardan birkaç kere geçtim ama bizim memleketler gibi değil buralar. Köroğlu’nun dağları gibi karanlık ve kasvetliydi bu dağlarda. Derin vadileri sarp geçitleri var ama yabancı. Bizim ellerin sıcaklığı yok. Gâvur işte her şeyiyle gâvur.” Bir an durdu. Arkadaşına yanıt vereyim derken içinde biriken nefreti kusmaya başlamıştı.
     “Sanırım öğleye doğru varırız” dedi. Toramanın içine biraz olsun su serpilmişti. Bu yaban ellerde ölüp gitmek istemezdi doğrusu. Birkaç dakikalık dinlenmeden sonra atlara atladılar ve kuzeye doğru yollarına devam ettiler.
       Ese Onbaşı öğleye doğru demişti ama gün ikindi olmuştu hala ortalıkta görüne bir köy ya da kasaba yoktu. Akşamüzeri hava kararırken bir mola daha verdiler. O zaman daha Toraman Gazi sormadan Ese Onbaşı söylemişti ne kadar yollarının kaldığını
       “Aha şu tepeyi aşınca varacağız” demişti. Yanılmamıştı da. Eliyle gösterdiği tepeye vardıklarında öte yandaki küçük alçak düzlüğe inşa edilmiş kuleyi görmüşlerdi. Güneş çoktan dağların ardında kaybolmuş yerini ağır ağır ilerleyen gölgelere bırakmıştı. Yorgun atlarını kulenin yakınlarındaki derede bıraktılar. Daha baharın kar sularıyla taşmamış sakin akan dere yakınlarında yemyeşil otları yer dinlenirdi hayvanlar. Hayvanların kaybolacağıyla ilgili bir endişeleri de yoktu. Ne de olsa sipahi dediğin atıyla bütünleşmiş bir savaşçıydı. Talimli hayvanlarını istekleri dışında kimse götüremezdi. Hem bu koca ormanın içinde kendilerinden ve efsanesini duydukları prensesten başka bir Tanrı kulu olacağını düşünmüyorlardı.
       Ağır adımlarla bastıkları yerlere dikkat ederek kuleye yaklaştılar. Gölgeler sinsice ilerleyen düşman gibiydi. Hissettirmeden her yeri kaplıyorlardı. Toramanın aklına buralara gelmeden önce arkadaşlarının anlattıkları geldi. Karaormanın büyülü olduğu neredeyse tüm Urum eline yayılmıştı. ‘Orada cinler yaşar’ deniliyordu. ‘Bir dudağı yerde bir dudağı gökte devlerden’ söz ediyorlardı. ‘Bir nefes kadar sessizce yaklaşan ve tek hamlede ruhları acıyla teslim alan ifritler’ anlatılıyordu. Ama çavuşları bütün bu anlatılanların ‘Şvabo’ denilen ve kuzeyde yaşayıp giden zengin halk tarafından uydurulduğunu söylemişti. “Bu sayede kimse Karanlık ormanı geçip kendilerine ulaşamıyor” demişti. Asırlık bir meşe ağacının dibinde vedalaştılar. “Bundan sonrası sana ait git getir gelinimizi” demişti Ese. Toraman Gazi istemeyerekte olsa arkadaşını bıraktı ve kuleye doğru temkinli adımlarla yol almaya başladı
       Uzun süre bekleyeceğini umut ediyordu Ese onbaşı ama Toramanı karşısında nefes nefese görünce afalladı. Üstelikte koca adam yalnız geliyordu.
       “Ne oldu Toraman diye seslendiğinde iriyarı arkadaşı yanı başına varmıştı bile. Arkasından gelen bağırışlara bakılırsa yakalanmış olmalıydı. Doğrusu her kız kaçırmada olduğu gibi bu defa da peşinden koşanların olacağını biliyorlardı. Bu nedenle hızlı üç at ile gelmişlerdi. Yıldırım gibi gelecekler ve geldikleri gibi döneceklerdi. Ama nasıl olurda Toraman gazi elleri boş gelirdi. “Dur bakalım ne olacak” dedi kendi kendine.
       “Hadi ağam gidelim bir an önce” dedi ve kendisini bekleyen atına atladı. İki arkadaşın nal sesleri karanlığa karışırken bineklerinin başlarını çoktan geldikleri yöne çevirmişlerdi. Birkaç fersah dörtnala öylece gittiler. Arkadan gelen meşale ışıltıları ve gürültüler çok gerilerinde kaldığına inandıklarında yavaşladılar. O zaman Ese Onbaşı yere atladı. Kulağını yere dayadığında bir süre sessiz kaldılar. Çevreden kendilerine doğru yaklaşan yeri titretecek nal sesleri duyulmuyordu. Ormanın doğal sessinden başka bir ses duyulmuyordu etrafta.  Bu iyi haber demekti. Tekrar atına atladı. Merakı ağır bastı ve kendi anlatmadıkça sormayı düşünmediği soruyu arkadaşına sordu. Bir yandan da atının bağrını okşuyordu.
     “Hele anlat bakalım neler oldu” Arkadaşının yüzü ağlamaklı olmuştu.
     “Ben ne bahtsızmışım meğer” dedi. Ardından devam etti  “Ağa bundan böyle bana ‘Bahtsız Toraman’ diyesiniz” Atlarının dizginlerini gevşettiler. Peşlerinden gelen yoktu ama kendileri yaban ellerdeydi ve her an olay koruculara intikal edebilirdi. Hayvanlar tırıs gidiyordu. Ağaçların gölgeleri bir beliriyor bir yitiyordu. Terli hayvanları daha fazla yormamak için bir müddet böylece gittiler. Uzun süren bir tek düze nal sesinden sonra dayanamayan Ese onbaşı patladı…
     “E hadi yiğidim neler olduğunu anlat. Anlat ta neler olduğunu bilelim” dediğinde Toraman az önceki ağlamaklı ses tonuyla yanıt verdi.
     “Boş ver Ağa” dedi. “Ahmak iti, yol kocatırmış” bizimki de öyle. Kendi memleketimizden kendi köyümüzden birini bulamadık geldik taa Frenk ellerine. Dönüşte anama söyleyeceğim birini bulsun bana” dedi. Ese, arkadaşının başına neler geldiğini tahmin edebiliyordu. Üstelik dünden beri bunu anlatmaya çalışmıştı ama anlamamıştı arkadaşı. Yine de kendisinden duymak istedi ve atını durdurdu.
     “Neler olduğunu anlatmadan bir adım daha gitmem” dedi. Sesinde kararlılık vardı. Kaçacak yeri kalmamıştı Toraman Gazinin. Başladı anlatmaya

      “Senden ayrıldıktan sonra kuleye doğru yürümeye başladım. Bana gösterdiğin kuleden aşağı sarkan uzun sarı saça yaklaşmaya çalışıyordum. Üzerimi yırtan dikenli çalılara aldırmadan yaklaştım. Bosna sarayına kadar ulaşan dedikodular aklıma geliyordu. Her an karşıma iğrenç şekilli bir yaratık çıkacakmış gibi tedirgindim. Hafif bir yel esse bir dal kıpırdasa ürperiyordum. Tanrıya tevekkül ediyor aklıma Çavuşun anlattıklarını getiriyordum.  Her şeyin uydurma olduğunu mırıldanıyordum. Emekli olunca evleneceğim yengem Elga gibi bir hanımla nikâhlanma düşüncesi kamçılıyordu beni. Bir zaman yürüdükten sonra kulenin dibine vardım. Naz yapar gibi yavaşça çekildi bileğim kalınlığındaki sarı perçem yukarı. Raks eder gibi yükseldi yükseldi ve kulenin üzerindeki çıkıntıda kayboldu. O zaman yanında durduğum yapının ne kadar yüksek olduğunu fark ettim Namussuz taş bina neredeyse bir hisar kadar geniş ve bizim Koca Sinan Ustanın yaptığı minarelerden de uzunmuş. Neyse uzatmayayım sırtımı kesme taşlara dayayıp sağı solu dinlemeye başladım İşte o zaman burnuma gelen hoş kokuyu hissettim.
       Allah’ım delirecektim. Sanki binlerce gülü çevreye saçmışlardı. Yok yok gül değildi yalnızca. Lavanta, leylak, papatya, yasemin dünyanın tüm çiçekleri saçılmıştı sanki kulenin etrafına. Ama sonradan fikrim değişmişti, kokular bu dünyadan değildi. Böyle enfes bir koku bu dünyadan olamazdı, olsa olsa cennetten geliyor olmalıydı. Gözlerimi kısıp çevreme bakındım. O zaman kokunun yukarıdan kuleden geldiğini anladım. Eğer kokusu buysa kendisi nasıldır diye aklından geçiriyordum ki o sesi duydum.
     “Ses mi?  Ne sesi. Ben aşağıda ne bir koku ne de ses duydum” dedi.
     “Ağa bırakta anlatayım” dedi yarı pişmanlık yarı öfke dolu bir sesle. Karanlıkta iki adam  muhabbete dalmışlardı. Atlarıysa sanki yolu biliyorlarmış gibi usul adımlarla adeta adımlarıyla yürüyordu.
     “Ses yukarıdan geliyordu. Tatlı bir konuşma sesi ince bir tül gibi aşağı iniyordu. Bülbül şakıması dersen değil, derinden akan latif su sesi dersen hiç değil. Rabbim Şahadet mertebesini nasip eder de cennete gidersek ancak o sesin benzerini hurilerden duyarız” dedi Toraman Gazi.
       “Söylediklerini anlamıyordum ama o kadar tatlı konuşuyordu ki her nağmesi insanın içine işleyen saz dinliyorum zannederdin. ‘İşte aradığımı buldum’ dedim kendi kendime. Kuleye mutlaka tırmanmalıydım. Bu iş için lazım olur diye yanımızda getirdiğimiz urgan aklıma geldi. Talimlerden anımsadıklarımı uygulayıp ucunda kanca olan urganı fırlattım. İkinci atışta tutunmuştu kanca yukarıda bir yerlere. Beni çağıran sese o güzel kokuya doğru var gücümle tırmandım.
       Kolumu korkuluğa atınca iç tarafta divanın üzerine uzanan gölgeyi gördüm. İpek gibi parlayan saçları alaca karanlıkta sihirli bir ışık gibi çevresini aydınlatıyordu. Uzun beyaz elbisesi uzandığı yataktan aşağı doğru sarkıyordu. Libasının her kıvrımının dantellerle işlendiği gecenin zifiri andıran karanlığında bile belli oluyordu. Yorgun başımı yaslayıp dinleneceğim, tüm hayatım boyunca beklediğim kadın orada uzanıyordu. ‘Seni bu tutsaklıktan kurtaracağım’ dedim. Biraz daha sabret gülüm seni almaya geldim’ dedim. Geniş kulenin ortasına doğru yaklaştım. Her adımımım beni saadete götürdüğünü hissediyordum.” Dedi.
     “Ya Toraman sende ne cevherler varmış meğer” dedi şaşkınlıkla Ese onbaşı. Adam sözünün burasında durdu. “Evet dedi. Belki inanmayacaksın ama daha dün sabah o çocuk anlatırken aşık olmuştum ben o prensese” o ana kadar konuşmasındaki heyecan bitmişti sanki. “Gerçi prenses olmasaydı yine olurdu ama kısmet değilmiş” dedi. Karamsarlığın lime lime hissedildiği bir sesle devam etti konuşmasına
     “Ama maalesef bütün saadetim bu kadarmış” dedi. Arkadaşı bir anlam verememişti anlattıklarına. Bir an hayallerini ya da kafasından uydurduklarını anlattığını düşünmüştü. Şimdi ise gerçeğe döneceği anlaşılıyordu.
     “Kulenin karanlık köşesinde bir kıvılcım parladı. Ardından koca bir kav tutuştu. Ben ne olduğunu anlamadan çıralar yandı her yönde. İçine düştüğüm bir tuzakmış. Anlaşılan bizi bekliyorlarmış” dedi.
     “Sende o kalabalıktan korktun kaçtın değil mi?” dedi. Neden soluksuzca buralara geldiklerini anlamamıştı. Yılların yiğidi Toraman yaşlanmaya başlamıştı anlaşılan.
     “Çok mu kalabalıklardı?” dedi. “Bir ıslık çalsaydın yetişirdim” dedi. Arkadaşı hala susuyordu. “Anladım” dedi İkimizin de baş edebileceğinden fazlaydı sayıları”  ama hala arkadaşından bir tepki yoktu.
     “Çatlatma adamı ne olduysa anlat çok istersen daha kalabalık geliriz. Sonuçta bu iş bir hayır işi değil mi?” dedi.
     “Hiç biri değil Ağa” dedi üzgün bir sesle. “Yatakta dantelâlı süslü elbiselerle uzanan ne Elga yengeye benziyor ne de bizim oraların kızlarına. Kulenin tepesinde birilerini bekleyen yaşı geçmiş yüzü pörsümüş, tombalak kız kurusunun biriydi. İnan bana gündüz görsen heyula görmüş gibi kaçarsın.” Dedi  “Aha Ağa ah bende baht olsa yeter, tahtı neyleyeyim.

     Kulenin üzerinde bekleşen kişilerden biri gözleri nemli prensese yaklaşarak gönlünü almaya çalıştı.
     “Kocaman bir prenslik seni bekliyor a kızım bir baldırı çıplak Osmanlıyı ne yapacaksın” dedi. Giden atlıların peşinden sanki görebilecekmiş gibi karanlığa bakan prenses Rapunzel içini çekerek
     “Ah baba ah, bende baht olsa yeter tahtı neyleyeyim.” Dedi.  Ağır adımlarla eteklerini tutarak merdivenlere yöneldi. O ara yaşlı adam kendisine sürekli akıl veren kâhyasına yaklaşarak “Eee, Hans efendi bu planda sökmedi.” Dedi  “Sana kalsa bir taşla iki kuş vuracaktım. Hem kızımı evlendirecektim hem Türk damadım olacaktı, çevremizdeki asil geçinen zorbalara karşı üstünlük elde edecektim. Gittikçe büyüyen toprağım olacaktı”
     “Evet, beyim takdir edersiniz ki planımız çok iyiydi. Gece karanlığında nasıl biri olduğunu görmeden kızınızı kaçıracaklardı. Ardından diplomatik sorun çıkmasın diye evleneceklerdi. Ama niçin o çakmak çakıldı ki” dedi. Adam yavaşça kâhyasına yaklaştı. “Olan güzel kızıma oluyor.” Bir an durdu ve ardından devam etti. 
     “Neyse boş ver onu bunu senin oğlanların yeni bir planı var mı onu söyle” dedi. Yaşlı kâhyanın gözleri parladı. Ne zaman oğullarının adı geçse gizli bir gurur içini kaplıyordu.
      “Var beyim” dedi. “Bir söylenti daha yayacağız çevreye demişti oğlan geçen gün. ‘Yüz yıldır uyuyan ve kendisini uyandırmak için yakışıklı prensini bekleyen prensesin’ söylencesini anlatmaya başlayacaklar çevreye” dedi. “Umarım bu kere kızınızın talihi yaver gider” dedi son söz olarak Derebeyi de “Umarım” diye ekledi. Yoksa evde kalan kızının öyküsü dilden dile anlatılan masallara dönüşecekti.
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark