Kayıt Ol

Barones'in Kızı (Roman)

Çevrimdışı feyza82

  • *
  • 2
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Barones'in Kızı (Roman)
« : 11 Nisan 2013, 13:14:28 »
Merhaba,

Ünlü aktris Audrey Hepburn'ün hayatını konu alan "Barones'in Kızı" adlı romanımın ilk bölümleri hakkındaki görüşlerinizi paylaşırsanız sevinirim. Şimdiden teşekkürler.


    I.

 

                          BARONES’İN AŞKI

 

1919 yılının sıcak bir yaz günü, Hollanda Kraliyet Deniz Yolları’na ait buharlı bir yolcu gemisi, Atlantik Okyanusunun serin sularında ilerliyordu. Rotterdam’dan kalkan geminin son durağı, Surinam'daki Paramaribo limanıydı. Geminin yolcularından biri de, Surinam Valisi Baron Aernoud van Heemstra'nın on dokuz yaşındaki kızı Ella'ydı.

O gün havada tek bir bulut yoktu, okyanusun mavi suları ise güneşin altın ışınlarıyla parıldıyordu. Ella güvertenin korkuluklarına yaslanmış, boş gözlerle önünde uzanan koskoca okyanusa bakarken, onu bekleyen geleceği düşünüyordu. Birkaç ay içinde sevmediği bir erkekle evlenecek ve hem ailesinden hem de vatanı Hollanda’dan ayrılarak, müstakbel kocasının görevde bulunduğu Java Adası’na gidecekti. Oysa Ella evlenmek istemiyordu. Henüz çok gençti, evlenmeden önce görecek güzel günleri olmalıydı. Her partide boy göstermeli, her erkeğin kalbini çalıp hiçbirine yüz vermemeli ve sonunda illa ki evlenmesi gerekiyorsa, bir ömür boyu aynı yastığa baş koyacağı erkeği kendisi seçmeliydi.

Ama ne yazık ki, o zamanın Hollanda'sında işler böyle yürümüyordu. Hele soylu bir ailenin kızının, aynı derecede soylu bir erkekle evlenmesi gerekirdi. Bu mühim konuda da ailesi, kızlarının fikrini almaya bile gerek duymadan damat adayını seçmiş ve tüm diretmelerine ve onca gözyaşına rağmen, onu Gravenhage’deki yazlık evden komşuları Baron ve Barones Quarles van Ufford’ların oğulları Hendrik ile nişanlamışlardı. Aynı zamanda Ella’nın en yakın arkadaşı Henriette’in ağabeyi olan Hendrik, yirmi dört yaşında, esmer, uzun boylu, yakışıklı sayılabilecek, hatta Gravenhage’deki bazı kızların uğruna deli olduğu bir gençti. Üstelik geleceği parlak bir subaydı ve ihtiyar babasının pek de uzak görünmeyen ölümüyle, ailenin tek erkek evladı olarak baronluk unvanına sahip olacaktı. Tabii Ella da onunla evlenerek müstakbel bir barones olacaktı.

Fakat Ella’nın gelecekte barones olmak gibi bir hayali yoktu. Ne de olsa annesi de bir baronesti ve hiç de ilginç bir hayat sürmüyordu. O her zaman aktris olmak istemişti. Çocukluğundan beri kardeşleri ve arkadaşlarıyla birlikte tiyatro oyunları tertipler, annesinin eski kıyafetlerinden harikalar yaratır, piyes metinlerini bile kendisi yazardı. En büyük hayali de oyunculuk eğitimi almak ve bir gün Nazimova gibi ünlü bir aktris olmaktı. Fakat ne yazık ki bunun tatlı bir hayalden öteye gitmesine imkân yoktu. Babası aktris olmak istediğini duyduğunda ona aynen şöyle demişti:

 “Ne yaparsan yap, o pisliklerden uzak dur. Aile şerefimizi beş paralık etme!”

Ella uzaklara dalmış umutsuz bakışlarla bunları düşünürken, biraz ileride suya dalıp dalıp çıkan bir çift yunus gördü ve gözleri o anda sevinçle ışıldadı. Küçük bir kızken büyükannesi ona hep yunus görmenin iyi şans getireceğini söyler, yunusları gördüğünde mutlaka bir dilek tutmasını öğütlerdi. Ella, hemen ellerini birleştirip gözlerini sımsıkı yumdu ve içinden, “Umarım gelecekte çok büyük bir aktris olurum, hiç bir zaman kilo alıp şişmanlamam ve günün birinde yakışıklı bir İngiliz’le evlenip Londra’da yaşarım,” dedi.

Yüzünde küçük bir tebessüm, gözlerini bir süre daha kapalı tutarak dileğini garantiye almaya çalışan Ella, “Merhaba,” diyen bir erkek sesiyle daldığı hülyalardan uyandı. Gözlerini açıp hemen sesin geldiği yana baktığında, yanı başında korkuluklara yaslanmış, gülümseyerek ona bakan genç adamı gördü.

Ella da “Merhaba,” diye karşılık verdikten sonra bakışlarını hemen önüne çevirdi. Ama o bir iki saniyede genç adama göz atma fırsatı olmuştu. Uzun boylu, kumral ve son derece şık giyimli bir erkekti. Üstelik çok da yakışıklıydı.

Genç adam, İngiliz aksanıyla konuştuğu Hollandacasıyla, “Ne kadar güzel bir gün, değil mi?” deyince, Ella içinden “Hem de bir İngiliz,” diye geçirdi ve az önceki dileğini hatırladı. Yoksa dileği şimdiden gerçekleşmeye mi başlamıştı!

Ona İngilizce olarak karşılık verdi. “Evet, harika bir gün!”

“Ah, İngilizce biliyor musunuz? Bu harika, Hollandaca konuşmak zorunda kalmayacağım. Peki, şimdi bana isminizi bağışlar mısınız, küçük hanımefendi?”

“Ella… Ella van Heemstra.”

“Çok memnun oldum, Ella. Ben de ‘Anthony Victor Joseph Hepburn-Ruston’ gibi uzun ve sıkıcı bir isme sahibim. Ama sen bana kısaca Joseph diyebilirsin.”

“Memnun oldum, bayım… şey… Joseph.”

“Pekâlâ, Ella... Şimdi bakalım İngilizcen ne kadar iyi. Bana az önce yunusları gördüğünde ne dilek tuttuğunu İngilizce olarak söyleyebilir misin?”

“Üzgünüm, bayım size bunu söyleyemem çünkü dilekler yalnızca sahibine özeldir ve kimseye söylenmediği takdirde gerçekleşir. Ama size şu kadarını söyleyebilirim ki, yunusları gördüğünüzde bir dilek tutarsanız dileğiniz en kısa zamanda gerçekleşir derler. Bu yüzden bence yunuslar uzaklaşmadan siz de bir şey dilemelisiniz.”

“Hey, İngilizcen gerçekten çok iyiymiş ama lütfen bana bayım demeyi bırak. Benim adım Joseph ve bana bu şekilde hitap edilmesinden hoşlanırım. Anlaştık mı?”

Joseph bunu söylerken insanın içine işleyen o kadifemsi kahverengi gözleriyle Ella’yı süzüyordu. Ella, genç adamın dikkatli bakışlarından utanarak yüzünü yine hemen okyanusa çevirdi ve “Anlaştık Joseph,” dedi.

“Güzel. Şimdi söyle bakalım Surinam'a niçin gidiyorsun?”

“Babamı ziyarete gidiyorum.” Ella bir an durakladıktan sonra “Ablam ve eniştemle birlikte…” diye ekledi.

“Demek baban Surinam'da yaşıyor. Peki, ne sebeple orada?”

“Görev icabı.”

Ella bu sorunun cevabını kısaca kestirip atacaktı ama Joseph biraz fazla meraklı çıkmıştı.

“Demek görev icabı. Hmm, herhalde üst rütbeli bir subaydır.”

“Hayır, subay değil.”

“Altın madeni mi var?”

Ella kıkırdayarak “Hayır, altın madeni de yok,” dedi.

“Hollandalı bir beyefendinin Surinam’da başka nasıl bir görevi olabilir ki?” Joseph bakışlarını okyanusa çevirip, güneşin sulardan yansıyan altın ışıklarına karşı gözlerini kısarak bir süre düşündü. Ella da bu sırada bakışlarını tekrar genç adama yöneltmiş, onun düzgün profilini inceliyordu.

Sonra Joseph bir anda parmağını şıklatarak “Buldum!” dedi heyecanla. Aniden kafasını çevirince Ella’yla burun buruna gelmişlerdi.

“Soyadım ne demiştin?”

“Van Heemstra.”

“Sen valinin kızısın. Baron van Heemstra’nın.”

“Siz… babamı nereden tanıyorsunuz?”

“Herhalde şu gemide kime sorsanız, Paramaribo Valisi meşhur Baron van Heemstra’yı tanır, küçük hanım. Aslında şu hanım hanımcık konuşmalarınıza ve üzerinizdeki pahalı kıyafetlere bakıyorum da, ben bunu soyadınızı ilk duyduğumda nasıl anlamadım acaba?”

Ella şaşkın şaşkın Joseph’e bakınca, Joseph bir elini göğsüne koyup abartılı bir reveransla eğilerek “Lütfen beni bağışlayın, Bayan van Heemstra,” dedi.

Ella ise kızarmaya başlayan yüzünü Joseph’in görmesinden korkarak yine telaşla okyanusa çevirdi ve parmaklarını huzursuzca hasır şapkasından sarkan ipek kurdelelere dolarken “Benim adım Ella ve bana bu şekilde hitap edilmesinden hoşlanırım,” diye cıvıldadı.

“Yoo, siz bir asilzadesiniz. Sizin gibi birine kimse ilk adıyla hitap edemez.”

Joseph’in bu konuşmaları, çocukluğundan beri diğer insanlardan farklı olduğu yüzüne vurulan ve bunun sonucunda da son derece alçakgönüllü biri haline gelen Ella’yı iyice utandırmaya başlamıştı. Bu yüzden konuyu değiştirmek için Joseph’e aklına ilk gelen soruyu sordu.

“Peki, siz Surinam’a niçin gidiyorsunuz?”

 Bu sefer bakışlarını okyanusa kaçırma sırası Joseph’deydi. “Ah, şey, Amsterdam’da çalıştığım banka Paramaribo’ya yeni bir şube açtı da. Hollanda’dan sıkılmıştım, değişiklik olsun diye beni oraya göndermelerini istedim.”

“Ama siz İngiliz’siniz, değil mi?”

“Aslında İrlandalıyım ama…”

     O sırada yanlarına Ella’nın ablası Mies ile eniştesi Otto geldiler.

Henüz yirmi ikisinde olan Mies’in maşayla kıvrılmış bukle bukle kızıl saçları, elmacık kemikleri çıkık kalp şeklinde bir yüzü ve meraklı kadınlarınki gibi fıldır fıldır dönen buz mavisi gözleri vardı. İnce yapılı ve uzun boyluydu. Otto ise ondan bir baş daha uzun boylu, iri yapılı, gözlüklü ve yüzünde her daim inci gibi bembeyaz dişlerini meydana çıkaran bir gülümse yapışık olan, sevimli bir gençti.

Mies, kız kardeşine gözlerinden kıvılcımlar çıkaran bir bakış attıktan sonra abartılı bir ses tonuyla, “Ella, burada mıydın? Biz de seni arıyorduk,” diye haykırdı. Sonra Joseph’i yeni fark etmiş gibi yaparak ona döndü. “Ah, merhaba Bay…”

“Joseph Hepburn.”

Mies, Joseph’i tepeden tırnağa süzerek “Memnun oldum, Bay Ruston,” dedi. Sonra her zamanki kendini beğenmiş tavrıyla tanışma merasimine devam etti. “Ben Kontes van Limburg-Stirum, Ella’nın ablasıyım. Bu da eşim Kont van Limburg-Stirum.”

Otto ile Joseph el sıkışırlarken Mies konuşmaya devam ediyordu. “Küçük kız kardeşimle birlikte Surinam’a babamızı ziyarete gidiyoruz da. Kendisi Paramaribo Valisi’dir. Baron…”

“Van Heemstra,” diye tamamladı Joseph.

“Ah, demek onu tanıyorsunuz. Elbette bir yere seyahat ederken ilk önce valinin adını duyarsınız.”

Joseph, gülümseyerek başını salladıktan sonra tekrar Otto’ya döndü. Onlar ayaküstü bir sohbete dalarlarken, Mies de kız kardeşinin koluna girerek, onu erkeklerin yanından uzaklaştırdı ve ağır adımlarla güvertede yürürlerken, sorguya çekmeye başladı.

“Hey, kim bu adam? Ne konuşuyordunuz öyle fısır fısır?”

“Hiç… Orada durmuş denize bakıyordum, yanıma gelip merhaba dedi, hepsi bu.”

Mies, kardeşine bir dirsek atıp “Sen de hayat hikâyeni mi anlatmaya başladın?” dedi.

“Bunu da nereden çıkarıyorsun?” diye haykırdı Ella.

“Birkaç dakikadır sizi izliyoruz, konuşmanızın bitmeyeceğini görünce yanınıza gelmek zorunda kaldık.”

Ella bir yandan ablasının meraklı sorularını yanıtlamaya çalışırken, aklı hâlâ az önce tanıştığı genç adamdaydı.

“Ne kadar da yakışıklı, değil mi?” diye birden ağzından kaçırıverdi.

“Ella!” diye haykırdı, ablası. “Bir nişanlın olduğunu unutuyorsun galiba.”

“Unutmak mı? Hıh! O ahmağı unutmaya imkân mı var.”

“Hendrik hakkında böyle konuşmamalısın. O çok düzgün bir genç. Hem yakışıklı, kibar, soylu… Üstelik çok parlak bir geleceği var. Bu zamanda ondan iyisini mi bulacaksın?”

Ella bir an içinden, Bu da kendini iyice annem sanmaya başladı, diye geçirdikten sonra yine her zamanki isyanına başladı. “Ama ben onu sevmiyorum. Düşünsene, o Henriette’in ağabeyi. Çocukluğumuz birlikte geçti. Küçükken ne kadar aptal olduğunu hatırlasana! Hep burnunu karıştırırdı. Şimdi beni onunla evlenmeye nasıl zorlarlar. Bir kızın evleneceği erkeği kendisinin seçmesi gerekmez mi?”

“Otto Enişteni de ben seçmedim ama bak şimdi ne kadar mutluyuz. Bence Hendrik’e bir şans tanımalısın, Ella. Hem öyle ya da böyle, onunla evlenmek zorundasın. Maalesef başka seçeneğin yok, kardeşim.”

Ella yandan bir bakış attığı ablasının yüzünde, bu sefer anlayışlı bir ifade bulmuştu ama sonuçta onun da elinden bir şey gelmeyeceğini bildiği için, üzgün ve düşünceli bakışlarını önüne eğdi. Ablası ise, “Hem zaten nişanlı olmasaydın bile, babam bir İrlandalıyla evlenmene hayatta izin vermezdi,” dedi gülerek.

Ella, “Onunla evlenmek istediğimi de nereden çıkarıyorsun? Daha demin tanıştık,” diyerek, ablasının koluna bir çimdik attı. Sonra iki kız kardeş, beraberce gülüşmeye başladılar ve Joseph’le konuşmayı bitirip, yanlarına gelmekte olan Kont’la beraber kamaralarına döndüler.

 

                                  ********************

 

                              

Ella o akşam her zamanki gibi geminin yemek salonuna inmeden önce kamarasında saatlerce hazırlanmıştı. Oraya gittiklerinde büyük ihtimalle Joseph’le karşılaşacaklarını biliyor, bu yüzden de çok güzel olmak istiyordu. Üzerine yanında getirdiği en güzel elbise olan, tek omzunu açıkta bırakan gök mavisi saten tuvaletini giymiş, küt kesilmiş saçlarını bir şekle sokabilmek için de bir saate yakın ayna karşısında oturmuştu. Ablası onu almak için kapısını çaldığında hâlâ hazır değildi.

Ella azıcık araladığı kapıdan başını çıkartarak ablasına “Biraz içeri gelsene,” dedikten sonra tekrar parmak uçlarında tuvalet masasının başına koştu. Ayna karşısında bir o yana bir bu yana dönerek tuvaletini incelerken, bir yandan da artık içeri girmiş ve şaşkın bakışlarla onu izleyen ablasına “Bu elbiseyi ilk defa giyiyorum, nasıl yakışmış mı?”, “Sence rengi bana gitmiş mi?”, “Şişman göstermemiş, değil mi?” gibi ardı ardına sorular soruyordu.

Mies’in gözlerindeki kıvılcımdan kız kardeşinin bu akşamki telaşının nedenini anladığı belliydi. Ama ses çıkarmayıp “Benim güzel kardeşime ne giyse yakışır,” dedi.

“Hadi ama, iltifatı bırak da gerçek fikrini söyle.”

“Yakışmış dedim ya, daha ne diyeyim.”

“Sahiden mi?”

“Eveeet, Ella. Bu elbise sana çok yakışmış, rengi seni açmış ve olduğundan bile daha zayıf göstermiş.”

İkna olmuşa benzeyen Ella bu sefer başka bir soru sordu. “Saçlarım nasıl peki?”

“Saçların da harika, Ellacığım. Hadi ama Otto Enişten bizi bekliyor.”

“Tamam, burnuma biraz daha pudra süreyim, ondan sonra hemen çıkarız.”

Ella tuvalet masasının kırmızı kadife kaplı pufuna oturup burnuna küçük bir ponponla pudra sürerken, ablası kollarını göğsünde kavuşturmuş, tek ayağını sabırsızca yere vurarak onu bekliyordu. Ella gözlerine bir kat daha sürme çekmeye başladığında ise Mies’in sabırsızlığı iyice arttı.

“Gözlerini biraz daha boyarsan, Willem’in kitaplarındaki pandalara benzeyeceksin.”

Ella bunu duyunca fırçayı tutan eli bir an havada kaldı. Sonra ablasına ters bir bakış atıp fırçayı elinden bıraktı ve gözlerindeki boyanın fazlasını serçe parmaklarıyla sildikten sonra, saten tuvaletinin eteklerini hışırdatan bir hışımla yerinden kalktı. Topuklu ayakkabılarını hemen ayağına geçirdikten sonra aynada kendine son bir bakış attı ve hokka burnunu biraz havaya kaldırıp bir film yıldızı edasıyla ablasının yanına yürüyerek “Gidebiliriz, şekerim,” dedi.

“Nihayet!”

Kamaranın kapısını açtıklarında karşılarında Otto’yu buldular. Otto cebinden çıkardığı köstekli saati göstererek “Dakikalardır sizi bekliyorum, ne yapıyorsunuz içeride?” diye sordu.

“Geldik işte hayatım.”

Otto kendine sevgi dolu gözlerle bakan karısına dişlerini gösteren bir gülücük verdikten sonra bir koluna Mies’i, diğerine Ella’yı takarak merdivenlere yöneldi.

Yemek salonuna girdiklerinde Ella’nın kahverengi gözleri telaşla etrafı tararken, Otto “Bütün masalar dolmuş. Tabii bu kadar geç kalırsak olacağı buydu,” diye yakınıyordu.

Ella o an uzaktaki bir masada tek başına oturmakta olan Joseph’i fark etti. Onun masasının hemen yakınlarındaki boş bir masayı işaret ederek “Bakın, şuradaki masa boş,” dedi.

Ella, ablası ve eniştesiyle birlikte kalabalık masaların arasından ilerlerken gözleri sürekli Joseph’deydi.

Sonunda masalarına yerleşip de garson menüleri getirdiğinde, Ella menüsünün üzerinden sık sık Joseph’e bakışlar atmaya devam ediyordu. Fakat Joseph henüz onları fark etmemiş, yemeğini yemekle meşguldü.

Garson siparişleri alıp gittikten sonra, Ella ellerini kucağında birleştirmiş, yemek salonunun karşı tarafındaki asma kattaki müzisyenlerin çaldığı hafif melodinin eşliğinde yine hülyalara dalmıştı.

Onunla evlenebilseydim nasıl bir hayatım olurdu acaba? diyordu içinden. Bir İngiliz’le evlenip Londra’da yaşamak kim bilir ne harika olurdu. Ama dur bakayım… İrlandalıyım demişti sahi. Olsun, biz de Dublin’de yaşardık. Herhalde o Java cehenneminden iyidir.

“Ella, şarap içer misin?”

“Hmm?”

Ella tekrar gerçek dünyaya döndüğünde, yeniden yanlarında beliren garsonun ablasının ve eniştesinin bardaklarına şarap doldurmakta olduğunu gördü.

“Yine nerelere daldın, şekerim?”

Ella ablasının sorusunu yanıtsız bırakarak “Gerçekten içebilir miyim?” diye sordu eniştesine sevinçle.

“Elbette. Bir kadehi geçmemek şartıyla.”

Ella gülümseyerek ayaklı bardağına dolan kan kırmızısı şarabı izlerken yine az önceki hayaline daldı.

Belki nişanlı olmasaydım, her şey daha farklı olurdu, diyordu bu sefer içinden. O Hendrik ahmağı olmasaydı. Umarım Hollanda’ya geri dönemeden ölür. Evet, en kısa zamanda ölsün…

Ella, Joseph’in masasına tekrar bakış attığında, Joseph'in bardağındaki içkiyi bir dikişte içip masadan kalktığını gördü. Joseph, oturdukları masaya doğru yaklaşırken, Ella’nın kalbi hızla çarpmaya başlamıştı.

“İyi akşamlar, güzel bayanlar. İyi akşamlar Kont.”

Ella ile Mies, Joseph’e “İyi akşamlar,” derken, Otto da onu masalarına davet ediyordu.

“İyi akşamlar, dostum. Joseph’di değil mi? Lütfen, masamıza buyurmaz mısınız? Beraber yemek yerdik.”

Joseph teşekkür edip yemeğini yediğini söyledikten sonra Mies ve Ella’nın ısrarı üzerine “Böyle nazik bir davet geri çeviremem doğrusu,” diyerek masadaki boş sandalyeye oturdu.

“Tek başınıza mı seyahat ediyorsunuz?” diye sordu Otto.

“Evet, maalesef öyle.”

Mies “Eşiniz ve çocuklarınız İrlanda’dalar sanırım,” diye araya girdi.

Joseph’se gülümseyerek “Ben bekârım,” diye karşılık verdi.

Bunu duyan Ella’nın sevinçten ağzı kulaklarına varmıştı. Bunu kimseye belli etmemek için yüz ifadesini ciddileştirerek saçlarını telaşla parmağına dolamaya başladı.

“Hmm, gemiden arkadaşınız da yok sanırım. Yemeğinizi yalnız yediğinize göre,” diyordu bu sefer meraklı Mies.

Joseph bu soruya bir cevap veremeden Otto, “İsterseniz bundan sonra beraber yiyelim,” diye atıldı. Ardından da “Şu dördüncü sandalye her akşam boş kaldığı için ağlıyor,” diye bir şaka yaparak dişlerini göstere göstere güldü.

Diğerleri de Otto’nun şakasına kahkahalarla güldükten sonra Joseph “Elbette, çok memnun olurum,” diyerek Ella’ya bakıp gözlerinin içi parlayarak gülümsedi.

O sırada iki garson büyük tepsiler içinde yemekleri getirince Joseph gitmek için izin istedi. Ella, gidişine üzülmüştü ama bundan sonra her akşam yemekleri beraber yiyecekleri için de içinden sevinç çığlıkları atıyordu.

                                          ♠ ♣ ♥ ♦

Bunu takip eden günlerde Joseph; Ella, ablası ve eniştesiyle oldukça iyi dost olmuştu. Kendi yaşında bir arkadaş bulabilmenin sevincini yaşayan Otto, Joseph’i gemiden başka ahbaplarıyla da tanıştırmış, kendinden gayet emin ve her konuda bilgi sahibi olan bu genç İrlandalı’ya adeta hayranlık derecesinde bağlanmıştı. Gündüzleri kadınlar geminin dinlenme salonunda kendi aralarında toplanıp sohbet ederlerken, Otto ile Joseph de sigara salonunda diğer erkeklerle birlikte puro tüttürüp politika konuşurlar, akşamları ise hep beraber yemek yedikten sonra müzik dinleyip dans ederlerdi. Ella, bazen ablası ve eniştesiyle birlikte diğer birçok yolcunun da öğlen uykusunda olduğu vakitler, başına hasır şapkasını takıp sessizce kamarasından çıkar ve güneşin yakıp kavurduğu güvertenin bir köşesinde Joseph’le buluşurdu. Bu buluşmalarda uçsuz bucaksız okyanusa karşı oturup saatlerce sohbet ederler, birlikte sanattan, ekonomiden, politikadan, savaştan ve aşktan söz ederlerdi.

Ella bu sohbetlerinde Joseph hakkında pek çok şey öğrenmişti. Otuz yaşındaydı, İrlandalı bir ailenin tek çocuğuydu ve Dublin’de doğmuştu. Küçük bir şeker fabrikası işleten babasının sağlığında Joseph, bir dediği iki edilmeyen şımarık bir çocuktu. Fakat babası erken yaşta kalp krizinden hayatını kaybedip de annesi başka bir adamla evlendiğinde, Joseph’in hayatı tıpkı Dickens’ın karakteri David Copperfield’ın hayatını anımsatan bir cehenneme dönmüştü. Üvey babası, annesine kötü davranır, Joseph’i her fırsatta döver, babasından kalan serveti de har vurup harman savururdu. Joseph’i on üç yaşındayken Londra’da bir yatılı okula göndermişlerdi, burayı bitirince ise Cambridge Üniversitesi’nde ekonomi eğitimine başlamıştı. Ama babasından kalan tüm servetin tükenmesi ve öğrenimine devam edebilecek paralarının kalmamasıyla, Joseph, üniversiteyi bırakarak hayata atılmak zorunda kalmıştı. Birkaç yıl Londra’da bir bankada çalışmış, Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle askere yazılmış ve orduda planör pilotu olarak görev yapmıştı. Savaştan sonra ise Birinci Dünya Savaşı’na katılmayan tek Avrupa ülkesi olan, dolayısıyla ekonomisi en az zarar gören Hollanda’ya gelerek Amsterdam’da bir bankada çalışmaya başlamıştı. İşte şimdi de o bankanın Paramaribo’da yeni açılan şubesinde çalışmak üzere Surinam'a gidiyordu.

O zamana kadarki hayatı asillerin kızlarına özgü şaşalı bir tekdüzelik, kendi deyimine göre kristal bir fanus içinde geçen Ella ise, aşırı alçakgönüllülüğü ve aldığı sıkı terbiyenin de etkisiyle, Joseph’in kendisine yönelttiği sorulara sürekli kaçamak cevaplar veriyor, nişanlı olduğu gerçeğini de büyük bir özenle ondan gizliyordu.

Ella 1900 yılında, Hollanda’nın Utrecht şehrine bağlı Doorn kasabasındaki Huis Doorn Şatosu’nda dünyaya gelmişti. Baron ve Barones van Heemstralar’ın beş kız ve bir erkekten oluşan altı evlatlarından üçüncüsüydü. Ella, etrafındaki su dolu hendeklerde kuğular yüzen, dönümlerce arazisi ve çevresinde geniş bir korusu olan, elli yatak odalı bu şatoda büyümüştü. Burada aileye bir düzine hizmetli eşlik eder, Ella ve kardeşlerinin dadıları ve mürebbiyeleri de şato sakinlerinden sayılırdı.

Baron van Heemstra’nın soyu on altıncı yüzyıla kadar uzanıyordu. Büyük büyük büyükbabaları, servetlerini koloni ticaretinden kazanmıştı. Ama Baron, hukuk okumuştu. Avukatlık, hâkimlik ve Parlamento’da meclis üyeliği yapmış, daha sonra ise Paramaribo valiliğine atanmıştı.

Baron bu göreve atanmadan önce, iki büyük kızını birer kont ve baronla evlendirmiş, Ella’yı da Hendrik’le nişanlamıştı. Paramaribo valiliğine atanmasıyla ise Ella’nın düğününü bekleyemeden Surinam'a gitmek durumunda kalmıştı. Zira bu görev çok ani olmuştu ve düğün tarihi öne alınsa bile, Hendrik’in Java Adası’ndan dönmesi uzunca bir vakit alırdı. Böylece Baron, ailesini Hollanda’da bırakarak Surinam'a gitmişti.

Ella çaresizce kaderine boyun eğmiş, düğün hazırlıklarına devam ederken bir gün ablası Mies ile bir sene önce evlendiği kocası Otto çıkagelmişler ve Surinam'a Baron’u ziyarete gideceklerini, isterse Ella’nın da onlarla birlikte gelebileceğini söylemişlerdi. “Hem evlenmeden önce senin için güzel bir değişiklik olur” demişti Mies. Ella, annesinin onayını aldıktan sonra bu teklifi mutluluktan havalara uçarak kabul etmişti. İşte böylece kader, ablası ve eniştesiyle birlikte çıktığı bu ilk deniz yolculuğunda, onu Hendrik’i sevmesini ebediyen engelleyecek erkek olan Joseph’le karşılaştıracaktı.

Ella, bir yandan onu Hendrik’le evlenmek zorunda bırakan kaderine lanetler okurken, bir yandan da her öğlen buluşup sohbet ettiği, akşamları ise saatlerce dans ettiği bu genç adamdan gitgide daha fazla hoşlanmaya, hatta ona âşık olmaya başlamıştı. Joseph yakışıklıydı, kibardı ve kadınların kalbine nasıl girileceğini çok iyi biliyordu. Daha önce hiçbir erkekle yakınlaşmamış olan Ella’nın, kendini onun büyüsüne kaptırması hiç de zor olmamıştı.

Ablası ona arada nişanlı olduğunu, genç bir adamla bu kadar yakınlaşmasının doğru olmadığını hatırlattığında Ella, “İyi bari, nişanlıyım diye bir de matem elbiseleri giyip herkes danstayken ben kamarama mı kapanayım? Hem eniştem de Joseph’i çok seviyor, o bile arkadaşlığımıza ses çıkarmıyor, sana ne oluyor ki?” tarzında konuşmalarla ablasını tersliyor, zavallı Mies de kız kardeşini belki de fazla sıktığını düşünüp üzülüyor, ona hak veriyordu.

Fakat çok geçmeden Mies, onu uyarmakla ne kadar da haklı olduğunu anlayacaktı. Joseph, bir akşam kotilyon dansından hemen sonra, Ella’nın kulağına çok sıkıldığını ve biraz hava almak istediğini fısıldamış, kendisine eşlik eden Ella’yı mehtabın aydınlattığı boş güverteye ayak bastıkları anda ise büyük bir tutkuyla öpmeye başlamıştı. İçtiği iki kadeh şarabın etkisiyle kendini bir kuş kadar özgür hisseden Ella da ona karşılık vermiş, az sonra başına geleceklerden habersizce, kendini tamamen sevdiği erkeğin kollarına bırakmıştı. Ne Ella ne de Joseph, az sonra kulaklarında Mies’in sesi yankılandığında aradan ne kadar zaman geçtiğinin farkına varmışlardı.

“Ella! Sen ne yaptığını sanıyorsun?”

Ella ile Joseph hemen birbirlerinden ayrılıp sesin geldiği yöne doğru baktıklarında, karşılarında şaşkınlık ve dehşetten büyümüş gözlerle onlara bakan Mies ile Otto’yu buldular.

Ella “Ben… Şey… düşündüğünüz gibi değil,” diye kekelerken, Otto hışımla yanlarına gelip Joseph’e “Seni dostum sanmıştım,” diye haykırdı. Bir an yumruğunu sıktı ama daha önce hayatında kimseye yumruk atmamış olan Otto, cesaretsizliğinden veya beyefendiliğinden kendini frenleyip Joseph’e parmağını doğrulttu ve gözlüklerinin ardından ateş püsküren gözleri ve sevimli suratında hiç görülmemiş derecede ciddi, biraz da tehditkâr bir ifadeyle “Bir daha seni baldızımın yanında görmeyeceğim,” diye bağırdı.

Ella’nın nişanlı olduğundan haberi olmayan Joseph, böyle modern bir Hollandalı ailenin, yalnızca küçük bir öpücüğe verdiği bu aşırı tepkiye biraz şaşırmıştı. Bayanların yanında Otto’yla takışmanın doğru olmayacağını düşündüğü için durumu hemen her zamanki kibar ve bilmiş tavırlarıyla kendince izah etmeye çalıştı ama Otto’nun onu dinlemeye niyeti yoktu. Mies kız kardeşini kolundan tuttuğu gibi oradan uzaklaştırdı, Otto da Joseph’in yüzüne bile bakmadan onların arkasından gitti.

 

                                                    **********************

 

O gece ablasından iyi bir azar işiten Ella’ya, artık Joseph’in yakınından bile geçmesi yasaktı. Mies gözünü bir an olsun kardeşinin üzerinden ayırmıyor, akşamları da tek başına kaldığı kamaranın kapısını üzerine kilitliyordu. İyi bir dost kaybettiği için içten içe üzülen Otto da onu nerede görse ya yüzünde küskün bir ifadeyle başını çeviriyor ya da yolunu değiştiriyordu. Bir aya yakın süren yolculuğun ardından nihayet arka planı yeşilliklerle kaplı Paramaribo Limanı’na vardıklarında, Ella’nın o geceden sonra aşkını içinde iyice büyüttüğü Joseph’e orada nasıl görüşeceklerini sormak için fırsatı bile olmamıştı. Ama anlaşılan Joseph, Ella’yı o kadar kolay unutacağa benzemiyordu.

Ella’nın, ablası ve eniştesiyle birlikte babalarının hem ikâmet edip hem de resmi işleri yürüttüğü, Paramaribo’nun en gösterişli binalarından biri olan Vali Konağı’na ayak basışının üçüncü günüydü. O gün Baron kahvaltıdan sonra şehir dışındaki bir boksit madenini görmeye gideceğini söyleyerek, iki adamıyla birlikte resmi aracına binip gitmiş, Mies ile Otto ise öğlene doğru odalarına çekilmişlerdi. Geldiklerinden beri yalnızca babasının, hizmetlilerin ve valilik memurlarının yüzünü gördüğünden, buradaki günlerinin de en az Huis Doorn’daki hayatı kadar sıkıcı olacağını fark eden Ella ise biraz hava almak için bahçeye çıkmaya karar vermişti. Ella, Vali Konağı’nın kızgın öğle güneşini gölgeleyen yemyeşil ağaçlar ve yer yer dizilmiş alçı heykellerle bezeli bahçesinde amaçsızca dolaşıp, ağaç dallarında neşeyle şarkılarını söyleyen kanaryaları dinlerken, bahçeyi caddeden ayıran porsuk ağacı çalıların hemen dışında küçük bir çocuk ilişti gözüne. Çocuk, eliyle ona yaklaşmasını işaret ettikten sonra, yanına giden Ella’nın eline küçük bir kâğıt parçası tutuşturdu ve oradan koşarak uzaklaştı. Ella çocuğun arkasından bir an baktıktan sonra hızlanan kalp atışları ve titreyen parmaklarıyla hemen avucundaki kâğıdı açtı.

Caddenin köşesinde seni bekliyorum. Hemen gel.

Joseph.

“Joseph!” diye sessizce tekrarladı sevinçten gözleri parlayan Ella. Sonra da uçarcasına konağın ikinci katındaki odasına koştu. Dudaklarına aceleyle pembe bir ruj sürüp başına da hasır şapkasını geçirdikten sonra, uyumakta – belki de bebek yapmakta – olan ablasıyla eniştesini hatırlayıp topuklu sandaletlerini eline aldı ve çıplak ayaklarla merdivenleri yine uçarcasına indi. Konağın ana kapısında rastladığı yaşlı memura gülümseyerek selam verdikten sonra adamın şaşkın bakışları arasında ayaklarına sandaletlerini geçirdi ve kendini dışarı attı.

Konağın, iki yanında Kraliyet bayrakları yükselen geniş bahçe kapısından geçip de kaldırıma adım attığında, başını sola çevirmesiyle yüz metre kadar ileride bekleyen Joseph’i görmüştü bile. Joseph ona el sallayınca, Ella da topuklu sandaletlerinin üzerinde heyecandan titreyen dizlerle koşar adım ona doğru ilerlemeye başladı.

Attığı her adımda onun yanına gidince nasıl davranması, boynuna mı atılması yoksa yanağından mı öpmesi gerektiğini düşünen Ella, oraya vardığında yalnızca gözlerinin içi gülerek ve heyecandan kısılan bir sesle “Merhaba,” diyebildi.

Joseph de onu taklit eden kısık ve esrarlı bir ses tonuyla “Merhaba,” dedikten sonra Ella’yı tepeden tırnağa bir süzdü ve “Yine çok güzelsin,” dedi.

“Teşekkür ederim.”

Sevinçten ağzı kulaklarına varan, heyecandansa eli ayağına dolaşan Ella, başka ne yapacağını ne diyeceğini bilememişti. Joseph “Biraz yürüyelim mi?” dedikten sonra kolunu ona uzattı.

Ella, Joseph’in koluna girmiş, onun havadan sudan konuşmalarına gülümseyerek başını sallayıp bir süre hiç konuşmadan yürüdükten sonra “Üzgünüm,” dedi.

“Niçin?”

“O gece olanlar için.”

“Hey, hey, o gece olanların tek bir sorumlusu var, o da benim.”

Ella “Ama…” diye ağzını açmıştı ki, Joseph “Neyse kapatalım bu tatsız konuyu,” diyerek onun sözünü kesti.

“Bak burası da Hükümet Konağı.”

Ella şaşkın şaşkın gösterişli binaya bakınca Joseph “Yoksa sen Paramaribo’yu daha gezmedin mi?” dedi.

“Yoo, geldiğimizden beri dışarı adım atmadım. Ablam ‘Babam bizi özlemiştir, biraz gözünün önünde olalım, daha gezecek çok vaktimiz var’ diyor ama…”

Joseph gülümseyerek “Surinam Nehri’ni görmek ister misin?” dedi. “Harika bir manzarası var.”

“Tabii, neden olmasın,” dedi Ella.

Böylece Joseph'le birlikte oradan geçen ilk taksiye atlayan Ella, pencereden kimsenin onu tanımadığı bu şehrin cadde ve sokaklarını hayranlıkla izleyerek, sonunda methini çok işittiği Surinam Nehri’ne geldi. Akşamüstleri ve geceleri ay ışığında kayıklarla gezintiler yapılan nehrin mavi yeşil suları, şimdi öğle güneşinin ışınlarıyla ışıl ışıl yanıyordu. Ella’yla Joseph bir süre nehir kenarındaki kaldırımdan yürüdükten sonra sıcaktan bunalıp yolun karşısındaki kafelerden birine oturmaya karar verdiler.

Ella, Joseph’le birlikte Cafe Souveir’in önündeki şemsiyeli masalardan birine oturup limonatasını yudumlarken o an kendisini dünyanın en mutlu kızı gibi hissediyordu. Sevdiği adamla birlikteydi ve onu hiç kimsenin tanımadığı bu şehirde onunla özgürce gezip dilediği gibi davranabiliyordu. Keşke bu gün hiç bitmese, sonsuza dek sürse, diyordu içinden. Keşke Hollanda’ya hiç geri dönmesem, o Hendrik aptalıyla hiç…

“Öğlenleri iki saat aram var.”

“Hmm?”

“Öğlenleri diyorum. Bankadan öğle yemeği için on ikide çıkıyorum, ikide dönüyorum. Aslında normal çalışanlar bir buçukta orada oluyorlar ama ben şef olduğum için genelde ikide gidiyorum.”

Ella ne diyeceğini bilemeden gülümseyerek ona bakınca, Joseph konuşmaya devam etti. “İki saat hiç de kısa bir süre sayılmaz, değil mi? Görüşmek için diyorum. Yarın yine görüşür müyüz? Önce beraber bir yerlerde yemek yeriz, sonra da dolaşırız.”

Ella gözlerinin önüne bir an ablasının yüzü gelince bunu daha sonra düşünmeye karar verdi ve gülümseyerek “Elbette, çok sevinirim,” dedi.

“Öyleyse yarın seni şehir meydanındaki saatin altında bekleyeceğim. Banka da hemen oralarda zaten. Anlaştık mı?”

“Anlaştık.”

                                           ♠ ♣ ♥ ♦

Ella’nın Vali Konağı’ndan öğlenleri gizlice ayrılması hiç de zor olmamıştı. Babası o saatlerde ya ofisinde bitmek tükenmek bilmeyen işleriyle meşgul oluyor ya da şehir dışına madenleri görmeye gidiyordu, Mies’le Otto ise odalarına kapanıyorlardı. Ella da saat on ikiye birkaç dakika kala kendini dışarı atıyor, neşeli bir yüz ve kendinden emin tavırlarla attığı her adımda yeni kavuştuğu bu özgürlüğün tadını çıkararak Joseph’ine koşuyordu. Birlikte ayaküstü lokantalardan birinde bir şeyler atıştırır, sonra da sarmaş dolaş çarşıyı veya nehir kıyısını gezer, bazen yine o küçük kafelerden birinde oturup dondurma yiyip limonata içerlerdi. Paramaribo’da Joseph’le geçirdiği bu saatler hayatının en muhteşem anları olan Ella, ona nişanlı olduğundan hâlâ bahsetmemişti. Zaten kendi bile bir türlü kabullenmek istemiyordu bunu.

Ella, gemide ilk karşılaştıkları günden beri bütün düşüncelerini, hayallerini ve rüyalarını esir alan Joseph’e artık çılgıncasına âşıktı. Ondan önce hiç yaşamamış gibiydi. Bundan sonra da onsuz bir hayat düşleyemiyordu. Yakında tekrar Hollanda’ya dönmek zorunda olduğunu aklına bile getirmek istemiyordu. Hele evleneceği düşüncesi içini kemiren bir kurt gibiydi. Her gece yatağında çaresizce ağlarken, bir yandan da bir çıkar yol düşünmeye çalışıyordu. “Bir yolu olmalı,” diyordu. “Beni sevmediğim bir erkekle evlenmeye zorlayamazlar. Bir şeyler yapmalıyım. Belki de… belki de ona her şeyi anlatmalıyım. Belki o bir çare bulur.”

Evet, Joseph’e anlatsaydı, o mutlaka bir çaresini bulurdu. O çok zekiydi, hatta ilah gibiydi Ella’nın gözünde. Ancak sorun şu ki Joseph ondan çok hoşlanıyor gibi görünmesine rağmen, o zamana kadar ne onu sevdiğini söylemiş ne de evlilikten bahsetmişti.

“Belki de,” diye düşündü Ella, “ben bir Baron’un kızı olduğum için onu geri çevireceğimi düşünüyordur.” Evet, böyle konuları kızların açmasının yakışık almayacağını biliyordu ama bir gün konuyu evliliğe getirmek için konuşma arasında şöyle bir laf etti:

“Eğer bir gün evlenirsem, bu yalnızca sevdiğim için olacak. Yalnızca sevdiğim bir erkek olursa evlenirim.”

Joseph, “Yoksa şu an sevdiğin biri yok mu?” dedi.

Ella kızararak gülümseyen bakışlarını önüne eğdi.

Joseph’se parmaklarıyla Ella’nın çenesini hafifçe yukarı kaldırarak, bu sefer sarhoş olmadığı için heyecandan titreyen dudaklarına küçük bir buse kondurdu. Bu öpücük, Ella için ben de seni seviyorum cevabı yerine geçmişti.

O gece içinde pır pır eden yeni heyecan, Ella’yı hiç uyutmadı. Sabaha kadar yatağında bir o yana bir bu yana dönerek, ertesi güne dair planlar yaptı durdu. Artık Joseph’e her şeyi anlatma vakti gelmişti. Evet, Joseph onu anlayacaktı. O zeki, anlayışlı, hoşgörülü ve aydın bir insandı. O ailesi gibi değildi. O dünya görüşü olan bambaşka bir insandı. Şimdiye kadar tanıdığı kimseye benzemiyordu. Üstelik Ella ona bir asilzade olmamasının kendisi için hiç önemli olmadığını da ima edecekti. Yirminci yüzyılda yaşıyorlardı, değil mi? Soyluların diğer insanlardan tek farkı, yalnızca her hareketlerini kısıtlayan aptalca bir unvana sahip olmalarıydı. Üstelik ailesi artık eskisi kadar zengin de değildi. Evet, Joseph onu çok iyi anlayacak, ona hak verecekti. İçinde olduğu çıkmazı görecek, ona yardım edecekti. Birlikte kaçıp evleneceklerdi. Sonra belki Amsterdam’a ya da İngiltere’ye giderlerdi. Kim bilir, belki de Amerika’ya giderlerdi.  Joseph yanında olduktan sonra nereye olsa giderdi. Birkaç sene sonra kucağında çocuğuyla ailesini ziyarete gider, onlar da kendisini affederlerdi. Böylece her şey tatlıya bağlanırdı. Ella, yatağında son dönüşünü yapıp son kararını verdikten sonra, yüzünde bir gülümsemeyle derin bir nefes aldı ve sabaha karşı derin bir uykuya daldı. Ertesi gün ona her şeyi anlatacaktı.

                                    *******************

Fakat o gün yine şehir meydanındaki saatin dibine gittiğinde, her zaman ondan önce gelip oradaki banklarda oturarak onu bekleyen Joseph, orada değildi. Ella belki bankada işi uzamıştır, diye düşünerek bir banka çöktü ve beklemeye koyuldu. Önünden geçen herkesin tek tek yüzlerine bakıyordu. İşten çıkan beyler, çocuklarını okuldan alan hanımlar, seyyar satıcılar, ellerinde kanarya kafesleriyle gezen delikanlılar, alışverişe giden genç kızlar ve geçkin kokonalar… Sanki o gün bütün Paramaribo halkı oradaydı ama Joseph yoktu. Ella o gün orada yarım saat kadar bekledikten sonra, Joseph’in bir işi çıkmış olacağını ve büyük ihtimalle artık gelmeyeceğini düşünerek yüzünde üzgün bir ifadeyle Vali Konağı’na döndü.  Ertesi gün yine saatin dibinde umutsuz gözlerle yirmi dakika kadar bekledikten sonra eve dönmek üzere oturduğu yerden kalkmıştı ki, aklına bir anda “Belki hastadır,” diye bir fikir geldi. “Tabii ya, belki hasta ve eğer öyleyse bunu mutlaka öğrenmeliyim.” Böylece caddenin karşısına geçip Joseph’in çalıştığı bankaya giderek neler olduğunu öğrenmeye karar verdi.

                                          **************

Banka, iki katlı bir binanın alt katındaki küçük ve karanlık bir yerdi. Yalnızca iki çalışan vardı, biri gişede biri de veznede duruyordu. İki memurdan başka bir de diğerlerinden bir paravanla ayrılmış ve üzerinde ‘müdür’ yazan özel bir bölmede oturan bir adam vardı. Adam durmadan puro içtiği için dumanlardan yüzü dahi görünmüyordu.

Ella gişedeki memura yaklaştı ve incecik sesini iyice alçaltarak, “Merhaba, Joseph Hepburn bugün işe gelmedi mi acaba?” diye sordu.

“Hepburn mü dediniz, bayan?”

“Evet.”

“Öyle birini tanımıyorum.”

“Nasıl olur, kendisi burada çalışıyor.”

“Hayır, burada o isimde biri çalışmıyor.”

Ella, şaşkın gözlerle memurun yüzüne bakıp ne diyeceğini bilemezken, adam “İsterseniz bir de müdürle görüşün, hanımefendi,” dedi.

Ella da çekine çekine puro içen adamın bölmesine gitti ve ondan Joseph Hepburn diye birinin bankalarında hiç çalışmadığını ve Hollanda’dan yeni gelecek bir memur beklemediklerini öğrendi.

Bankadan üzgün ve şaşkın bir halde çıkıp Vali Konağına dönen Ella, kendini yatağına atıp ağlamaya başladı. Joseph ona en başından beri yalan söylemişti, üstelik artık ortalarda görünmediğine göre çekip gitmişti. Akşama kadar hiç durmadan ağladı ve odasından hiç çıkmadı.

O akşam Vali Konağı’nda bir yemek daveti vardı ama Ella bunu düşünecek halde değildi. Mies odasına gelip kapıyı çaldı, ses alamayınca da kapıyı açıp içeri girdi.

“Ella! Daha giyinmemişsin bile. Ella… Sen… Sen ağlıyor musun?”

Mies yatağın kenarına oturup kız kardeşinin başını okşamaya başladı. Ella ise gözlerini sımsıkı yummuş, sessizce hıçkırıyordu.

“Ella, ne oldu sana güzel kardeşim? Kim üzdü seni, haydi söyle.”

Ella cevap vermiyordu.

“Gemideki şu adam için mi ağlıyorsun yoksa? Neydi adı… Joseph. Onu hâlâ unutamadığının farkında değil miyim sanıyorsun? Ben senin ablanım Ella. Senin şu küçük kalbinin içinde neler döndüğünü en iyi ben anlarım.”

Ella birden yatakta doğrulup ablasının boynuna atıldı ve yüksek sesle hıçkırmaya başladı. Hıçkırıklarının arasında durmadan “O gitti!” diyordu. “Gitti! Gitti!”

“Kim gitti, Ella? Lütfen anlat bana.”

Ella biraz sonra gözyaşlarını kuruladı ve ablasına her şeyi bir bir anlattı. Mies sessizce sonuna kadar dinledi. Sonunda Ella konuşmasını bitirdiğinde, “Ben sana söylemiştim, sen nişanlısın, başka bir erkekle görüşmemeliydin,” dedi.

Ella, “Anlamıyor musun, Hendrik’i sevmiyorum, istemiyorum,” diye tekrar hıçkırmaya başladı.

“Nişanlı olmasaydın bile Joseph’le aranda bir şey olamazdı ki. Görüyorsun işte yalancının teki. Üstelik haber bile vermeden çekip gitmiş.”

“Belki mantıklı bir açıklaması vardır,” dedi Ella.

“Bence bunun tek mantıklı açıklaması, onun beş parasız ve maceraperest bir İrlandalı olduğu. Bir yerlerde onu bekleyen bir karısı ve küçük çocukları olduğuna da adım gibi eminim.”

Mies’in bu son söyledikleri, Ella’nın kalbine bir anda bıçak gibi saplandı. Böyle bir ihtimali daha önce hiç düşünmemişti ama evli erkekler tarafından kandırılan genç kızların başlarına neler geldiğini daha önce defalarca duymuş, romanlarda bile okumuştu. O henüz çok genç ve tecrübesizdi ama Joseph otuz yaşında yetişkin bir erkekti. Evli olmasa bile kim bilir başından kaç macera geçmiştir, diye düşündü. Ben onun için yalnızca basit bir eğlenceden ibarettim. Birkaç gün benimle gönül eğlendirdi, sonra da haber vermeye bile gerek duymadan çekip gitti.

 

                                  ***********************

 

Bir süre sonra Ella, ablası ve eniştesiyle birlikte babasına veda ederek yine uzun bir gemi yolculuğuyla Hollanda’ya döndü. Bu seferki yolculuk ona çok yorucu, sıkıcı ve uzun gelmişti. Her gün korkuluklara yaslanıp okyanusu seyrederken, Joseph’le ilk karşılaştıkları günü ve diğer anıları düşünüyordu.

Belki o da Hollanda’ya dönmüştür, Amsterdam’a, diyordu kendi kendine. Ama hayır, hayır, belki de dönmemişti. Paramaribo’daki bankada hiç çalışmadığına göre, Amsterdam’daki bankada da çalışıyor olamazdı. Belki Mies’in dediği doğruydu, bir karısı ve küçük çocukları vardı. O da ailesinin, karısının ve çocuklarının yanına dönmüştü.

Ella içini yiyip bitiren bu düşüncelerle, dört haftalık bir yolculuktan sonra nihayet evine döndüğünde tam derin bir oh çekecekti ki, maalesef bu mümkün olmadı. Çünkü oraya döndüğünde onu kötü bir sürpriz bekliyordu. Hendrik, Endonezya’dan izne gelmiş ve düğün o arada çıksın diye düğün tarihi öne alınmıştı. İki hafta içerisinde Hendrik’le evlenmesi gerekiyordu. Oysa o, bu evliliği istemediği konusunda annesine açılmayı düşünüyordu.

“Evlenmeyip de ne yapacaksın,” dedi Barones Elbrig, Ella tüm cesaretini toplayıp konuyu annesine açtığında. “Hendrik’ten iyisini bulacağını mı zannediyorsun? Hele şu durumumuzda!”

“Ne varmış durumumuzda, anne?” diye sordu, Ella.

“Ah, tabii senin haberin yok. Burası artık bizim değil. Baban Surinam’a gitmeden önce burayı Alman Kayzeri’ne sattı. Kayzer, şatoyu bir an önce boşaltmamızı istiyor. Senin düğününden sonra biz de hemen Surinam’a gideceğiz.”

Ella doğup büyüdüğü yerin satıldığını ve artık orada yaşayamayacak, hatta belki orayı bir daha ziyarete bile gelemeyecek olduğunu işte bu şekilde öğrendi. Ve ıstırabı ikiye katlandı. İki hafta içinde sevmediği bir erkekle evlenecek, hiç bilmediği bir ülkeye gidecek ve doğup büyüdüğü eve bir daha hiç dönemeyecekti. Üstelik Joseph’i de bir daha hiç göremeyecekti. Bütün bunlar onun için çok fazlaydı. Ama annesinin de dediği gibi yapılacak başka bir şey yoktu.

Böylece iki hafta sonra Hendrik’le evlendi ve düğünden birkaç gün sonra da, onu tıpkı bir bavul gibi yanına alan kocasıyla birlikte, yine upuzun ve sıkıcı bir gemi yolculuğuyla, Endonezya’nın Java Adası’ndaki başkenti Batavia’ya gitti.

Uçsuz bucaksız kumsalları ve yemyeşil bitki örtüsüyle cennetten bir köşe olan Java Adası, o sıralarda tam üç asırdır Hollanda egemenliği altındaydı.

Hollandalılar Jayakarta şehrine ilk geldiklerinde, kent merkezine son derece güzel ve planlı bir yerleşim kurmuş, etrafını ise surlar ve derin kanallarla çevreleyerek yoksul Jayakarta halkını bu surların dışına sürmüşlerdi. Fakat Batavia adını verdikleri kentin, hızlı gelişmeye paralel olarak süratle artmakta olan nüfusu, zamanla bu surların aşılması ihtiyacını doğurmuş, böylece varoşlarla iç içe geçmiş çarpık bir kentleşme ortaya çıkmıştı.

Ella Batavia’ya ayak bastığında, şehir merkezinde bu çarpık kentleşmenin ürünü olan son derece garip, bir o kadar da renkli bir görüntü hâkimdi. Caddelerde otomobillerle at ve kağnı arabaları yan yana ilerliyor, melon şapkalı beyefendiler, mallarını bir değnekle omuzlarında taşıyan yalınayak seyyar satıcılardan alışveriş ediyorlardı. Hollandalı hanımlar çocuklarını okuldan almak veya kocalarıyla lüks bir lokantada öğle yemeğinde buluşmak üzere bir kaldırımdan telaşlı telaşlı yürürlerken, kaldırımın hemen yanından geçen kanalda yerli kadınlar çoluk çocuk çamaşır çitiliyor, daha sonra aynı suda çocuklarını yıkıyor, hatta kendileri yıkanıyorlardı.

Caddelerde yürüyenlerin sırtlarındaki çeşit çeşit kıyafetler, bir festival dolayısıyla bir araya gelmiş dünya milletlerinin geçit törenini andırıyordu. Bir yanda düşük belli elbiseleri ve başlarında küçük şapkalarıyla her biri birer moda ikonu gibi görünen Hollandalı kadınlar, diğer yanda rengârenk desenli batik elbiseleriyle yalınayak yürüyen Javalı kadınlar. Bir yanda melon şapkalı Hollandalı beyefendiler ve İngiliz tüccarlar, diğer yanda fesli Javalılar ve koni şapkalı Çinliler.

Ella, başlarda yadsıdığı kocasını ve Batavia’yı sevmek için elinden geleni yaptı. Joseph ablasının dediği gibi büyük ihtimalle evli bir erkekti, hem öyle olmasa bile onu bir daha sonsuza kadar göremeyecekti. Bu yüzden Joseph’i aklından tamamen çıkararak kendisini kocasına adamaya karar verdi. Onunla birlikte davetlere katılıyor, yeni çevreler ediniyor, sürekli bakımlı ve güzel kalmaya, kocasını memnun etmeye çalışıyordu. Evliliklerinin ilk yılında Alexander adını verdikleri bir oğulları oldu. Ella, artık Joseph’i tamamen unutmuş, kendini annelik heyecanına kaptırmıştı. Hendrik’i sevmeden evlendiği ne zaman aklına gelse, “O çocuğumun babası,” diye telkin ediyordu kendine. “Benim de kocam. Onu sevmek zorundayım.” Üstelik ihtiyar Baron’un kısa bir süre önceki ölümüyle, Hendrik artık bir Baron olmuştu. Ella ise bir barones. Gittiği her davette artık kendini barones unvanıyla takdim ediyor ve bununla gerçekten gurur duyuyordu.

Hendrik görünüşte karısından memnun gibiydi. Hiçbir zaman birbirlerine çok yakın olamasalar da, ona hep nazik davranıyor, bir dediğini iki etmiyor, onu sık sık iltifatlara boğuyordu. Ancak Ella’nın ikinci kez hamile kalmasıyla, Hendrik’in ona karşı tavırları değişmeye başladı. Çoğu geceler eve geç geliyor, incir çekirdeğini doldurmaz şeylerden tartışma çıkarıyordu. İkinci oğulları Ian’ın doğumundan sonra da bu tartışmalar şiddetlenerek devam etti. Hendrik başka kadınlarla ilgileniyordu, Ella da bunun farkındaydı.

Bir gün kocasını karşısına alıp “Beni aldatıyor musun?” diye sorduğunda, “Senin gibi buzdan bir kadına hangi erkek katlanır?” cevabını almıştı. Ella o gün tüm uğraşlarının boşa gittiğini, kocasını memnun etmek için yaptığı hiçbir şeyin işe yaramadığını, Hendrik’e sevgisini gösteremediğini, belki onun da kendisini sevmediğini ve tıpkı Ella gibi Hendrik’in de onunla ailesinin zoruyla evlendiğini düşündü. Bundan sonraysa her şey için çok geçti. Beş senelik bir evlilikte kocasına kendini sevdiremediyse, bundan sonra da evliliği için çabalamanın anlamı yoktu. Böylece Ella, Hendrik’e tamamen kayıtsız kalmaya başladı ve kısa sürede aynı evi paylaşan iki yabancı olup çıktılar.

Hendrik, Ella’nın kayıtsızlığıyla artık karısının gözleri önünde bile başka kadınlarla flört eder olmuştu. Çoğu geceler eve bile gelmiyordu. Ella ise gittikçe derinleşen bir mutsuzluğun içine gömülüyor, kendini nasıl çekip çıkaracağını bile bilmiyordu.

O sıralarda bir arkadaşından Hıristiyan Bilim İnancıyla ilgili bazı şeyler öğrenmişti. Bu yeni akım dinin taraftarları tıbba ilaca inanmıyor, tüm hastalıkların yalnızca inanç ve dua yoluyla iyileştirilebileceğini savunuyorlardı. Ayrıca pozitif düşüncenin gücüne inanıyor, her şeye ve herkese iyi yanından bakmanın işleri yoluna koyacağını, insanın asla geriye bakmayarak ve hiçbir şey için pişman olmayarak, yalnızca ve yalnızca inanarak istediği her şeyi başarabileceğini söylüyorlardı. Ella’nın arkadaşı Maaike’nin dediğine göre, Batavia’da bu din akımı hızla yayılıyordu ve küçük bir kiliseleri bile vardı. Ella, Maaike ile birlikte birkaç kez o kiliseye giderek orada yapılan sıra dışı konuşmalar ve mucizevî bir iyileştirme gösterisinden son derece etkilendi ve sonunda bu dinin ateşli bir taraftarı olup çıkıverdi.

Artık o da geriye dönüp bakmayacak, yaşadığı hiçbir şey için pişmanlık duymayacak, yalnızca içinde bulunduğu duruma bakacak ve bir çözüm bulmaya çalışacaktı. O sırada içinde bulunduğu durumsa, Hendrik’le çok ama çok mutsuz olduğuydu ve bu durumdan ancak ondan boşanarak kurtulabilirdi. Ancak o devirde boşanma, hele onun pozisyonundaki bir kadın için toplumda hiç de hoş karşılanacak bir olay değildi. Hem ya ailesi onaylamazsa, onu tekrar yanlarına istemezlerse?

Ella, bir yandan aklında bu düşüncelerle boğuşur bir yandan da düzenli olarak Hıristiyan Bilim Kilisesi’ne giderken, bir gün başına hiç ummadığı, ancak romanlarda veya filmlerde olabileceğini sandığı bir olay geldi.

Bir gün Maaike’ye dertleşmeye gitmiş ve bir iki saat oturmuştu. Oradan ayrılmak üzere Maaike’yle birlikte ön verandaya çıktıklarında ise, bahçe kapısında bir araba durduğunu gördüler. Bu Maaike’nin kocası Peter’in arabasıydı. Ama Peter yalnız değildi. Yanında uzun boylu bir erkek vardı. Peter ve yanındaki adam, bahçe kapısından geçip de taşlık yoldan verandaya doğru gelmeye başladıklarında, Ella’nın kalbi bir an duracak gibi oldu, yüzüyse kâğıt gibi bembeyaz kesildi. Peter’in yanındaki gerçekten seneler önce kaybettiği aşkı Joseph miydi, yoksa hayal mi görüyordu?

“Hayatım, işte sana bahsettiğim dostum Java Joe,” dedi, bir çırpıda verandanın basamaklarını çıkan Peter. “Joe, bu da karım Maaike.”

Maaike “Ah, sizinle tanıştığıma çok sevindim. Hakkınızda o kadar çok şey duydum ki,” dedi.

Joseph ise “O şeref bana ait hanımefendi,” diyerek, aşırı bir incelikle Maaike’nin elini tutup dudaklarına götürdü. Daha sonra ise gözleri Ella’ya takıldı. Önce Ella’nınki kadar belirgin olmayan küçük bir şaşkınlık atlattı, sonra da gözlerinde muzip bir ışıltı belirdi.

Maaike, Ella’yı Barones Quarles van Ufford olarak tanıttıktan ve Joseph Ella’nın titreyen elini aynı şekilde dudaklarına götürdükten sonra, Ella kekeleyerek gitmek için izin istedi. Maaike de onu geçirdikten sonra diğerlerinin yanına döndü.

Ella eve döndüğünde dosdoğru yatak odasına gitti. Hemen üzerini çıkarıp kendini genç kızlığındaki gibi yatağına attı ve o gün akşama kadar Joseph’i düşünerek yastığına sessizce ağladı.

Ertesi gün öğleden sonra çocuklarla meşgul olduğu bir vakit, evin işlerine bakan yerli kadın gelerek, bir beyefendinin onu görmek istediğini söyledi. Ella salona girip de karşısında onu görünce bayılacak gibi oldu. Joseph hemen ayağa kalkarak “Merhaba, Ella,” dedi.

Ella, “Merhaba,” diye kekeledi. Sonra da “Burada yaşadığımı nereden biliyorsun?” diyebildi.

“Adresini Peterler’den aldım.”

Ella birden yutkununca, Joseph, “Merak etme, onlara kocan Hendrik’in çok eski bir arkadaşım olduğunu söyledim,” dedi.

“Buraya neden geldin?”

“Yalnızca seni tekrar gördüğüme ne kadar sevindiğimi söylemek için.”

Ella, Joseph’i seneler sonra gördüğüne için için seviniyor olsa da ona karşı içinde hâlâ büyük bir kırgınlık vardı. “Evet, söyledin. Artık gidebilirsin,” diye bir laf etti; bir an sonra da bunu söylediğine pişman oldu.

“Ella, bana kırgın olduğunu biliyorum ama hiçbir şey sandığın gibi değil, izin ver de sana her şeyi açıklayayım.”

“Artık bunların bir önemi yok,” dedi Ella. “Ben artık evli bir kadınım. Üstelik iki oğlum var. Bana geçmişte yaşanıp bitmiş şeylerin açıklamasını yapmak zorunda değilsiniz.”

“Peki, öyleyse birkaç dakika yalnızca iki eski dost gibi konuşamaz mıyız?”

Ella, kendini toparlayarak buz gibi bir sesle, “Peki, lütfen oturun,” dedi.

“Demek evlendin,” dedi Joseph, oturur oturmaz.

“Evet.”

“Duyduğuma göre eşin bir subay ve baronmuş. Tam da sana yakışacak bir eş. Ne zaman evlendiniz peki?”

Ella “Birkaç yıl önce” dedikten sonra hizmetçi kadını çağırarak Joseph’e içecek bir şeyler ikram etmesini istedi.

Hizmetçi kadın çıkınca da konuyu değiştirmek için, “Eee, sizin karınızla çocuklarınız nasıllar?” diye lafa girdi.

Joseph, “Karım ve çocuklarım mı!” diyerek bir kahkaha attı. “Bunu da nereden çıkarıyorsun, Ella. Benim karım ve çocuklarım yok ki. Aslında bir karım vardı ama hiç çocuğumuz olmadı.”

“Karınız neredeler peki şimdi?”

“Cennette,” diyen Joseph’in yüzünde üzgün bir ifade belirdi.

“Üzüldüm,” dedi Ella. Ve bir süre hiç konuşmadı. Joseph’in cennetteki karısını düşünüyordu. Demek ki Joseph ilk tanıştıklarında ablasının da öne sürdüğü gibi evliydi.

Joseph’se konuyu altı sene öncesine, Surinam’a getirdi.

“Seninle Paramaribo’da son görüştüğümüz günü hatırlıyor musun?” diye başladı sözlerine. “O gün eve döndüğümde bir telgraf aldım. Üvey babamdan geliyordu. Annem İspanyol gribine yakalanmış, durumu ağırmış. Anneme nasıl düşkün olduğumu anlatmıştım sana. Tahmin edersin, haberi aldığımda çok telaşlandım. Tam da aynı gün limandan bir gemi kalkıyordu. Hemen eşyalarımı toplayıp o gemiye atladım.”

Ella burada Joseph’in sözünü keserek, “En doğru olanı yapmışsınız,” dedi. “Anneniz için çok üzüldüm. Başınız sağ olsun.”

“Hey, hey, dur da anlatayım. Annem ölmedi, hâlâ hayatta.”

“Öyle mi? Çok sevindim. Ama o hastalığa yakalanan kimsenin kurtulamadığını sanıyordum.”

“Kurtulanlar da var. Çoğu da İrlandalı. İrlandalılar kolay kolay her hastalığa yenilmezler.”

O sırada yerli kadın tekrar gelerek Ella ve Joseph’in kahvelerini getirince, Joseph anlatmaya ara verdi. Kadın geldiği gibi sessizce gidince ise devam etti.

“Ne diyordum… Sana haber bırakmak aklıma gelmedi değil. Ama nasıl haber bırakırım, bilemiyordum. Ablandan çekindiğini biliyordum, bu yüzden evinize gelemezdim.”

“Bankaya da bir not bırakamazdınız, çünkü o bankada hiçbir zaman çalışmadınız. Bana yalan söylediniz.”

“Evet, yalan söyledim. Çünkü insanlar bana ne iş yaptığımı sorduklarında, onlara gerçek mesleğimi söyleyemeyeceğim için yalan söylemek mecburiyetinde kalıyorum.”

Bu cevap Ella’yı birden meraklandırdı. “Peki, gerçek mesleğiniz nedir, bayım?”

“Ella lütfen artık bana adımla hitap eder misin?”

“Sorumu hâlâ cevaplamadınız.”

“Sorunu benim istediğim şekilde sorarsan, cevaplarım.”

“Peki, Joseph; asıl mesleğin nedir? Altın hırsızı falan mısın?”

Joseph bir kahkaha daha attı. “Ah Ella, nereden çıkarıyorsun böyle şeyleri. Çok roman okuyorsun galiba.”

“Evet, mesleğinin ne olduğunu duymayı sabırsızlıkla bekliyorum.”

“Aslında bu çok gizli bir konu, bunu sana hiç söylememem gerekirdi. Ama aramızda kalacağına söz verirsen…”

“Yoksa ajan falan mısın?” dedi Ella, şaşkınlığını belli etmemek için alaylı bir tavır takınarak.

“Tam üstüne bastın. Ben İngiliz İstihbarat Teşkilatı’ndanım. İngiliz hükümeti adına, Hollanda ve sömürgelerinde casusluk yapıyorum. Sana savaşta planör pilotu olduğumu söylediğimi hatırlıyor musun? Planör pilotları casusluk eğitimi alırlar. Savaştan sonra bu eğitimimi değerlendirmek için İstihbarata katıldım.”

Ella’nın gözleri fal taşı gibi açılmış, dikkatle Joseph’i dinliyordu. Duydukları çok heyecan vericiydi. Sanki karşısındaki Edgar Wallace romanlarının başkahramanlarından biriydi. Ella ona bir kez daha hayran olmuştu.

Joseph, “Her neyse,” dedi. “Bırak da sana her şeyi anlatayım. Annemin hastalığını duyduğumda çok telaşlandım ve sana haber bile veremeden o günkü gemiye atlayıp İrlanda’ya döndüm. Huis Doorn’da oturduğunuzu biliyordum, bu yüzden nasıl olsa sana Hollanda’da ulaşabileceğimi düşünmüştüm. Döndüğümde, Tanrı’ya şükür annem sağlığına yeniden kavuşmuştu. Bir süre sonra Hollanda’ya, Huis Doorn’a gittim ama orada artık Kayzer Willem’in yaşadığını öğrendim. Bana kapıyı açan hizmetçi ailenin şatoyu Kayzer’e satarak Surinam’a gittiklerini söyledi. Senin de onlarla gidip gitmediğini sorduğumdaysa, bana senin bir subayla evlenerek Endonezya’ya gittiğini söyledi.”

Joseph burada konuşmasına ara vererek bir süre düşünceli gözlerle elindeki boş bardağa baktı. Sonra bardağı sehpanın üzerine bıraktı. “Bu benim için çok büyük bir şok oldu, Ella. Eğer o telgrafı alarak Surinam’dan o şekilde ayrılmak zorunda kalmasaydım, sana evlenme teklif etmeyi planlıyordum. Ama senden kısa bir süreliğine ayrılmak zorunda kaldım ve sonra da başka bir erkekle evlendiğini öğrendim. Herhalde tanıştığımızda da nişanlıydın. Bana bunu niçin söylemedin, Ella? Niçin bana yalan söyledin?”

Ella ne diyeceğini şaşırmıştı. Yıllardır kâh sevdiği kâh kendisini kandırdığı için nefret ettiği biricik aşkı karşısına geçmiş, her şeyin yalnızca büyük bir yanlış anlamadan ibaret olduğunu anlatıyor; üstelik asıl suçlunun, asıl yalancının o olduğunu söylüyordu. Doğruydu. Asıl Ella nişanlı olduğunu gizleyerek ona çok büyük bir yalan söylemişti. Gerçi o gün habersiz gitmeseydi ona gerçeği anlatacaktı ama… Her neyse artık bunların ne önemi vardı ki. Joseph de onu sevmişti, hiç unutmamıştı ve hâlâ seviyordu. Kim bilir evlendiğini öğrendiğinde ne kadar ıstırap çekmişti.

Aklında bu düşüncelerle boğuşurken birden feryat etti: “Onu hiç sevmedim! Beni onunla zorla nişanladılar, zorla evlendirdiler! Ben yalnız seni sevdim…”

                                       ♠ ♣ ♥ ♦
 

Çevrimdışı feyza82

  • *
  • 2
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Barones'in Kızı
« Yanıtla #1 : 11 Nisan 2013, 13:15:13 »
Bunu takip eden günlerde Ella ile Joseph sık sık görüşmeye başladılar. Joseph ona hikâyesinin kalanını da anlattı. Ella’nın evlendiğini öğrendikten sonra İstihbarat Teşkilatı’ndan onu Java Adası’na göndermelerini istemiş, onlar da onu Batavia’ya birkaç yüz kilometre uzaklıktaki Semarang’a göndermişlerdi. Aslında ilk geldiği sıralarda Ella’yı bulmayı, onunla görüşüp ona her şeyi açıklamayı düşünmüştü. Ama onun izini sürüp de bir oğlu olduğunu öğrendiğinde bundan vazgeçmişti. Sonra da Semarang’da tıpkı Ella’ya benzeyen Hollandalı bir kızla tanışmış ve yalnızlığından kurtulmak ve kendini avutarak birazcık mutlu olabilmek için onunla evlenmişti. Ama bu mutluluk uzun sürmemişti. Cornelia, evlendiklerinden bir yıl sonra tropik bir virüs kapmış ve Tanrı onu Joseph’den almıştı. Joseph bundan sonraki seneleri diğer Endonezya adalarında dolaşarak ve İngiliz Hükümeti adına istihbarat toplayarak geçirmiş, arkadaşı Peter’in daveti üzerine de birkaç gün önce Batavia’ya gelmişti.

“Bitmiş, hayattan bıkmış bir erkektim ben, Ella,” demişti Joseph. “O gün seni yeniden bulduğumda, kendimi adeta yeniden doğmuş gibi hissettim.”

Joseph, kadınların kalbine nasıl girileceğini hâlâ çok iyi biliyordu. Ella, ona olan kırgınlığını kısa sürede tamamen unuttu ve kendini yeniden Joseph’in büyüsüne kaptırdı. Joseph, yine genç kızlığındaki gibi günlerini, gecelerini, tüm hayal ve rüyalarını işgal ediyordu.

Bir yolu olmalı, diyordu kendi kendine. Bu hayata bir defa geldim ve onu sevdiğim erkekle birlikte yaşamak istiyorum. Ah, keşke… keşke bir yolunu bulup Hendrik’le evlenmeseydim. Hayır, hayır, artık bunlar için pişmanlık duymamalıyım. Pişmanlığın kimseye bir faydası dokunmaz. Bir çare düşünmeliyim. Bir yolunu bulup Hendrik’ten kurtulmalıyım. Boşanmalıyım, evet ondan boşanmalıyım.

Ella, boşanma istediğini Hendrik’e açmaya kararlıydı. Ama ondan önce, Joseph’le konuşması gerekiyordu.

“Joseph,” dedi bir sonraki görüşmelerinde, “ben kocamdan boşanmaya karar verdim.”

Joseph’in ağzı bir an sanki bir şey söyleyecekmiş de son anda vazgeçmiş gibi açık kaldı. Sonra ağzını kapatarak yutkundu ve öksürerek sesini açtı.

“Bu çok cesurca bir karar, Ella,” dedi. “Bunu kocanla görüştün mü?”

“Hayır, henüz görüşmedim. Ona bu kararımı bildirmeden önce seninle konuşmam gerekiyordu.”

Joseph’in yüzünden tekrar şaşkın bir ifade geçti. Bir süre Ella’nın gözlerinin içine baktı ve “Yani, sen…” Joseph bir an sustu ve sonra devam etti: “Eğer kocandan boşanırsan gerçekten benimle evlenir misin?”

“Tabii ki, Joseph. Seni seviyorum, hep sevdim… O gemide ilk karşılaştığımız günden beri.”

Bunun üzerine Joseph, Ella’nın ellerini avuçlarına alarak “Ben de Ella, ben de seni seviyorum. Lütfen o adamdan bir an önce boşan da benimle evlen. Onunla aynı evde yaşamana daha fazla katlanamam,” dedi.

Ella o gece geç saatlere kadar uyanık kalarak Hendrik’i bekledi ve gelir gelmez de ona boşanmak istediğini söyledi. Hendrik gecenin bir yarısı böyle bir şey duymayı hiç beklemiyordu.

“Ne saçmalıyorsun sen bu saatte. Yine şarabı fazla kaçırdın galiba.”

“Hayır, ben gayet ciddiyim. Bu evliliğe bu şekilde devam edemem. Senden boşanmak istiyorum.”

“Benim de sana bayıldığımı sanma hayatım, ama böyle bir şey söz konusu bile olamaz. Ailen izin verir mi zannediyorsun? Ya ben elâlemin yüzüne nasıl bakarım? Benim sana katlandığım gibi sen de bana katlanmak zorundasın.”

Ella her şeyi göze alarak “Hayatımda başka bir erkek var,” dedi.

Hendrik o an beyninden vurulmuşa döndü. Dehşet içinde bir yüzle Ella’ya bakıyordu. “Seni lanet olası fahişe!” diye tısladı. “Hayır, bu doğru olamaz. Bana yalan söylüyorsun. Hadi yalan söylüyorum de! Hadisene!”

Ella tam karşısında durmuş, kendinden emin bir yüzle ona bakıyordu. Hendrik, gözlerinin içine bakarak bir işaret aradı; ama aradığını bulamayınca, feryat eder gibi bir sesle, “Lanet olsun sana!” dedi. Sanki bir an karısının üzerine atılacakmış gibi yumruklarını sıktı ama sonra yere tükürdü ve evden çıkıp gitti.

O günden sonra eve hiç gelmedi. Birkaç gün sonra Ella’ya bir boşanma celbi geldi. İki tarafın da rızasıyla kısa sürede boşandılar. Mahkeme iki oğullarının velayetini Ella’ya verdi. Zaten Hendrik hiçbir talepte bulunmamıştı. Kendini mahvolmuş, rezil rüsva olmuş hissediyordu. Bir daha insan içine çıkamayacağını, kimsenin yüzüne bakamayacağını düşünüyordu. Karısı onu aldatmıştı. Gerçi bunu kimse bilmiyordu, mahkeme onları şiddetli geçimsizlik sebebiyle boşamıştı. Ama yine de Hendrik, gerçeği herkesin anladığını düşünüyordu. O devirde boşanma görülmüş şey miydi? Bir erkek karısını ya çocuk doğuramazsa ya da… ya da onu aldatırsa boşardı.

Hendrik sonunda bu utanca daha fazla katlanamayacağına karar verdi. Mahkeme sonuçlandıktan birkaç gün sonra ordudan istifa etti ve üç beş parça eşyasıyla bir gemiye atlayıp Amerika’ya gitti. Bir daha ne oğullarını görecekti ne de memleketi Hollanda’yı ve ailesini. Kendince alnına bir damga yapışmıştı ve ölünceye kadar orada kalacaktı.

Ella ise bambaşka duygular içindeydi. Boşanma gerçekleştiği gün sanki omuzlarından ağır bir yük kalkmış gibi hissediyordu. Artık özgür bir kadındı ve sevdiği erkekle birlikte olması için arada hiçbir engel kalmamıştı.

“Hemen evlenelim,” dedi Joseph’e. “Kimin ne düşüneceği umurumda değil.”

“Olur mu hayatım, bir süre beklemeliyiz. Zaten benim acilen İngiltere’ye gitmem gerek, İstihbarattan çağırıyorlar. Dönünce evleniriz, hem o zamana kadar da boşanmanın üzerinden biraz zaman geçmiş olur.”

Ella bir an yüzünde korkmuş bir ifadeyle Joseph’e baktı. “İngiltere mi!” diye haykırdı. “Yine mi…”

Joseph, “Merak etme, döneceğim,” diyerek sözünü kesti. “Yalnızca birkaç ay sonra geri döneceğim, o zaman seninle evleneceğiz ve bir daha hiç ayrılmayacağız.” Joseph ona teminat verir gibi gözlerinin içine bakıyordu.

“Söz mü?” dedi Ella, yüzünde uysal bir ifadeyle.

“Söz!” dedi Joseph ve sonra onu uzun uzun öptü.

Böylece Joseph sözünü tuttu ve gidişinden altı ay sonra onu bekleyen Ella’ya geri döndü. Ama İngiltere’den değil, yalnızca Batavia’dan birkaç yüz kilometre uzaklıktaki Semarang’dan dönüyordu. Orada karısı Cornelia’dan boşandı ve döndüğünde de söz verdiği gibi Ella’yla evlendi.

 

 

 

                                   II.

 

                              BAMBAŞKA BİRİ

 

 

“İşte geldik!”

Batavia Evlendirme Dairesinde, yalnızca birkaç davetlinin huzurunda kıyılan sade nikâh töreninden sonra Joseph, Ella ile oğullarını yeni tuttuğu kiralık eve götürdü. Ella, nikâhtan önce tüm ısrarlarına rağmen evlendiklerinde oturacakları yeri görememişti. Çünkü Joseph ona sürpriz yapmak istiyordu ve Ella burayı gördüğünde onun için gerçekten de çok büyük bir sürpriz oldu.

Burası Batavia’nın dış semtlerine son yıllarda inşa edilen İngiliz stili evlerin, en gösterişlilerinden biriydi.

Joseph’in Lincoln marka otomobili, dev bir demir kapıdan geçerek iki yanı ağaçlıklı yoldan eve doğru ilerlerken, Ella hayretten kocaman açılmış gözlerle her iki yanında küçük kuleler yükselen eve bakıyordu.

Otomobil sonunda rengârenk orkidelerle kaplı yuvarlak bir çiçekliğin etrafından dolanarak durduğunda özel şoför hemen arabadan inip patronunun kapısını açmaya koştu.

Joseph şoförün açtığı kapıdan inince “Önce bayanlar,” diyerek delikanlının ceketinin yakasına bir fiske vurdu, sonra da yüzüne bir gülümseme kondurup gidip kendi elleriyle karısının kapısını açtı. Ella kucağında bir buçuk yaşındaki Ian, yanındaysa beş yaşındaki Alex’le birlikte otomobilden indi ve alçak topuklarının üzerinde heyecandan titreyen dizlerle kocasının yanında eve doğru ilerlemeye başladı.

Onları kapıda ellerini çenesinin altında birleştirip başını öne doğru eğerek selam veren bir yerli kadın karşıladı.

 

“Hoş geldiniz, Bay Hepburn. Hoş geldiniz Madam.” Yerli kadın esmer tenine nazaran bembeyaz duran dişlerini göstererek gülümserken, küçük çekik gözleri iyice kısılmış, neredeyse düz bir çizgi halini almıştı.

“Hoş bulduk, Chaya. İşte buranın yeni sahibesi Barones…” Joseph bir an duraksadıktan sonra “Bayan Hepburn,” diye devam etti. “Bunlar da çocuklarımız Alex ve Ian.” Joseph Ian’ı hemen annesinin kucağından alarak hizmetli kadının ellerine teslim etti. “Hadi sen şimdi gidip çocukları odalarına yerleştir. Ben de Bayan Hepburn’e evi gezdireyim.”

Ella, hizmetli kadının çocukları alıp üst kata çıkan korkulukları ahşap oymalı ve kırmızı halılı merdivenlere yönelmesiyle, lobinin ortasına kadar yürüdü ve olduğu yerde dönerek, gülümseyen gözler ve ağzında memnun bir kıvrımla etrafına göz gezdirdi. Batavia’da şimdiye kadar hiç bu kadar gösterişli bir ev görmemişti. Gerçi lobinin duvarlarını süsleyen fresklerden seneler önce Hendrik’le beraber gittiği, Vali’nin evinde verilen bir davette görmüştü ama merdivenin her iki yanını muhafaza eden göğüsleri çıplak Yunan tanrıçası heykellerinden, Hollanda’nın en soylularının evlerinde bile göremezdiniz.

Joseph gülümseyerek karısının yanına geldi ve onu elinden tutarak hemen sağ taraftaki çift kanatlı geniş kapıdan salona götürdü. Duvarları ipek kâğıtlarla kaplı, pencereleri yere kadar uzanan ve son moda bir koltuk takımıyla oldukça konforlu ve sıcak bir görünümü olan salona, Ella görür görmez bayılmıştı. Burada ayrıca üzerinde küçük Çin porselenleri dizili kireçtaşından bir şömine, ünlü ressamların ellerinden çıktıkları muhakkak olan birkaç tablo ve yerlerde son derece pahalı görünen İran halıları vardı.

Ella evin geri kalanını görmeyi bekleyemeden kollarını kocasının boynuna doladı. “Joseph, hayatım burası gerçekten muhteşem ama… bu kadar gösterişli bir yer tutmana ne gerek vardı ki?”

 “Hmm, demek beğendin. Bense senin gibi şatoda yetişmiş birine göre çok sade geleceğini düşünmüştüm.”

Ella kollarını kocasının boynundan çekti ve gidip koltuklardan birine oturdu. “Deli olma lütfen. Beğenmek ne kelime, bayıldım! Ama kirası bile servet değerinde olmalı. Sen…” Ella dudağını ısırarak söyleyeceği şeyden son anda vazgeçti ve yerine başka bir şey sordu.

“Burayı sen mi döşettin?”

“Hayır, burayı bir İngiliz tüccardan eşyalı olarak kiraladım.”

“Demek bir İngiliz tüccar! Hayatım yanlış anlama ama İstihbarat Teşkilatı sana bir İngiliz tüccarın evini kiralayabilecek kadar maaş ödüyor mu?” Ella az önce sormaktan vazgeçtiği soruyu bu sefer merakına yenilerek sormuştu. Joseph nasıl oluyordu da bu kadar pahalı bir ev tutabiliyordu, bir türlü aklı almamıştı.

“Şimdi de beni Bağdat Hırsızı yaptın, öyle mi?” Joseph gelip Ella’nın yanına oturdu ve dosdoğru gözlerinin içine baktı. “Ben Teşkilatın kilit adamıyım, anladın mı? Burada çok önemli bir görev peşindeyim, bu yüzden de Teşkilat bana oldukça cömert davranıyor.”

Ella uzun kirpiklerini oynatarak şuh bir tavırla kocasına baktı. “Bu görevin ne olduğunu bana da söyleyecek misin?”

“Hayatım, ne yazık ki sana bu konuda tek kelime daha etmemem gerek. Zaten böyle konularla senin canını sıkmak da istemem. Sen yalnızca yeni evinin tadını çıkarmaya bak, olur mu?”

Joseph iç geçirerek ayağa kalktı ve karısını elinden tutarak, “Hadi gel de sana evin kalanını gezdireyim,” dedi.

Ella, meraktan içi içini kemirse de kocasıyla aralarında küçük bir sır olması hoşuna gitmişti. Sanki Joseph sevgilisini kötü adamlardan korumak için ona hayatıyla ilgili gerçekleri anlatmaması gereken bir roman kahramanıydı. Ya da belki bir asilzade olan karısını etkilemek ve onu alıştığı şartlarda yaşatmak için bu eve bütün maaşını yatırmıştı. Eğer durum buysa, onu gücendirmemek için artık bu konuda tek kelime etmeyecekti.

Alt katta salondan başka boydan boya bembeyaz döşenmiş son derece şık bir mutfak, uzun bir masanın ve gümüşlerle donatılmış bir konsolun hâkim olduğu bir yemek odası ve Ella kapısından içeri bir göz atınca, tam karşıki duvarda duran geyik kafasının ürkütücü gözleriyle karşılaştığı, ahşap lambri kaplı bir çalışma odası vardı. Üst kattaysa hepsi de birbirinden zevkli döşenmiş dört yatak odası.

Ella ile Joseph el ele çocukların odasına girdiklerinde yerli kadın orada değildi. Ian beşiğinde mışıl mışıl uyuyor, Alex’se yatağının üzerinde zıplayıp duruyordu.

Ella içeri girer girmez küçük çocuk annesinin yanına koştu. “Anne burası müthiş bir yer! Baksana bir sürü oyuncak var.” Alex kollarını iki yana açmış, kocaman kahverengi gözleriyle etrafına bakıyordu. Her yerde maket uçaklar, parlak renklerde ve farklı modellerde arabalar, sallanan bir at, pelüş oyuncaklar, kurşun askerler, fındıkkıranlar ve daha çeşit çeşit oyuncaklar vardı.

“Joseph, şu İngiliz tüccarın küçük çocukları damı varmış?”

Joseph karısına ağzının bir kenarı yukarı kalkarak gülümsedi. “Burayı oğullarıma özel olarak döşettim,” dedikten sonra “Gel buraya koca adam,” diyerek Alex’i yakaladığı gibi havaya kaldırdı. “Söyle bakalım odanı beğendin mi?”

“Evet, Joseph Amca, çok beğendim. En çok da şu tavana asılı olan büyük uçağı beğendim. Sen uçak kullanmayı biliyor musun?”

“Elbette biliyorum. İstersen biraz daha büyüdüğünde sana da öğretirim.”

“Gerçekten öğretir misin?”

“Hı-hmm.”

“Yaşasın! O zamana kadar babam da Amerika’dan dönmüş olur. O uçak kullanmayı bilmiyor ama ben öğrenince onu gezdiririm. Sen de gelirsin değil mi anne?”

Joseph çocuğu tekrar yere bırakmış, yüzünde dargın bir ifade ve soran gözlerle karısına bakıyordu.

Ella ise başını öbür yana çevirerek dudağının içini ısırdı. Henüz yalnızca beş yaşında olan oğluna babasıyla boşandıklarını ve bir daha asla bir araya gelmeyeceklerini nasıl açıklayacağını bilememiş, bunun yerine ona babasının bir görev nedeniyle Amerika’ya gittiğini, dönmesinin uzun bir zaman alacağını ve o zamana kadar babasının bir arkadaşı olan Joseph Amca’nın yanında kalacaklarını söylemeyi tercih etmişti. Küçük çocuk da babasının bir gün geri geleceğini ve tekrar hep beraber olacaklarını sanıyor, annesine sürekli babasının ne zaman döneceği hakkında sorular sorup duruyordu.

Joseph “Ona hâlâ anlatmadın mı?” diye fısıldadı karısına.

Ella ise hiçbir şeyin farkında olmadan eline maket uçaklarından birini almış, “Arrnn…” diye sesler çıkarıp oradan oraya koşuşturarak uçağını uçurmakla meşgul olan oğluna şefkatli gözlerle baktı ve “Henüz çok küçük, bunu anlayamaz. Biraz daha büyümesini beklemek istiyorum,” dedi.

“Sen nasıl istersen, sevgilim…” Joseph elini karısının beline atıp alnının kenarına küçük bir öpücük kondurduktan sonra, onu artık birlikte uyuyacakları yatak odalarına götürdü. Burası da tepeden tırnağa bembeyaz döşenmişti. Beyaz duvar kâğıtları, beyaz ipek perdeler, üzeri işlemeli beyaz yatak örtüsü ve yatağın üzerinde beyaz bir cibinlik.

Ella, o akşam yemek odasındaki uzun masanın her iki ucuna kocasıyla karşılıklı oturmuş, şamdanların ışığında Chaya’nın hazırladığı Java usulü harika yemekleri yerken, Joseph’e ilk karşılaşmalarından, onu senelerdir ne çok sevdiğinden ve kaderin onları sonunda nasıl da birleştirdiğinden bahsedip durmuş, kalbi baharın gelmesine sevinen küçük bir kuş gibi neşeyle dolmuştu.

Yatma vakti geldiğinde ise üzerine pembe ipek bir gecelik geçirip yatakta kocasının yanındaki yerini aldığında, o küçük kuş kafesinde pır pır çırpınmaya başlamıştı. Heyecandan gözleri kararan Ella, kendini yeni evlenmiş bir genç kız gibi hissediyordu. Sanki Hendrik hayatında hiç olmamıştı ve Joseph onun ilk erkeği olacaktı.

Joseph “Bu anı senelerce bekledim,” diyerek onu öptü, sonra da “sevgilim,” diye fısıldayarak onu kollarına aldı.

                                   ♠ ♣ ♥ ♦

Ella, evliliklerinin ilk aylarında kendini mutluluk rüzgârına kaptırmış, oradan oraya savrulup duruyordu. Seviyor, seviliyordu. Hayatta böyle büyük mutlulukların olabileceğini hiç tahmin etmezdi. Mutluluktan adeta sarhoş bir haldeydi, kocasına da deliler gibi âşıktı. Joseph de onun üzerine titriyor, oğullarına da kendi öz evlatları gibi davranıyordu. Alex’i otomobil gezintilerine çıkarıyor, uçurtma uçurmaya götürüyor, odasındaki harika oyuncaklara her geçen gün yenilerini ekleyerek onu iyice şımartıyor; Ian’ı ise sık sık kucağına alıp öz babasını hiç tanımamış olan çocuğa kendisine baba demeyi öğretiyordu.

Joseph, lüks bir evde oturmanın yanı sıra su gibi de para harcıyordu. Karısının bir dediğini iki etmiyor, onu sürekli hediyelere boğuyordu. Çok şık giyiniyordu, iyi bir at binicisi ve tam bir polo ustasıydı. Üstelik sanki yıllardır orada yaşıyormuş gibi Batavia sosyetesi onu yakından tanıyordu. Ella da onunla birlikte akşamları üst düzey subayların ve tüccarların evlerinde verilen davetlere katılıyor, hafta sonları ise polo kulübünde düzenlenen ve kocasının bolca alkış ve tezahürat aldığı maçları izlemeye gidiyordu. Ella kocasıyla hem gurur duyuyor hem de ya onu başka kadınlara kaptırırsa diye kıskançlıktan içi içini kemiriyordu. Bu yüzden her zaman bakımlı olarak kocasının ilgisini kaybetmemeye çalışıyor, bir yandan da onu yakından takip ediyor, gittikleri her yerde gözlerini bir an olsun üzerinden ayırmıyor ve erkeğini kaptırmamak için diğerlerinin üzerine saldırmaya hazır bir dişi kedi gibi her an tetikte bekliyordu.

Ella, Joseph’le birlikte Batavia sınırlarını aşarak Java Adası’nın eşsiz güzelliklerini de görmeye başlamıştı. Balta girmemiş ormanlardaki safarilerden tutun da masmavi kıyılardaki tekne gezintilerine, yerlilerin köylerinden, dünyanın en büyük Budist tapınağı Borobodur’a kafileler halinde düzenlenen gezilere kadar her türlü aktiviteye katılmıştı.

Evliliklerinin bu ilk yılında çok mutlu ve şaşalı bir hayat yaşadılar. Daha sonra ise sorunlar baş göstermeye, bu büyük mutluluğun üzerinde küçük küçük kara bulutlar toplanmaya başladı. Bu sorunlardan ilki, Joseph’in Ella’ya karşı değişen tavırları oldu. O centilmen, nazik, şefkat dolu Joseph gitmiş, yerine ilgisiz, asık suratlı, biraz da agresif biri gelmişti. Üstelik son zamanlarda dışarı yalnız çıkmayı adet edinmişti. Güzel karısını önceleri olduğu gibi her gittiği yerde koluna takmıyor, döndüğünde de çoğu zaman içkili oluyor, en güzel geceliğini giymiş, yatakta en sevdiği aşk romanlarından birini okuyarak onu beklemekte olan karısının yüzüne bile bakmadan yarı kapalı gözlerle yatağa giriyor ve arkasını dönüp horul horul uyuyordu.

Ella, kocasının bu tavırlarına bir anlam veremiyor, nerede yanlış yaptığını düşünüp duruyordu. Sonunda işin içinden tek başına çıkamadı ve Maaike’ye açılmaya karar verdi.

“Ah Maaike, Joseph son zamanlarda öyle değişti ki. Sanki evlendiğim adam gitti, yerine bambaşka biri geldi.”

“Şekerim erkekler kedi gibidir, devamlı ilgi isterler. Onları her gün şımartırsın da bir gün başını dinlemek istediğinde, bir de bakarsın başka birinin ayaklarına sürünüyorlar.”

Ella arkadaşının söyledikleri karşısında birden irkildi. Joseph onu aldatıyor olabilir miydi? Daha düne kadar onu deliler gibi sevdiğine yeminler eden adam, şimdi bir başkasıyla… Bunu düşünmek bile Ella’yı çılgına çevirmeye yetiyordu ama içine bir kurt düşmüştü bile. Onu artık daha yakından takip edecek, gerekirse bir hafiye gibi iz sürecekti. Böyle bir durum varsa, bunu mutlaka öğrenmeliydi.

Böylece Ella, gizlice kocasının ceplerini karıştırarak, gömlek ve ceketlerinde uzun saç telleri ve parfüm kokusu arayarak, bir av köpeği gibi iz sürmeye başladı. Ama birkaç günlük hafiyelikten sonra aradığını bulamadı ve sonunda bu ‘yersiz kuşkuları’ aklından çıkarmaya karar verdi.

Kocasının asık suratı ve asabiyetinin sebebi işinde yaşadığı sorunlar da olabilirdi. Anlaşılan İstihbarat Teşkilatı’ndakiler kendilerine başka bir ‘kilit adam’ bulmuşlardı, çünkü Joseph artık İngiliz tüccarın banka hesabına her ay yüklü miktardaki kira parasını yatırmakta zorlanıyordu.

Böylece şehir merkezinde daha düşük kiralı bir eve taşındılar. Bir şatoda büyümüş olan Ella, sıradan bir evde oturmayı kendine hiç dert etmedi. Sevdiği erkekle birlikte olduktan sonra nerede olsa yaşardı. Onu üzen tek şey, Joseph’in kendisine karşı yitirdiği ilgiyi bir türlü tekrar kazanamamasıydı.

Maaike’yle beraber sık sık alışverişe çıkıyor, kendine Avrupa’dan gelen son moda kıyafetler alarak, saçını farklı şekillerde yaptırarak, kocasının yine evliliklerinin ilk günlerinde olduğu gibi kendisine deli olmasını istiyordu.

Ama bunların hiçbiri kâr etmiyor, Joseph’in ilgisizliği ve onu akşamları evde bırakıp gitmesi devam ediyordu. Her akşam yemekten sonra karısına kulüpte arkadaşlarla briç oynamaya gittiğini söyler, ceketini omzuna atar ve bir ıslık tutturarak kapıyı çarpar giderdi. Ella önceleri herhalde her evlilik böyledir, diye düşündü. Romantizm sonsuza dek sürmez.

Ama sonra bir gün, yemekten sonra masayı toplarken Joseph’in oturduğu sandalyenin dibinde bir şey gözüne çarptı. Eğilip eline aldığında bunun otel ve gece kulüplerinde kartvizit niyetine dağıtılan o zarif kibrit kutularından biri olduğunu gördü. Üzerinde dansçı kızları tasvir eden bir resim vardı. Resmin hemen üzerindeyse süslü bir yazıyla ‘Java’nın İncisi’ yazıyordu. Bu Ella’nın arkadaş toplantılarında birkaç kez işittiği, bazen bir arkadaşlarının kocasının oraya gittiği kulaktan kulağa fısıldanarak söylenen ‘o tür’ gece kulüplerinden biriydi.

Ella kocasının orada ne halt yediğini hemen o akşam kendi gözleriyle görecekti. Çocukları erkenden yatırdıktan sonra kapıyı iyice kilitleyip evden çıktı ve bir taksiye atlayıp, “Java’nın İncisi’ne” dedi.

Taksici arkasına bakıp Ella’yı sırıtarak şöyle bir süzdükten sonra gaza bastı ve birkaç dakika sonra onu üzerinde ışıklandırılmış harflerle Java’nın İncisi yazan tek katlı bir binanın önüne bıraktı. Kapıdan içeri girerken Ella’nın gözüne ilk çarpan şey, girişte asılı kahverengi tonlardaki büyük poster oldu. Üzerinde el yazısı harflerle ‘Miyah’ yazan posterden, başının arkasında topladığı saçları ve çekik gözleriyle son derece çekici Javalı bir genç kadın, sanki oraya gelenleri karşılamak istermiş gibi şuh bir biçimde gülümsüyordu.

Ella ikinci bir kapıdan daha geçtiğinde, burnuna egzotik aromalarla karışık keskin bir içki kokusu doldu. Her yanı saran yoğun sigara dumanındansa etrafını adeta bir sis perdesinin ardından görüyordu. Java usulü alçak masalar, divanlar, işlemeli yastıklar ve duvarlarda ejderha motifleriyle donatılmış salonun her yanında, üzerlerinde bedenlerini sıkıca saran ve omuzlarını açıkta bırakan batik elbiseler olan ve yaşları yirmiyi geçmeyen çıplak ayaklı Javalı garson kızlar, ellerinde içki tepsileriyle Batılı erkek müşterilerine hizmet ediyorlardı. Platform gibi bir yerde üzerinde son derece şık, ışıltılı ve işlemeli bir kebaya, kulaklarındaysa uzun sallantılı küpeler olan genç bir kadın, elindeki yelpazeyle kollarını estetik bir biçimde hareket ettirerek, büyüleyici bir sesle Java dilinde bir şarkı söylüyordu. Ella, onun az önce kapıda posterini gördüğü kız olduğunu hemen anlamıştı.

Etrafına göz gezdirmeye devam ettiğinde, sonunda ilerideki bir masada oturan kocasını gördü. Yanında aralarında hararetli bir konuşmaya dalmış iki adam daha vardı. Diğerlerinin sohbetine pek fazla katılmayan Joseph’se, gözleri platforma odaklanmış bir şekilde içkisini yudumluyordu.

Ella hemen bir sütunun arkasına saklandı ve Joseph’in kendisini fark etmemesini dileyerek onu izlemeye başladı. Fakat çok geçmeden omzunda bir el hisseti.

Hemen arkasına döndüğünde, elli yaşlarında, kel kafalı ve önünde gömleğinin düğmelerini zorlayan kocaman bir göbeği olan bir adamın yılışık bakışlarıyla karşılaştı.

 “İyi akşamlar güzel bayan. Size bir içki ısmarlamama izin verir misiniz?”

Ella sinirlerine hâkim olmak için derin bir nefes çekti ve kibar ama soğuk bir tavırla adama eşini beklediğini, kendisinin birazdan orada olacağını söyledi.

Adam şaşkın bir bakıştan sonra yüzsüz bir sırıtmayla Ella’yı tepeden tırnağa süzdü ve “Fikrinizi değiştirirseniz masam hemen şurada,” dedikten sonra,  dönüp birkaç kez arkasına bakarak gidip masasına gidip oturdu.

Ella dikkatini yeniden Joseph’e yönelttiğinde, kocasının yanındaki adamlarla konuşmaya dalmış olduğunu gördü. Platforma baktığındaysa şarkıcı kız gitmiş, yerine kibrit kutusunun üzerinde tasvir edilen dansçı kızlar gelmişti. Üzerlerinde parlak sarı ve kırmızı renklerde omuzlarını açıkta bırakan elbiseler, başlarındaysa yukarı doğru sivrilen çiçek taçları olan bu kızlar, vurmalı çalgılardan oluşan ritmik bir müziğin eşliğinde,  boyunlarına attıkları tülleri her iki yanlarında kelebek kanatları gibi açarak, çıplak ayakla dans ediyorlardı.

Ella hayatında ilk kez gördüğü bu dansı bir süre büyülenmiş bir şekilde izledikten sonra, kocasının iki arkadaşıyla oturup içki içip sohbet etmesinde ve kendisinin bile hayranlıkla izlediği bu dansları izlemesinde hiçbir kötülük olmadığına kanaat getirdi ve eve dönmek üzere oradan dışarı çıkarak kapının önünde taksi beklemeye koyuldu.

Aradan birkaç dakika geçmesine rağmen bir türlü taksi gelmeyince de binanın üzerindeki tabelanın kırmızı ışık huzmeleri bıraktığı asfalt yolda bir ileri bir geri volta atmaya başladı. Kulübün kapısından biraz uzaklaşmıştı ki arkasından gelen kadın ve erkek gülüşmeleri duydu. “Bu akşam beni yine büyüledin bebeğim,” diyen erkek sesini hemen tanımıştı. Başını şimşek hızıyla arkasına çevirdiğinde, kocasını o şarkıcının beline sarılmış, yanağına ve boynuna öpücükler kondururken gördü. Kız “Sabırlı ol Joe,”  deyip kıkırdayarak biraz ayrılmaya çalışıyor, Joseph’se kollarını bir ahtapot gibi kıza dolayıp onu öpmeye devam ediyordu.

Ella gözlerine inanamadığı bu manzara karşısında ne yapacağını şaşırmıştı. Elindeki çantanın ahşap sapını tüm kuvvetiyle sıkıyor, feryatlar içinde bağırmak, ikisini de oracıkta parçalamak istiyordu. Ama boğazına oturan ağır yumru atmak istediği çığlığı bastırmış, sinirden titreyen dizleriyse onu olduğu yere mıhlayıp bırakmıştı.

Tüm dikkatini yanındaki güzele vermiş olan Joseph, az sonra yaklaşmakta olan bir taksiye el etti ve karısının farkına bile varmadan, şarkıcı kızla birlikte arabaya bindi. Ella gözlerinde bir sızı, önünden geçip giden arabaya bakarken, hemen arkadan bir taksi daha geldiğini fark etti. Sinirden kasılmış bacaklarıyla kendini arka koltuğa zor attı ve titrek bir sesle “Öndeki arabayı takip edin lütfen,” dedi.

Joseph’in taksisi uzunca bir süre yol aldıktan sonra bir otelin önünde durdu. Ella, arabanın camından bakıp da kocasının kızla birlikte sarmaş dolaş bir vaziyette otele girmekte olduğunu görünce gözyaşlarına daha fazla hâkim olamadı. Kocasının onu aldatıyor olabileceği ihtimalini düşünürken yeterince acı çekmişti ama şimdi bu ihtimalin, kendi gözleriyle şahit olduğu kahrolası bir gerçekliğe dönüşmesi… onun için gerçekten çok acıydı. Bir süre elini yüzüne kapatıp sessizce ağladı. Sonra cebinden köşesinde H harfi işli, dantelli bir mendil çıkardı ve gözlerini kurulayıp burnunu çektikten sonra, sabırla onu beklemekte olan şoföre evin adresini söyledi.