Kayıt Ol

Bir Mızrak, Bir Kristal ve Yaşayan Ölüler Hakkında

Çevrimdışı Lordmuti

  • ****
  • 1123
  • Rom: 35
  • Time is a drug. Too much of it kills you.
    • Profili Görüntüle
Bir Mızrak, Bir Kristal ve Yaşayan Ölüler Hakkında Atıp Tutan Yaşlı Adamın Bitmemiş Öyküsü

"Hey, evlat! Bu yaşlı adama bir içki ısmarlar mısın? İstersen sana bir de hikaye anlatırım, ha?"

"İçki istiyorsan şanslısın babalık, bugün iyi günümdeyim. Hikaye kalsın."

"Ben anlatmaya başlayayım da..."

Yaşlı adam bir tabure alıp genç olanın masasına oturdu ve hikayesine başladı.

 * * *

Ilyth'in meşhur, tabii ki kendileri için meşhur, kristali o gün her zaman olduğundan çok daha farklıydı. Gerçi kristal, bir kristalden beklendiği üzere normal olmamıştı hiçbir zaman. Yıllar önce insanlarla telepatik olarak konuşmasından tutun da, dört ay önce kendini çalmaya çalışanların üzerine -bulutsuz ve güneşli bir havada- yıldırımlar yağdırması bile görülmemiş şeyler değildi. Mavi olmasına rağmen yeşil ışıklar saçan bir kristalden başka ne bekleyebilirdiniz ki zaten?

Önceden de söylediğim gibi, kristal o gün daha farklıydı. Şafaktan birkaç dakika önceki günün en karanlık saatinde parlamaya başlamış, bunun üzerine çoğu Alwardlı güneşin doğduğunu sanıp evlerinden dışarı çıkmıştı. Kafasını kaldırıp da doğuda güneşi göremeyen bazıları hariç herkes güne olağan şekilde başlamıştı o gün.

Yine de bu normallik oldukça kısa sürmüştü. Güneşin yerinde olmadığını fark edenlerin nidalarının ardından, uyku sersemliğini üzerinden atmış olanlar ışığın kristalden geldiğini anlamışlardı. Şehirdeki en zeki kişilere ve büyücülere danışmalarına rağmen, kristalin niye bu kadar parlak bir ışık yaydığı ve ışığın renginin neden değiştiği anlaşılamadı.

Gün batımına dek süren incelemelerde de işe yarar bir şeye rastlanmadı. Kristalin parlaklığı güneş battıktan birkaç dakika sonra azalıp kayboldu. Çoğu insan, bunu kristalin normal anormalliklerinden biri olarak görüp uykuya dalmıştı bile. Ama onlar, onlar bilemezdi ki bu her şeyin sadece başıydı.

Ertesi gün kristal yine güneş gibi parladı, hatta bu sefer dün parlamaya başladığı saatten daha önce parlamaya başlamıştı. Halkın bir kısmı iki gün üst üste garipliklerin yaşanmasından tedirgin olsa da büyük çoğunluk "Birkaç gün erken kalkmak kimseye zarar vermez." diyerek konuyu gözardı ediyorlardı. İncelemeler yine fayda etmemişti. Kristal, gün batımından birkaç dakika sonra yine solup eski haline döndü.

Ertesi gün kristal dünden daha erken parlamaya başlayıp yine güneşin batmasından önce söndü. Bu durum, hiç aksamadan üç ay boyunca devam etti. Üç ayın sonunda artık Alward'da gece olmuyordu. Güneşe bir şey olmamıştı; ama kristal geceleri tüm şehri aydınlatıyordu. İnsanların uyku düzeni bundan bir ay önce bozulmaya başlamıştı ve o günlerde şehirdeki herkes yorgun ve sinirliydi.

Bir hafta sonra, Lord Archibald ve ordunun geri kalanı yardım için gittikleri savaştan geri döndüler. Şehrin tamamı o gün rahat bir nefes aldı, Lordlarının durumu düzelteceğini ve eski, refah dolu günlerin geri geleceğini umuyorlardı çünkü. O gün hemen bir divan oluşturuldu ve kristalin bu durumunu sona erdirecek bir çare aramaya başlandı. Divan ilk oturumunda bir karara varamamıştı. Ellerinde yeterli bilgi olmadığı için bir gün, ya da bir gece; artık fark etmiyordu, boyunca kristali izlemeye karar verdiler.

Kristal parlıyordu. Güneş doğdu, kristal parlamaya devam etti. Güneş yükseldi, parlaklık da arttı. Ama güneş tam tepeye geldiğinde, kristalin ışığı biraz soldu. Güneş alçaldı ve kristalin parlaklığı yeniden arttı. Ve güneş battı, ardından kristal de söndü.

"Evet, şimdi herkes düşünsün: Güneşin tam tepede olması, kristalin ışığını neden azalttı?" diye sordu Archibald divan üyelerine. Birkaç saat süren sonuçsuz tartışmanın ardından genç bir büyücü ayağa kalktı.

"Ben bunun neden olduğunu çözemedim. Hatta buradaki kimsenin de bunu çözebileceğini sanmıyorum." Bu sözler üzerine divanın kıdemli üyeleri onaylamaz bakışlarla genci süzüp anlaşılmaz şeyler fısıldadılar birbirlerine. Archibald ayağa kalkıp eliyle sessizlik işareti verdi.

"Madem ki böyle düşünüyorsun ve bunu dile getirmekten de çekinmiyorsun, söyle o halde. Ne yapalım? Ümitsizce oturup uykusuzluktan ölmeyi mi bekleyelim ya da kristali terk edip gidelim mi? Onu terk edebilecek miyiz bunca garipliğine rağmen?"

Sözler ağzından çaresizlik ve öfkeyle çıkmıştı; ama yine de o anda konuşan lordlarıydı. Genç büyücü başını hafifçe sallayarak onayladığını belirtti. "Haddimi aşmak istemedim, lordum. Sadece eski ustamın her zaman söylediği bir şeyi şimdi divana da söylemek istiyordum. Derdi ki, bilgeler bile aciz kalıyorsa o işte tanrıların parmağı vardır."

Bu sözler üzerine divandakiler bu sefer meraklı ve endişeli bir şekilde mırıldandılar. Eski tanrılar onları yaratmış ve hiçbir açıklama yapmadan buraya yollamışlardı. Kristal, eski yurtlarından onlara kalan tek şeydi ve bazıları onun tanrılarla konuşmak için bir araç olduğunu düşünüyordu.

Archibald, genç büyücünün sözleri karşısında sessizliğini korudu. Kristale ilk dokunduğu zaman hissettiği şeyler geldi aklına. O zaman hissettiği; lakin anlamlandıramadığı bu duyguyu şimdi anlamıştı. Doğrulup şöyle söyledi:

"Yarın öğle vaktine kadar toplayabileceğiniz tüm büyü kullanıcılarını kristalin çevresinde toplayın. Güneş tam tepemizde olduğu zaman hazır olmamız gerek. Şimdi dağılabilirsiniz."

Ve başka hiçbir açıklama yapmadan divandan ayrıldı.

Ertesi gün tüm büyücüler toplandı. Archibald, kristalin üzerine çıktı, bu dünyaya ilk geldikleri gün yaptığı gibi. Kristalin gücünden de yardım alarak bütün büyücülere bazı imgeler yolladı. Büyücülerin hepsi, lordlarının yapmak istediği şeyi anlamış ve çoğu bunu mantıklı bulmuştu. Yine de aralarından bazıları riskin çok büyük olduğunu düşündüğünden tereddüt ediyordu.

Güneş tepeye çıkarken ve kristalin parlaklığı azalırken, büyücüler aynı anda bir şeyler mırıldanmaya başladılar. Ses gittikçe yükseldi ve gittikçe dayanması zor bir hal aldı. Kristalin parlaklığı en soluk halini aldığında büyücülerin sesi de en yüksek perdeye ulaştı ve artık sadece kristalin üzerinde duran Archibald ile kendinden geçmiş büyücüler kulaklarını tıkamadan durabilir hale gelmişti.

Tek ve keskin bir notayla büyü bitti.

Hiçbir şey olmadı.

Ardından güçleri tükenen büyücüler yere yığılıp öylece kaldılar. Archibald düşüncesinin işe yaramadığını, büyücülerin başaramadığını sanarak kristalin üzerinden yere atladı. Yere ayakları dokunduğu anda arkasından gelen büyük bir patlama sesiyle yüzüstü düştü. O görememişti; ama tüm Alwardlılar patlamanın nedenini görmüştü.

Kristal, gökten düşen bir mızrağın tam ortasına düşmesi sonucu ikiye ayrılmıştı.

 * * *

Gökten düşen mızrağı sadece Ilyth halkı değil, doğularındaki ölüler ve hayaletler de görmüştü. Gökyüzüne lanetler savurarak savaşçılarını hazırladılar. Zamanın geldiğini anlamışlardı.

Sınırlarının güvenliğinden çıkmayı dahi umursamadan son sürat mızrağın düştüğü yere gittiler. Karşılarındaysa bomboş bir şehir ve cesetlerden başka bir şey bulamadılar. Kristalin olduğu yere gittiklerinde ise hayaletlerin lordu öfke dolu bir çığlık attı. Yetişememişlerdi.

Aramaya başlamadan önce karanlık bir ilahiye başladı hayaletler. Alward'da o gün ölen her kadın, erkek ve çocuk yerden kalkıp doğruldu. Yıkıntılardaki molozlardan bir yapı, bir tapınak inşa etmeye başladılar. Uyumuyorlardı, çünkü ölüydüler. Acıkmıyorlardı, çünkü ölüydüler.

Dinlenmeksizin çalışıyorlardı, çünkü ölüydüler.

Tapınak tamamlandığında, hayalet lord içeri girdi. Elindeki üç kudretli anahtardan ikisini sunağa yerleştirip bir dua mırıldanmaya başladı. Tüm nefreti, hainliği ve çarpıklığıyla ettiği bu duaya diğer hayaletler de katılmış, tüm tapınağı ölümcül bir ses doldurmuştu.

Tok ve lanetli bir haykırışla dua bitti.

Tapınakta hiçbir varlık, ne ölü ne de diri kalmamıştı artık.

 * * *

Archibald uyandı. Odasında değildi. Çevresinde tanıdığı türde eşyalar vardı ama odanın mimarisi garipti. “Garip değil, eski...” diye düşündü. Yerleşime geçtikleri ilk zamanlarda kurdukları tipte bir binanın, muhtemelen en küçük odasındaydı. Ayağa kalkmak için doğruldu; ama başına ve göğsüne saplanan ağrı nedeniyle yeniden yatağa uzanmak zorunda kaldı.

Birkaç dakika sonra, dengesini kaybetmeden doğrulmayı başardığında, ayağa kalktı. Odadan ve mümkünse evden dışarı çıkmak istiyordu. "Ve neden bu eski binadayım, bunu da bilmek istiyorum."
 
Oda gibi ev de küçüktü. Bir salona açılan odasının kapısından çıktıktan sonra salonun diğer ucundaki giriş kapısını görmemek imkansızdı. Dengesini korumak için duvarlara yaslanarak kapıya kadar ilerledi ve dışarı çıktı.

Güneş ışığı gözlerini yakmıştı. "Demek uzun zamandır karanlıktayım. Ve bu güneş niye olması gerekenden daha parlak?" diye düşünerek elini gözüne siper etti. Gözleri ışığın yoğunluğuna alışınca elini çekip çevresine bakındı.

Tam karşısında yaklaşık yirmi otuz tane küçük ev vardı. Bazı insanlar sokaklarda dolanıyor, bazıları ise evlerin kapılarının önünde fısıltılarla konuşuyorlardı. Sol tarafında kristali gördü. "Bir gariplik var sanki..." diye düşünerek kristale doğru ilerledi.

Gerçekten de dostum, o kristalde bir gariplik vardı. Kristalin üstüne düşen mızrak, mavi taşı tam ortasından ikiye ayırmıştı. Tabii o anda bunları bilmiyordu Ilyth’in lordu. Kristalin yüzeyini incelemeye çalıştı. Görünüşte hiçbir farklılık yoktu. Sadece mızrağın düştüğü yerde birkaç keskin çentik açılmıştı. Eskiden kristalin içinde olan yüzey de eski dış yüzeyden daha az pürüzsüz olmakla birlikte ondan çok da farklı değildi.

Archibald kafasını hafifçe sallayıp doğruldu ve kristale sırtını döndü. Neler döndüğünü öğrenmek üzere bir eve doğru ilerlerken hafifçe mırıldandı:

"Sanırım kafamı çok sert çarpmışım."

 * * *

"Peki bunları bana neden anlatıyorsun?” diye sordu handaki genç adam. Anlatıcı başını kaldırıp hafifçe sırıttı.

"Birilerinin bilmesi gerek. Bilmezseniz, direnemezsiniz."

"Peki ya sen kimsin? Bunlar ne zaman oldu bunu bari söyle bana!"

“Ben kim miyim? Bunu gerçekten öğrenmek istediğinden emin misin evlat?"

Spoiler: Göster
Başka bir forumdaki rp oyunum için yazdığım başlangıç hikayesi. Çok ustaca değil belki; ama yorumlarınızı almak istedim :).



İmparator olmayı canım kolay mı sandın?
Dünyaya kazık çaktım duyulsun adım.