Kayıt Ol

Berweuli

Çevrimdışı Berweuli

  • **
  • 79
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Berweuli
« : 11 Temmuz 2016, 11:46:33 »
Cadı'dan daha fazla özendiğim ve daha fazla vakit harcadığım başka bir kurgumu göndermek için cesaret buldum sonunda. :) Biraz daha temkinli giden bir olay örgüsü kurmaya çalıştım, umarım beğenirsiniz :)


Davetsiz Misafir   
      
            
Ağır demir kapının açılması, uzun süredir gölgeler içinde oturan kişiyi telaşla döndürdü. Bakışlarını celbeden gelene duyduğu meraktan çok yalnızlığının bölünebileceğine dair hissettiği korkuydu. Kapının, yolunun üzerinden çekilmesiyle içeriye dolan meşalelerin ışığı onu rahatsız ederek başını aksi yöne çevirmesine sebep oldu.

Eflatun üniformalı ihtiyar bir gardiyan, geri çekilerek ardından gelenlere yolu açtı. Kendinden oldukça iri, hareketsizliğine bakılırsa baygın bir bedenin ağırlığı ile sırtı bükülmüş genç olan diğer gardiyan ise kesik kesik soluyarak içeri girdi. Ağır yükünü hücredeki boş yatağa bıraktıktan sonra ağrıyan belini geriye doğru esnetirken söylenmeye başladı.

“Hapishane değil de şifaevi sanki…” Keri, başgardiyanın kaşlarının çatıldığını fark etmemişti. Yaralının üzerine eğilerek, koltuk altına sıkıştırılmış, kurumuş kan lekeleri ile kaplı kumaşa uzandı. İğrenmesine rağmen merakına da engel olamıyordu. İki parmağının ucuyla paçavrayı kaldırmaya yeltendiği sırada, uyarıcı bir öksürük sesi ile elini ateşten çeker gibi yaralıdan uzaklaştı.

“Hemşire olmaya hevesli değilsen, işinin başına dön.” diye emretti yaşlı gardiyan. Öksürüğünün ima ettiğinin açıkça anlaşıldığından emin olmak istiyordu.

Keri, “Peki, efendim…” diyerek telaşla hücre kapısına seğirtti.

İhtiyar Başgardiyan Durwa, adamını takip etmeden önce diğer yatakta hareketsizce oturan kişiyi birkaç saniye süzdü. Yüzünü ikiye bölen,  burun kanatlarına doğru kıvrılmış gür, kırlaşmış bıyıklarının örttüğü ince dudaklar kısa bir an yukarıya kıvrıldı. Ufak tefek beden, beklediği gibi tepkisizdi. Önündeki sabit bir noktaya bakan bakışlarının aksine, hücredeki her bir sesi anında yakalamak için can kulağı ile dinlediğine emindi.

Kapıda bekleyen Keri, benzer kıyafetlere bürünmüş olsa da amirinden oldukça farklıydı. Enine geniş toparlak, kısa bir bedeni, irice bir yüzü ve gençliğine rağmen torba torba şişmiş gözleri ile tam bir tedirginlik örneği olarak kapıda dikiliyordu. Başgardiyan, biri baygınlıktan diğeri inattan sessiz kalan ikiliyi son bir kez süzdükten sonra omuz silkerek hücreden sessizce çıktı ve Keri, demir kapıyı gürültüyle üzerlerine kapattı.


***

Tekrar sessizliğe ve karanlığa bürünen hücrenin sahibi, yaralı konuğunu hoş karşılamakta isteksizdi. Bakmaz ise varlığını unutabileceğine inanıyor olmalıydı ki bakışları kapının karşısındaki duvardaki tek ışık kaynağına, parmaklıklı küçük bir pencereye dikildi. Bir süre sonra inlemeye başlayan yaralı karşısında kör olmak yeterli değildi artık,  sağır da olunmalıydı. Adeta bir iskelete ait parmaklar hınçla kulaklarını tıkadı. Yüzünü az önce yaslandığı duvara dönen beden o kadar uzun süre kıpırtısız durdu ki orada uyuyup kaldığı sanılabilirdi. Yaralı tekrar inlemeye cüret ettiğinde öfkeyle ayağa kalktı. Kapı ile duvar arasındaki kısa mesafede volta atarken, inlemeleri bastırmak için şarkı ile şiir arası melodisi olmayan sözler mırıldanıyordu.  Sesi bir fısıltı ile çıkıyor, kah konuğunun inlemesinin şevki ile hücreyi çınlatıyordu. Kilitte dönen anahtarın tanıdık sesini kendi gürültüsünün arasında yakaladı ve telaşla kapıya döndü. Fakat odayı dolduran ışığın yolundan çekilip istemsizce gölgelere sığındı.

Elinde ahşap bir tepsi ile gelenin Durwa olduğunu seçince, Başgardiyanın önünü öfkeyle kesti. “Onu buradan götürmelisin.”  Sesi çaresizlikle boğuktu.

Önündeki engeli yana attığı bir adımla rahatlıkla geçen Durwa “Bir ok yarası var. Sağ koltuk altından girmiş, Hala metal ucu içeride. Sanırım bunu kolayca halledebilirsin. Ayrıca birkaç önemsiz yara daha.” diyerek elindeki tepsiyi yatağın üzerine bıraktı.

“Kulaklarının iyi olduğunu biliyorum Durwa!”

Başgardiyan aldığı cevapla bir an gülümsedi. Arkasını dönünce peşinde dolanan ince bedenle yüz yüze geldi. Kara gözlerde yanan ateşi ilk defa bu kadar yakıcı görüyordu. Onlar konuşurken Keri, amirinin emri ile iki meşaleyi hücrenin duvarlarındaki haznelere yerleştiriyordu.

 “Çok geç olmadan onu bir şifacıya götürmelisin…” Ufak tefek mahkûm şifacı kelimesinin üzerine basıyor,  sesi inatçı bir şekilde çıkıyordu.

 “Uli… Neden bu kadar huysuzsun bugün?”  diyen Durwa onu endişe ile süzdü.

“Belki artık bir yabancı için çabalamaya değmeyeceğini düşünüyorum.”

“Belki de düşündüğün gibi değildir.”

“Durwa, lütfen… Artık istemiyorum.”

“Yani ölmesini mi istiyorsun?”

Durwa, cevap olarak uzun süren bir sessizlik alınca, başını sallayarak onları yalnız bırakmaktan başka çaresi kalmadığını anladı. “O sana emanet…”  Yanı sıra gelen ince bedene aldırmadan yardımcısının koridora çekilmesini sağlayarak kapıyı kapattı. Anahtarları döndürürken içeriden gelen boğuk sesi yakaladı.

“Bu sefer elimi bile sürmem… Duydun mu beni?”


***

Başgardiyan Durwa ve Keri, koridor boyunca ara ara yerleştirilmiş demir kapıların yanından geçiyorlardı. “Dediğini yapar mı, gerçekten?” diye sordu Keri endişeden çok merakla.

“Bilmiyorum. Hiç onu böyle görmemiştim …”

Uli’nin inatçılığı çok ender su yüzüne çıksa da o damarı tuttu mu, sonuçlarının hiç iyi olmadığına birkaç kere şahit olmuştu. Yaralının o anlardan birine rastlaması adamın kötü şansıydı. Yine de Durwa'nın, Uli’yi onunla yalnız bırakmaktan başka yapabileceği bir şey yoktu.

Daha güneş doğmadan, ödül avcısı Rebu ve adamları, Ngola Lu hapishanesine yaralı kaçağı bıraktıklarında, Başgardiyan Durwa postasının (vardiyasının) başındaki nöbetini yeni devralmıştı. Bir kanun adamı olmamasına rağmen Rebu'nun daha önce de yakaladığı adamları hapishanelerinde bir süre bıraktığına şahit olmuştu. Adamın kıta üzerinde kolunun uzanamadığı hiçbir krallık ya da beylik yoktu. Tıpkı Başgardiyanı olduğu bu hapishanenin kapıları gibi sarayların, en seçkin konakların parlak, süslü kapıları ya da yer altı kanallarının kirli olanları da ödül avcısı için kolayca açılırdı. Elbette onu bu kadar sosyal bir o kadar da dokunulmaz yapan iz sürücülüğündeki yeteneğini yönlendiren kurnazlığıydı. Üç Göz olarak da anılan adamın müşterisi ile pazarlığın istediği yönde gitmemesi ise kaçak için bırakıldığı yeri bir hüküm bekleme durağına dönüştürüyordu.


Uli kapanan kapının arkasından umutsuzlukla baktı. Durwa onu dinlememişti bile. Yaşlı gardiyanın, gözünün önünde olduğu sürece yaralıya acıyacağını, sonunda dayanamayıp iyileştireceğini düşündüğüne emindi. Bu zamana kadar hep öyle olmamış mıydı? Buna daha fazla devam edebileceğini zannetmiyordu. Hücresine getirilen her yaralı, iyileşip ayrıldıkça, ömür boyu mahkûm olduğu bu hücrede geride kalmaya katlanamıyordu artık. Gidişlerini izlemektense, gelmelerine hiç izin vermemeliydi.

Geriye döndüğünde, artık meşaleler ile iyice aydınlanan hücrede, adamın yüzü gözüne çarptı. Terden ıslanmış, kızıl uzun saçları geniş alnına yapışmıştı. Çıkık elmacık kemikler, kemerli uzun bir burun ve şu anda acı ile kaybolmuş ince dudaklara, yaklaşık birkaç haftalık kızıl sakal da eklenince, adam perişan görünüyordu. Tek tek bakıldığında göze hoş gelebilecek bu alın, çene, burun ya da yanakların bir araya geldiklerinde oluşturdukları yüz, yakışıklı sayılmazdı. Hücre yatağına sığmayan, uzun ve yapılı vücudu ile savaşta düşmanlarınınkini korkudan hoplatacağı ise kesindi. Üzerinde ne bir zırh ne de bir silah yokken, savaşçı olduğu ya da olabileceği fikrine nasıl kapılmıştı bilmiyordu. Burada olduğuna, hücresini onunla paylaştığına göre ancak bir suçlu olabilirdi.

 Adamı inceleyen bakışları yaranın olduğu yere kayınca, içinde bir yerlerin hareket ettiğini hissetti. Adam sanki Uli’ye daha fazla işkence etmek istercesine kızıl kirpiklerle çevrili gözlerini bu esnada aralamış, anlaşılmaz sözler mırıldanarak tekrar baygınlığın uyuşturucu kollarına dalmıştı.

Durwa’nın bıraktığı tepsiyi yatağından kaldırıp, yere, ayağının dibine bıraktı. Yaşlı kaçık her seferinde olduğu gibi yine hiçbir şeyi atlamamıştı; temiz bezler, su dolu geniş bir kâse,  küçük kaplarda çeşitli merhemler, bitkiler ve keskin-sivri bir bıçak, bir oku çıkarmak için gerekli olabilecek her şey. Yatağına sırt üstü uzanırken, adamın ölüp ölmemesinin onun sorumluluğu olmadığına iyice kendisini inandırmıştı.

Çevrimdışı Berweuli

  • **
  • 79
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Berweuli
« Yanıtla #1 : 11 Temmuz 2016, 11:50:21 »
Konuya daha rahat girilebilmesi için bir kaç kısım birden gönderiyorum, keyifli okumalar. :)

***
Yaz aylarının en serin zamanlarında olmalarına rağmen hücre nefes alınamayacak kadar boğucuydu. Yaralının inlemeleri ile her ikisi içinde zor geçen gecenin ardından güneş doğmak üzereydi fakat Uli’nin gözüne bir damla uyku girmemişti. Geçen her dakikayla birlikte zayıflayan iradesi, yerini vicdan azabına bırakıyordu. Sırtını döndüğü yaralıya kısa bir an merakla bakma hatasında bulundu ve bıraktığı andan beri adamın terle ıslanmış yüzünün daha da solgunlaştığını gördü. 

Daha yakından bakabilmek için kalkıp, Kızıl’a doğru ilerledi. İsmini bilmediği adama içinden bu şekilde hitap etmek geliyordu; Kızıl. Yaraya bastırılmış kumaş parçalarını yavaşça araladı. Keskin ve rahatsız edici koku ve yaranın görüntüsü yüzüne adeta bir dalga gibi çarptı. Okun kırılmış tahta ucu, adamın her nefesiyle oynuyordu. Yaranın etrafındaki kızarmış, yer yer açılmış eti yoklayacak oldu, adam anında Uli’yi sürükleyecek bir güçle kolunu savurdu.

Uli aldığı darbenin etkisi ile kendi yatağına çarpmış ve olduğu yere oturup kalmıştı. Kızıl’ın yaralı olmasına rağmen gösterdiği güç, şaşkınlık vericiydi. Anlaşılan oku çıkarmaya çalışırken adamın kendisini engellememesi için ya hiçbir şey hissetmeyecek kadar baygın ya da elinin kolunun bağlı olması gerekiyordu.  Böyle bir güçle tek başına baş etmesi imkansızdı.
Canını yakanı görmek isteyen adam etrafını kolaçan ettiğinde, bakışları yatağın dibine çökmüş, esmer yüzü zayıflıktan bir iskeleti andıran, kısa koyu saçlarının altında zeytin gibi parlayan bir çift gözle buluştu.  “Bana dokunma… çocuk…” dedi adam güçsüz bir sesle. Sol tarafındaki acı, her nefes alıp verişinde beynini oyacak gibi zonkluyordu.

“Yardım etmeye çalışıyorum.” dedi Uli, kalkarken incinmiş gururu ile sızlayan poposunu tutuyordu. Durwa'nın alaycı gülümsemesiyle yüzleşecek olsa bile, en iyisinin onu çağırmak olduğuna karar verdi sonunda.

“Neredeyim? En son hatırladığım…” Adam daha fazla devam edemeden aklını toparlamak istercesine alnını kırıştırdı.

“Bir hücredesin.” dedi Uli kısaca, açıklamalara girmeye gerek duymayarak. Bu esnada demir kapıyı yumruklamaya başlamıştı. “Durwa!” diye bağırdı, hücrenin kalın kapısından sesinin dışarı taşmasını umarak.

“Evet, iyi yapıyorsun çocuk… Babanı çağır.” Adam kuruyan dudaklarının arasından zorlukla nefes alarak doğrulmaya çalıştı ancak başa çıkamayarak kendini sırt üstü bıraktı.

“Durwaaa!”

“Baban ne yapacağını bilir…”

“O benim babam değil… Sen de evinde değilsin… Durwaa!”

Sonunda anahtar kilitte döndü ve kapı aralandı. Fakat Durwa’nın ince uzun bıyıklı yüzünün yerine gündüz nöbetçisi ile karşılaştı.

“Ne var!” dedi Semu ters bir şekilde.

“Durwa?”

“Uyumaya gitti.” Hapishanede Durwa gibi birkaç gardiyan, ailesi olmayanlara tahsis edilen odalarda kalıyorlardı.

“Hemen çağır o halde…” diye emretti Uli, kendisinin bir mahkûm karşısındakinin bir gardiyan olduğuna aldırmadan.

“Yapamam… Şu an nöbetçi benim, bana söyle…”

“Onun gelmesi gerekiyor…” Uli kızmaya başladığını hissediyordu. Madem, yaşlı kaçık bu kadar vicdanlıydı ve bu adam için bu kadar endişeleniyordu, nasıl oluyordu da gönül rahatlığı ile odasına çekilip temiz bir uyku çekmeyi düşünebiliyordu.  Yatağından kaldırılmayı hak ediyordu o halde. “Yaralı ile ilgili olduğunu söyle…” Sesini yükseltirken neredeyse adamın üzerine yürümek için araladığı kapıya abanacaktı. Bunu fark eden Semu, kapıyı hızla örttü.

Kapının ardından sesini duyurabilmek için Uli, “Biraz konyak getirmesini de söyle.” diye bağırdı.

“Emredersiniz ekselansları…” dedi Semu alayla.

Uli geriye döndüğünde, Kızıl'ın gözlerinin kapalı olduğunu fark etti fakat bu kez baygın değildi çünkü kesik kesik, acıyla nefes alıyordu.

Uli, tepsiyi yerden kaldırarak yatağının üzerine koydu ve bıçağı meşaleye tuttu, Durwa'yı beklerken en azından metali yeterince kızdırabilirdi.  Çok geçmemişti ki koridordaki telaşlı ayak seslerinin ardından kapı hızla açıldı. Durwa kıyafetini değiştirmemiş görevdeyken giydiği üniforması hala sırtında, içeri girdi. Uli‘nin her an çağırmasını beklediği aşikârdı.

“Uli sorun ne?” Elindeki iki şişeyi yatağın ayakucuna bırakırken adamın baygın olup olmadığını anlamak için yaralıyı süzdü. Değildi, işte bu zor olacaktı, bir boğa kadar güçlü görünüyordu.

“Oku çıkarırken onu tutmalısınız,  yoksa ona dokunmama izin vermeyecek.”

“Semu, kapıyı kapa ve buraya gel.”

Semu, Başgardiyanı ikiletmeden hücreye girip kapıyı üzerlerine kilitledi. Bu arada Durwa adamı sol tarafına yatırırken, Semu’ya başucuna geçmesini işaret etti. Uli, bıçağın yeteri kadar temizlendiğini düşünerek ateşten çekti. Kızıl’ın başına geldiğinde Durwa konyağın bir bölümünü yaranın üzerine dökmekle meşguldü.

Yaraya değen alkol adamın gözlerinin acıyla açılmasını sağlamıştı. Elindeki bıçakla, üzerine yürüyen çocuğu karşısında görünce, “Seni kim verdi başıma, lanet olası? Baban nerde?” diye gürledi adam.

“Sakin ol! O ne yaptığını biliyor.” diyerek Durwa kendi sakinliğini yaralıya aşılamaya çalışırcasına araya girmişti.

Kızıl başını çevirip yeni fark ettiği ayakucundaki yaşlı gardiyana emretti. “Oğlanın elinden al şunu da kendin yap…” Kollarına abanmış olan Semu'dan ufak bir silkinme ile kurtuldu. “Bir ok yarası yüzünden kadınlar gibi bağıracak değilim.” O sırada yılmadan yaraya doğru eğilen Uli’ye, “Sakın dokunayım deme çocuk. Bir veledin elinde sakat kalmaya, hiç niyetim yok.” Yaşlı adama döndü tekrar öfkeyle. “Al şunu elinden be adam, yoksa elimden bir kaza çıkacak!”

Uli yüzüne doğru kükrenmesi karşısında ürkerek birkaç adım geriledi.  Durwa, Uli’nin vazgeçmesinden korkarak, adamı yatıştırmayı tekrar denedi. “Ondan iyisini bulamazsın, ne bu hapishanede, ne de bu şehirde. Bakma boyuna posuna… Bırak bildiğini yapsın.”

 “Bıçağı bana verin.” dedi Kızıl, çocuğun yapmasındansa oku kendisi çıkarmaya niyetli görünüyordu.

Durwa’nın bıçağı vermeye niyeti yoktu fakat Uli, yaşlı gardiyanın engellemesine fırsat vermeden bıçağı adamın eline tutuşturdu. Kızıl, harcadığı çabadan yüzü saçlarının rengine dönerken doğrulup, sol koluna abandı. Bıçağı beceriksizce yaraya değdirdiği anda acıyla inledi. Uli adam tekrar yatağa yıkılmak üzereyken elindeki bıçağa yapıştı fakat karşılaştığı direniş uzun sürmedi. Çocuğun gözü gözlerindeyken, Kızıl’ın eli gevşemiş bundan istifade eden Uli bıçağı yavaşça almıştı. Kızıl “Pekala.” diye inleyerek olacaklarını kabullenmiş görünüyordu.

Uli, bıçağı bir süre daha ateşte beklettikten sonra büyük bir teslimiyetle yatan adamın başına geçti. Kızgın metalin ete değmesi ile Kızıl inlese de tüm bu sürede dişlerini sıkmış Durwa’nın uzattığı eli reddetmiş ama çocuğu engellemek için hiçbir harekette bulunmamıştı. Kaburgasının dibine dayanmış olan metal saniyeler içinde bıçağının ucuna geldiğinde Uli küçük bir hamle ile oku yaradan çıkardı. Yatağın dibine kendisini bırakırken alnında biriken teri koluyla sildi. Kızılın doğrulmaya yeltendiğini görünce yatması için durdururken Durwa’ya başıyla işaret etti.

Durwa, Uli'nin bakışlardan ne demek istediğini anlamıştı. “Semu, bize temiz sargı bezi lazım.”  dedi adamını hücreden uzaklaştırmak için. Semu, yaradan çıkan oku incelemekle o kadar meşguldü ki odada dönen gizli bakışmaların farkına varmamıştı.  Kanlı ucu da yanında götürecekken Durwa, “Onu tepsiye bırak…” diyerek uyardı. Semu omuz silkerek sorgulamadan kendisine söyleneni yaptı ve az sonra kapanan kapıyı ardından kilitledi.

“Sen işine bak, Uli.”dedi Durwa, okun ucunu bir kesenin içinde yok ederken.

Kızıl sol tarafına yatıp yastığa yüzünü gömmüş derin derin nefes alıyordu artık. Ancak konuşulanların pek farkında değildi. Uli diz çöktüğü yerde biraz doğruldu, yaralının duruşundan yara ayan beyan gözlerinin önündeydi. Sol elini adamın göğsüne dayayıp destek alırken sağ elinin ayasını yarayı örtecek şekilde yerleştirdi.

Kızıl, vücudunda hissettiği temaslarla başını yastıktan kaldırıp “Neler oluyor?”  diye zorlukla soluduğunda bir an Uli ile göz göze geldi.

“Şişşşt! Sadece gözlerini kapa ve biraz dinlen…” dedi Uli yavaşça.

Şifacısının rahatlatıcı sesiyle, ok çıkarılmadan önceki şiddetli itirazlarının aksine adam uysal bir şekilde gözlerini kapadı. Uli elini santim kımıldatmadan gözlerini yumdu ve çok geçmeden derin bir transa girdi.

Durwa, Uli’nin kendininkiler dahil birçok yarayı iyileştirmesine şahit olmuştu. Bu nedenle kısa sürede Uli’nin gözlerini açıp elini yaradan çekeceğini düşünürken süre uzayıp, yerinden bile kımıldamayınca endişelenmeye başladı. Çocuğun alnında biriken ter damlaları çoğalıyor ama dakikalardır durumunu koruyordu. Neden yoğunlaşmayı bırakmıyordu ya da bırakamıyordu? En fazla Uli’nin beş dakikasını alacak bu işlem, yarım saat geçtiği halde bir türlü sona ermiyordu. Bunun Uli’ye bir zararı olup olmadığından emin olamıyor, yine de müdahale ederse ters bir şey yapacağından da korkuyordu. Başgardiyanın bu sıkıntılı nöbeti sırasında bir ara kapı açılmış fakat Semu’nun içeri girmesine izin vermeden elindeki sargıları alıp gardiyanı dışarıda tutmuştu.

Sonunda Uli nefesini bırakarak sarsıldı ve yavaşça elini yaradan çekti. Okun çıkarıldığı yerde dağlanmış bir boşluk yerine artık kapanmış ve pembeleşmiş bir yara vardı. Durwa, önce bitkin bir şekilde oturan yüzü kıpkırmızı Uli'ye ardından artık var olmayan yaraya şaşkınlıkla baktı.  “Ne biçim iş böyle?” dedi Durwa ve okkalı bir küfür savurdu.

Uli, gelen yoruma aldırmadan tepsideki temiz su dolu kapta sargıların bir parçasını ıslatıp yaranın etrafındaki kanı ve kiri temizlemeye koyuldu.

“Vur deyince öldürdün be kızım! Ben sana oku çıkar dedim adamı anasından doğmuşa çevirmeni değil.”

Hiçbir zaman Uli bu kadar ileriye gitmemiş, bir yarayı tamamen iyileştirmemişti. Önceden olsa yaranın tehlikeli sınırı aşmasına yardım ettikten sonra onu kendi haline bırakır, yara normal seyrinde, iyileşme sürecine girerdi. Böylece yaralı kendisine ne yapıldığını anlamaz ve rahatsız edici sorular sormazdı. Şimdi ise yeteneğini, eğer buna yetenek denirse, gözler önüne sermişti.  Adam kendine geldiğinde, artık olmayan yarasını gördüğünde ona ne diyeceklerdi?

“Haftalarca baygın olduğunu söyleriz.” diyen Durwa sesli düşünürken kendi sorusuna cevap verdiğinin farkında değildi. “Bir türlü ayılmadığını ve yarasının o esnada tamamen iyileştiğini söyleriz.

Uli, yaşlı gardiyanı dinlerken sakinliğini bozmadan diğer gardiyanları kandırmak için kullandıkları yöntemi uygulamaya devam etti. Küçük kaplardaki merhemi yaraya sürdü, ardından sargı bezlerini adamın geniş göğsüne doladı.  “Ya da hiçbir şey söylemeyiz.” dedi Uli Sesi yorgun çıkıyordu yine de kurulu bir makine gibi sargılara sıkı bir düğüm attı. Bu meseleye kafa yormaya ya niyeti yoktu ya da hali. Ortalığı toplama işini Başgardiyana bırakarak, Durwa’nın önünden kaçırdığı tepsinin boşluğuna, yatağına bitkinlikle bıraktı kendini.

Başgardiyan kendinden geçmiş, biri yaralı diğeri yorgun mahkumların üzerine hücreyi kilitlerken, Semu’ya emirler yağdırarak bir süre hücreden uzaklaşmasını sağladı fakat kendi zihnini oradan uzaklaştırabilmesi uzun bir süre mümkün değildi.


Çevrimdışı Berweuli

  • **
  • 79
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Berweuli
« Yanıtla #2 : 11 Temmuz 2016, 11:51:27 »
***

Hızı bir türlü kesilmeyen hafif adımlar. Moita, gerçekle rüya arasında bocalarken uykusunu acımasızca bölen bu kıpırtılara lanet ederek gözlerini açtı. Yanı başında volta atan ince karaltının da katkısıyla, bir hücrede olduğunu anlaması uzun sürmedi. Başını tekrar şiltesine bırakırken buraya nasıl ve ne zaman getirildiğini hatırlamaya çalıştı. Hücreye şöyle bir göz gezdirmek bile Mekotoni’de olmadığını anlaması için yeterliydi. Soysuz Ladre’nin elinde olsaydı, çoktan diyarlar arasında geçiş yapmış ve muhtemelen tabut yaptırma zahmetine katlanmayıp, ölüsünün bile ayaklanacağından korkarak kuzeni üzerine tonlarca taş yığmıştı. Fakat hala yaşıyor olmasının yanında,  tek başına sıkılacağını düşünerek bir de hücre arkadaşı verildiğini düşününce, Moita alayla gülümsedi.

Yarasını hesaba katarak temkinle doğrulmaya yeltendiğinde, eliyle sağ yanını hızla yokladı. Beklediği acı yerine rahatlıkla kolunu oynatabildiğini fark etti. Doğrulup sargı bezlerinin ardındakini görmeye yeltendiğinde, hücredeki sinir bozucu adımların durduğunu işitti.

Yarasını unutarak, çocuğun ilgisini neyin çektiğini görmek için döndü ve giysilerine bir askılık görevi yaptığını düşündürecek kadar zayıf bedenin üzerine oturtturulmuş küçücük yüzü gördü. Ölümcül bir hastalığı varmış gibi solgun tene gömülmüş siyah gözler yarasının olması gereken yeri inceliyor, Moita’ya aldırmıyordu. Fakat kısa süre sonra ilgisini kaybetti ve hücrenin kirli taşlarını aşındırma işine geri döndü.

Moita çocuktan bakışlarını indirdiğinde yarasının yerinde sadece küçük kırmızı bir iz görünce “Kaç gündür buradayım?” sorusunu farkında olmadan dillendirdi. Aslında kaç gündür baygındım demek istemişti. Üç Güzeller savaşında baldırına yediği mızrak bile onu ancak iki gün yatakta tutabilmişti. Ufak bir iz kalacak kadar iyileşmesi günler alacak bir ok yarası vardı ve bu süreyi uyuyarak geçirdiğini aklı almıyordu. Rebu ganimetinin sağ salim teslim etmekle pek ilgilenmediği, ölüsüne bile para alacağından emin olduğu için uzun süre yarasına bakılmadan at sırtında taşındığını hatırlıyordu. Bu durumda olan her hangi bir kişi günlerce uyuyabilirdi yine de bunu kendine kondurmak da zorlanıyordu.

Yüzüne bile bakmayan çocuk kendisini duymamış gibiydi. Moita, oku çıkardıkları zamandan bölük pörçük birkaç görüntü hatırlıyordu. Çocuğun sağır ya da dilsiz olmadığına emindi. “Evlat, iyi iş çıkarmışsın.” diyerek tekrar cevap almayı denedi. Belki övülmek kilitli bir dili açabilirdi ama herkesin üzerinde işe yaramadığının kanıtı karşısında hala yürüyordu.

Moita sonunda çocuğu konuşturma çabasından vazgeçti. Yataktan kalktı ve bedenini yoklayarak durumundan emin olmak istedi. Üç Göz’ün ya da Soysuz’un hoşnut olmayacağı kadar sağlıklıydı. Hayret verici bir şekilde, iyi bir dövüşün ardından çekilen dinlendirici bir uykudan uyanmış gibi canlı hissediyordu kendisini. Yarasına tekrar bakarken, dar hücreyi dolduracak kadar iri ve uzun olduğunun farkında değildi.

Uli yürüyüşüne devam etmek için duvardan geriye döndüğünde, önünde dikilen kendisi için bir devden farksız adama çarpmamak için durdu. Kararsızca olduğu yerde sallanırken, Kızıl’ın bilerek kıpırdamadığının ve adamın kendisini inceleyen bakışlarının farkında değildi. Hücrenin kapısında dönen anahtar ile Uli önündeki engeli istekle aşarak ilerledi.

Durwa’nın gür sesi, görüntüsünden önce hücreye doldu. “Gezinti zamanı, evlat.”

Her gün güneşin batmasına yakın bir vakitte yağmura, rüzgara, kara aldırmadan Uli Durwa’nın eşliğinde batı duvarının mazgallarına çıkar bir süre kendisine verilen bu kısıtlı özgürlüğün tadını çıkarmaya çalışırdı. Bu onun hücresinin dışında geçirdiği ender vakitlerden biriydi. Şimdi ise rahat bir nefes alacağı, Kızıl’dan kaçacağı çok değerli bir fırsat yakalamıştı. Durwa’yı bekletmeden minnetle kendisini hücreden dışarı attı.


Başgardiyan’ın yanında, Ngola Lu hapishanesinin dar koridorları boyunca yürürken Uli, oldukça düşünceli görünüyordu. Durwa onun rahatsızlığının hücre arkadaşından kaynaklandığını biliyordu. “Merak etme, seninle uzun süre kalmayacak. Yakında almaya gelirler.”  diyerek rahatlatmaya çalıştı.

“Kimler almaya gelecek?”

“Rebu.” Durwa’nın cevabı sade fakat bir o kadar açıklayıcıydı.

Düzenli gezintileri sırasında, ihtiyar gardiyan Ngola Lu kasabasındaki veya çevresindeki havadisleri, hatta Nzeli’nin küçük topraklarından dışarıya taşarak Krallıktaki saray içi entrikalardan, Beyler arasındaki çekişmelere kadar, kimi doğru kimi yalan birçok söylentiyi ona taşırdı. Uli, bunları nereden öğrendiğini sorduğunda da bir handa çorbanın yanında birçok şeyin kaynatıldığını söyler, pek ayrıntıya girmezdi. Rebu ismi de, başına ödül konmuş her firarinin isminin ardından muhakkak gelirdi ki Uli için hatırlanmaması imkansızdı. Koridorun bitimindeki merdivenlerin ortasında, Uli şüpheyle yavaşladı. Yanlarından geçen iki gardiyanın selamını alan Durwa’ya inanamayarak bakıyordu.

Bir mahkumun, hapishanede elini kolunu sallayarak dolaşmasını yadırgamayan gardiyanlar, Uli’ye aldırmadan yanlarından geçip gittiler. Uli uzun süredir buradaydı ve mahkumdan ziyade, varlığına alışılmış yokluğu ise fark edilmeyecek bir eşya gibiydi.

Uli, gardiyanların yeteri kadar uzaklaştıklarına karar verdikten sonra “Hangi suçtan aranıyordu?” diye şüpheyle sordu. Alacağı cevaptan hoşlanmayacağını hissediyordu.

 “Kral’ına ihanetten…” dedi Durwa sakinlikle.

“O halde… İdam edilecek.” Uli sesli düşünürken farkında olmadan adımları yavaşlamıştı. Ani bir kavrayışla Durwa’ya yetişmek için hızlandı. “Zaten ölü bir adamı mı iyileştirdim ben şimdi?” diyerek öfkeyle Başgardiyana çıkıştı.

“Son nefes verilene kadar hayattan umut kesilmez, kızım. Bunu en iyi sen bilirsin.”

 Uli, Durwa’nın sözlerine itiraz edecek kadar cesareti olmadığından sessiz kalmayı tercih etti. Birçok kilitli kapıların ve onların bekçilerinin yanından geçtikten sonra artık açık havada, çok geniş bir bahçeye çıktılar. Bir iki adımda, iki insan boyunda, kalın ve dikenli çalıdan duvarlar etraflarını sarmıştı. Gri, taştan hapishane binasını çepeçevre dolanan bu yabani bitkilerden dehlizler küçük çapta bir labirentti ve bir kaleyi kuşatan herhangi bir hendekten daha caydırıcıydı.

Bir zamanlar Uli bu dolambaçta, Durwa’nın rehberliği ile ancak yolunu bulabiliyorken şimdilerde gardiyanın ısrarı ile öne kendisi geçiyordu. Dehlizler de yol bulmak ya da gizli geçitler de bulmaca çözmek, onun yetenekleri arasında değildi. Yaptığı tüm itirazlara karşı yaşlı adamın cevabı, zihnini açmak için bulmaca çözmenin en iyi yol olduğuydu.

Uli, keşke her seferinde farklı bir yoldan gitmesini istemeseydi, diye düşünürken yönünden emin olamayarak dönemeçte bir an dikildi. Bulması gereken batı çit duvarının ardına kayan akşam güneşi, labirenti her zamankinden daha fazla gölgelerle dolduruyordu. Birkaç kere yolunu kaybedip çıkmaz tünellerden geriye dönerken, yaşlı gardiyan arkasında hiç müdahale etmeden yürüyordu. Uli, yanlışlarında uyarılmaması gibi doğrularında herhangi bir onay beklememesi gerektiğini çoktan öğrenmişti.

“Labirent çok karanlık ama.” dedi Uli sızlanarak.

“Bu da farklı bir bulmaca türü.” Durwa, bir dönemecin başında, yanında yükselen çalı duvarın karanlığına dayanmış, Uli’nin karar vermesini sabırla bekliyordu.

“Sağ.” diyen Uli, son anda vaz geçti. “Hayır, dümdüz gidiyoruz. Bir sonrakinden sağa döndüğümüzü hatırlıyorum.” Onaylaması için Durwa’ya dönmüştü fakat beklediğini alamayınca içini çekti. “Burada sabaha kadar dolanabiliriz biliyorsun değil mi?”

“Benim için hava hoş… Odam fırından farksız. Burada uyumayı tercih ederim.”

Uli, içinden bıyıklarını tek tek yolmaktan bahseden bir melodramın cümlelerini sıralarken ikinci sağda döndü. Önlerindeki ardı ardına sıralı üç çalıdan koridor da sola dönüyordu fakat hatırlıyordu ki ilerideki sağdakinden dönerse bu dolambaçtan çıkmalarını sağlayacak bir kapının önünde olacaklardı. Kısa bir an rahatlasa da labirentin belirli noktalarına yerleştirilmiş bu demirden kapıları bulmak yeterli değildi. Ya kalın metali yarıp geçecek kadar güçlü bir bileğin salladığı ağır bir baltaya ya da ufak bir anahtara ihtiyacınız vardı.

Sonunda önüne kadar getirdiği Başgardiyanın kapıyı açması yana çekilirken Uli alacakaranlıkta görünmeyeceğini bilse de kendisini takdir ederek gülümsedi. Taştan surlar ile bakımından sorumlu bahçıvanların haricinde fazla kullananı olmayan çalıdan labirent arasında kalan, sadece gardiyanların kullandığı geniş bir yola çıktılar. Sur duvarlarının üzerindeki pervazlara çıkan merdivenlerin iki yanında yakılmış meşaleler, labirentin loşluğundan sonra geniş yolu gündüz gibi aydınlatıyordu.

Önden merdivenleri tırmanan Durwa, “Orada daha fazla dikilirsen gün batımını kaçıracaksın.” dedi dalgınlıkla yolda dikilen Uli’yi uyararak.

Uli, yukarıdan kendisine bakan ihtiyarı kuşkuyla süzdü. Yıllardır adamın yakasını bırakmayan o disiplin ve çelikten irade, sanki bu günlerde uzaklara gitmiş gibiydi. Yaşlı adamın üzerindeki rahatlığı çözmeye çalışırken, bilmediği bir şeylerin son zamanlarda Durwa’yı mutlu ettiğini hissetti. Aklına gelen bir düşünceyle gülümsedi. Tahmininin doğru olup olmadığını öğrenmek hevesi ile hızla merdivenleri tırmandı.

Güneş batıdaki tepelerin üstünde birkaç dakika daha kaldıktan sonra geride, hala akşamın allı morlu renkleri içinde bir gökyüzü bırakarak battı. Fakat gün boyu ortalığı kavuran sıcaklığı hala havadaydı. Uli, ancak göğsüne kadar gelen duvarın sıcak taşlarına ellerini dayayıp yüzünü ileriye doğru uzattı. Sıcak yaz akşamının meltemi yüzünü yalayıp geçerken kısa bir süre için Durwa’yı sorgulama planlarını unuttu.  “Eee anlatmayacak mısın?”

“Bu akşam ne anlatmamı istiyorsun?” diye sordu Durwa Uli’nin yanında durmuş sırtını batıya vermiş labirentin üzerinden, hapishane binasının gri taşlarına bakarken bir tutam tütünü piposuna yerleştiriyordu.

“Son zamanlarda keyifli olmanın bir sebebi olmalı.” dedi Uli de artık kararan gökyüzüne bakmayı bırakıp geriye döndü.

“Mutlu mu görünüyorum?”

“Herkesi kandırabilirsin ama beni değil.”

Durwa, bıyığını sıvazlarken, piposunu dudaklarının arasına keyifle yerleştirdi. “Hayır, kendime bir kadın bulmadım.”

Hem tahmininde yanılmış olmak hem de uzun yıllar boyunca gerçekten Durwa’nın birisini bulması dileğinin bir türlü gerçekleşmemesi yine o vicdan azabını saklandığı yerden dışarı çıkartmıştı. Bunca yıl bakıcılığını yapan bu gardiyanın yalnızlığından sorumlu hissediyordu kendisini. “Onu demek istemedim.” diyen Uli sıkıntı ile gözlerini kaçırdı.

 “Her zaman demez misin, evlat?” diye sordu Durwa.

Uli düşünceli bir şekilde ayağının ucuyla ufalamaya çalıştığı zemine bakarak durdu bir süre. “Hakkında daha fazla ne biliyorsun?”

“Kimin hakkında?” Durwa piposunu yakarken dudaklarının arasından çıkan kelimeler normal biçimlerini kaybediyordu.

“Kızıl’ın kim olduğu, neden burada olduğu?”

“Krallığa ihanetten dedim ya…”

“Yapma ihtiyar… Daha fazlasını bildiğine eminim.”

Durwa keyifle sırıtırken konuşmaya başlamadan önce tütününden derin bir nefes aldı. “Krallığın beş bölümden meydana geldiğini zaten biliyorsun. 4 kanadın yöneticisi olan dört Bey, merkezde ikamet eden Kral’a bağlıdırlar ve onun atadığı adamlardır. İşte hücre arkadaşın da bundan yaklaşık üç sene önceye kadar kuzey batı kanadı Mekotoni’nin Bey'i idi. Ta ki Krallığın yıllardır savaş halinde olduğu doğudaki Vareste ile bir olup Kral Konur’un arkasından iş çevirdiği anlaşılıncaya kadar. Elbette o an yakalansaydı, idam edilecekti fakat pek sessizce olmasa da, ardında bir tabur ceset bıraktığı söylentiler arasında, büyük bir maharetle ortadan kaybolmayı bildi. Senin Kızıl dediğin o adam, çoğunluğu akrabalarından oluşan yandaşlarının da yardımıyla yıllardır kaçmaya başardı. Şu ana kadar da yakalanamadı.”

 “Gerçekten de düşmanları ile iş birliği yapmış mıdır?” diye sordu Uli kuşkuyla Durwa’nın sözünü kesti.

“Kral Konur öyle hüküm verdiğine göre… öyledir.  Ben bir gardiyanım Uli, yargılamam, yargılananları hapsederim.” Durwa’nn piposu, geçmişin anıları ile yarı yolda asılı kaldı.

Uli, tekrar yönünü surların ardına dönerek akşamın koyu maviliğinde yavaş yavaş belirmeye başlayan yıldızları seçmeye çalışırken mırıldandı. “Kimi para için topraklarını satarken kimisi de toprak için kendi kanından olanı satıyor. Kuzeyde ya da güneyde farklı olan hiçbir şey yok.”

“Bazen, söylentilerle gerçekler birbiri ile örtüşmeyebilir Uli. Daima kendi gözlemlerine inanmalısın… söylenenlere değil. Ben bile söylüyor olsam dahi… anladın mı beni? Sadece kendi yargılarına güven.”

Uli tüm neşesi kaçmış, asık bir suratla kendi koyu düşüncelerine gömülerek sessizce durdu.

“Zaman doldu. Hadi bir bulmaca daha çözelim, evlat.” dedi Durwa keyifle.
 

Çevrimdışı Berweuli

  • **
  • 79
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Berweuli
« Yanıtla #3 : 15 Temmuz 2016, 10:42:43 »
Mektup
Bir hafta sonra…
Göveri Hanı’nın salonundaki duvarlar yıllarında etkisiyle is ve tütünden kararmaya yüz tutmuştu. Tıkış tıkış yerleştirilmiş masaların arasından zar zor ilerleyen Barva, yaz akşamı yakılmamış olsa da şömineden uzaktaki bir masayı seçerek oturdu. Tahtaları birbirine tutturmak için çakılan çiviler gibi pürüzlü yüzeyi de insanın eline takılan masa, handaki birçok ahşap eşya ile aynı kaderi paylaşmış; zamanla kararmıştı. Adam daha bakımsız hanlar gördüğünden hanın ya da masaların durumuna aldırmıyordu.

Salonda kendisi ile birlikte sadece üç müşterisi olan han yaklaşan akşam yemeği için hazırlanıyordu, bu da Barva’ya fırtına öncesi sessizliği anımsatıyordu. İri yarı adam salonun kalabalıklaşmasını sabırla beklerken, mutfağın getir götür işlerine koşturan garsonlar ara kapıyı açıp kapadıkça salona dolan tabak, çanak ve aşçının telaşlı bağırışlarını bulunduğu yerden, duyabiliyordu. O sırada, salona giren bir müşteri, Barva’nın dikkatini çekti.

Yeni gelen adam, ince yapılı ve orta boydan biraz uzuncaydı. Sıcak yaz akşamında, pelerinini giymeye gerek duymadan omzuna tasasızca atmıştı. Rahat adımlarla bar tezgâhın önüne geldi. Kasabanın kıyısında köşesinde kalmış bu hanın alışkın olmadığı, dikkatli bir seçimin eseri olan şık ve bakımlı kıyafetleri, bir fularla ensesinde toplanmış uzun kahverengi saçları, beyaz teni ve yakışıklı yüzü ile bu çevreden olmadığı açıktı. Yüzündeki ifade bunun bilincinde olduğunu gösterirken bu da görünüşüne bir züppelik katıyordu.

Bar tezgâhının ardındaki barmenden yemek öncesi bir kadeh şarap istediğinde sesi hemen hemen boş olan salonda Barva’ya kadar ulaştı. Tane tane dökülen sözler ile o ana kadar kıyafetinden anlamadıysa bile kibar bir beyle karşı karşıya olduğunu kavrayan barmen,  kendine çeki düzen vererek tüm akşamüzeri yüksek çıkan sesini beceriksiz bir kibarlıkla alçalttı.

Barva bıyık altından gülümserken, bunun süslü tavus kuşunun muhatabında uyandırdığı olağan bir etki olup olmadığını düşünüyordu. Çünkü barmen gibi salondaki iki müşterinin ilgisi de yeni gelene yönelmişti. Fakat yeni gelen adam üzerine çevrilmiş bakışların farkında değilmiş gibi salonu kayıtsızca süzdükten sonra barmenin uzattığı bir bardak şarabı aldı ve Barva’nın sağında, birkaç masa gerisine oturdu.  Bacak bacak üstüne atarken, ciddi yüzünde durgun bir ifade ile içkisini yudumlamaya başladı. Bir ara başını kaldırdı ve ilk defa çevresini anlık bir merakla inceledi fakat bakılacak değerli bir şey bulamadığından tüm ilgisini koltuğunun altındaki deri bir kılıftan çıkardığı eski sayfalara çevirdi.

Barva, çok bekletmeden gelen yemeğinin ardından salondakileri izlemeyi bırakarak, tüm dikkatini midesinin beklentilerini karşılamaya verdi ve uzun süre de başını kaldırmadı. Hana akşam yemeği için gelenlerin gürültüleri, yavaş yavaş salonun kalabalıklaşmaya başladığını söylüyordu. Yemeğini yeni bitirmişti ki genç garsonlardan birisinin başında beklediğini fark etti. Ne var dercesine çocuğa başıyla işaret etti.

Genç çocuk, “Hancıya sorduğunuz adamlardan birisi, bayım,  az önce geldi… şu ilerideki masada oturan gardiyan.”  diyerek, cevap beklemeden, kirli tabaklarla dolu tepsiyle mutfağa doğru uzaklaştı.

Barva, yanına gitmeden önce garsonun işaret ettiği kişiyi, birkaç saniye inceledi. Kısa boyluydu. Toparlak, geniş yüzü omzunun üzerinde oldukça büyük duruyordu. Şişman desen değildi, zayıf ise hiç değildi. Gardiyanda hoşuna giden bir yön bulduğunda sırıttı; en az kendisi kadar iştahla yemek yiyordu. Tavus kuşunun da o sırada gardiyana baktığına fark etti; adamın yemek yiyişine hafifçe yüzünü buruşturduktan sonra tekrar önündeki eski sayfalardan bir araya getirilmiş kitabına dönmüştü.

Barva, kahverengi kısa saçları ve arasına kızıllıkların karıştığı kahverengi sakalı yüzünün neşeli kıvrımlarını gizlediğinden, olduğundan çok daha sert göründüğünün farkındaydı. Uzun boylu ve salondakilerin çoğundan iri olduğundan gardiyanın yanına gitmek için ayağa kalktığında, birçok bakışı üzerine çekmiş, bunun bilinciyle ağır ağır yürüyordu. Adamın masasına yaklaşırken önünden geçen garsonu kolundan yakaladı. Gür bir sesle “Bize iki bira!” dediğinde gardiyanın dikkatini çekebilmiş ve başını yemeğinden kaldırmasına sebep olmuştu. Teklifsizce masaya oturunca, adam ağzına yeni attığı lokmayı aceleyle çiğneyip yutmayı denerken neredeyse boğuluyordu. Şarap dolu kadehi masanın üzerinden böğrünü yumruklayan adama doğru kaydırdı ve kadehini boşaltmasını sabırla izledi.

Gardiyanın pembe beyaz yüzü daha da kızardı. Boğazını temizlemek için öksürükleri arasında  “Teşekkürler, bayım ama… ben…” diye bir şeyler geveledi.

Barva “Bia”  diyerek adamın sözünü kesti. Gerçek ismini saklarken geniş bir gülümsemeyle elini masanın üzerinden gardiyana uzattı.

Gardiyan, karşısındaki iri adamın elini sıkarken rahatladığı her halinden belliydi. Sanki bir dakika önce yabancı olan birisinin ismini öğrenmiş olması, bir dakika sonra ona güvenmesi için yeterliymiş gibi bir hali vardı. O esnada ağzına kadar bira dolu iki kupayla gelen garson, yükünü masaya bırakıp aceleyle mutfak tarafına seğirtti.

“Bira pek sevmem, bayım.” diye itiraz eden gardiyanın eli gayri ihtiyari şarap kadehine kaydı.

“Bedava biranın en kötüsü bile sirkeden tatlıdır.” dedi Barva kupayı adamın önüne doğru ittirirken “Haydi!” diyerek teşvik etmeyi de ihmal etmedi.

Gardiyanın yüzü ikramı alıp almamak konusunda kararsızlıkla karışsa da sonunda şarabını soluna kaydırarak bira kupasını kavradı.

Barva ilk birkaç cümlenin ardından durumu kavramış ve bu işin ne kadar kolay olabileceğinin farkına vararak biraz da olsa rahatlamıştı. “Ha şöyle!” Yüksek çıkan sesi yakınlardaki birkaç masayı kendilerine döndürdüğünde, Tavus Kuşu’nun kafasını kitabından kaldırmasa bile kaşlarını çattığını fark etti. Neden gidip şu lanet kitabını başka bir yerde okumuyordu ki?

Vakit ilerledikçe salonda artık boş masa kalmamıştı. Siparişlerini söyleyen müşterilerin sesleri ya da kendi aralarındaki sohbetleri, yemek taşıyan garsonların tabak bardak şakırtıları ile hayli gürültülü bir manzara ortaya çıkmıştı. Bir de buna, ateşi olmayan şöminenin yakınına çektiği sandalyesine kurulmuş bir şarkıcının çalgısını ayarlarken çıkardığı kırık dökük namelerde eklendiğinde Barva sohbeti koyulaştırmanın vaktinin geldiğini anladı.

“İsmin ne demiştin dostum, söyledin ama ben kaçırdım herhalde.”

“Adım Keri…”

“Hımm, direk konuya girmeyi severim, Keri … Kasabanıza bu sabah geldim.  Aslına bakarsan Kalaycı Ramys söylemeseydi bu kasabaya uğramak aklımdan bile geçmezdi ya neyse. Altı aya yakın Ramys’in yanında çalıştım fakat kalaycı kazandığı ile ancak kendi geçinebiliyor. Malum 12 boğazı beslemek çok da kolay değil. Hoş sen nerden bileceksin…” arada kısa bir kahkaha patlattı. “Bir de fazladan birisine maaş ödeyip beslemek haliyle belini büktü adamın.”

Barva, Keri’nin bahsettiği adam hakkında en ufak bir fikri olmadan kendisini dinlediğini görebiliyordu. Birasından birkaç yudum almak için ara verdiğinde gardiyan da otomatikman kendi kupasını kaldırıyordu. Gülümseyerek devam ederken Keri’nin böyle bir şey sormayacağını tahmin etmesine rağmen “Sen şimdi bunları sana neden anlattığımı soracaksın.” diyerek konuşmadan adama da pay verdi.

“Sahi, bana bunları neden anlatıyorsunuz bayım?”

“Güzel soru… Kalaycı Ramys,  halaoğlu ile çok övünür, kendisi hariç ailede bir tencereye kapak olabilmiş tek kişi diye. Bildiğim kadarıyla bu kasabadaki hapishanede baş aşçıymış. Topri'ydi galiba ismi."

“Topri Efendi, Akca kasabasındaki akrabalarından söz edip durur ama… muhtemelen o olmalı.”

“Evet, Topri Efendi’den duymuş. Hapishanenin mutfağına eleman lazımmış. Benim Kalaycı'ya, nemrut Başgardiyan yüzünden adam alamadığını ve nerdeyse un hamallığına kendi soyunacağından dert yanıp duruyormuş. Kalaycı bana sorduğunda hiç alınmadım beni göndermek istiyor diye. Haklı adam, 12 boğaz ve 12’sine bedel beni de listeye ekleyince…” Barva neşeli bir kahkaha daha attı.

Keri, adamın aslında tam zamanında geldiğini düşünüyordu. Hapishanede birkaç haftadır aşçıya yardımcı aranıyordu ve son zamanlarda bu Başgardiyan ile Topri Efendi arasında büyük bir sorun olmaya başlamıştı. Durwa, iş için başvuran hiç kimseyi kabul etmediği için Topri Efendi ile de yemek saatlerindeki aksaklıklar yüzünden sürekli tartışıyorlardı.

Barva, eğreti bir mühürle kapatılmış bir kağıt parçasını cebinden çıkarıp gardiyana uzattı. “Kalaycı bunu Aşçı Efendiye gösterirsem beni işe alacağına kalıbını bastı. Yoluma devam edebilmem için en azından birkaç ay daha çalışmalıyım,  anlıyorsun ya.” Parasızlığı bir nebze bile moralini bozmuyormuş gibi Barva hala neşeyle konuşuyordu.

Keri birasından bir yudum alıp yüzünü buruştururken başıyla onayladı. Gardiyanın kasabada pek arkadaşı yoktu.  Aslında Keri ne parasız kalmıştı ne de bu kasabadan bir kaç günlük mesafeden ilerisine gitmişti. “Yarın Topri Efendi’ye mektubu veririm.”

“Seninle gelirim.” dedi Barva, mektuba uzanan gardiyanın önünden kağıdı kaçırarak hızla cebine attı. Ne mektubu bu savruk görünüşlü gardiyana emanet edebilirdi ne de işini şansa bırakıp gecikebilirdi.  “Bu iş benim için çok önemli, anlıyorsun ya.”

“Elbette anlıyorum…”  diye tekrar etti Keri, bir kez daha anlamadan.

Barva konuşmayı burada bitirmemek için, “Bu kasabadaki tek iş kaynağı Ngalo Lu hapishanesi, sanırım…”  diye ilgiyle sordu.

“Hapishane bu bölgeye inşa edildikten çok sonra gardiyanlar, askerler ve aileleri hapishanenin yakınına evlerini inşa etmişler. Burada gördüğün herkes ya hapishanede çalışır ya da onunla ilgili bir işte. Çok az çiftçi var.”

“Sen de bu kasabada doğup büyümüş olmalısın, dostum.”

Konuşma bu noktadan itibaren kasaba ve hapishane hakkında uzayıp genişlerken yanmayan şöminenin başındaki şarkıcı güneye has yöresel neşeli bir türküyü çalıp söylemeye başlamıştı.

Vakit akşamı geceye doğru kovaladı. Barva Keri’nin birasını yeniledikçe Keri’nin konuşması kaymaya elinin hareketleri yavaşlamaya başladı. “Yeter artık dostum…” diyen Barva, yarısı boşalmış üçüncü kupayı gardiyanın elinden zorla aldı.

Keri ağzına kadar gelen geğirmeyi zorlukla midesine geri gönderirken “Hiç .. bu kadar çok içmemiştim…” diye itiraf etti ve mahcup bir şekilde sandalyesinde dik oturmaya çalıştı.   

“Bedava sirke bu, çarpar adamı… En iyisi seni evine götürmek, madem ben içirdim, bu iş de bana düşer.” dedi Barva yerinden kalkarken. Keri de kalkmaya yeltendiğinde tekrar gerisin geri sandalyesine kapaklandı.  “Anlaşıldı.” diye söylenen Barva, tombul adamı koltuk altından kavrayıp kaldırdı, kendi kolunun altına sıkıştırdı. Keri’yi salonun kapısına doğru kolayca yönlendirmesine rağmen Barva, dengesini kaybeden gardiyanın masalardan birine çarpmasına engel olamadı.

Kadehi devrilip önündeki kağıtları ıslatınca, sebebini görebilmek için, masanın sahibi yavaşça başını tepesinde güçlükle dikilen yabancılara kaldırdı.

Tavus kuşu ile göz göze geldiklerinde Barva “Pardon ahbap.” dedi adamın ağzını açmasına fırsat vermeyerek.

“Daha dikkatli olmalısınız.” diyen Tavus Kuşu kağıtların üzerindeki şarap lekeleri hakkında hissettiği hoşnutsuzluğunu, dudağının tek bir kıvrımı ile belli etti.

“Olabilseydik denerdik…” diye çıkıştı Barva, gardiyanı tutmaya çalışırken.

“Bundan tek bir sonuç çıkıyor ortaya, daha çok denemelisin…” Tavus kuşu istifini bozmadan tekrar bacak bacak üstüne atarak alayla gülümsedi.

Barva neredeyse kolunun altındaki Keri’yi kenara fırlatıp, adama yumrukları ile haddini bildirecekti ki Keri koltuğunun altından konuşmaya katıldı.  Yakındaki garsona peltek sesi ile “Beye… pardon Beyefendiye…” başıyla yakışıklı adamı selamlarken kafasını tutamayıp iyice yere doğru sarkıtmıştı. Barva kavrayışını sıkılaştırarak Keri’nin daha dik durmasını sağladı. “… benden bir kadeh şarap getir…”

“Sarhoş ama hala kibar olabiliyor…” Tavus kuşu sarhoş adamı başıyla yavaşça selamladı. Garsonun biri gelip şarabın ıslaklığını masadan ve kağıtların üzerinden bir bezle almaya koyuldu.

Barva, öfkeyle solurken Keri, salondan çıkışa doğru adamı sürüklemeye başladı. Hanın dışında, fenerlerin yakılmış olduğu dar sokaklardan Keri’nin sarhoş ağzından alabildiği kadarıyla gardiyanın evini bulmak için Barva bir hayli uğraştı. Bir saat içinde kasabayı iki kere turladılar. Arada Keri’nin midesindekileri rahatça çıkarabilmesi için molalar verdiler ve sonunda eve varabildiler.

Ahşap, cumbalı eve aşağıdan bakan ikili evin karanlık silueti önünde gölge gibi bir an dikildiler.  Barva sarhoş gardiyanın cebinden evin anahtarını bulup kilidi açtı. Kapının tam karşısında üst kata çıkan merdivenlerle sonlanan dar bir koridor ve koridorun sol tarafında duvarın ortasında ahşap bir kapı vardı. Keri’nin avucuna anahtarını sıkıştıran Barva “Hadi bakalım koca adam, merdivenleri kendin çıkarsın artık.” diye söylendi.

Bir saatlik tur ile zihnindeki bulutlar az da olsa dağılan Keri, teşekkür kavlinden bir şeyler mırıldanarak içeriye girdi.

“Yarın sabah handa, unutma” diye son bir kez içeri bağıran Barva, Keri'nin ardından kapısını kapatarak elleri pantolonunun ceplerinde hana doğru yürümeye başladı.

Çevrimdışı Berweuli

  • **
  • 79
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Berweuli
« Yanıtla #4 : 22 Temmuz 2016, 10:55:15 »
***

Nöbetçileri haricinde, derin bir uykuda olan Ngola Lu Hapishanesi’nde, duvarları yarıp geçmek istercesine, Uli hücresini ızdırapla arşınlıyordu. Yine uyuyamayan Moita, yatmaya ikna edemediği Uli’yi dalgınca izlemekten başka çıkar yol bulamamıştı.

Moita haftalardır, baygın yattığı zamanı hala hatırlayamadığı için belki de bir aydır, dış dünyadan tecrit edilmiş bir şekilde bu hücredeydi. Uli beklentilerinin çok ötesinde ketum çıkmıştı.  Durwa ile hücreden ayrılmasının ardından dönüşünde kendisine katlanamadığını belli etmekten çekinmeyen bir tavra bürünmüş, yarasına bakmaya kalkışmamış en küçük bir merak emaresi göstermemişti. Bu elbette Moita’nın ona yaklaşmak için gösterdiği çabalarını sonuçsuz bırakıyordu.

Uli’nin değişken ruh halinin tek sabit noktası sessizliğiydi. Saatlerce kıpırtısız oturabilen bedeni bir anda hücreyi arşınlayan, duvardan duvara yüzünü dayayan halleri esnasında neleri düşünüp çözdüğü ya da çözemediği belirsiz günler geçirmişlerdi. Akşama yakın saatlerde Durwa’nın onu alıp götürmesi haricinde birbirinin aynı günler…

Moita iyice uzamış sakalını sıkıntıyla kaşırken “Yetmedi mi, çocuk?”  diye seslendi.

Uli başını demirli pencerenin altındaki taşlara dayarken, bir ara yağan yağmurla serinleyen gecede uzun zamandır sıcaktan kavrulan toprağın onlara kadar ulaşan taze kokusunu ciğerlerine doldurup sakinleşmekle meşguldü. Cevap vermek yerine derin bir nefes daha alıp yatağına sessizce uzandı ve her zamanki gibi sırtını Moita’ya döndü.

Artık uyuyabileceğini umarak sırt üstü uzanan Moita bir süre sonra hücredeki sessizliği bölen bir şarkının bozuk nağmeleri ile gözlerini tavana açtı. Çocuk, hüzünlü bir şarkıyı kırık dökük sözlerle söylemeye başlamıştı. Sesinin güzel olmadığını düşündü ama yine de tüm hüznünü sesine yüklediğinden şarkı bir o kadar etkileyiciydi. “Daha önce hiç duymamıştım.” dedi adam cevap almayı beklemeden.

“Güneyden.”

“Zaten güneydeyiz…”

“Daha da güneyden…”


***

Barva hapishaneye girişinin bu kadar zor olacağını asla tahmin etmemişti. Ngalo Lu gibi kıyıda köşede kalmış bir kasabanın, böyle küçük bir hapishanesi için giriş işlemleri can sıkacak kadar zorluydu. Keri ile birlikte mutfağa doğru yürürken, her geçtikleri yerde ayrı bir şaşkınlık yaşıyordu. Birkaç yıl öncesine kadar normal bir ailenin ikinci çocuğu olarak sıradan bir hayat sürdüğü düşünülürse, belki çok içip dağıttığı bir han yüzünden, bir gecelik nezarette konuk edilmesini saymazsa, hapishaneleri çok iyi bildiğini iddia edemezdi ama burası bildiği kadarına da hiç benzemiyordu. Çitten labirentler, çelikten kapılar ve bir sürü gardiyanın görev aldığı böyle bir yer beklemediğini Barva günün sonunda kendine itiraf etti.

Barva ilk şaşkınlığını atlattıktan sonra asıl meselenin çalı çitler olmadığını anladı. Başgardiyanı ikna etmek işi almak için en büyük engeldi. Kalaycı’nın mektubunu vermesi Aşçı Torpi Efendi’ye bu engeli aşmak için gereken azmi ve inatçılığı sağlamış, güçlü bir müttefik kazanmıştı. Kalaycı Ramys gibi bir hısımın isteği, kısa boylu aşçıyı, Başgardiyanın karşısında bir deve dönüştürmüş ve zafer kolay olmasa da sonunda Topri Efendi’nin olmuştu. Barva’ya sadece koca mutfağın bir köşesinde, formaliteden bir test için çılbır pişirmek düşmüştü. Topri Efendi, Kalaycı’nın gönderdiği adam ne pişirirse pişirsin beğenmeye hazır olduğu için çok özenmesine gerek yoktu. Böyle basit bir yemeği yapıp Başgardiyana ve aşçıya tattırdığında aslında saatlerdir ikilinin tartışmalarının manasızlığı da ortaya çıkmıştı. Başgardiyan, dile getirmese de Barva’nın elinin lezzetini sessizce kabul etmişti. Topri Efendi’nin çalımlı duruşunu görmemezlikten gelerek mutfağı soğuk bir ifade ile terk etmişti.


Mutfakta Barva ve Başgardiyan Durwa’dan başka kimse kalmamıştı. Akşam yemeğini yiyen gardiyanlar çoktan ya nöbet yerlerine ya kasabadaki evlerine ya da hapishanedeki odalarına çekilmişlerdi.  Barva, bir ıslık eşliğinde tezgâhı ve kirli tabaklarla dolu masayı temizlerken, başgardiyan da hala ağır ağır akşam yemeğini yiyordu.  Bu gereksiz uzatılan yemek Barva’yı rahatsız etse de başlarda umursamadı fakat bu yemek yeme töreni bir saate kadar ulaşınca Barva’nın da düşünceleri değişti. İki gündür mutfakta çalışıyor, geceleri de kasabadaki handa düşük bir fiyata kalıyordu. Deneme süresinden sonra hapishanede diğer yamaklar gibi bir yer vereceklerini söylemişlerdi. Bu gece ise gece nöbetinde mutfak işleri ona kalmıştı.

“Hiç Mekotoni’de bulundun mu, evlat?” diye sordu Durwa, yaz gecesini daha da boğucu kılan sessizliği bölerek.

Barva tezgâhın önünde bulaşık yığınını eritmeye çalışırken, başgardiyanın sorusu karşısında bir an yavaşladı fakat arkasını dönmeden konuşmaya başladı. “Bir düşüneyim…” elleri su dolu teknede hızla çalışırken beyni de ona eşlik ediyordu. Bu adam böyle bir soruyu neden soruyordu ki. “Mekotoni’nin merkez şehrinde bir süre kaldım… Ya siz? Durun söylemeyin… siz de Keri gibi bu kasabanın dışına adımınızı bile atmadınız… öyle değil mi?”

“Biraz gezmişliğim var fakat Krallığa hiç gitmedim.  Kısa bir süre mi kaldın orada?”

“Belki bir ay belki bir iki gün fazla ya da eksik. Ne değişir?”

“Öyle olmadığını bilmesem doğma büyüme Mekotonilisin diyeceğim de, aklıma gelen dilime varmıyor.” Durwa önündeki yarısı dolu kupayı bir dikişte bitirdikten sonra eliyle bıyıklarını temizledi.

Barva, neşeli bir kahkaha atarken Durwa’nın yüzünü görebilmek için işini bırakıp gardiyana döndü. Sözleri ile yüzünün ifadesinin uyumunu merak ediyordu. Yaşlı gardiyanın ise eğleniyor gibi bir hali vardı. Soruların bir tesadüf olduğunu söyleyerek 00kendini teskin etmeye çalışırken bir yandan da sakin görünüşünü korumayı sürdürdü. “Aralarında bir süre yaşamakla kızıllık geçer mi bilmem ama… ne yalan söyleyeyim onları yakından tanıma fırsatı yakaladım. Özellikle kadınlarını...” Burada durarak sırıttı. “Emin ol benden daha kızıllar.”

“Anne ya da babanın kökeninde orayla bir bağının olmadığına emin misin peki? Belki de bilmediğin akrabaların filan vardır.” Durwa önündeki boş tabağı ileri ittikten sonra sandalyesine yaslanırken ince kağıda sarılı tütününü keyifle yaktı.

“Mekotonili olmamı çok istiyor gibisiniz.” dedi Barva kaşlarını çatarken.

“Eğer oralı olsaydın Mekotonili birisinin şuanda burada… yukarıdaki hücrelerden birinde hapsolduğunu bilmek, ilgini çekebilirdi diye düşündüm.”

“Evet, ilgimi çekebilirdi eğer sizin dedikodu yapmaya bu kadar meraklı olduğunuza inanabilseydim.“

“Neyse tahminlerimde yanıldığıma göre, konuşmayı daha fazla uzatmanın manası yok.” Sigarasından derin bir nefes aldıktan sonra ayağa kalkarak gerindi. “Şimdi bir tepsiye bir tas yemek, ekmek ve su koy,  arkamdan gel.” 

Çevrimdışı Berweuli

  • **
  • 79
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Berweuli
« Yanıtla #5 : 22 Temmuz 2016, 10:56:16 »
Barva, Durwa’nın bu ani değişimini anlamasa da mutfaktan çıkmak için önüne kadar gelen bu şansı kaçırmaya hiç niyeti yoktu. Seri hareketlerle denileni yaptı. Tepsiyi eline alıp önünde kilitli kapıları ardına kadar açan Durwa’yı uysal bir şekilde takip etti. İlerledikçe her kat girişinde her koridor ağzında birer metal demirlerle perdelenmiş kapı ve her kapının ardında ve önünde birer gardiyanla karşılaşıyorlardı.

Sonunda başgardiyan iki kat sonra, koridorun ortasındaki penceresiz demir bir kapının önünde durdu. Fakat diğerlerinde olduğu gibi koridorun başında ve sonundaki kapıların önünde dikilen gardiyanlardan birisi eksikti. Durwa önündeki kapıyı ardına kadar açtığında içeride yanan meşalenin ışığının azlığı ile ilk önce hücreyi boş zannetti. Durwa içeri girmesi için yolu ona açtı ve Barva’nın ardından girerek tekrar kapıyı kilitledi. Bu esnada yataklardan birinin boş olmadığını fark etti.


Durwa misafiri ile içeri girdiğinde Moita hücrede yalnızdı. Keri, Uli’yi kısa bir süre önce hücreden çıkarmış ve her akşam olduğu gibi burçlara götürmüştü. İlk hareket Moita’dan geldi; uzandığı yerden hızla doğrulup yeni geleni sessizce süzdü.

Önünde sessizce bakışan iki adamı göz hapsine alan Durwa “Tepsiyi yatağa bırak.” dedi yeni aşçı yamağına. Barva tepsiyi söylenen yere bırakırken yeni bir emir bekleyerek bakışlarını mahkûmdan Başgardiyana çevirdi.

 Moita ise kapı altından itilen yemeklerinin böyle özel olarak getirilip önüne bırakıldığını o akşama kadar görmemişti. Uli hücrede değilken getirilmesini ise ayrıca şüpheli bulduğundan sabırla Başgardiyanın ne yapacağını bekledi.

Barva kapıya doğru ilerlerken, Durwa onu durdurdu. “Bu acele neden?” diye sordu iri yarı adama.

“Bir mahkûmun yemek yemesini izleyecek kadar vaktim yok. Mutfakta bir sürü işim var ve ilk günlerden Topri Efendi ile kötü olmak istemem.” Barva cevap verirken, gerginliğini saklamaya çalıştı.

“Senin işin ben ne dersem onu yapmak, Bia.” Durwa, bıyıklarını çekiştirirken şüpheyle sordu. “Gerçek ismin mi bu?”

“İsim konusunda sizin bir öneriniz var mı, efendim?” Barva, Moita’ya dönerek seyircisinin sempatisini kazanmaya çalışan bir şaklaban gibi sırıttı.

“Barva’ya ne dersin? Hem anlamı da ilginç; Rüzgar demek.” dedi Durwa tüm ciddiyetiyle. “Kim olduğunu biliyorum ve Moita ile bağını da. O yüzden daha fazla birbirinize kaş göz oynatmayın.” dedi sabırsızca.

Barva, kulaklarına gelen haberlerin doğru olup olmadığını kontrol etmek için bin bir dalavere ile Ngola Lu Hapishanesi’ne girmişti. Planları Moita’nın burada olup olmadığını kontrol etmek ve dışarıdaki arkadaşlarını bundan haberdar etmekti. Kasabadaki ve kuzeydeki arkadaşları Barva’nın kendilerine ulaştıracağı bilgilere göre harekete edeceklerdi. Sonunda kuzenini bulmuştu. Fakat biliyordu ki Yaşlı adam bir tilki gibi kurnazdı ve oldukları kişileri inkar etse bile bir işe yaramayacağını hisseden Barva, geri kalan her şeye omzunu silkerek Moita’ya gülümsedi. Bu akşam kendisine ulaşamayacak olan Mgeri, yakalandığını anlayacak ona göre konuştukları gibi hareket edecekti nasıl olsa.

Moita ile kısa bakışmalarının ardından durumu kavramış olmanın verdiği rahatlık ile iki adam hücrenin ortasında birbirlerine sarıldılar. Barva sonunda Moita’yı bulmuş olmanın verdiği rahatlıkla, neredeyse kendisi kadar uzun olan adamın sırtına neşeyle vuruyordu. “İyi görünüyorsun. Yaralı olduğunu sanıyorduk.” dedi endişe ile.
“Tahmininden daha iyiyim.”

Barva, Moita’dan birkaç adım uzaklaşarak yetersiz ışıkta onu açıkça süzdü. “Hapishanenin yemekleri yaramış olmalı, yüzüne kan gelmiş.” diyerek Moita’yı onaylayan Barva, hücredeki boş yatağı işaret etti. “Sanırım sen sağdakini aldığına göre soldaki yatak bana kalıyor.”

“Gene ne planlıyorsun?” diye sordu Moita alayla.

 “Artık ikimiz de mahkûm olduğumuza göre.” dedi Barva Uli’nin yatağına oturarak. Şiltenin rahatlığını ölçmek için birkaç kere sarstı ve sonunda da geriye ellerine yaslanarak Moita’ya göz kırptı.

“Seni tembel… hemen öyle gevşeme. Yatağın sahibi birazdan geldiğinde siz yatak için kapışırken araya girmem şimdiden uyarayım.” dedi Moita. Başgardiyan’a hızlıca bir göz atarak.

Hücre kapısına yaslanmış olan Durwa önündeki gösteriyi biraz şaşkınlıkla biraz da pos bıyıklarının uçlarını yukarı kaldıran keyifli bir gülümse ile izliyordu. Böyle ciddi bir durumun bu kadar hafife alınması ne de olsa her zaman rastlanabilecek bir durum değildi. Fazla vakti yoktu bu yüzden araya girme ihtiyacı hissetti. Moita’ya hitaben, “Rebu, seni Krallığa teslim etmek için birkaç gün içinde dönecek.” diyerek onları gerçeğe döndürmeyi denedi.

“Beni hesaba katmıyor musun?” dedi Barva, yokmuş gibi devre dışı bırakılmasına karşı yapmacık bir içerleme ile.

Barva’nın çabalarına rağmen inatla Moita ile konuşmaya devam eden Durwa  “Ve ben sizi onlar gelmeden buradan çıkarabilirim…” dedi ve sözlerinin bıraktığı etkiyi izlemek için bekledi.

Hücrede uzun bir sessizlik oldu. Moita ve Barva kesinlikle bunu beklemiyorlardı.  Doğru duyduklarından emin olmak için birbirlerine bakarlarken, Durwa önlerinde sözlerinin ciddiyetini kanıtlamak istercesine sessizce dikiliyordu.

Moita yatağa oturarak bir süre gardiyanı süzdü. “Bizi kaçırmanın karşılığında bir şeyler istemeyeceğini düşünmek, büyük bir aptallık olur sanırım.” diye tahminde bulundu.

“Eğer Mekotoni hazinesinden bir şeyler talep edeceksen, unut bunu.” Barva, sinirle homurdandı. Durumun ciddiyetini kavramış, az önceki neşesinden eser kalmamıştı.

Durwa, “Sizden tek kuruş istemiyorum.” derken kendisine hakaret edilmiş gibi yüzünü buruşturdu. “Sadece…” dedi bir an duraklayarak. “Buradan kaçarken Uli’yi de yanınızda götüreceksiniz.” Hapishaneden kaçabilmelerinin başka yolu olmadığını gayet net bir şekilde açıkladığını düşünüyordu. Başka bir şey söylemeye gerek duymadan yanıtı için Moita’yı bekledi. Fakat adamın kaşları çatılmıştı.

“Uli de kim?” diye Barva merakla sordu.

“Yatağın sahibi.” dedi Moita kısaca. Adam, Durwa’ya dönerek sakin bir şekilde açıklamaya girişti. “Madem hakkımızda birçok şeyi biliyorsun. Kaçmanın Uli için ne kadar tehlikeli olacağını da bilmen lazım.”

“Evet, biliyorum.” dedi Durwa, uyarıyı umursamadan.

“Yanımdaki her bir kişi yakalanma ve yakalandıkların da başlarına gelebileceklerin farkındalar. Uli’yi yanımda götüremem. Eğer bizi buradan çıkarabilirsen eminim senin için yapabileceğim başka şeyler vardır ama bu imkansız.”

“Eğer Uli bu hücrede birkaç yıl daha kalırsa kendisini tüketecek. Artık onu daha kaç yıl gözetebilirim bilmiyorum. Yaşlıyım… belki bir beş yıl daha. Ya ondan sonra Uli’nin hali ne olur, düşünemiyorum. Senin yanında şansı daha fazla olacaktır.”

Konuşurken sanki Durwa’nın omuzları çökmüştü. Barva nerdeyse yaşlı adama acıyacağını düşünürken görmediği birisi hakkında tartışan kuzeni ve yaşlı adamın arasına girmeden kenarda oturmayı tercih ediyordu.

“Yolda perişan olur… Çok zayıf. Bize yük olur, yavaşlatır da. Arkamızda Rebu varken onu geride de bırakamayız.” diye ısrar eden Moita, daha fazla oturamadığından ayağa kalkmış ve Durwa’ya doğru birkaç adım atmıştı.

“Uli yoksa, bu işi unutun.” dedi Durwa, onlara açık kapı bırakmayarak. Bıyıklarını titreten bir hayal kırıklığı yaşıyordu.

“Dur…dur… dur.” diyerek Barva telaşla ayağa kalktı. “Hemen öyle kestirip atmayalım beyler, bir çıkar yol elbette vardır, değil mi Moita?” Barva Moita’ya güzel bir yumruk atmak için can atıyordu. Ne yapmaya çalışıyordu bu. Kolay kaçış şanslarını önemsiz birisi için tepiyordu.

Moita Barva’ya aldırmadan açıklamak için girişti. “Durwa eğer Uli bizimle gelirse hayatı boyunca bir kaçak…”

Durwa, Moita’nın sözünü kesti.  “O, zaten ömür boyu mahkûm. Böyle birisine ise ömür boyu kaçak olmak cennet gibi gelecektir. Hem yakalansa ne olur ki, cezasını mı arttıracaklar. Kaçarsa en azından bir şansı olur.”

Moita, şimdi birçok şeyi daha iyi anlıyordu. Çocuğun bunu hak edecek ne yaptığı ise hala bir soru işaretiydi. Ne gibi korkunç bir şey…  Başlarına yeni bir bela alıp almadıklarından emin değildi. Fakat artık onu burada bırakamayacağını da biliyordu. “Pekala Durwa. Onu yanımıza alacağız.”

Çevrimdışı Berweuli

  • **
  • 79
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Berweuli
« Yanıtla #6 : 26 Temmuz 2016, 20:43:42 »
Arka Kapı


Uli bu gece de uyuyamamıştı fakat bu sefer hücresini arşınlamak yerine sırtını duvara dayamış, yaz gecesinin boğucu sessizliği ile gece nöbetçilerinin rutin sesleri arasında tavana dalıp gitmişti. Yatağında sırtüstü uzanmış olan Kızıl’ın, uzun süredir hareketsiz yatmasına rağmen uyumadığını, adamın düzensiz nefes alıp vermesinden anlayabiliyordu. Her ne kadar adam bir ay zannetse de yaklaşık iki haftadır aynı hücreyi paylaşıyorlardı ve Kızıl’ın uykusunda, buna uyuma denilebilirse eğer, sık sık uyandığı o kısacık dalma anlarında huzursuzca kıpırdandığına çok kereler şahit olmuştu.

Ayaklarının altından gelen bir patlama ile yataklarında sarsıldıklarında, Uli gecenin tek düzeliği gibi dört duvar arasındaki zoraki sakinliğinin de bozulduğunu bilmiyordu. Sırtını korkuyla duvardan uzaklaştırırken Kızıl’ın tepkisi daha da büyük oldu. Hızla doğrulan adam, taştan duvarların izin verdiği her sesi yakalayabilmek için dikkat kesilmişti. Gözleri Uli’ye dikili olmasına rağmen bakışları onu görmeden geçip gidiyordu sanki.

İlk büyük patlamada tüm huzuru kaçan hapishanede o ana kadar uyuyan bir kaç mahkum ya da gardiyan varsa eğer, ikinci ve hemen ardından gelen üçüncü sarsıntı ile hepsi ayaklanmış olmalıydı. Kulak kesilmelerine gerek yoktu artık. Mahkumların merak ve korku dolu bir şekilde neler olduğunu anlamak için sordukları sorulara gardiyanların sakin olmaları için azarlayan ya da onları yatıştırmaya çalışan sözleri karışıyordu.

Uli’yi ne patlamanın sebepleri ne de sonuçları ilgilendiriyordu. Sırtını tekrar duvara yaslarken artık ayaklanmış olan Kızıl’ın hareketlerini merakla izlediğinden, duvardaki parmaklıklı pencereden hücreye dolan dumanı çok geç fark edebildi.

Moita, köşedeki sürahiyi alıp çarşafını ıslattığında, duman hücrenin bir kısmını kaplamıştı bile. Islak çarşafı pencerenin tamamını kaplayacak şekilde sıkıştırmaya çalışan adam Uli’yi harekete geçirmek için öksürükleri arasında seslendi. “Kapıya yakın dur!”

Uli yatağından şaşkınlıkla kalkıp gerilerken bir yandan da Moita’nın pencereyi kapamak için harcadığı çabayı dumanların içinden tedirginlikle izliyordu. Sırtı kapıya çarpınca durabildi fakat dayandığı çelik aniden açıldı. Eğer Durwa’nın koca elleri onu omuzlarından yakalamasaydı, düşecekti.

“Buradan çıkıyorsunuz.” dedi Durwa, hiçbir şey açıklamadan.

Başgardiyanın emri üzerine çarşafla uğraşmayı bırakan Moita, kapıya koşarak temiz havayı aceleyle ciğerlerine çekti. Semu’nun çıkardığı kelepçeyi fark ettiğinde Moita, bağlanacağını anladığından söylenmesine gerek kalmadan hoşnutsuzlukla ellerini önde birleştirdi. Durwa kelepçelediği adamı kolundan tutarak yönlendirirken, Semu’nun yanında Uli’nin serbestçe yürümesine izin verdi.

Dumana maruz kalan yakınlardaki hücreler de boşaltılıyor, mahkûmlar gardiyanlar refakatinde başka katlara ve hücrelere naklediliyorlardı. Başgardiyan refakatindeki iki mahkûmu, zemin kata indirmek için koridorun sonundaki merdivenlere yönlendirdiğinde diğerlerinden farklı yöne gittiklerini fark eden Semu, “D bloğuna götürmeyecek miyiz, efendim?” diye merakla sordu.

Durwa “Ceza hücrelerine gidiyoruz.” derken sorudan rahatsız olduğunu kaşlarını çatarak belli etti.

Semu anlamakta biraz gecikti. “Ama diğerleri...”

“Diğerlerini almaya Rebu gelmeyecek.” dedi Durwa, Moita’nın önemini Semu’ya hatırlatarak.

İtiraz şansı kalmayan Semu uysal bir şekilde Başgardiyana boyun eğerken iki kat daha indiler. Ceza hücreleri L şeklindeki hapishanenin alt kuyruğunun en ucundaydı. Zemin katta ilerledikçe boş hücreler çoğaldı, koridor ya da merdiven başlarındaki demir kapılar azaldı. Ceza hücrelerinin bulunduğu koridor ise gardiyanlardan tamamen arınmıştı ve hücreleri boştu. 

Başgardiyan yanındaki anahtarlarla bir hücrenin demir kapısını açtığında Uli, Kızıl’ı buraya kapatmalarına hak verse de diğerleri ile birlikte yukarı götürebilecekken neden ona da Rebu’nun kaçağıyla aynı muamelenin yapıldığını sorguluyordu. Durwa nasıl oluyor da buna izin veriyordu bunu anlamakta zorlanıyordu. Hücrelerinden çıkarıldıklarından beri ihtiyar ile göz göze gelmeye çalışmış ama başarılı olamamıştı. Yine de içerlediğini belli etmemek için sessizliğini korudu.

Penceresiz koridorları geçerken taşıdığı meşale ile önden yürümüş olan Semu hücreye de ilk girdi.  Moita ve Uli’nin peşinden giren Durwa, ardından kapıyı kilitlediği esnada önlerinden gelen bir gürültü ile hızla döndü. Semu boş bir çuval gibi düşerken beraberinde götürdüğü meşale yerde yuvarlanıyor, hücredeki tek ışık bir kaybolup bir parlıyordu. Hızla kılıcına davranan Başgardiyan daha muhatabını göremeden kolundaki acıyla silahını elinden düşürdü. Uli hücrede kendilerinden başka kaç kişi olduğunu göremiyordu fakat Durwa’yı korumak için panikle kapıya doğru atıldı.

“Dur! Bekle.” Moita, Semu’nun üzerine eğilerek bağlı ellerinin izin verdiği ölçüde gardiyanın hareketsiz bedenini kontrol etti.

O anda Uli, yüzünü göremediği iri yarı karanlık bir siluetin Kızıl’ın sözünü dinlediğini şaşkınlıkla fark etti. Durwa’ya dönerek “Kaçacaklar.” derken ihtiyarın kolunu görebilmek için gömleğinin kolunu sıyırmaya çalışıyordu.

“Gerek yok. İyiyim.” dedi Durwa Uli’nin elini durdurarak.

“Ölmemiş sadece bayılmış. Dadali bazen haklı, elinin ayarı yok, Barva.” dedi Moita rahatlayarak. Ayağa kalkıp, sönmek üzere olan meşaleyi aldı, tutacaklardan birine yerleştirdi. Alevler yavaşça canlanarak karanlık hücreyi aydınlattı.

“Bazen mi? O her zaman haklıdır.” dedi Barva sırıtırken, ablasının haklı olmasından bu kez hoşlandığını hissetti.

Uli artık saldırganı tam olarak görebiliyordu. Adam Kızıl’dan daha iriydi fakat onu asıl şaşırtan Moita ile olan benzerliğiydi. Durwa, koluna dokununca irkildi. Aşırı tepki vermiş olmalıydı ki iki adam da aniden ona döndüler.

“Uli ile tanış. Bizi buradan çıkaracak asıl kişi o.” Moita açıklama yaparken onlara doğru yaklaşmıştı.

Uli doğruldu ve ince bedeniyle başgardiyana siper olmaya çalıştı. “Sizinle hiç bir yere…” Durwa’nın yanından uzanarak Moita’nın kelepçelerini çözdüğünü görünce, az önce kararlı çıkan sesi aniden kısıldı. “...gelmiyorum.”

Moita şimdiye kadar, Uli’nin de bu planın içinde olduğunu, her şeyden haberdar olduğunu düşünmüştü fakat yanıldığı ortadaydı. Durwa, Uli’den büyük bir itirazla karşılaşacağını bildiği için kaçışı oldubittiye getirmek istemiş olmalıydı. İhtiyarla çocuğun meseleyi halletmesi için uzaklaştı ve Barva’nın uzattığı gardiyan kıyafetlerini giymeye koyuldu.

Anahtarları Barva’ya fırlatan başgardiyanın ağzını açmasına fırsat kalmadan Uli atıldı. “Durwa! Kaçmalarına yardım mı edeceksin?”

“Evet.”

“Bunu neden yaptığını anlamıyorum.” diye fısıldadı Uli, büyük bir hayal kırıklığı ile.

“Seni yanlarında götürmeleri karşılığında onlarla anlaştım.” diyen Durwa, şefkatle Uli’ye uzandı.

Durwa’nın sözleri karşısında Uli geriledi ve gardiyanın elinden kurtuldu. “Sen ne dediğini bilmiyorsun.”

“Buradan kurtulmak için yakalayabileceğin tek fırsat bu. Kaçmakta uzman olduklarını düşünürsen onlarla gidersen güvende olacaksın.” Durwa ikna etmek için kararlı bir şekilde konuşurken Uli’nin omzunu tekrar yakaladı. Yaralı kolu yanında sarkıyordu.

Uli korkuyla büyümüş gözlerini kırpmaya bile cesaret edemedi. “Topraklarını sattıkları gibi beni de satmayacaklarını nereden biliyorsun?” Duyulmaktan çekindiğinden, dinlenip dinlenmediğinden emin olmak için Kızıl’ı ve yanındaki adamı kontrol etti. Giyinmekle meşgul görünüyorlardı. Durwa’ya dönerek “Onlara güvenemeyiz.” dedi aynı kararlı tonla.

“Hiçbir şey bilmiyorlar, merak etme.” dedi Durwa, Uli’nin omzunu hafifçe sıkarken.

Durwa’nın onu kaçırmak için bu kadar kararlı olduğunu görmek, düşünmediği, gerilere ittiği tüm korkularını bir anda yüzeye çıkarmıştı. Yıllarca bir hücrede yaşamaya zorlandıktan sonra, şimdi gitmesi isteniyordu. Durwa onu hiç bilmediği topraklara hiç tanımadığı insanlarla gönderiyordu. Ne hapse girerken ne de hapisten çıkarken fikri bile sorulmuyordu. Uli, korkuyla kapıya doğru geriledi. “Yapamam, artık dışarıda yaşayamam… Ne olur Durwa, beni gönderme.” diye yalvardı.

“Seni bulurum… Nerede olursan ol bulurum.”

Uli başını iki yana inatla sallarken “Hayır, gitmek istemiyorum.” diye inledi.

Durwa çaresizlikle Uli’yi süzdükten sonra Moita’ya “Hadi, götürün onu!” diye bağırdı.

Bir kendisine doğru yaklaşan Moita’ya bir de Durwa’ya şaşkınlıkla bakan Uli, ihtiyara yalvardı. “Lütfen… gönderme…” Moita’nın ellerini itmeye çalıştı. Fakat kendisinin iki katı olan adamın gücünü engelleyebilmesi imkansızdı.

Moita bir deri bir kemik olan bedeni kapıya doğru sürüklemekte zorlanmadı. Uli’nin çırpınmalarından çok hala onu göndermemesi için acıyla yalvaran sesi, hıçkırıklarla sarsılan bedeni elini kolunu bağlıyordu. “Durwa için işi daha da zorlaştırıyorsun.” diye Moita fısıldadığında Uli’nin elleri kolları yavaşça düştü. “İşte böyle, evlat.”

Durwa, Barva’ya dönerek başıyla işaret etti.

“Bunu görmesen iyi olur.” Moita, Uli’yi hücreden uzaklaştırırken Barva, ihtiyara sert bir yumruk attı.


Barva birkaç dakika içinde Durwa’nın kılıcıyla yanlarına geldiğinde elindeki kan lekelerini gizlemeye çalıştı. Uli ile göz göze geldiklerinde iri yarı adam utanarak bakışlarını kaçırdı. Fakat “Durwa nasıl?” diyen Uli’nin endişeli sorusundan kaçamadı.

Barva kısaca “Bayıldı.” dedi fakat ihtiyarın birkaç kaburgasının kırdığını söyleyemedi.

“Kaçışımızla bir ilgisi olmadığını kanıtlamak için bu gerekliydi. Kendisi böyle olmasını istedi. Anlıyor musun?” diyen Moita, kendini Uli’nin gözlerinde neden temize çıkarmaya çalıştığına anlam veremedi.

“Ne yapmamı istiyorsunuz?” diye sordu Uli hiç de istekli olmayan bir sesle. Gözyaşlarını yanağından silmeye çalışırken öfkeyle Kızıl’ı süzüyordu; eğer Moita yakalanıp buraya getirilmeseydi ihtiyarın aklına onu kaçırmak gibi bir fikir düşmeyecekti.

“Bizi labirentlerden dışarı çıkar, ondan sonrasını bize bırak. Bizde seni bu hapishaneden, bu kasabadan güvenli bir şekilde uzaklaştıralım.” dedi Moita Uli’yi ikna etmek için.

Uli, ‘ya sonra?’ diye sormak istedi ama dudaklarından farklı şeyler döküldü. “Şu anda nerede olduğumuz hakkında hiç bir fikrim yok.” dedi önlerindeki karanlık koridoru çaresizlikle gösterirken.

“Meşale taşımayı göze alamayız.” diye açıkladı Moita.

“İhtiyar, bu koridorun sonundan sağa dönmemizi, ardından sol yapmamızı söyledi. Kilitli bir kapı bizi labirente çıkaracakmış. Orasını biliyormuşsun Uli. İki gün önce, akşam gezintisinden hapishaneye oradan girmişsiniz.” Barva, Başgardiyanın sözlerini aktarırken Uli’nin yeni bir isyanı ile karşılaşmaktan tedirgindi.

Uli, Durwa’nın tüm o bulmaca saçmalıklarını bu yüzden, kaçma durumunda yolunu bulabilsin diye yaptığını şimdi anlıyordu. Başını kabullenmişlikle sallarken, karanlıkta göremeyebileceklerini hatırladı. “Orayı biliyorum.” diye ihtiyarın sözlerini onayladı.

Barva, Uli’nin sakinliğini görünce rahatladı. “O çıkıştan sonra bizi surun arka kapısına götürmen gerek.”

“Orası çok sıkı korunur. Çıkardığınız yangına rağmen nöbetçiler yerlerinden ayrılmayacaklardır.” dedi Uli itiraz ederek.

“Sen bizi labirentten geçir, gerisini merak etme.” dedi Moita. Uli’nin koluna dokunarak yürümesi için yönlendirdi.

Barva, hiç bir talimat beklemeden öne geçti. Moita Uli’yi aralarına aldı ve arkayı kollayarak ilerledi. Herhangi bir sorunla ya da gardiyanla karşılaşmadan labirente açılan kilitli kapıyı buldular. Durwa’dan aldığı anahtarlarla kapıyı açan Barva’nın ardından karanlıkta bile yeşili insanı boğan çalıdan dehlizlere aceleyle girdiler.

Çevrimdışı Berweuli

  • **
  • 79
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Berweuli
« Yanıtla #7 : 26 Temmuz 2016, 20:44:52 »
Geriye doğru bakınca labirentin yüksek duvarlarına rağmen gökyüzüne yükselen kızıl ışıklar rahatça görülüyordu. Anlaşılan Barva’nın başlattığı yangın dakikalar geçtikçe azalmak yerine çoğalıyordu. Uli uzun süredir evi olan bu yapının aldığı zarara sevinemediğini hissetti.

Uli “Kapı bu duvara gizlenmiş durumda.” derken kendisinin de artık onlardan biri olduğunu unutarak, bakışlarını arkasındaki iki kaçağa çevirdi. Labirenti geçmeleri kolay olmuş, kendisini bile şaşırtarak yollarını kaybetmeden onları çıkışa getirebilmişti. Gündüz olsa, bozulmuş dallar ve yapraklardan yerini saptamak çok daha kolaydı fakat şimdi karanlıkta gizli kapıyı bulması gerekiyordu. Sert bir nokta arayarak duvar boyunca elleri ile yaprakların arasını yoklamaya başladı. Ne yaptığını anlayan iki adam da ona katıldı.

Kısa bir süre sonra karanlıkta “Burada.” diyen Barva’nın kısık sesi duyuldu. Diğer taraflara göre daha gevşek olan dallar arasından elini uzatarak kilidin yerini araştırdı. Kısa sürede uygun anahtarı da bularak özgürlüklerine açılacak kapılardan birisini daha kolayca araladı fakat iri bedenini çalıların arasından geçirmekte zorlandı. Tamamen dışarı çıkmadan önce, labirentin yüksek çalı duvarları ile surun taştan duvarları arasındaki yolu dikkatle kontrol etti. İçeride kalan kolu ile yolun serbest olduğunu Moita ve Uli’ye işaret etti. Barva’nın tüm bedeni çalılar arasında kaybolunca Moita Uli’nin de geçebilmesi için dalları araladı.

Geniş kandillerle yol ışıklandırılmıştı. Aydınlık yüzünden gözlerini kırpıştıran Uli, Barva’nın kendisini duvarın dibine neden çektiğini göremedi. Tam kapıdan çıkmak üzere olan Moita, Barva’nın işareti ile geriledi.

Surun yüksek duvarlarının üzerinde rutin yürüyüşünü yapan nöbetçinin, gözlerini yangından uzaklaştıramadığından, burnunun ucundakini dahi göremeyecek durumda olması o anda kaçakların hızla gizlenmesini kolaylaştırmıştı. Diğer gardiyanların da bu kadar dikkatsiz olmaları için dua ederek, nöbetçinin uzaklaşmasını nefeslerini tutarak beklediler. Tam rahatlayıp yol boyunca sola doğru yürümeye başlamışlardı ki çok geçmeden arkalarından gelen aceleci ayak sesleri ile yavaşladılar. Artık duvar dibine sinmek ya da saklanmaya çalışmak sadece şüpheleri daha fazla üzerlerine çekmek demekti.

Moita Uli’nin kolunu kavradığında hem ona bir mahkum görüntüsü vermek adına hem de gönülsüz çıktığı bu yoldan Uli’nin geri dönme ihtimaline karşı bir uyarı niteliğindeydi. Adımlar yanlarına yaklaştığında yavaşladı. Yol, bir atlı arabanın geçebileceği kadar genişti. Dört kişi yan yana yürürken yeni gelene bakmamak imkansızdı. Moita, genç gardiyanın terli yüzündeki çekingen ifadeyi yakaladı ve Uli’nin belli belirsiz bir şekilde “Yeni…” diye fısıldadığını duydu.

“Yanlış yöndesin evlat. Yangın geride kaldı.” diyen Moita genç gardiyana sert bir şekilde çıkıştı.

Uli, evlat lafına yüzünü buruşturdu. Kızıl’ın kendinden genç gördüğü herkesi evlat edinme gibi bir huyu olmalıydı.

“Hayır efendim. Arka kapıda ki nöbetçi ile yer değiştirmem söylendi.” Yeni gardiyan içini çekerken sanki kendi kendine söylenir gibi, “Yangında benden daha çok yararlı olacakmış.” diye ekledi.

“Hadi koş evlat, seni oyalamayalım o halde. Görevin acil.” dedi Moita ve Barva’ya kısa bir bakış attı.

Uli, daha ancak birkaç adım ilerleyebilmiş olan genç gardiyanın ardından Barva’nın harekete geçtiğini fark etti. İri yarı adamın genç gardiyana bir şey yapacağını anlayınca ağzından ufak bir çığlığın kaçmasına engel olamadı. Barva, geriye dönmeye fırsat bulamayan gardiyanın ağzına bir kumaş parçasını yapıştırdı. Kumaşa gömülen sessiz haykırışlar ve kurtulmaya çalışan çaresiz hamleler kısa sürede durdu. Barva, gardiyanı bir bebek taşır gibi surun dibine bıraktı.

Uli, gardiyan için attığı çığlıktan utanmıştı. Hala kolunu tutan Kızıl’dan kurtulmak için ondan uzaklaşmaya çalıştı fakat başarılı olamadı.

“Her ihtimale karşı…” dedi Moita kaşlarını çatarak.

“Hangi ihtimale karşı?” Uli, tam aksi olması gerekirken kendisine güvenilmemesinden rahatsız oluyordu.

Moita tekrar yürümeye başladıklarında “Kapıya geldiğimizde, bu kez seni tanıyacaklardır. Şüphelenmemeleri önemli.” dedi açıklayıcı olduğunu umarak.

“Onları uyarmayacağım.” diyen Uli’nin yanlış anladığı açıktı.

“Biliyorum ama bizi tanımayacakları için Barva ile benim yeni olduğumuza inanmaları lazım.”

“Durwa hiçbir zaman beni bu şekilde, bir yerlere sürüklemezdi.” dedi Uli adeta tıslayarak.

Uli’nin bu ateşli haline alışkın olmayan Moita, “İşte biz de tam da buna güveniyoruz…” derken çocuğu merakla süzüyordu. Barva'nın uyarısı ile açıklamasını yarıda bıraktı. Özgürlüklerine açılacak kapıya yaklaşmışlardı.

Arka kapı labirenti de içine alan surların kuzey tarafındaki ön kapıdan daha küçüktü. Genellikle yük arabalarının geçişi için kullanılan kapının iki kanadı da metal parçalarla desteklenmiş, kalın, ahşap plakalardan ibaretti. Taş duvarların arasında dışarıya çıkıntı veriyor ve bu yüzden önündeki yol genişliyordu. Kapının her iki yanında surun üzerine çıkan yüksek taş merdivenler ve onların ilk basamaklarında sıkıntı ile oturan iki gardiyan vardı.

Üçlü yaklaştıkça gardiyanların bakışlarının üzerlerinde kilitlendiğini hissettiler ve merak edilen soruyu daha dillenmeden fark ettiler. Uli, Gardiyan Kelther’i hemen tanıdı. Gardiyanın bakışları ise Uli ve yanındaki yabancı gardiyanlar arasında gidip geliyordu.

Barva tanınma ihtimaline karşın özellikle başını kaldırmamaya dikkat ederken Moita, Uli’yi de yanına çekerek biraz öne çıktı ve “Ateşiniz var mı, efendim?” dedi. Bir eliyle ceplerini karıştırırken bir yandan da gardiyanlardan yaşça daha büyük olana yaklaştı. Sanki piposunu bulamıyor gibi bir süre oyalandı.

“Başgardiyan nerede?” dedi Kelther, Moita’ya sormasına rağmen cevabı Uli’den bekliyor gibi ona bakıyordu. Durwa her zaman Uli ile ilgili her türlü işi kendisi yapmakta ısrarcı olmuştu ve çocuğu yalnız bıraktığı pek nadir görülürdü. Fakat bu gecenin normal bir gece olmadığını hatırladı. Yıllardır Ngola Lu Hapishanesinin başına gelmiş en kötü olay, bu yangındı. Bu sırada genç gardiyanda kendilerine yaklaştı. İnce bir çubuğu kandillerden birinde tutuşturup ateşi Moita’ya doğru uzatırken Kelther’den daha şüpheci görünen hali dikkat çekiciydi.

Uli’den ses çıkmayacağını anlayan Moita, “Başgardiyan yangının başında.” dedi ateşe uzanırken. “Bu gece gördüğüm ateşin hayatım boyunca yeteceğini zannetmiştim ama…” Moita tütüne düşkünlüğünün mazeret olarak kabul edilmesini umarak omzunu silkti. O esnada bir türlü bulamadığı piposunun yerine cebinden çıkan eli, sert bir yumruk halinde ateşi veren gardiyanın yüzünde patladı.

Uli, ağzını örterek çığlığını son anda engellerken hızla geriye çekildi. O ana kadar kenarda bekleyen Barva, Kelther’e doğru hamle etmişti. Gardiyanın Moita’ya yönelen kılıcını Durwa’nın kılıcı ile yarı yolda karşıladı. O kadar sessiz bir şekilde beklemişti ki iki gardiyan da nerdeyse iri yarı adamın varlığını unutmuşlardı. Diğer tarafta Moita’nın yumruğunun burnuna inmesini engelleyemeyen genç gardiyan bu kez can havli ile kılıcına davrandı. Moita, gardiyanın kınından çıkarmaya çalıştığı kılıcın kabzasını adamın elinin üzerinden kavradı ve kabzayı gardiyanın kanamaya başlamış burnuna, yukarıya doğru çekti. Uli dehşetle kemiğin kırıldığını duydu. Artık kınından çıkmış kılıcı Kızıl’ın eline teslim eden gardiyan acıyla burnundan akan kanı engellemeye çalıştı. Bu yüzden kabzanın ensesine indiğini göremedi ve merdivenin dibine yığılıp kaldı.

Kızıl’ı izlemekten Barva’yı kaçırdığını fark eden Uli, Kelther’in başına gelmiş olabileceklerden endişeli, o yana döndü. Gardiyan eflatun üniformasının üzerinde belirmeye başlayan koyu kırmızı lekeleri elleri ile örtmeye çalışıyordu. Adamın şaşkın bakışları Uli’nin gözlerine kilitlendi. Sanki acısını çocuğun şaşkınlığı ile hafifletmeye çalışıyordu.

Barva, gardiyanın yolundan çekilmesi üzerine, beklemeden kanatlı kapıları tutan büyük kalasa yöneldi. Ancak Moita’nın yardımı ile ağır ahşabı yerinden kaldırdıklarında kanatlar hafif bir gıcırtı ile aralandı. Onları izlerken Uli’nin solukları ağırlaştı. Bu ne yüzüne çarpan sıcak yaz esintisi ile ne de geride bıraktığı yaralı Durwa ya da Kelther ile ilgiliydi. Sadece uzun zaman sonra özgür olarak aldığı ilk nefes ciğerlerini yakıyordu.

Çevrimdışı Berweuli

  • **
  • 79
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Berweuli
« Yanıtla #8 : 01 Ağustos 2016, 12:03:27 »
Doğru bir yöntem mi kullandım bilmiyorum ama aşağıya kurgunun kaba bir haritasını ekliyorum. Bu konuda bir arkadaşımla yaptığımız ilk harita çalışması. Harita üzerindebir kaç mantık hatası ve kurguyla örtüşmeyen bir kaç nokta var ama özellikle gönderdiğim bir sonraki bölümlerin daha iyi anlaşılması için bu haliyle de olsa eklemeyi uygun buldum. Umarım beğenirsiniz, Keyifli okumalar. :)



Alizarin Çölü

Kaçaklar bir süredir hapishanenin güneyindeki tarlalarda yaya olarak ilerliyorlardı. Onları takip eden ne bir kuş ne de bir insan vardı.  En azından Uli, geriye tedirginlikle baktığı o kısa anlarda kimseyi görememişti. Sadece  karanlığın içinde bir kandil gibi yanan hapishaneyi uzaktan zar zor da olsa seçebiliyordu. Bakışlarını önüne kaydırırken karamsarlıkla içini çekti. Ona hiçbir şey söylemiyorlardı. Nereye gidiyorlardı, yayan mı kaçmayı planlıyorlardı, ne zaman duracaklardı, Uli’nin hiçbir fikri yoktu. Kızıl işin bu kısmını düşünmemesi gerektiğini birçok kere söylemişti fakat Uli yine de endişeleniyordu. Bir de sanki geride kalırsa onu bırakacakları korkusuyla Moita ve Barva gibi güçlü kuvvetli iki adamın temposuna yetişmek için çabalıyordu.

Tükendiğini hissettiği bir anda aniden durduklarında Uli istemsizce olduğu yere, dizlerinin üzerine çöktü. Kalbi o kadar gürültü çıkarıyordu ki sanki kulaklarında atıyordu. O esnada tarlaların bitimindeki ağaçların arasında hareket eden birilerini fark etti. Hızla ayağa kalkarken Kızıl ya da Barva’nın da onları görüp görmediğini anlamaya çalıştı.

 Barva’nın adeta kükremesi ile Uli donup kaldı. “Mgeri! Şaşırttın beni. Gömleklerini valizine, ütüsü bozulmadan yerleştirmeye çalışırken baya gecikeceğini düşünüyordum.” 

Dört atı yedeğinde getiren ince, orta boylu bir siluet onlara yaklaşırken yeni gelenin sesi kibar bir şekilde boş tarlada yankılandı. “Hayatın gömleklerin gibi çok sıradan dostum. Tüm şaşkınlığın bundan.”derken atların yularını Barva’ya fırlattı. Kızıl’ın koca eli, Barva’nın tüm kışkırtmalarına kibar bir gülümsemeyle cevap veren Mgeri’nin elini sertçe kavrarken, Uli rahatlayarak tekrar oturdu. Barva için neredeyse Moita’nın kardeşi denebilecek benzerliğine rağmen yeni gelen adam, Uli’nin üzerinde ikilinin tam zıttı bir izlenim bırakmıştı.

Moita, onları şaşkınlıkla izleyen Uli’ye dönerek “Ata binmesini biliyor musun, evlat?” diye sordu.

Titrek bir sesle “Evet” diyen Uli, bir ata binmeyeli yıllar geçmiş olmasına rağmen en azından artık yürümeyeceklerine memnundu. Atlardan en küçük ve kontrol edilebileni seçen Moita, Uli’yi yanına çağırarak binmesine yardım etmek için iki elini önünde birleştirdi.

Göveri Hanı’nda birbirlerini tanımıyormuş gibi davranmalarına rağmen Mgeri, sürekli Barva ile iletişim halinde olmuş ve hapishane dışında, her türlü ihtiyaçlarını ve bilgiyi temin etmişti. Barva yanlarına birisini daha almak zorunda olduklarını söylerken Mgeri’yi küçük bir at bulması için uyarmıştı. Fakat Mgeri, Moita’yı kaçırmalarının bedelinin, bir iskelet kadar zayıf ve hastalıklı görünen böyle bir çocuk olacağını tahmin etmemişti. Uli’yi merakla süzerken “Yanınızda hapishaneden bir hatıra mı getirdiniz?” diyerek kendi atına çeviklikle atladı.

Moita, Uli’nin eyerine yerleştiğinden emin olduktan sonra kendisi de atına bindi.  “Asıl oraya bıraktığımız hatıra uzun yıllar boyunca unutulmayacak.” dedi neşesiz bir sesle.



Moita ve Barva’nın yaklaşık üç senedir, at sırtında yemek yedikleri, uyudukları, dinlendikleri bu seyahat şekli Uli’yi birkaç saat içinde tüketmişti. At üstünde düşmeden durabilmesi bile bir mucizeyken bu şekilde daha ne kadar dayanabileceğini bilmiyordu. Parmaklarının tek tek gevşemesi ile Uli, dizginlerin elinden kaydığını hissetti. Atın boynuna doğru eğilip dizginleri yakalamaya çalışırken, neredeyse düşüyordu.

O esnada Uli’yi kontrol etmek için arkasına dönmüş olan Moita, yardım edebilmek için atını geri çevirdi. Dizginleri yakalayıp çocuğun eline teslim ederken “İyi misin?” diye endişeyle sordu.

Uli utandığını hissediyordu. Adamın yüzüne bakmaya cesaret edemeden “İyiyim.” diye mırıldandı.

Moita “Yorulduğun zaman haber ver. Bir çaresine bakarız.” derken aslında Uli’nin durumunun farkında olmasına rağmen şuanda mola vermek için çok erken olduğunu düşünüyordu. Durwa’nın tahminlerine göre, Rebu’nun hapishaneye dönmesine çok az zaman kalmıştı, belki birkaç gün belki de sadece birkaç saat. Kaçtığını öğrendiğinde, Üç Göz tekrar peşlerine düşmek için oyalanmayacaktı. Bu da mesafeyi açmak için onları zorluyordu. Önde olmanın avantajından ne kadar faydalanabilecekleri ise hızlarını korumalarına bağlıydı. Yolun izin verdiği ölçüde Uli’ye cesaret vermek için Moita atını onun yanında sürerken ikisi de ne korkularına ne de endişelerine dair tek bir kelime etmediler.

Tüm gece at sırtında geçtikten sonra gece sabaha kavuştuğunda Ngola Lu Hapishanesi ile aralarındaki mesafe iyice açılmıştı. Yoldan uzak durarak seyrek ağaçlar arasındaki patikalardan ya da tarlaların sınırlarından ilerleyerek mümkün mertebe doğuya doğru hızlarını düşürmeden ilerlediler.

Moita, tırmandıkları tepenin ağaçsız zirvesinden, kuş uçuşuyla bir günlük mesafede olan Krallık’a bakıyordu. Buradan, Quri Kanadı’nın sınırı olduğunu tahmin ettiği dağların kızıl pus içindeki siluetlerini belli belirsiz seçebiliyordu. Sabah güneşinin pırıltılarını yansıtan çayın çizdiği yolu gözleriyle takip etti. Kuzeyde bir kanyonun kızıl, çorak kayalarının ardında kaybolana kadar manzaranın tek düzeliğini kıran bu bodur yeşilliğin müsebbibi olan çay, güneyde gözlerden uzakta Kuzgun Nehrine karışarak Quri Kanadı’nın içinden geçtikten sonra denize kavuşuyordu.

Takipçileri, muhakkak Krallık ve doğu yerine onların batıya doğru kaçacaklarını, Alizarin Çölü’nü geçmeyi göze alamayacaklarını düşüneceklerdi. Moita’nın asıl güvendiği de bu şaşırtmacaydı. Çok iyi bildiği topraklara uzaktan bakarken arkasından gelen gürültü dikkatini dağıtmasaydı o anda tüm molayı manzarayı izleyerek geçirebileceğini düşünüyordu.

Uli, durdukları esnada atından düşerek yere yığılmış ve bembeyaz bir yüzle yerde yatıyordu. Moita, Mgeri’yi çocuğun üzerine eğilmiş endişe ile yüzüne vururken buldu. İnce bedende adamın tüm çabalarına rağmen bir hareket yoktu.

“Burada bir süre dinlenelim.” dedi Moita atından inerken. Eğerinin arkasına asılı matarasını çıkardıktan sonra Uli’nin yanına diz çöktü.

“Önemli bir şeyi yok sadece yorgunluk ve sıcaktan bayılmış.” dedi Mgeri. Oldukça endişeli görünen Moita’yı rahatlatmak için söylediği sözleri kendisi de aslında pek inandırıcı bulmuyordu. Yine de Uli’yi hafifçe kaldırarak sırtının kendisine yaslanmasını sağladı. Moita’da bu esnada kurumuş dudaklara matarayı dayarken çocuğun bir parça su içmesini umut ediyordu.

“Onun bu kadar dayanabilmesi bile bir mucize… Umalım ki sadece hareketsizliğin verdiği hamlık olsun ve birkaç gün içinde bu tempoya alışsın.”

Moita’nın söylediklerine başını sallayan Mgeri, bir yaz gecesinin serinliğinde yapılan at üstündeki bir yolculuğun etkisinin güneşin alnında yapılandan farklı olduğunu bilmesine rağmen Moita’ya itiraz etmedi.

Sağlarında yükselen sabah güneşinden kaçınmak için bulundukları tepeden aşağıya indiler. Alçak toprak yükseltilerini siper alarak gölgede bir mola yeri buldular. En fazla bir saat diye düşündü Moita, daha fazla oyalanmaları söz konusu değildi.

“Bu noktadan sonrasında izimizi çok rahat sürerler.” dedi Moita başlarına gelebilecekleri arkadaşlarına açıklayarak. Ayakta, önlerindeki kırmızı topraklarları süzerken kaşları çatılı ve düşünceliydi.

“Buraya kadar gelebilirlerse eğer…” dedi Barva az önce yedikleri birkaç parça yiyeceğin kalanlarını toplarken. Mgeri sırt üstü uzanmış gözleri kapalı biraz daha dinlenebilmenin keyfindeydi. Baygınlığı atlatmanın ardından Uli, ne kadar çabalarsa çabalasın onları eninde sonunda yavaşlatacağını düşünerek yakaladığı fırsatı değerlendirmenin peşinde derin bir uykuya dalmıştı.

“Sen de biraz dinlensen iyi olur. İlk nöbeti ben alırım.” diyen Barva, Moita’nın yanına giderek koca elini kuzeninin omzuna dayadı. Çölün uyanmaya başlayan sıcağını gözlerini kısarak süzdü. “Bir ok yaran var. Hiç şikâyet etmezsin, bilirim ama bu kadar kısa sürede iyileşmen de bir mucize olurdu.” Barva, Durwa’nın onu bir yemek tepsisi ile hücreye götürmesinin ardından Moita ile bir daha bir araya gelmemişler, tüm kaçış detaylarını ince ince işlemiş olan Durwa’ya güvenerek dikkat çekmemek için birbirlerinden uzak durmuşlardı. Dün gece kaçarken de durup konuşacak vakitleri olmamıştı.

Moita, Barva’ya kaşlarını çatarak döndü. “Koskoca bir aya sen kısa bir süre mi diyorsun?” diye sordu.

“Ne bir ayı, Rebu’nun tuzağına düşmenin üzerinden sadece iki hafta geçti. Hapishanede benim bilmediğim bir şey mi içirdiler sana?” dedi Barva alayla gülerek.

“Sadece iki hafta mı?” Moita, emin olmak için tekrar sorma ihtiyacı duymuştu.

“Tatil gibi değil mi? Ben diyorum ki bir dahaki sefere dinlenmek istediğinde daha güneye inelim. Bu sıcağa denizsiz katlanılmıyor.” dedi Barva sırıtarak. Moita’nın kafa karışıklığının farkında değildi.

Barva konuşmasına devam ederken, Moita artık onu dinlemiyordu. Sırtını kendilerine dönmüş, top halinde, sert toprağın üzerinde büzülmüş Uli’ye bakarken, Durwa ve çocuk tarafından fena kandırıldığını düşünüyordu.

Çevrimdışı Berweuli

  • **
  • 79
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Berweuli
« Yanıtla #9 : 01 Ağustos 2016, 12:05:12 »
Ağza ve burna dolan toz, beyinlerini kaynatan bir güneş ve arkalarında kızıl toprakta bıraktıkları izler için duydukları endişe, Moita ve arkadaşlarını çaya ve ardından kanyona varmak için acele ettiriyordu. Buna rağmen Moita, hızlı yol almak yerine güçlerini koruyabilmek ve atlarını kaybetmemek için tempolarına dikkat ediyor ve grubunu zorlamamaya çalışıyordu.

Uli uyansa bile atının üzerinde düşmeden yolculuk yapabilmesine imkân olmadığından üç adam sırayla onu arkalarında taşımaya karar vermişler ve yüklerinin bir kısmını Uli’nin boşta kalan atına yerleştirmişlerdi.

Beline sıkı sıkı tutunarak düşmemeye çalışan beden o kadar zayıftı ki Mgeri onu ilk gördüğünde, Uli onda bağlandığı ipler sayesinde ayakta durabilen, sıska bir kukla izlenimi uyandırmıştı. Çirkindi, acınası bir perişanlık hali vardı üzerinde. Eski sağlıklı bedenine kavuşsa güzel olur muydu onu da kestiremiyordu. Onu ilk gördüğü andan itibaren yirmisinde bir erkek olduğunu düşünmüştü ta ki Moita’nın rahat su içirebilmesi için Uli’yi göğsüne yasladığı ana kadar. Sürekli evlat ya da çocuk diye çağırmasına rağmen Moita’nın da bir süre aynı hücreyi paylaştıkları Uli’nin bir kadın olduğunu biliyor olması gerektiğini düşünüyordu. Belki de anlamamıştı. Eğer öyle ise ona anlatacak olan kendisi değildi ve öğrendiğinde yüzünde oluşacak ifadenin hayali ile keyifle gülümsedi.

Çayda verilen kısa bir mola ile serin akan su, öğle güneşinin altında kavrulmuş bedenlere can katmış, yüzlerdeki toz ve toprak su ile hızla yıkanıp gitmişti. Mataralar tekrar dolup, atlar sulandıktan sonra oyalanmadan çayı sağlarına alarak tekrar kuzey doğuya, kanyona doğru yola çıktılar.

Moita atına binmesine yardım ederken fark etti ki Uli gittikçe solan yüzü, gölgelenmiş gözleri ve sıcaktan çatlayan dudakları ile çok fazla zorlanıyordu. Atına binip, kızın arkasına yerleştikten sonra diğerlerine döndü. “Güneş batmadan önce şu kanyona varalım, beyler!” dedi artık tempolarını arttırmaları gerektiğine işaret ederek.

“Dadali yakınlarda bizimle bağlantı kuracaktır… Gözünüz açık olsun.” Barva bir yandan söylenirken diğer yandan gökyüzünü tarıyordu.  Sonunda atını hızlandırıp Mgeri’nin ardından Moita’ya katıldı.

Öğlen güneşi altında kızılın en göz alıcı renklerini giyinip gölgesini soyunan, yaklaştıkça büyüyen vadiye varmak için atlarını zorladılar. Kanyon, ne yolu kesilecek bir ticaret kafilesinin güzergâhı üzerindeydi ne de yerleşim yerlerine yakındı. Arasından geçen küçük çay da olmasa, buralarda ne bir bitki barınabilirdi ne de bir av hayvanı bulunabilirdi. Bu yüzden her ıssız yolda karşılaşmaktan korkulan eşkıyalarla karşılaşılabilecek bir yer de değildi. Uzun süre devam eden tozlu bir kızıllıktı sadece. Tek cezp edici tarafı kanyonun her iki yanındaki kayalık yarların gölgesindeki güneşten uzak serinlikti.

Uli, Mgeri ile yol alırken arada başını tutamayıp uyukladığından Moita’nın önünde otururken kendisini daha iyi hissediyordu. Bu sebeple gecenin karanlığının ve yorgunluğunun izin vermediklerini şuanda yapabiliyor, gözünün önünden geçen manzaraya dikkat edebiliyordu. Etrafını izlerken hapishanenin duvarlarından gördükleri ile örtüşmeyen çevrenin farklılığının ya da her istediği yere gidebilecek olmasının onu heyecanlandırmadığını fark etti. O kadar özgür olmadığını hissediyordu. Şuanda onun yükünü sırtlanan bu adamlara muhtaçtı. Onların çıkarları ile örtüştüğü sürece onu alıkoyacaklardı. Gerçekten özgür olsaydı nereye gidecekti ki? Gittiğinde sevinç ve özlemle karşılanacağı, ait olduğu bir yer yoktu. Azuran’a geri mi dönecekti? İçini öfkeyle çekti. Bu Moita’nın dikkatinden kaçmamış, başını yana yatırarak Uli’yi kontrol etme ihtiyacı duymuştu. O ise her zamanki gibi bakışlarını hızlıca adamdan kaçırdı.

Moita, hafifçe gülümseyerek başını kaldırdı. Sıradan bir günde karşılıklı içilen soğuk bir içkinin arasında yapılan günlük bir sohbetteymişçesine “Uli, isminin tamamı mı?” diye merakla sordu.

Kısa bir sessizliğin ardından cevap geldi. “Hayır.”

Moita güldü. “Hımm… Ses tonuna bakarak bana tüm ismini söylemeyeceğini hissediyorum.”

“Haklısın.” Uli, hücredeki deneyimlerinden Kızıl’dan kurtulamayacağını hissediyordu. Üstelik yılmadan hala sormaya devam ediyordu.

 “Kaç yaşındasın evlat?”

“Sence?” Uli Moita’yı çok bekletmeden bir çırpıda söyleyivermişti.

Moita bir süre düşündü. “Zayıflığın açıkçası bana pek yardımcı olmuyor. Fakat yapabildiklerini düşündükçe sana gençliği yakıştırmak da zor…20 mi?”

“Doğru bildin.” Uli konuyu çok fazla uzatmadan adamı, söylediği şeyin doğruluğuna inandırmak istiyordu. “Senin yaşını da ben tahmin edeyim mi?”

“Elbette, hatta merakla bekliyorum.” Moita sırtını dikleştirerek, göğsüne yaslanmış Uli’nin de dik durmasını sağladı.

Uli sadece gülümsemekle yetindi. Yarasını iyileştirirken adamın bedeni ona tahmininden de çok bilgi vermişti. Üzerinden kaç mevsim geçtiğinin dışında ensesine yakın saçlarının arasında, gençliğinden kalma yarayı hatta sol kolunun zamanında kaç yerinden kırıldığını bile söyleyebilirdi. Daha en başından yaşının kaç olduğunu bilse de sanki karar veremiyormuş gibi görünmek işine geldi. Ayrıca adamı şaşırtmaktan hoşlandığını hissetti. “33 yaşındasın…”

Moita cevap vermeden bir süre şaşkınlıkla şüphe arasında bocalayarak Uli’yi süzdü. “O kadar yaşlı gösteriyorum ha?” Moita sakallarını hoşnutsuzlukla kaşıdı. “Peki, nasıl bildin?” Sesinde hayranlıktan çok Uli’ye karşı temkinli olması gerektiğini düşündüren bir ciddiyet vardı.

“Ben sana nasıl bildiğini sormadım.” Uli rahatsızlığını gösterircesine kımıldandı.

“Sormadın çünkü… doğru değildi. 25 yaşındasın.”

 “Durwa mı söyledi?” Bu Uli ve Durwa’nın soranlara söylemek için kararlaştırdıkları bir rakamdı.

“İnkâr etmiyorsun.”

“Hakkımda başka neler söyledi?”

“Durwa’ya boşu boşuna kızıp durma. Başka bir şey söylemedi.” Moita, Uli’nin yüzünü görebilmek için öne eğildiğinde onun iyice solduğunu gördü. “Bizi ne olarak görüyorsun bilmiyorum ama endişen yersiz.” dedi çocuğu rahatlatmaya çalışarak.

“Size güvenmiyorum.” derken Uli, Kızıl’dan bakışlarını kaçırdı. Hem onlara muhtaçtı hem de yüzüne karşı onlar hakkındaki kötü düşüncelerini söylüyordu. Yanılıyor olsaydı bile bu sözlerinin karşısında onu yolda bıraksalar kızamazdı.

“Biliyorum.” Moita daha fazla Uli’nin üzerine gitmeden konuşmanın bitmesine izin verdi. Şüphelerini doğrulamış olması yeterliydi. ‘En yakınımdakiler güvenmemişken senin sözlerin sahildeki bir kum tanesi gibi.’ diye içinden geçirdi.


   
Uli, tüm yorgunluğuna aldırmadan uykunun tatlı sıcaklığına direnmeye çalıştı. İlk defa bu kadar uzun süre mola vermelerine rağmen bundan faydalanmak yerine uyanık kalmak istiyordu. Çöle girmelerinin üzerinden iki gün geçmişti ve o bu sürenin bir kısmını yarı baygınlık geri kalanını da nerde olduğuna aldırmadan uyuyarak geçirmişti.

Güneş, hiç bu kadar yakından hissetmediği sıcaklığı ile bedenindeki tüm gücü tüketiyordu. Güneyde güneşin rengi soğuğun rengi olan mavi ve griydi ama bu topraklarda, buradaki her şey, taş, toprak, ender de olsa rastladıkları çöl hayvanları gibi, sarı ya da kızıldı. Kuzeydeki her şeye alışabilirdi fakat sıcakla ve güneşle baş edemeyeceğini biliyordu. Evini hatırlatan gecenin soğuğunu daha da hissedebilmek için örtülerini üzerinden aceleyle attı.

Mgeri ve Moita uyuyorlardı. Barva ise kayalıkların siperine yaktıkları ateşin başında hareketsizce oturuyordu. Güneşin doğmasına daha birkaç saat vardı fakat gündüze göre sıcaklık o kadar düşmüştü ki koskoca adam örtülere gömülmüş ve küçülmüştü. Kendi battaniyesini de yanına alarak ateşin başına Barva’nın karşısına oturdu. Üşümüyordu fakat bunu ona belli etmemek için bir sevgili gibi örtülerine sarıldı.

“Uyuyamadım.” Barva sormasa da Uli açıklamak istemişti.

Barva tarafından hoş karşılanmadığının bilincindeydi. Mgeri’nin sessiz nazikliği Moita’nın ilgili korumacılığının aksine Barva, daima kabalıktan uzak bir umursamazlık içerisindeydi. Şimdi bile kendisine bakmamıştı.

“İki gündür, bir haftaya yetecek kadar uyudun zaten.” diye mırıldanan Barva yıldızsız gökyüzünü süzüyordu.

Uli utanarak bakışlarını kamp ateşine indirdi. Bu onlara yük olduğunu söylemenin farklı bir yolu olmalıydı. Labirentten onları geçirerek kaçmalarına yardımcı olmamış mıydı? Neden bunun için bile bu adam kendisine müteşekkir olmuyordu. Ettikleri iki cümlenin ardından Barva’nın bakışları gökyüzünde, Uli’nin ki alevlerin ışığında dakikalarca sessizlik içinde oturdular.

 “Genç gardiyanı… hani kaçarken ağzına bir şey dayadın ya… Nasıl?” Uli ağzında kelimeleri gevelemeye başladığını anlayınca sustu.

“Nasıl mı, bayılttım?” Barva, sırıtırken örtülerin altına dalan eli, kesesinin içinden, koca avucunda çok küçük kalan metal bir kutuyu çıkardı ve açıp Uli’ye doğru uzattı. “Özel bir bitkinin yağı ve aromasıdır. İki nefes bayıltmak için yeterli.” Zefir’in ismini kendisine saklamıştı. O sırada Uli’nin geriye doğru bedenini çekerek nefesini tuttuğu Barva’nın dikkatinden kaçmadı. Mgeri’ye kutuyu ilk gösterdiğinde, güzel kokulara duyduğu meraka yenilerek, adamın iki saniye de bayıldığını hatırladığında keyifle sırıttı. En azından, bu çocuk Mgeri’den daha sağduyuluydu.

 “Biraz daha uyusam iyi olacak.” dedi Uli. Aceleyle kalkarken beceriksiz bir şekilde battaniyelerine dolandı.

Barva, Mgeri’nin mizah anlayışının yarısına sahip değil diye geçirdi içinden. “Uyumakta zorlanıyorsan biraz koklamak ister misin?” diyerek kutuyu Uli’ye doğru salladı.

Uli, kendi kendine gülen adama şaşkınlıkla bakarken o yağa ihtiyacı olmadan uyuyabileceğine emin olduğunu söylememek için kendisini tuttu. Korkuyla başını sallarken, aceleyle uzaklaştı.

Barva, kutuyu yerine kaldırırken, “Sağduyulu fakat kesinlikle espriden anlamıyor.” diye mırıldandı.

Çevrimdışı Berweuli

  • **
  • 79
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Berweuli
« Yanıtla #10 : 05 Ağustos 2016, 10:48:21 »
Kulağına çalınan seslerle Uli’nin gözleri kendiliğinden aralandı. Kıvrıldığı kayanın dibinden, duyduğu kadın sesinin sahibini ileride bir çember halinde oturan gölgeler arasında zar zor seçebildi. Kadın yine konuştu. Uli daha iyi görebilmek için ayağa kalkarken omuzlarından kayan örtüsünü son anda yakaladı. Konuşmalar kısa bir an durdu ve başların bir kısmı kendisine döndü. Moita ve diğerleri de grubun içerisindeydiler. Anlaşılan günlerdir onları bekleyen adamlarla buluşabilmişlerdi.

Barva’nın, neden sürekli gökyüzüne baktığını bir gün önce öğrenebilmişti. Mgeri’nin bir atmaca olduğunu söylediği kuş kendilerine doğru alçaldığında, Barva’nın sevinç nidası ile korkup kaçmadıysa ancak ya çok cesur bir hayvan olmalıydı ya da bir tanıdık. Atmacanın her iki özelliğe de sahip olduğunu Uli kısa sürede anlamıştı. Barva’dan başkasına yanaşmayan Toli, Moita’nın adamlarının, onları Son Vadi’de beklediğini yazan bir pusulayla gelmişti. Şimdi ise ne zaman ve nasıl ulaştıklarını fark edemediği Son Vadi dedikleri yerde olmalıydılar.

Mgeri, yerinden kalkarak tekrar uyumaya meyilli Uli’nin kararsızlığını sonlandırdı. Yanındaki yeri gösterirken, “Bizimkilerle tanışma vakti…” diyerek Uli’ye nazikçe gülümsedi.

Gökyüzündeki aydınlık, güneşin doğmak üzere olduğunu söylüyordu. Ateş yakılmamıştı, bu yüzden Uli yüzleri tam olarak seçemiyordu fakat çölü birlikte kat ettiği üç adamın haricinde üç kişi daha saydı. Yeni gelenleri merakla incelerken, Mgeri tanıştırma görevini kendiliğinden üstlendi.  Orta boylu tıknaz olan Guroni’ydi. Onun kardeşi Arte ise daha uzun boylu ve inceydi.

Mgeri, en çok merak ettiği kadını en sona bırakmıştı. “Dadali. Moita’nın kuzeni ve bu iri oğlanın ablası.” derken sağ yanındaki Barva’nın omzuna tozunu almak istercesine iki kere vurdu.

Dadali, ismi söylenirken sanki ışığın yetersizliği iyi görmesine engel değilmiş gibi Uli’yi dikkatle inceliyordu. Uli, kızardığını hissetti. Kadının varlığının, zayıflığını, çelimsizliğini ve kadınlıktan uzak görüntüsünü daha da vurguladığını hissediyordu. Uli kendisi ile kıyasladığında gömleği ve bir erkek gibi giydiği pantolonuna rağmen arkadaşlarından kesinlikle ayrılıyor, oturuyor olması bile bunun anlaşılmasını engellemiyordu. Sabahın alaca aydınlığında kızıl olduklarına yemin edebileceği, kalın bir örgü halinde sırtına bıraktığı uzun saçları da Uli’nin fikrini destekliyordu; kendisini saymazsa bir grup erkeğin arasındaki tek kadındı.

O esnada Barva yanında oturan ablasının omuzlarına kolunu doladı. “Suç benim mi? Soyumuzun erkekleri her daim iri olmuştur.”

 Mgeri alayla güldü. “Pisboğazının suçunu soyuna atıyorsun yine.”

 Dadali, ikisini de görmezden gelerek Uli’ye sordu. “Peki, sen kimsin?”

Uli sadece ismini söyledikten sonra sustu. Kadının sesi oldukça güzel diye düşündü. Belki de Dadali’nin sesiyle uykusundan uyanmasının sebebi buydu. Bir an onu şarkı söylerken hayal etti. Sonra hayalperestliğine kızarak Mgeri’nin uzattığı bardağa sarıldı ve diğerleri tarafından unutulmayı bekledi. Bir süre sonra Uli’nin pek hoşsohbet olmadığı anlaşılınca yarım kalan tartışmalarına aynı hızla geri döndüler.

“Hala, o ihtiyar gardiyan ile ayağımıza kadar gelen mektubun bir bağlantısı olduğunu düşünüyorum.” dedi Dadali ısrarla. Konuyu aynı noktaya getirip duruyordu.

“Sadece bir tesadüf olabilir.” En gençleri olan Arte bıkkınlıkla ekledi.

Dadali, alayla ona döndü. “Bu kadar tesadüfe ancak çocuklar inanır.”

Guroni, Dadali’nin bazen çekilmez birisi olduğunu biliyordu hele ki inatçılığı su yüzüne çıktığında katlanılması zor oluyordu. Yine de kadının mantığının şaşmazlığına birçok kereler şahit olmuştu. “O halde bizi de inandır.” diyerek kardeşi Arte ile kadının arasına girdi.

“Pekâlâ…” Dadali, nasıl olurda gözlerinin önündekini göremiyorlar diye düşünürken içini çekti. “Moita’nın tuzağa düşürüldüğü yerden birkaç saatlik mesafedeki İsina’da tesadüf bu ya Bia’ya rastlıyoruz.” Guroni, kadını başıyla onaylarken Dadali, aynı ciddiyetle anlatmaya devam etti. “Nedense hancı da sadece bizim kulaklarımıza, Rebu’nun yakaladığı yaralı kaçağı hangi hapishaneye bıraktığını söylemekte pek hevesliydi. Böyle bir bilginin dışarı sızmasını Rebu’nun isteyebileceğini pek sanmıyorum. Bize, gelin, Moita’yı bu hapishaneden kurtarın diye mesaj bırakacak hali de yok.”

“O halde?...” Moita, Dadali’nin konuşmak için arada şevklendirilmeye ihtiyacı olduğunu bildiğinden nefes aldığı bir andan faydalanarak araya girdi.

“O halde… Geriye tek seçenek kalıyor; Ngola Lu’dan birisi dışarıya bilgi sızdırdı. Rebu’nun kaçağının kimliğini açıklayabileceği kişilerden birisi de bu Başgardiyan. Başka türlü olsa ihtiyar adam, hayatında hiç görmediği Moita’yı nasıl tanısın? O hapishanede Moita’nın kaçmasından çıkarı olabilecek başka kimse olmadığını da zaten biliyoruz.”

Dadali, dâhil bütün bakışlar son cümle ile birlikte Uli’ye döndüğünde, “Çocuğun son ana kadar hiçbir şeyden haberi olmadığını söyledim.” diyerek Moita tüm soruları Uli’den uzaklaştırdı.

Uli, başını önüne eğerken, ihtiyarın kollarının ne kadar geniş olabileceği, kulağının ne kadar delik olabileceği hakkında bir fikirleri olmadığını düşünerek kendi kendine gülümsedi. Rebu, kaçağının Moita olduğunu söylemeseydi bile Durwa’nın kesinlikle bunu bileceğinden emindi.

Dadali, haklılığından emin devam etti. “Durwa, Moita’yı ve onun İsina kasabasının yakınlarında yakalandığını biliyordu ve arkadaşlarının da muhakkak oraya gelip araştırma yapacaklarını da tahmin etti. İsina’daki hancıyı tanıyor ve güveniyor olmalı. Bu bilgiyi gerekli yerlere iletebilmesi için - ki o gerekli kişiler biz oluyoruz- bir handan daha uygun bir yer de bulamazdı zaten.“

Arte dalgınlıkla ilk aklına geleni sordu. “Hancı sizi nasıl tanıdı?” Dadali’nin ters ters kendisine baktığını görünce açıklama ihtiyacı hissetti. “Yani… alnınızda, biz kaçaklarız, diye yazmıyor.”

“Alnımızda biz yabancılarız, diye yazıyordu.” Mgeri Arte'ye göz kırptı.

“Mgeri’nin de daima, ben buralara ait değilim, diye gezindiğini de unutuyorsun.” Barva, taşı gediğine koyduğundan emin bir şekilde Mgeri’ye başını eğdi. Mgeri oturmasının izin verdiği ölçüde iri adama reverans yapıp gülümsedi.

“O tarz kasabalarda çok fazla gelen giden olmaz.” Dadali, konuşması arasında birbirlerine takılma fırsatını kaçırmayan Mgeri ve Barva’ya ters ters baktı. “Hancı, dedikodu yapacak çok kişi bulamadığından, her gün aynı yüzlere aynı şeyleri söylemekten sıkıldığından dem vurup, uzun saatler masamızda oturmuştu hatırlarsanız. Laf arasına da ünlü bir kaçağın Ngola Lu’ya götürüldüğünü sıkıştırmıştı.”

Kafası karışmış bir şekilde Arte tekrar araya girdi. “Başgardiyan Bia’yı nasıl ayarladı peki?”

“Hancı tanıştırmasaydı Bia’yı fark etmemiz çok güçtü aslında. Kıyıda köşede oturan, çekingen birisiydi.” Dadali, sanki önemli bir mesele değilmiş gibi geçiştirdi Arte'nin sorusunu.

“Hancının Bia’nın nereden gelip nereye gittiğini bildiğine eminim.” dedi Mgeri aynı ehemmiyetsizlikle.

Arte hafifçe öksürerek araya girdi yine. “Bu demek oluyor ki Başgardiyan bir kaçağın hapishanesine geleceğini biliyordu ve haftalar öncesinden kaçağın adamlarını içeri sokabilmek için mutfaktan adam kovup, yerine geçecek olanı da başka kasabalardan çağırdı. Bu gardiyanla gerçekten tanışmak isterdim, inanılmaz birisiymiş.”

Dadali ne söylediğinin farkında olmadan konuştu. “Bia’ya rastlamamız tamamen tesadüftü bence.”

“Hâlbuki biz tesadüflere inanacak kadar çocuk değiliz.” Arte alay ve Dadali’nin tezini çürütmüş olmanın hazzıyla geriye kaykıldı. Aynı anda Guroni’nin takdir dolu kalın dirseğini karnında hissetti fakat Dadali’den soğuk bir bakış aldı.

“Sizin Ngalo Lu’ya geleceğinizden haberdardı bence. Bir yolunu bulup muhakkak sizi içeri sokardı.” Sessizlikten faydalanan Uli, ansızın araya girdiği için herkesin şaşırdığını biliyordu. Kızararak Moita’ya döndü. “Senin hapishaneye getirilmenden sonra tuhaf davranmaya başlamıştı. Bir şeyler çevirdiğini anlamam lazımdı. Hâlbuki her şey gözümün önündeydi ama anlayamadım.”

“Eğer tahminlerimiz doğruysa, Durwa’ya çok şey borçluyuz, Uli. Bunu asla unutmayacağımı bilmeni istiyorum.” Moita, elindeki kupayı Uli’ye doğru kaldırdı ve bir dikişte bitirdi. Diğerleri de aynı şeyi yaptığında Uli, hapishaneden kaçtığından beri ilk defa içinin rahatladığını hissediyordu. O esnada Uli, onların Durwa’nın çabalarını hak edecek kişiler olmalarını diledi.

Bardaklar boşalınca sessizlik tekrar aralarına çöktü.

“Belki yakalanman bir rastlantı sonucu olmuş olabilir ama bir kere madenin kaynağını gördü mü, Rebu senin elinden kaçmana kolay kolay izin vermeyecektir.” Dadali yine dayanamamıştı.

“Benim de yakalanmaya niyetim yok.” derken Moita, Dadali’yi rahatlatmak için gülümsedi. “Bir gün daha bu güzergâhtan ilerleyip, sonra kuzeye döneceğiz. Daha fazla kuzey doğuya doğru ilerlersek Rebu’nun yapamadıklarını çöl ziyadesiyle yapacak. Üç gün boyunca önümüze tek bir su kaynağı çıkmayacak, haberiniz olsun.”

Guroni, geldikleri yönü işaret etti.  “Neden, bizim geldiğimiz yoldan, batıya dönmüyoruz? Kuzeye gitmek yerine batıya denize doğru gitmek bizi daha fazla hızlandırmaz mı?”

“Bu yönden kaçtığımızı anlasalar bile çöl bizi olduğu kadar onları da yavaşlatacaktır. Belki de bu kadar düşünmeye bile gerek kalmamıştır, bilemiyorum. Onların çölden geçmeyi göze aldığımızı bildiklerinden emin değiliz. Eğer tahmin ediyorlarsa çöle girmeden batıda yolumuzu kesebilirler. Alizarin Çölü isminin bile bizi korkuttuğunu düşünüp içinden geçmekten alı koyduğuna inanmalarını ümit ediyorum.”

“Her zamanki gibi hayalperestsin…” derken Dadali başını sallayarak kuzeninin iflah olmazlığına gülümsedi. Kadın, geçmişte de olduğu gibi şimdi de onu takip edecekti, çölün içlerine doğru olsa bile.

“Bazen babamızın o romantizminin sen de tekrarlaması beni de şaşırtmıyor değil.” Barva sözlerinin manasını düşünmeden konuşmuştu.

“Bu bir iltifattan çok Moita’nın annesine hakaret gibi…” dedi Mgeri kahkaha ile gülerek.

Uli, sözlerin manası ile boğazına kaçan acı içeceğin yarattığı öksürüğü durduramadı.

“Alışkın olmayanların yanlarında yaptığın şakalara dikkat et, Mgeri. Hadi ben bunlara aldırmayacak kadar romantik bir adamım ama neredeyse çocuğu boğacaktın.” Moita bir bardağa doldurduğu suyu Mgeri’nin Uli’ye içirmesi için uzattı.

Uli öksürüklerinin arasından kan hücum etmiş yüzünü saklamaya çalışarak “Ben ufaklık değilim.” diye itiraz etmeye çalıştı. Ama genzindeki acı buna izin vermedi. Suyu minnetle yudumladı.

Çevrimdışı Gunslingers

  • **
  • 83
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Berweuli
« Yanıtla #11 : 11 Ağustos 2016, 14:13:50 »
Yazım diliniz ve detayları aktarış hızınız insanı hikayenin içine çekiyor.
Bu hikayenin yanı sıra Cadı isimli olanıda merak ile takip ediyorum.
Akışınızı bozmamak ve bitişte daha faydalı eleştirilerde bulunabilmek için yorum yazmadım ama bir yerde beğenimi ifade ederek teşvik etmeninde faydası olabileceğini sanıyorum.
Elinize, dilinize sağlık.
KA bir tekerlektir, daima döner...

Çevrimdışı Berweuli

  • **
  • 79
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Berweuli
« Yanıtla #12 : 11 Ağustos 2016, 22:18:31 »
Gunslingers, güzel yorumunuz için teşekkür ederim. Cadı'da bir kaç güzel yorum almıştım ama burada ses çıkmayınca acaba bu kurguda bir şeyleri yanlış mı yapıyorum hissine kapılmadım değil ama yorumunuz dediğiniz gibi teşvikten öte mutlu etti :D Hem teşekkür edip hem de yanıtı bölümsüz  bırakamamak istedim. Keyifli okumalar :)



***

“Peşimizdeler.” Dadali’nin uyaran sesi, tüm başların geriye dönmesine sebep oldu.

 Uli, kadını duymasına rağmen geriye bakacak gücü kendinde bulamadı. Güneş çok yakıcıydı, hava çok kuru, idareli tükettikleri su ise sürekli kuruyan dudaklarını bile ıslatmaya yetmiyordu. Uli, hayatı boyunca böyle bir eziyete maruz kalmamıştı. Hâlbuki hapishaneye kapatıldığında bile daha zor durumlarla baş edebilmişti.  Eski gücü yerinde olsaydı bu sıcak onu bu kadar etkiler miydi, bilmiyordu. Üstelik bir süredir diğerlerinin arkasında oturamayacak kadar da bitkindi. Şuanda Moita’nın önünde, adamın tek kolu ile kendisini desteklemesiyle eyerde düşmeden durabiliyordu. İşte Rebu onlara yetişmişti, o anda zihninde bu cümle neşeyle yankılandı. Zaten kaçmayı da o istememişti ki. Bu diğerlerine ihanet gibi hissettirse de bir süredir yakalanmayı diliyordu.

Moita, kucağındaki Uli’nin dualarından habersiz, geride bıraktıkları kızıl çölün değişmeyen manzarasını taradı. Ağzını ve burnunu tozdan korumak için sardığı kumaşın kıvrımları arasından görünen bir çift mavi göz, kaygı ile kısıldı. Yer yer kızıl kayaların yükseldiği eğimsiz arazide ne bir toz bulutu ne de bir hareket fark edebildi. Dadali’nin işareti ile bakışlarını yerden yükselen sıcak dalgaların bulanıklığından bulutsuz mavi gökyüzüne çevirdiğinde belli belirsiz bir noktanın bir eksen etrafında döndüğünü gördü.

Dadali’nin atmacası Toli’den başkası değildi. Sahibine yerlerini bildirmek için yaptığı gibi işaret etmek istediği yerin üstünde bir daire çiziyordu. Sessizce ama altındakilerin varlığını sadece başlarını kaldırarak fark edebilecekleri şekilde yüksekten uçuyordu.

Moita, öfkeyle yakıcı havayı kumaş kıvrımları arasından solurken Dadali ve Barva ile bakıştılar. Onların da kaşları endişeyle çatılıydı. Tüm öngörülerinde yanılmıştı. Üç Göz’ün bu kadar ısrarcı olabileceğini hesaba katmamıştı. Rebu, hayatını bir çölde tehlikeye atacak kadar gözünü karartabildiğine göre, Soysuz’un ona ne kadar altın vaat ettiğini merak etmemek elinde değildi.

O esnada göğsüne düşen bir ağırlıkla başını eğdi. Uli yeniden kendinden geçmişti. Bu adamlar onları yakalayamasa bile, tıpkı yaşlı gardiyanı daha önceden uyardığı gibi, yol Uli’nin canına okuyacaktı. Onu yanlarına katan Durwa’ya içinden söylenirken diğerlerini harekete geçirmek için atını mahmuzladı.

Dört gündür çok kısa molalarla kuzey yönünde ilerlemişlerdi ama beklentilerinin aksine çöl tükenmek bilmiyordu. Atlarıyla da paylaştıkları suları ancak onları bir gün daha ayakta tutabilirdi. Onlar da kendileri gibi zor koşullara idmanlı güçlü hayvanlardı ama bahtlarına Alizarin Çöl’ü düşmüştü. Eğer bu gece bir su kaynağına ulaşıp biraz dinlenemezlerse, devam etmekte oldukça zorlanacaklardı. Arkalarındakilerin, ödül avcıları olmadıklarını, öyle olsa bile, daha görüş mesafesine ulaşamadıklarını düşünmekten başka umutları yoktu.

Bunu bilen Moita, Toli’nin uyarısından sonra, tepelerinde beyinlerini kaynatan güneş ikindiye dönene kadar adamlarını durmaksızın ilerletti. Önlerinde seyrek bir bitki örtüsü belirmeye başladığında, diğerlerine belli etmediği yollarını kaybettiklerine dair endişeyi sırtından atabildi. Yapraksız uzun dikenlere sahip, şekilsiz çalılar sonunda bir su kaynağına yakın olduklarına işaretti. Kısa bir süredir hızını düşürmüş olan gruba öncülük eden Guroni, araştırdığı yönde, temiz su sağlayabilecekleri bir kuyu olduğunu haber verdiğinde Moita rahat bir nefes alabildi.

Sıcağa rağmen, gece yönlerini kaybetme korkusu ile şu ana kadar gündüz yolculuk etmişlerdi. Artık devam edecek halleri kalmadığından, peşlerindekiler cehennem zebanileri bile olsa hiç kimsenin iyice dinlenene kadar yerinden kıpırdamaya halinin olmadığını bilen Moita, kuyunun yanına geldiklerinde erken mola verilmesini söyledi. Bir süredir bilmediği bir dilde sayıklayan Uli kucağındayken atından yavaşça kaydı. Onu kuyunun yakınlarında yere dikkatle yatırdıktan sonra matarasında kalan son suyu kızın kurumuş dudaklarına değdirdi. Uli uyanmayınca “Hadi Uli… içmelisin.”  diyerek ısrar etti.

Gözlerini aralayan Uli, sudan bir yudum aldıktan sonra üzerine doğru eğilen bir çift mavi göze odaklandı. “Esvara?” Gülümseyerek Moita’ya bakıyordu ama onu görüyor gibi değildi. Gözleri başka yerlerde dolanırcasına cam gibiydi.

“Esvara mı?” Yanlarına çöken Mgeri son anda duyduğu kelimeyi tekrarladı.

“Hayal görüyor.” Moita, bir yudum daha içmesi için matarayı tekrar yaklaştırırken “Benim Esvara.” diyerek Uli’yi yatıştırmaya çalıştı. İkinci yudumu içemeden tekrar daldığında Moita, boynuna inmiş kumaşı çözüp çocuğun başının altına koydu.

Güneşin batması ile düşen ısı, bedenleri ani bir ivme ile soğuturken Moita adamlarının ancak gece yarısına kadar dinlenmelerine izin verdi. Yola ay ışığında devam edeceklerdi. Boşalan mataralar ve kaplar dolduruldu, atların ihtiyaçları olabildiğince giderildi. Dinlenmiş bedenlerle birlikte moraller biraz daha yükselmişti. Moita için artık peşlerindekilerin de aynı zor şartlarla baş etmeye çalıştıklarını bilmek yeterli değildi. Çölde yalnız olmadıklarını anlamak, iyimserliğinin pek de işe yaramadığını açıkça kanıtlamıştı. Tekrar yola çıkmak için ayaklandıklarında, eşyalarını atına yerleştiren Barva’ya seslendi. “Kuyuyu doldurun!”

Bir anda ani bir sessizlik aralarına düşmüştü. Barva, tüm şaşkınlığına rağmen Moita’nın sözünü tekrarlattırmadan Arte ve Guroni’yi de yanına alarak kuyunun başına gitti. Çevredeki kızıl kayaların çokluğu işlerini kısa sürede bitirmelerini sağlayacaktı. Suya düşen taşların çıkardığı gürültü bir süre sonra duyulan tek ses oldu.

 “Uzun süre karşılaşabilecekleri tek kuyuyu kapatırsak, çölden sağ çıkamayabilirler, farkında mısın?” diyen Mgeri,  Moita’nın yanına gelirken oldukça gergindi.

“Farkındayım.”

“Ya Rebu’nun adamları değillerse. Bizimle hiç alakası olmayan insanların hayatları ile oynuyor olabiliriz.”

Moita atının boynundaki kayışları kontrol ederken Mgeri’ye bakmadan cevap verdi. “Uzun süredir çölde gördüğümüz tek hareket onlar. Ardımızda hiç kimse yokken, bu mesafeyi bu hızla kapatan Rebu’dan başkası olamaz.”

“Ya değillerse?” diye Mgeri ısrar etti.

“Öyle ya da değil, bu riski göze alıyorum.” diyen Moita,  kaşlarını çatmış olan Mgeri’ye döndü.  “Arkamızdakilerin biraz akılları varsa bizim peşimizden gelmek yerine doğuya dönerler. Sadece bir günlük mesafede birkaç kuyu daha var. Oraya kadar idare edebilirler. Bu çölü geçmeye cüret eden birinin en azından bu kadarını bilmesi gerekir. Onlar kuyu bulmakla oyalanırken biz de çölden çıkmak için yeteri kadar zaman kazanmış oluruz.” Moita, Mgeri’nin itirazlarındaki haklılığını kabul etse de bu kararı almak zorunda olan kişi, kendisi olduğu için arkadaşını şanslı saydı. En azından bunun yükünü o taşımayacaktı.

İlgilenmesi için Uli’nin başına gönderdiği Dadali, şimdi yanlarındaydı. Mgeri’nin Moita’nın emirlerine karşı çıktığını duyduğu belli, kadının kaşları yine çatılmıştı. Uli’nin kendine geldiğini söyleyecek kadar yanlarında oyalandıktan sonra soğuk bir bakışla Mgeri’yi süzdükten sonra ayrıldı.

Mgeri, Moita’nın annesiymiş gibi davranan kadının korumacı tavırlarına alışkın olduğundan aldırmadı. “Umarım haklısındır.” diye söylendi kendi atı ve eşyaları ile ilgilenmek için ayrılırken. Kuyuya tek bir taş bile atmaya niyeti yoktu.

Moita,  Mgeri’nin uzaklaşmasının ardından Uli’nin uzandığı yere gelip çömeldi, sıcak eliyle kızın alnına dokunurken endişeyle sordu. “Beni iyileştirmek için yaptığın şey, her neyse, neden onu kullanmıyorsun?”

Uli göz kapaklarını aralamaya üşendi, alnındaki sıcak temastan kurtulmak istese de kıpırdayamadı. “Yapamam… Gücüm yok.” Moita’nın iyileştirme gücünü biliyor olmasını fark etmedi bile. Derin bir nefes aldı. “Beni bırakacak mısın?” Kızıl’ın yüzünü görebilmek için şimdi kahverengi gözlerini kocaman açmıştı. Özgürlüğe bu kadar yaklaşmışken geriye dönmek istemiyordu. Nasıl yakalanmayı dileyebilmişti? Şimdi de adamdan bunun aksini duymak için can atıyordu.

“Bunu yapacaksam eğer seni şimdi burada bırakmam akıllıca olur. Böylelikle Rebu seni bulur ve hapishaneye geri götürür. Fakat ne yaparsın ki Durwa seni bıraktığım için cehenneme gitsem bile beni bulur ve derimi yüzer. Açıkçası o ihtiyar, darağacından çok daha korkutucu.”

Moita sözlerinin karşılığında Uli’den hafif, titrek bir gülümseme aldı. “Yakalanırsan gerçekten asılacak mısın?”

“Yakalayabilirlerse…” dedi Moita, Uli’nin doğrulmasına yardım ederken, böyle bir ihtimale inanmadığı sesinden anlaşılıyordu. “Oldukça uzun süredir kaçıyoruz. Bu sefer de ipe gitmeye hiç niyetim yok.”

“Üç yıldır, değil mi?”

“Yoksa Durwa hikâyemizi çoktan anlattı mı?” Moita, oldukça eğleniyor, ihtiyarın daha ne kadarını bildiğini merak ediyordu. Uli’nin su içmesi için matarayı yaklaştırdı.

İki yudum arasında “Çok kısa tuttu.” dedi Uli aceleyle. Sanki Durwa’nın ağzı sıkılığından memnun değildi.

“Uzun bir hikâye olduğunu mu düşünüyorsun?” dedi Moita. Çocuğun hikâyesini en az onun kadar merak ettiğini hissetti. O esnada Barva yanlarına gelerek her şeyin hazır olduğunu söyledi. Moita, Uli’nin hafif bedenini rahatlıkla yerden kaldırırken kulağına fısıldadı. “Belki bir gün anlatırım.”



Kuyunun yanında verdikleri moladan itibaren takip edildiklerine dair bir hareket yoktu. Fakat bir süredir Moita’yı asıl endişelendiren yakalanmaktan ziyade Uli’nin yüksek ateşiydi. Sudan başka bir şey içmeyi ya da yemeyi reddeden Uli, bilinçsiz bir şekilde uyuyor ve bir türlü iyileşmeye yanaşmıyordu. Bu durumda Barva’nın şifa bilgisi ve bitki kesesi de çaresiz kalmıştı. Çocuğun rahat bir yatakta, bakıma, serin bir ortama, direncini arttıracak şekilde beslenmeye ihtiyacı varken, toz ciğerlerine doluyor, boğazı kısıtlı su ile ıslanıyor ve kemiklerini birbirine geçirecek bir tempoda at sırtında yapılan bu yolculukla başa çıkmaya çalışıyordu.

Çölden çıkalı sadece iki gün olmuştu. Kuzey doğudan, dağlardan gelen çayın yanında dinleniyorlardı. Yazın son günleriydi, cılız su ancak ayaklarını ıslatacak kadar, neşesiz bir şekilde akıyordu.  Öğleni bodur ağaçların gölgesinin altında dinlenerek geçirirken çevreyi incelemek için ayrılan Dadali dönmüş, Guroni ise hala ortalarda yoktu.

 Uli’yi bedenini kavuran ateşi ile baş başa, bir ağacın gölgesinde bırakan Moita ve diğerleri, bulduklarını ve gördüklerini anlatan Dadali’nin etrafına toplanmışlardı.

“Kanyon Mezarlığı’ndan çıktığımız tepeye kadar tırmandım.  Gözle görülebilecek kadar yakın mesafede hiç bir hareket yok fakat her ihtimale karşı Toli’yi daha güneye gönderdim. Aslında kapalı kuyuya kadar yaklaşması niyetinde değildim.” Dadali kuyunun kapalı olmasının sorumlusu değillermiş gibi konuşurken Mgeri’nin teki kaşı alayla kalkmış, dudağının kenarı yukarı doğru kıvrılmıştı. Bunu fark eden Dadali sözünü yarıda keserken adamın alaycı yüzünü taklit etti.  “Önceden bu yufka yürekliliğini, Moita’nın mali hesaplarının arasında sıkışıp kalmana bağlardım, Mgeri. Eline kılıç aldığında yüreğinin biraz da olsa katılaşacağını düşünmüştüm ama geçen bunca zamana bakıyorum da değişen hiç bir şey yok.”

“Her ne kadar bunu sen söylüyor olsan da değişmediğimi duyduğuma mutlu oldum, Dadali.” Mgeri, kadının çıkışını sakinliğini koruyarak bastırmaya çalıştı.

“Ama ben değiştim. Zamanında bize kimse acımadı şimdi de durmuş, kaybettiklerimizin yanında bir kuyunun hesabını yapmayacağım.”

“Kaybettiklerimizi unutmuyorum ama…”

Dadali’nin sesi acıyla keskinleşti.  “Ben geleceğimi kaybettim ya sen Mgeri?”

Mgeri, kadının gözlerindeki acıyı görmeye daha fazla dayanamayacağını hissederek cevap vermeden başını çevirdi.

Barva o ana kadar ablası ve Mgeri arasında geçen tartışmaya müdahil olmak istememişti fakat her iki tarafında kendilerini eski üzüntülere kaptırmak üzere olduklarını hissediyordu. “Hadi ama… geçmişi deşmenin zamanı değil. Rebu’nun arkasından güldüğümüzde istediğiniz kadar birbirinize girersiniz.”

Dalgın bir şekilde sessizce oturan Moita, “Devam et, Dadali.” diyerek araya girdi. 

Genç kadın, Mgeri’ye bakmadan tekrar anlatmaya başladı fakat sesinde az önceki güçten eser yoktu. “Planladığın gibi yollarını değiştireceklerini düşünüyordum fakat Toli benim bulunduğum yüksekliğin çok aşağısında bir harekete rastladı.”

Kızıl kahve sakallarının bir gölge gibi kapladığı yüzünü buruşturan Barva homurdandı. “Bu Rebu ahmağı kendini öldürmeyi kafasına koymuş.”

“İnatçı bir adam, hapishaneye kadar onunla çok kısa bir yolculuk yaptım ama kolay pes eden bir tip olmadığı adamlarını yönlendirişinden belli. Acımasız da. Hafife almayın.” Dadali’ye döndü. “O olup olmadığına dair bir kanıta hayır demezdim, Dadali.” Moita’nın mavi gözleri kadının üzerinde beklentiyle birkaç saniye dolaştı.

Dadali kucağındaki kumaşın kıvrımlarını hızla araladı ve eline aldığı oku Moita’ya fırlattı. “Toli bir hatıra alarak, aralarından sıyrılmayı başardı.” Atmacasının becerileri ile her zaman övünen kadın az önce olanları unutmuş gibi kuzenine keyifle gülümsedi.

Moita yakaladığı oku incelemek için göz hizasına doğru kaldırdı. Alelade bir gövdenin ucuna yerleştirilmiş kırmızı, üç yönlü tüyler ile sıradan bir metal uçtan oluşan okun onu böğründen yaralayan oka benzeyip benzemediğinden emin olamadı, yarasından oku çıkaran Uli’ye göstermeden de olamayacaktı. Oku kadına geri verdi. “Bu sende kalsın… Uli kendine geldiğinde doğrulatırız. Planda değişikliğe gerek yok. Bu adamlar kuzeyi bizim kadar iyi tanıyamazlar bu avantajımızı kullanarak yapabildiğimiz kadar kısa sürede Nzeli topraklarından çıkacağız…”

O esnada bir atın aceleci ayak sesleri ve birisinin yere hızla atlayan adımları ile başlarını geriye döndürdüler. Guroni, terden ıslanmış ve kızarmış yüzü ile Dadali’nin yanına hızla çöktü. Oturur oturmaz eline tutuşturulan, çayın soğuk suyu ile dolu maşrapayı arada yudumlayarak alelacele anlatmaya başladı. “Önümüz temiz. Yerleşim yerlerinden çok uzak değiliz ama sadece kuzey batıya doğru inen vadide, bir saatlik mesafemizde güney batıya yönelmiş bir konvoy var. Tüccar değiller. At arabaları için seçtikleri kumaşların rengi onlarca mil öteden fark edilebilecek cinsten. Çingeneler olduklarına eminim.”

“Uzun Livan’ın çingeneleri olabilirler mi?  Onları unutmuştum. Aslında güneye göçmek için tam zamanları…” Moita’nın dudaklarında hafif bir gülümseme peyda oldu. Livan, lakabı gibi, Barva ve kendisine bile boyun ağrıttıracak kadar uzundu, bir o kadar da ince…

“Benim de aklıma ilk onlar geldi. Emin olmak için biraz yaklaşmayı göze aldım. Gecikmemin sebebi de bu. At arabalarının haricinde yanlarında hayvan kafesleri de var…”

“Vahşi hayvanları ehlileştiren tek çingene kabilesi Livan ve ailesidir. Onlardan başkası olamaz.” dedi Moita düşünceli bir şekilde sakalını kaşıyarak.

“Onların bu kadar yakınlarında olup da yanlarından geçip gitmek yazık olacak.” diye hayıflandı Barva. Kısa bir an durduktan sonra düşünceli bir şekilde Moita’ya baktı. “Aslında Uli’yi bırakabileceğimiz onlardan daha güvenilir kişiler bulamayız.”

“Kesinlikle olmaz.” diyen Moita öfkeyle soludu.

“Şifacı değilim ama bu şekilde giderse Yuzini’ye varmadan onu kaybedeceğiz. Bunu anlayabilecek kadar ölüm gördüm…” dedi Barva, ısrarla.

“İkisine de söz verdim. Ne olursa olsun…”

“Eminim Durwa da onun ölmesini istemez. Barva kırk yılda bir, doğru bir laf eder. Bu da onlardan birisi.” Mgeri uzun süredir koruduğu sessizliğini aniden bozmuştu.

Dadali de Moita gibi Mgeri’ye şaşkınlıkla baktı. Moita kadar olmasa da Mgeri başından beri Uli için endişelenmiş ve sık sık onunla ilgilenmişti. Moita, adamın söylediklerinde ciddi olduğunu kavrayınca Dadali’ye döndü. “Sen ne düşünüyorsun?”

“Uli için en iyisi bu. Bizim için de tabi ki.” Dadali, Moita’nın kararan yüzünü gördüğünde kuzeninin, hoşuna gitmese de bu fikri kabul ettiğini anladı.


Çevrimdışı Berweuli

  • **
  • 79
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Berweuli
« Yanıtla #13 : 16 Ağustos 2016, 09:55:06 »
El Kapısı

“Yaşayacak mı?” diye soran Dina, endişe ile Kusta’nın vereceği cevabın iyi olmasını diledi.

“Bir şey söylemek için erken.” Kusta, kumaş katları arasından süzülen sütü, koca nasırlı elleri arasında kımıldanan yavru kaplanın ağzına tutuyordu. Küçük bedende çırpınan minik kalbin aceleci atışlarını hissedebiliyordu.  Sirklerinin tek dişi kaplanı Okro, sabaha doğru üç yavru dünyaya getirmişti. Yavruların anneyi emmediğini ancak ikisi öldüğünde fark edebilmişlerdi.  Annenin sütünde bir sorun olmalıydı çünkü şu anda Kusta’nın verdiği at sütünü yavru az da olsa içiyordu.

 “Peki Okro nasıl?” Livan, Kusta’nın başının üzerinden ileriye baktı.

Demir parmaklıklı kafesin içinde volta atan iri sarı kaplan, kendinden söz edildiğini anlamış gibi onlara doğru hırladı.

 “Yavruyu reddetmez değil mi?” Dina, dayanamayarak yavrunun kürkünü, beyazın üzerindeki siyah tüyleri parmağıyla hafifçe okşadı.

“Okro’nun ilk doğumuydu. Yavruyu emziremezse yanına yaklaştırmama ihtimali yüksek.”

Az önce yanına gelen Livan’ın oğlu Vasili, kocasının kulağına bir şeyler fısıldarken Dina, hayvan bakıcısı Kusta’nın sözlerine dikkatini kaybetti.

Livan, “Sizden başkası görmedi değil mi?”  diye sordu oğlunu araştırarak.

“Palu hemen bana haber verdi.” Vasili, kendilerini dikkatle dinleyen üvey annesini gülümsemesiz bir bakışla selamladı.

“Gidelim.” Livan, yavru kaplanı ve akıbetini ertelerken Dina’yı da yanında sürükledi.

Dina, “Ne oluyor?” diye mırıldandı.

“Oraya gittiğimizde anlarsın.” Livan daha fazla açıklama yapmak istemedi.

Konakladıkları kamp yerinden ve kalabalıktan uzaklaşırken, Vasili ikisini ağaçlıkların ilerisine götürdü. Palu ve iki nöbetçinin yanında, yabancı üç kişi vardı. Arkalarından vuran ışıktan dolayı, ağaçların bitiminde, sadece karanlık bir siluetten ibarettiler.

Yaklaştıklarında eşini kucaklayan adamın kızıl kafası Dina’yı sevinçle gülümsetti. “Moita! Görüşmeyeli uzun zaman oldu.”

Livan’dan ayrılan Moita birkaç adım gerisinde çingene liderinin ikinci eşinin neşeyle parlayan yüzüne gülümsedi. Kadın eşinin omzuna gelecek kadar uzundu. Livan’ın çingenelerinin kadınlarının ününü hak edecek kadar da güzeldi. “Ben de sizleri tekrar gördüğüme memnunum fakat acelemiz var.”

“Olmadığı zaman mı oldu?” Dina, sitemkar bir şekilde kollarını göğsünde kavuşturdu.

 Livan’ın uzun kolu eşinin beline dolanırken “Yine hangi arı kovanına çomak soktunuz?” diye sordu merakla.

“Rebu peşimizde.” Moita, Livan’ın dudaklarından dökülen uzun ıslıkla adama keyifle sırıttı. Bu ıslık ona göre bir takdir ifadesiydi.

Moita’nın arkasında sadece kucağında bir yığın taşıyan Barva ve Guroni’den başkasını göremeyince merakla kaşları yükselen Livan “Diğerleri nerede?” diye endişe ile sordu.

“Onlarla daha sonra kuzeyde buluşacağız.” Moita geriye Barva’ya dönüp Uli’yi ondan aldı.

“Yolunuzu ayıran nedir peki?”

“Yardımınıza ihtiyacımız var.” Moita kucağındaki Uli’nin yüzünü açarken Dina ilgiyle öne çıktı. “Yanımızda götüremeyeceğimiz kadar hasta.”

Livan’ın kaşları çatılırken Dina çoktan, baygın Uli’nin alnını yoklamış, nabzını tutmuştu. Görüntüsünün acizliği yüreğini titretirken kaygıyla kaşları birleşti. “Onu bu hale nasıl getirdiniz?”

“O da bizim gibi bir kaçak. Yanınızda bulunması bile sizi tehlikeye sokmaya yeter.” Livan onu almayı reddetse bile Moita onları suçlayamazdı ama reddedeceğine inansaydı bunca yolu da gelmeyeceğini biliyordu.

Dina onu şefkatle adamın kollarından alarak kolayca kucakladı. Livan’a kalmadan Dina çoktan kararını vermişti. Livan kolunu Dina’nın omzuna dolarken gülümsedi. “Emin ellerde olacak merak etme.”

Moita, Dina’ya yaklaşarak “Uyandığında ve gittiğimizi öğrendiğinde çok kızacak, biliyorum. Bunu ona verirsen belki beni anlar. Ayrıca geri almak için döneceğimi de söyle.” Boynundan çıkardığı bir zincire takılı kadın yüzüğünü Dina’nın avucuna bıraktı. Barva ve Guroni, Moita’nın ne verdiğini gördüklerinde şaşkınlıkla kısa bir an bakıştılar. Rebu’ya yakalandığında, ailesine ait armanın küçük bir kopyasının işlendiği yüzüğünü, yakaladığı kişinin Moita olduğunu kanıtlamak için ondan alınmış fakat buna dokunulmamıştı.

Üçlü atlarına binerken Dina, sonradan aklına yeni gelmiş gibi Barva’yı uyardı. “Bir abla tavsiyesi, Tena’nın gözüne görünmeden gidin.”

Mahcup bir şekilde ensesini kaşıyan Barva, “Beni gördüğünü söylemezsin değil mi?” derken, koca adam kızardı. Tena’nın erkek kardeşlerini düşünürken ablası Dina’yı hesaba katmadığını fark etti. Hele ki kadının kendisinden yana olduğunu hiç düşünmemişti.

“Daha ölümüme susamadım, oğlum.” Dina sırıtırken Barva daha da mahcup oldu.

Dina’nın kucağındaki Uli’ye son bir kez süzen Moita, Vasili ile de vedalaştıktan sonra arkasına bakmadan konaklama yerinden hızla uzaklaştı.


***
Moita’nın ayrılışının ardından sadece bir gece geçmişti. Vasili, bir gün içerisinde ikinci defadır, yabancı birilerinin konak yerlerine yaklaşmakta olduğunu, babasına haber veriyordu. Farklı olarak ilkinin aksine bu seferkine hazırlıklıydılar. Livan tedbiri elden bırakmayarak konakladıkları yerin çevresine daha sık ve daha uzağa gözcülerini yerleştirmiş,  yaklaşan birilerini çok önceden öğrenme şansını elde etmişti.

Bu yüzden Livan, en büyük oğluyla birlikte Dina’nın tüm gece ayrılmadığı çadıra girdiğinde her şey planladığı gibi ilerliyordu.  Eşi, çingenelerinin şifacısı yaşlı Opampe ile birlikte, ilk gördüklerinde erkek zannettikleri çocuğun etrafındaydılar. Yüksek ateşinden başka bir yarası ya da sorunu olup olmadığını anlamak için iskeletten farksız bedenini yokladıklarında bir kız olduğunu keşfetmişlerdi. Cinsiyetiyle birlikte bilmedikleri diğer mevzu ismiydi. Ne Moita aceleyle ayrılırken söylemeyi akıl edebilmişti ne de onlar adama sormayı. Kendine gelemediği için de ona soramadıklarından ismi sadece ‘kız’ olarak kalmıştı.

Livan eşinin olumsuz bakışlarından kızın durumunun düzelmediğini anladı.  “Ne zaman burada olurlar?” Vasili’ye sormasına rağmen Dina ile endişeli bakışlarını paylaşıyordu. 

“Yarım saati bulmaz.”

“Dina, kızı hazırlayın… Vasili…” Livan bir an durakladı, eliyle alnındaki saçlarını geriye doğru tararken bakışlarını oğluna çevirdi. “Kusta’ya söyle Okro’yu kafesten sandığa alsın. Biz de birazdan geliyoruz.”

Vasili babasının emrinin sebebini sorgulamadan hızla yanlarından ayrılırken Livan’ın ne yapmaya çalıştığını anlayan Dina itiraz etti. “Okro yeteri kadar sakinleşmedi. Kızın kokusunu aldığı anda kapıyı kırabilir.”

“Rebu, bütün kampı aramak isteyecektir. Tek bakamayacağı yer, vahşi hayvanların kafesleri.”

“Boz’un ki olmaz mı?” Dina, Livan’ın kızı kucaklamasına yardım ederken hala endişeliydi.

“O kaplana güveneceğime kızı Rebu’ya elimle teslim ederim daha iyi.”


Konak yerinin kuzeyine yerleştirilmiş kafeslerin arasında, Vasili’den aldığı işaretle Kusta, adamlarına emirler yağdırıyordu. Büyükçe bir kafesin kapağına sadece bir kaplanın ayakta durabileceği ebatlardaki kalın tahtadan, sağlam bir sandığın ağzını dayamışlar, Okro’yu sandığa sokmaya çalışıyorlardı. Okro’yu kolayca ikna etmek için avlanmış ceylanın hala sıcak bedeni kaplanı sandıkta bekliyor olmasına rağmen, taze etin kokusu bile dişi kaplanın inadını kıramıyordu. Sonunda Kusta’nın sabrı bitti, kafese doğru birkaç kere sertçe savurduğu kırbaç darbesiyle dişi kaplan sandığa girmeye mecbur kaldı. Sandığın tepesindeki kişi anında demir kapağı aşağıya indirdi. Tekerlekli sandığı iterek kafesten uzaklaştıran adamlar demir parmaklıklar arasındaki kapının açığa çıkmasını sağladılar.

 Livan ile daha önce konuştukları gibi Kusta, hazır ettiği büyük bir kova çamuru, işinin bitmesini kenarda bekleyen Dina ve yaşlı şifacıya teslim etti. Dün gece Çingenelerin Lideri ve ileri gelenleri ile yaptıkları istişarede Okro’nun kokusunu almaması için kızı çamura bulamaktan başka çare bulamamışlardı.

Kadınlar söyleneni hızlıca yerine getirdiklerinde, Uli, neredeyse burun deliğine kadar kalın bir çamur tabakası ile kaplanmıştı. Çamur yığınını, kafesin arkasındaki kapalı bölmeye taşıyan Kusta Dina’nın endişeli bakışları arasında kızı zemindeki saman süprüntülerinin üzerine bıraktı. Bölmenin kapısını kapadı ve üzerine kilitledi. Kafesten ayrılan Kusta’nın hemen ardından adamları sandığı büyük bir hızla kafesin ağzına dayadılar ve kapağı açtılar.

Okro, hızla sandıktan fırlarken dokunmadığı ceylanı geride bırakmaya aldırmıyor görünüyordu. Kafesine döner dönmez içeride birkaç tur attı. Sarı parlak tüylerinin arasından geçen çok sayıda siyah şeritler, demir kafesinde hırçın bir şekilde dolandıkça güçlü kaslarının üzerinde, gün ışında parlıyordu.  Kapalı bölmenin kapısının önünde durdu arka ayaklarının üzerine kalkarak kapıyı birkaç kez tırmaladı, gerindi. Birkaç turun ardından bunu yineledikten sonra sonunda pes ederek kapının önüne yattı.

Livan, Okro’yu izlerken karısının omzuna sarılıp onu rahatlatmaya çalıştı. “Her şey iyi olacak, bana güven. Hadi, gelenleri sakinlikle karşılayalım.”


***
Vasili babasının sağ yanında dikilirken bıyık altından konuştu. “Hırpani görünüşlerine bakılırsa… Moita epey yormuş bunları.”

On kişilik atlı grubu hızlı manevralarla at arabalarının arasından sıyrılıp Livan’ın, birkaç adamı ile onları beklediği açıklığa geldiler. Günlerdir çöl güneşinin altında ve kızıl tozun arasında yapılan yolculuk, kıyafetlerine pejmürdelik, yüzlerine hoşnutsuzluk ve bakışlarına, her an patlamaya hazır bir gerginlik eklemişti.

“Bir de onlara giderlerken bak, evlat. ” diyen Livan Rebu’yu ilgi ile süzüyordu. Üç Gözle birkaç kere yolları keşişmiş fakat hiçbir zaman şimdiki kadar içli dışlı olmamışlardı.

Önde, doru atın üzerindeki Rebu’ydu. Livan’a birkaç adım kala atını durdururken dikleşti. Çingenelerin liderini inceleyecek kadar kısa bir an gözlerini kıstı. “Bir grup kaçağı arıyoruz. Karşılaşmış olma ihtimaliniz yüksek. Bu yöne doğru geldiklerine dair izler bulduk. Hiç böyle birilerini gördünüz mü?” Sesi sert ve ahenksizdi. Ne kendini tanıtma ihtiyacı duymuştu ne de sorusunun cevapsız kalacağına dair bir tereddüdü vardı. Orta boylu ve ince yapılıydı. Yaygın kullanışın aksine kısa olan kumral saçları, adamın dar alnının büyük bir bölümünü işgal ediyordu. Kısık gözlerinin altındaki gölgeler yorgunluğunun tek belirtisiydi. İnce dudakları kemikli yüzünde güçlü bir iradenin altını çizen ince bir çizgi gibiydi.

"Kaçanın ya da kovalayanın iyi olup olmadığı beni ilgilendirmez ama bunları sormak için yetkinizi görebilir miyim?” dedi Livan aksi bir sesle.

Rebu’nun adamın cevaplarına ihtiyacı olduğundan hiç olmadığı kadar uysal davrandı. Eyerinin deri gözünden çıkardığı, kendisine istediği soruyu sorma ya da istediğini alma hakkını veren ve Batı Nzeli’nin tüm kapılarını açan, Nzeli Kralı’nın mührünü tam kalbinde barındıran parşömeni, öne çıkan Vasili’nin ellerine bıraktı. Çingene liderinin parşömeni inceleyen yüzünde mührün etkisinin oluşmasını sabırla bekledi. Nedense yazıların üzerinde gezinen gözlerde oldukça rahat bir ifade vardı. Bu Rebu’nun zihnine, ya saklayacak hiçbir şeyi olmayacak kadar masum ya da yakalanmayacağını düşünecek kadar kendinden emin bir adam görüntüsü çiziyordu.

Livan mühre bakıp ödül avcısına gülümsedi. Parşömeni tekrar oğluna verip Rebu’ya geçirmesini izlerken “Bunu, kabilemi korumak için yaptığımı anlayışla karşılamalısınız.” diye belirtti.

“Elbette… elbette…” diye sabırsızlıkla söylenen Rebu, parşömenin eyerinin gözünde hızla kaybolmasını sağladı. “Buna yetkim olduğunu gördüğünüze göre…” Olduğu yerde sürekli hareket eden atını geriye döndürürken “Kaç gündür burada konaklıyorsunuz?” diye eski sorularına bir tane daha ekledi.

“Beş gün oldu.”

“Yabancı birilerini gördünüz mü?”

“Sadece dün üç kişi yardım için kampımıza geldi. Aradığınız kişiler mi bilemem ama aralarında hasta bir kişi olduğunu söylediler. Şifacımız olup olmadığını sordular.”

“Sadece üç kişiler miydi?” Rebu, sorularını sorarken kendilerini izleyen meraklı kalabalık artmaya başlamıştı. 

“Evet.” Sanki ardından gelecek soruyu tahmin etmiş gibi Livan ekledi. “Hasta yanlarında değildi.”

Ödül avcısının atından inmemesi, onları merakla dinleyen çingene kabilesi tarafından saygısızlık addedildiğinden homurdanmalar yükselmeye başladı. Omuzlarına bile gelmediği liderlerinin önünde ezilmemek için inmediği düşüncesiyle birkaç yüzde oluşan küstah ifadeyi ise Rebu kaçırmadı.

“Kampı arayın.” Rebu adamlarına dönüp, sebepsiz emrini verdiğinde, yedi kişi itaatkar bir şekilde atından hızla inip arabaların ve çadırların arasına dağıldılar.

Sözüne itimat edilmediğini fark eden çingenelerin liderinin yüzünde ve kalabalık arasında yükselen hoşnutsuzluğun içinde Rebu, atında sakince oturdu. Arama için bir sebebi olmasa da yüzlerde silinen küstahlığı izlerken memnun bir şekilde gülümsedi. Çadırında kalmaya daha fazla dayanamamış olan Dina, eşinin yanına gelmiş ve verilen emri duymuş, aramayı asık bir yüzle izliyordu.

Ödül avcıları her at abasını taradılar, her sandığı açtılar, her çadırın örtüsünü kaldırdılar. Geride bıraktıkları dağınıklığa aldırmadan, kızgın sahiplerinden bir özrü esirgeyerek bakılmadık delik, açılmadık kilit bırakmadılar. Kafeslerinin etrafında dolanan iki ödül avcısının varlığı o taraftan yükselen hayvanların ve bakıcıların isyankar seslerini yükseltirken Livan, tüm bu arama işinin bitmesini sakinlikle bekledi. Tütününü çıkarıp sardı, hala atının üstünde duran Rebu’ya da ikram etti. Red cevabını alınca hiç mi içmediğini sordu.  Yine hayır cevabı ile karşılaştı.

Bu isteksiz sohbet esnasında, adamları parça parça Rebu’nun yanına gelerek hiçbir şey bulamadıklarını bildirdiler. Rebu, sonuca şaşırmadı. Kampı arama işi ona birkaç saat kaybettirse de çingenelere kendisinden çekinmeleri gerektiğini anlatmak için gerekliydi.  Dün gelen üçlünün ne yöne gittiğini öğrenip izlerini de kontrol ettikten sonra artık bu sefil göçebeler arasında oyalanmasına gerek kalmadı. Arkasına bakmadan adamlarını kuzeye doğru yönlendirdi.

Kusta birkaç dakikadır geride Rebu ve adamlarının ayrılmasını sessizce bekliyordu. İstediği gerçekleşince uzun Livan’a yaklaştı. “Görmeniz gereken bir şey var.” dedi hala dağılmamış kalabalığa duyurmadan. Gözleri Livan ve Dina arasında gidip geldi. Dina endişeyle içini çekerken, eşinin kaşları birleşti.

“Okro kapıyı kırmış.”

Dina korkuyla içini çekti. “Ya kız?”

“Kendiniz görmelisiniz.” Kusta daha fazla bir şey söylemeden kafeslere yöneldi.

Vasili’den Rebu ve adamlarının yeteri kadar uzaklaştığının onayını bekleyen Livan’dan önce, Dina hayvan terbiyecisinin ardına düştü.

“Hazırlanın! Yarın sabah gün doğumu ile buradan ayrılıyoruz.” Livan kalabalığı dağıtacak sihirli kelimeleri yüksek sesle duyurdu. Ardından Dina’yı Okro’nun kafesinin yanında buldu. Karısı ağzından çıkması muhtemel herhangi bir çığlığı iki eli ile örterken üzüntüden uzak bir şaşkınlıkla manzarayı izliyordu. Dina’nın başının üzerinden Livan’ın gördüğü de çingenelerin liderinde benzer bir etki yarattı.

Kız, Okro’nun altın sarısı tüylerini döşek yapmış, dişi kaplanın göğsüne başını dayamış uyuyordu. Hayvan her nefes alıp verdikçe, kendi teri ile yıkanmış kızın çamurlu yüzü yavaşça inip kalkıyordu.


Çevrimdışı Berweuli

  • **
  • 79
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Berweuli
« Yanıtla #14 : 19 Ağustos 2016, 11:15:59 »
Aile Yadigarı

Gri bulutlar, yağmurla yıkadıkları gökyüzünü parlak yıldızlara terk etmeye başladığında dolunay yeni doğmuştu. Hızı gittikçe azalan damlalar ağaçlara, yapraklara, toprağa düşmeye devam ediyor, ormanın sessizliğinde masallarda cirit atan devlerin adımları gibi gürültü çıkarıyorlardı. Üzerine uzandıkları toprak gibi hiçbir kuru yeri kalmayan Rebu ve adamları, geceyi ormanın derinliklerinde geçirirken ateş yakamayacak kadar çaresizdiler.

 Rebu, zamanın aleyhine işlediğini ve her geçen dakika ile Moita’nın elinden kayıp gittiğini bilmesine rağmen ne geri dönmeye ne de bir süre önce avuçlarında hissettiği zaferin yakıcı ateşini unutmaya niyetliydi. İçlerinde güvendiği sadece iki adamı olan grubunu bir arada tutan ödülün çekiciliği Alizarin çölünün sıcağı karşısında erimiş, bir kısmı çöle girmeden bir kısmı da çölden çıktıktan sonra ayrılmışlardı. Gün geçtikçe grupta yükselen hoşnutsuzlukları bastıran ve onları devam etmeye iten hırsının, bu akşam yağmurla birlikte sabun köpüğü gibi kaybolduğunu hissediyordu.

  Gecenin sakinliğini bölen bir ok,  nöbete gönderdiği adamlarının olağandışı sessizliğini  Rebu’ya haber verdi fakat artık çok geçti. Ödül Avcısı, başının bir karış yukarısından dayandığı ağacın gövdesine gömülen okun hedefini çok iyi bildiğinden emindi. Kılıcına davranırken yanında uyuyan adamını sert bir şekilde tekmeledi. Ayağa kalkıp açık bir hedef haline geldiğinin farkında olarak bekledi. İsteselerdi, kimsenin ruhu bile duymadan çoktan ölmüş olacağını biliyordu.

 Nöbette olan dört adamının artık ona faydasının olmayacağı belliydi. Geriye kalan adamları da bir çığın yardan aşağı hareketlenmesi gibi hızla uyanıyorlardı. Bir adamının korkuyla atların bağlandığı tarafa doğru koşarken olduğu yerde durduğunu ve arkadaşına çarpana kadar geri geri yürüdüğünü gördü. Ardından kaçış umutlarının bağlarının çözülüp kovalandıkları duyuldu, atları salmışlardı. Yayını kaldıran bir adamı sanki karanlığı okunun ucuyla dağıtmak istercesine korkuyla çevresini tarıyordu fakat hedefte kimseyi bulamadı. Rebu, birilerinin ortaya çıkacağından emin, temkinle bekledi.

Kısa bir süre sonra iri yarı bir siluetin onlara doğru, telaşsız adımlarla yaklaştığını gördüler. Rebu adamlarını ani bir hareket yapmamaları için uyardı. “Yalnız değil.” Eh bir akılsızlık yaparlarsa artık onların sorunuydu.

Mgeri karanlığı Moita ile arasına alırken önündeki iri gövdenin siperinde takipteydi, bunun bilincinde olan adam rahat bir şekilde yürüyordu. Sağındaki ağaçların arasında Arte, solunda atları kaçıran Guroni, ödül avcılarının arkasında da Dadali pusuya yatmıştı. Ok ve yayla bir türlü yıldızı barışmayan Barva da ablasının yakınlarında bir yerdeydi. Moita, sonunda sırtlarını birbirine verip bir çember oluşturmayı başarabilmiş gruba beş altı adım kala durdu. İki yay kendisine doğrultulmuş, tüm kılıçlar çekilmişti. Ayın ışığında birkaç hançerin parıltısı gözüne ilişti ama ödül avcısını ayan beyan görmesini engelleyecek kadar göz alıcı değillerdi.

“Baktık siz gelmediniz, biz size gelelim dedik.” dedi Moita ince bir alayla.

“Ne istiyorsun, çay ikramı mı?” diye sordu Rebu bir adım öne çıkarak.

Moita “Yüzüğümü...” dedi kısaca ne düşündüğünü belli etmeden.

Rebu’nun arkasından bir yayın kirişinin gerildiği duyuldu fakat karanlıktan bırakılan başka bir ok, sanki sesle tetiklenmişçesine yay sahibinin sırtına saplandı. Ödül avcısının adamlarından biri yüzükoyun yere kapaklandı.

 ‘Dadali…’ diye içini çeken Moita, çaresizlikle ellerini iki yana açtı. “Gördüğün gibi ben de adamlarımı kontrol edemiyorum. O yüzden çaya gerek yok, muhabbeti de daha fazla uzatmayalım derim.” dedi adam tüm neşesini geride bırakan bir sesle.

“Yüzüğü cesedimden alman daha kolay olmaz mıydı?” diye sordu Rebu merakla.

Moita “Ne yazık ki bir cesetle birilerine mesaj gönderemezsin.” dedi lafı dolandırmadan amacını açıklayarak.

 Rebu’nun gömüldüğü sessizlikte öfke yüklüydü. Kapana kıstırıldığı yetmiyormuş gibi bir de ona ulak muamelesi yapmak,  dişlerini sıktı ama tek kelime etmedi. Bir eli sıkıca kılıcının kabzasını kavrarken diğeri gömleğinin içine kaydı.

Moita, o gömlekten yüzük yerine bir hançerin çıkabileceğini bilecek kadar tetikteydi. “Soysuz’a söyle: kendi pisliğini kendisi temizlesin.”

Rebu, ay ışığında parlayan altın halkayı, Moita’nın görebileceği şekilde elinde bir kaç kere tarttı ve yüzüğünü tanıdığından emin olduktan sonra mücevheri adama doğru fırlattı. Yakalamasını beklemeden hafifliğinin avantajıyla Ödül Avcısı ileri atıldı ve o ana kadar zar zor tutulan yayların boşalıp, kılıçların çekilmesi için gerekli işareti vermiş oldu.

Rebu, Moita’ya doğru koşarken başını yalayıp geçen okun ürpertisini saç diplerinde hissetti fakat aldırmadı. Kılıcına yoldaş olsun diye belinden hançerini de çekti. Moita çok istediği yüzüğün yanına düşmesine aldırmadı, uzun zamandır Üç Göz ile karşılaşacağı bu anı bekliyordu.

Rebu ince, kısa kılıcını Moita’nın karnını boydan boya kesmek için savurdu. İri yarı adam kendisinden beklenmeyecek bir hızla doksan derece dönerken dirseğini geriye indirdi. Rebu boyunu avantajına kullandı. Sert dirsekten başını geriye çekerek kurtulan ödül avcısı beklemedi, sol elindeki hançeri Moita’nın belinden omuzlarına doğru kaydırdı. Metal ete değemeden kızıl adam az öncekinin aksi yönünde döndü. İki rakip, yanlarından geçen bir vızıltı ile birbirlerinden hızla uzaklaştı.

Mgeri’nin bıçaklarından biri aralarındaki havayı yarıp ilerideki ödül avcılarından birinin omzuna saplandı. Paralı adamların arasında yay tutan diğer bir adam okla vurulmuş yerde hareketsiz yatıyordu. Guroni soldan arbedeye girmiş şimdi de iki adamı karşısına almış, büyük bir ustalıkla onlarla baş ediyordu.

Diğerlerinden daha genç olan bir ödül avcısı, ilk işinde bu kadar şansızlıkla karşılaşmasına küfrederek, canını kurtarma telaşı ile Dadali ve Barva’nın kucağına doğru gittiğini bilmeden ağaçların arasına daldı. Alacağı para ile geçireceği sefahat içindeki birkaç ay artık umurunda değildi. Karanlıkta bir deve tosladığında arkalarından bir kadının hayal kırıklığı yüklü sesi duyuldu.

“O benimdi!”

“Bütün erkekler senin olamaz ablacım.” Barva, kaçağı yakasından yakalayıp ileriye fırlattı. Ağaca sert bir şekilde çarpan bedenin başına gelen Barva, hafifçe tekmeleyerek adamı yokladı. “Bayılmış.”

“Zaten hepsini kim ister ki.” dedi Dadali hoşnutsuzlukla. Yayını indirmeden kardeşinin yanına geldi. Olduğu yerden Moita’nın Rebu’yu köşeye sıkıştırdığını görebiliyordu. Kuzeninin ağır kılıcı karşısında bir hançer ve kılıçla mücadele veren ödül avcısı dövüşteki tüm ustalığına rağmen an geçtikçe yoruluyor gibiydi. Mgeri ve Guroni birer ödül avcısını kendilerine pay etmişler, dövüşüyorlardı. Yerde yatan üç avcı kıpırtısız, büyük ihtimalle ölüydüler. Diğer bir tanesi yaralıydı, acısından etrafla ilgilenecek hali yoktu.  Diğer bir tanesi ise ayaklarının dibinde baygındı.

“Bir kişi eksik…” Dadali, soluna döndü ve kardeşini beklemeden ilerledi.

Dadali’nin uyarısıyla kamp yerini aceleyle gözden geçiren Barva, hızla ablasını geçti.  Çıkardığı gürültüye aldırmadan Arte'nin kollaması gereken bölgeyi taradı. Az sonra metalin metalle mücadelesinin soğuk sesleri kulaklarında yankılandı. İri yarı adam toprağı titreten hızlı bir koşu tutturdu. On adım ilerisinde Arte'yi son ödül avcısı ile kapışırken buldu. Adamın ardı ardına gelen hamleleri ile gerileyen Arte'nin sağ kolu boş bir çuval gibi yanında sarkıyor, sol eline aldığı kılıcı ile rakibinin hamlelerini karşılamakta zorlanıyordu. Biraz daha dayanmasını ümit eden Barva, ormanı çınlatan bir nara ile ileri atıldı.

Arte, vahşi çığlıkla en az avcı kadar afallayarak duraklamıştı. Barva ‘hadi önüne dön be çocuk’ diye içinden küfretti ama Arte'nin dikkatini toplamasını beklemeden kılıcını savuran avcının eli hava da asılı kaldı. Barva, arkasından rüzgârdan daha hızlı gelen, ona yetişen ve geçen ok ile rahatladı. Genç adamın yanına gelene kadar Arte yorgunlukla dizlerinin üzerine çökmüş, eliyle omzunu kapamaya, akan kanı geçte olsa engellemeye çalışıyordu.

 “Bağırman şart mıydı?” diyen Arte acıyla iri adama çıkıştı.

“İşe yaramadığını söyleyemezsin.” dedi Barva keyifli bir övünçle.

“Baş edemediğimi söyleyemezsin.” Arte sesindeki hayal kırıklığını bastırmaya çalıştı.

“Barva söyleyemese de ben söylerim; baş edemiyordun.” Dadali, önlerinde ölü olarak yatan adamın sırtına ayağını dayayarak destek aldı ve okunu hızla çekti. Okun üzerindeki kanı cesedin ıslak giysisine sildi.

“Ona nasıl katlanıyorsun?” diye fısıldadı Arte, omzunu incelemek için üzerine eğilmiş olan Barva’ya.

“Çoğu geceler keşke Guroni ablam olsaydı diye dua ederek uyuyorum.” diyen Barva, Arte'nin sağlam omzuna elini koyarak genç adamı yatıştırmaya çalıştı. “Korkma yaşayacaksın.” derken sırıtıyordu.

Arte, Guroni’nin yaralandığını duyduğunda vereceği tepkiyi düşünerek yüzünü buruşturdu. Onu koruyup kollamalarına gerek olmadığını söylemesi, abisinin üzerinde artık bir işe yaramayacaktı.

Barva, Arte'nin sol kolunu omzuna alarak onu ayağa kaldırdı. “Bakalım bizimkiler ortalığı temizlemişler mi?”

Dadali, kamp yerine yaklaştıklarında arkadaşları tarafından kazara vurulmamak için  “Biziz!” diye seslendi.

Kısa süre önce ortalığı çınlatan tüm o hengâme artık yoktu. Mgeri, teslim olmuş bir ödül avcısını kaçmaması için bağlıyordu. Guroni etrafa saçılmış eşyaları karıştırıyor, ganimetleri kontrol ediyordu. En iyi ihtimalle işlerine yarayabilecek bilgiler barındıran bir parşömen bulurdu, en kötü durumda ödül avcılarının ceplerini boşaltırlar ya da yiyeceklerine el koyarlardı. Her ne kadar aç kalmak gibi bir dertleri olmasa da fazladan yiyecek yolculuklarını daha da hızlandıracaktı.

Guroni, Barva’nın desteğindeki kardeşinin Dadali’nin arkasından ağır aksak yürüdüğünü görünce elindeki eşyalara hışımla yere fırlattı.

Diğerlerinin bir şey söylemesine izin vermeden “Barva dikkatini dağıttı.” dedi Dadali aceleyle. Arte'nin onlar varmadan çok önce yaralandığını Guroni’nin bilmesine gerek yoktu.

“Dikkatinin dağılmasına izin vermemeliydin.” diye Guroni azarlarken kardeşinin yanında sarkan koluna gözü takıldı. Devam edemedi, diğer yandan kolunu beline dolayarak kardeşini destekledi.

“Demesi kolay.” diyen Arte bıkkınlıkla söylenirken Barva ile Guroni onu en yakın ağacın altına taşıdılar.

Dadali Moita'yı bir ağacın önünde dikilirken buldu ama Rebu'yu göremiyordu. Genç kadın kuzenine yaklaşırken yerdeki altın bir parıltı dikkatini çekti. Eğilip Moita’nın ve onun ailesinin amblemi olan, pençeleri arasında hançer tutan bir şahin figürünün kabartıldığı yüzüğü aldı.  Onu Moita’ya uzatırken Rebu’yu kuzeninin önünde, bir ağacın dibinde bağlanmış buldu. Ödül avcısının kanayan burnu kırılmış olmalıydı bir de dizinin üst kısmından pantolonu kızıla boyayan bir yara dikkat çekiyordu.

Moita, Dadali'nin uzattığı yüzüğü aldı ve şöyle bir inceledi. Rebu, onu Ngalo Lu hapishanesine bıraktığında, Soysuz Ladre’ye tutsağının kimliğini kanıtlamak için yüzüğünü ondan almıştı. Rebu’dayken çizildiğine ya da sahtesi ile değiştirildiğine dair bir işaret, bir iz arıyor gibiydi fakat hiçbir şey söylemeden yüzüğü parmağına taktı.

Elinden kaçırdığı ganimetini izleyen Rebu “Yüzüğü aldığında daha çok sevineceğini umuyordum.” dedi ve kırık burnundan ağzına dolan kanı ikilinin ayaklarının dibine tükürdü.

Moita yüzüklü elini yumruk yaptı. “Yüzük bahaneydi.” diye sırıttı.

Rebu’nun kırık kahkahası ormanda çınladı. “Bana saldırmak için…” burnundan hırıltılar çıkıyordu. “… bahaneye mi ihtiyaç duydun?”

“Düzeltiyorum.” dedi Moita gülümsemesi daha da büyüyerek. “Beni tekrar elinden nasıl kaçırdığını Soysuz’a açıklarken senin bahaneye ihtiyacın olacak diye düşündüm.”

“Ona hiçbir şey açıklamak zorunda değilim.” diyen Rebu öfkeyle haykırdı. Kelimeler ya kırık burnunda takılıyor ya da kan dolu ağzında boğuluyordu. 

Moita, bir dizini yere dayayarak Rebu’nun boyuna indi. “Bu mesele seninle benim aramda değil. Eğer öyle olsaydı, şu anda ağzınla bile nefes alamazdın.”

“Ben sadece para ile ilgilenirim.” Rebu dişlerinin arsından nefretle fısıldadı. “Benim ki de kişisel değil.”

“Anlaştık o halde.” Moita yüzüğünü görebilmesi için yumruğunu adamın gözünün önünde tuttu. “Bu mesele Soysuz’la benim aramda. Bu yüzük gibi onda benim olan ne varsa geri alacağım.

“Maleni Hanım’ı da mı?” Rebu kızıl dişlerini göstererek zevkle gülümsedi, adamı ilk defa sarstığını hissediyordu.

Moita, göz ucuyla Dadali’nin hareketlenmesini yakaladı, eliyle kuzenini durdurdu. Ayağa kalktı ve Rebu’yu tepeden süzdü ve hiçbir şey söylemeden dönerek bir daha görmemeyi dilediği adamdan uzaklaştı.

Yanında yürüyen Dadali, “Üzerinde bir şey buldun mu?” diye sordu. Maleni’nin ismine değinmemesi gerektiğini çok iyi biliyordu.

“Temiz.” dedi Moita kısaca.

Barva, Arte'nin yarasını sarmış, kalın bir askı ile  boynundan sarkıtmıştı.

“Ata binebilir mi?” diye sordu Moita ve Guroni’nin omzuna sanki kardeşinin yaralanması kendi suçuymuş gibi özür dilercesine dokundu.

“Gündüz molaya kadar idare eder. Kanamayı durdurdum. Yarayı günışığında dikmek en iyisi…” Barva içini çekerek doğruldu. Arte'nin kolunu kullanamayacak kadar derin yaralandığından korkmuştu ama uzun süre eskisi gibi olamayacak olsa da genç adamın durumu umduğundan daha iyiydi.

Aldığı tatmin edici cevapla “Sağ kalanlara yiyecek bir şeyler bırakın...” diyen Moita etrafını hızlıca inceledi. "Gidiyoruz."

Ellerinin bağlı olmalarının ödül avcılarını çok oyalamayacağını biliyordu. Artık onların peşine düşmek gibi bir arzuları kaldıysa eğer ormana dağılan atlarını bulup onları takip edebilecek geride yaralı üç kişi bırakıyorlardı. Barva ve Guroni, Arte'yi aralarına alırlarken Mgeri yiyecekleri bağlı adamlardan birinin önüne bıraktı. Dadali kendisinin olmadığına aldırmadan ortalıkta ne kadar ok varsa topladı. Oyalanmadan kamp yerinden yaya olarak uzaklaştılar. Artık birilerini sürekli enselerinde hissetmeden, en önemlisi de kış gelmeden Kuzey’e varabileceklerdi.