Kayıt Ol

Cadı Bostanı

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Cadı Bostanı
« : 08 Temmuz 2011, 12:49:37 »
CADI BOSTANI

   Yağmur alabildiğine yağıyordu, Binlerce yıldır yağmayan yağmur birikimini bir gecede yeryüzüne aktarmaya çalışıyordu sanki. Karanlık gece, simsiyah bulutların etkisiyle katran karası bir hal almıştı. Beş- on saniyede bir çakan şimşekleri saymazsanız karanlığın sonu yok zannederdiniz. Işık yoktu, madde yoktu, yalnızca koyu bir karanlık vardı. Birden karanlığın içinden böğürtüyü andıran bir ses duyuldu.

    "Gel küçük kız, Arif amcan sana bir şey yapmayacak" Sözünün bitiminde çakan şimşek adamın iğrenç suratını aydınlattı. Kanlı gözleri yuvalarından fırlayacak gibi bakıyordu. Geniş arazide ellerinden kaçan çocuğu bulmak için arkadaşlarıyla birlikte çamurun içerisinde bata çıka yol almaya çalışıyordu. Kendince sessiz olmaya çalışıyordu ama bir boğa gibi soluk aldığı için nerede olduğunu o karanlıkta bile anlayabiliyordunuz.

    "Hadi benim tatlı ablacım" dedi bir başkası karanlığın içinden "Sana güzel armağanlar vereceğiz." Attığı kahkaha çevredeki kayalıklarda yankılandı.
 
    "Güzel pazen libaslar"

     "Cicili bicili kolyeler"

     " Kırmızı elma şekerleri." Karanlığın içerisinde aranan adamlar vaatlerini arttırıyorlardı. Bir kaç adım ötede çıtırtı duyuldu. Çakan şimşek çalıların arasında saklanmaya çalışan korku dolu gözlerde parıldadı. Yumuşak bir ses, "Eğer bizle gelmezsen üşütür hasta olursun. Bu yüzden hem kendin üzülürsün hem de bizleri üzersin" dedi. Sesin sahibi yanında yürüyen arkadaşına fısıltıyla

     "Bulamasaydık Ağa ciğerimizi sökerdi" dedi bir yandan usulca çalılara yaklaşırken. Evet, Koca Ağa, Padişahın bile baş edemeyip bıraktığı Ciğer Söken Ağa kendilerini bir küçük kız çocuğuyla baş edemediği için adamlarını ya asar ya da kazığa oturtur, ciğerlerini de öyle sökerdi.

    Evin bahçesinde günlerdir hüzün vardı. Bir kaç yıl önce buralara Balkanlardan göçen ve içinde oturdukları araziyi satın alan Hacı Beytullah efendinin ikiz torunlarından kız olan kaybolmuştu. Henüz on yaşında olan velet her yerde aranmış ama bir türlü bulunamamıştı. Neden olarak ta kendisine buralarda oturmaması konusunda tehditlerde bulunan Eski yeniçeri ağası sorumlu tutulmuştu. Nice aramalara fayda etmiyordu. Çünkü geniş ve boş arazide kendisine sayısız saklanacak yer bulabilen Ciğer söken Ağa yakalanamıyordu. 

     İşte o sabah, türlü işkencelere maruz kalmış minik cansız beden arazi yakınlarında bulunmuştu. Bir paçavra gibi atılmıştı evin yakınlarına. Evde, çaresiz ağlamalar ve yakarmalar duyuldu yalnızca. Ağlamayan, acısına katlanan bir kişi vardı. İkizlerin annesi, Hacı Beytullahın küçük gelini Zeynep kadın. Zeynep kadın herkesin yadırgadığı bir şey yapmış, yavrusunun cansız bedenini kapmış kaçırmış ve iki gün ortada görünmemişti. İki gün sonra kendisini bir mezar başında bulmuşlardı. Zavallı genç kadın yorgunluktan harap düşmüştü. Genç anne hiç iyi değildi, hastalanmış, üç gün sonra da yavrusunun yanına gömülmüştü. Hacı Beytullah Efendi ise bu olaydan sonra araziyi bırakmış ailesini ocağını toparlayıp güneye adalar denizine doğru yola çıkmıştı.

   Her yan geniş arazilerle doluydu. Arada sırada göze çarpan bahçeli evler manzaranın içinde erimişti sanki. Kente sırtınızı döndüğünüzde, kentin hemen dışında olsanız da sanki kilometrlerce ötedeymiş gibiydiniz. Arada tek tük evler olsa da bu evler bölgenin terk edilmişlik havasını etkilemiyor hatta arttırıyordu. Arazi insansız bölge gibiydi. Hatta bitkileri saymazsanız bölgede canlı yaşadığından bir kuşku duyabilirdiniz. Terk edilmiş bir bölge gibi, hani derler ya "Tanrının unuttuğu yer", işte öyle.   

   Yolcu, uzun süredir oturduğu ağaç kütüğünden baktığı bu araziye hayran kalmıştı. İki tepenin arasında kalmış bir vadi uzaklardaki denize kadar uzanıyordu. Hafif bir eğimle yükselen yamaçlar yeşilin her tonu ile bezenmişti sanki. "Yaradan Rabbim, ne güzel yaratmış ama nankör insanoğlu kendisine verilen nimetin kıymetini bilmeden çarçur etmiş" diye aklından geçirdi. Kentin hemen dışında böyle bir yer olması temsil ettiği kişi açısından önemliydi. Eğer bu terk edilmişliğin nedenini, yani gerçek nedenini öğrenebilirse buralardan yerini bilemediği geniş bir araziyi kumandanına alabilirlerdi. Mirliva Cemal Paşa burada arazi alıp kendisine emekli olduğunda yaşayabileceği bir yer yaptıracaktı.

    Etrafına tekrar bakındı. İstanbul a bu kadar yakın, bu kadar verimli bir arazinin söylenildiği kadar ucuza satılması garipti doğrusu. Evet, bir kaç yıl önce kaldırılan Asilerin kalıntıları bu arazide saklanıyorlardı ama onların temizleneceği belliydi. Bu yalnızca zaman meselesiydi.

    Sabah erken yola çıkmıştı Kadıköy’ünden. Yol tahmin ettiğinden daha uzun sürmüştü. Bir binekle gelmesi dikkat çekeceği için onca yolu yayan gelmişti. Kafasını kaldırıp gökyüzünde iyice yükselmiş olan güneşe baktı. Oturduğu yan yatmış koca ağaç gövdesinden kalktı, hızlı hareket etmesi gerekiyordu. Araziye serpiştirilmiş gibi duran bir kaç evin kapısını çalmayı aklından geçirdi ama bir sonuç alamayacağını düşünüyordu. Yinede kafasından basit bir plan çizdi. En yakın evin kapısını çalacak bir şeyler öğrenmeye çalışacaktı. Sonuç alamazsa doğuya, hayal meyal görünen köye gidecekti.

   Haklı çıkmıştı, bilgi alabileceğini düşündüğü eve gitmiş ama evde kimseyi bulamamıştı. Buralar hakkında hiç iyi şeyler söylenmiyordu. Asker kaçaklarının barınağı, hırsızların, çetelerin yatağı deniliyordu. Bütün bu söylentilere rağmen kumandanı bu araziyi satın almak istiyordu. Asıl varmak istediği arazinin nerede olduğu konusunda hala bir fikri yoktu ve bilgi alabilmek için mecburen köye gidecekti.

     Köyde kendisini karşılayan, sabahtan beri iyice aşina olduğu terk edilmişlik duygusuydu. Gördüğü kadarıyla altmış yetmiş hane olan köyün sokakları bomboştu. Evler bir kaç saat önce gördüğü arazideki evlerden farklı değildi. Bütün kapılar sımsıkı kapanmıştı. Pencerelerin her birinde kalın ağaçlardan yapıldığı belli olan kapaklar vardı. İstenmeyen konuklara karşı Bahçeler bakımsızlıktan harabeye dönmüştü. Köy sakinlerinin büyük bir kısmı ya kente veya başka yerlere göç etmişti anlaşılan.

     Vakit iyice geç oluyordu ve kendisi ne yapacağını bilemez durumdaydı. İstanbul a bu kadar yakın ve İstanbul'dan bu kadar uzak olmak şaşkınlık uyandırıyordu kendisinde. Acil bir durumda ve iyi bir arabayla bir saat sürmezdi Dersaadet'e varmak ama koca şehri İstanbul un hengâmesinden eser bulamazdınız böyle bir çevrede. Şimdiki sorunuysa bu saatten sonra geri dönememesiydi. Gece kalabileceği bir yere gereksinimi vardı. Saatlerdir yürüdüğü için yorulmuştu ve karnı iyice acıkmıştı. Köyün girişindeki ilk evleri geçtik ten sonra ana cadde sayılabilecek taşlı yoldan yürümeye devam etti. Nihayet bir açık kapı buldu. Bu köyün bakkalı olmalıydı. İçeri girdi.

    Selamım Aleyküm" dedi. Selamını alan başında namaz takkesi olan yaşlı bir dedeydi."

    "Aleyküm selam evlat"

    "Ben, birini arıyorum" dedi. Yaşlı adam söyleneni anlamamıştı. Genç dostumuz kendisine uzanan kulakları görünce işitme sorunu olduğunu anlamıştı. Yavaşça kendisine doğru eğilen yaşlı adamın kulaklarına yaklaştırdı dudaklarını. Tane tane ve az öncekinden daha yüksek bir sesle konuştu.

    "Hacı Beytullah efendinin evi için gelmiştim" dedi.   Bir an göz göze geldiler yaşlı adamla. Adam azarlar gibi sordu.

    "Ne edeceksin o evi." Genç yabancı karşısında duran adamın tepkisinden korkmuştu.

    "Şey yy" dedi titrek bir sesle.  "O evin satılık olduğunu duyduk." Yaşlı adamın gözlerinden ayırmadan gözlerini sürdürdü konuşmasını  "Ben Talat... Mirliva Cemal Paşanın yaveriyim. Kumandanım şu an birliğinden izinle Dersaadet'e geldi. Kendisi için iyi bir arazi bakıyor. Kumandanım, Hacı Beytullah efendinin evinin ve arazisinin övgüsünü duydu, almak istiyor" dedi daha alçak bir ses tonunda. Yaşlı adam şaşırmış gibiydi.

     “Desene her şey yeniden başlayacak. Karşısındaki adamın ne demek istediğini anlamamıştı ama genç yabancı sözlerine devam etti. "Evin ve arazinin ucuz bir fiyatla satılacağını duydu. Kendisi de Asitane ye geldiğinde rahat edeceği, huzur bulacağı bir yer istiyor. Araziye geniş bir konak yaptıracak. Bir kaç gün sonra kendisi gelip yeri hususen görmek istiyor. Gerekli tertibatı almak için beni gönderdi" diye sözlerini tamamladı.

     "Senin paşan kendisine alacağı daha iyi bir yer bulamadı mı? Dedi. Sesinde öfkeden çok aldırmazlık vardı sanki. “Oraya Cadı Bostanı” diyorlar, biliyorsun değil mi? O arazi uğursuz bir arazi, kimseye yar olmaz.” Sanki sözleri iyice anlaşılsın diye ağır ağır konuşuyordu. “Oralara Cadı Bostanı diyorlarsa bir bildikleri vardır" dedi. Bu sözler son sözlerdi, yaşlı bakkal başka bir şey söylemeden dükkânın içerisine yöneldi. İlk başta fark edilmeyen bir kapıyı aralayıp seslendi.
     
     "Derya! Hele bir gel bakalım" dedi. Bir kaç saniye sonra kapıda on oniki yaşlarında bir kız çocuğu belirdi.  “Hadi benim akıllı torunum, babanı çağır da gelsin" dedi. Adamın sözü biter bitmez kapıda görünen esmer yüz kayboldu.

     Yarım saat sonra iki adam arazide yürüyorlardı. Patikadan daha genişçe toprak bir yoldu üzerinde yürüdükleri. Yolun iki yanında ağaçlar ve çalılar uzanıyordu. Çoğunca meyve ağaçlarıydı ama sınır belli etmek için dikilen kavaklarda servilerde vardı araya serpiştirilen. Uzun bir zaman sessizce yürüdüler. Bir zaman sonra arkadan gelen yabancı bir iki adım önünde yürüyen köylüye seslendi.

     "Daha var mı Hacı Beytullahın arazisine” Yorgunluğu sesinde hissediliyordu.

     "Az kaldı. Cadı bostanına gelince soluklanırsınız" dedi adam yüzüne bakmadan. Bir an durdu. Derin bir nefes aldı. Duyduğuna inanmamış gibiydi, ‘demek ki yaşlı adam doğru söylüyormuş diye aklından geçirdi. "Yine mi Cadı Bostanı?" dedi bir yanıt alamayacağını bile bile. Önde yürüyen köylü, adamın yanında durdu. Yabancının yorulduğunu anlamıştı. Birkaç saniye duraklayıp soluklandılar.

    "Karanlık çökmeden geri dönmeliyiz" dedi.  Evet haklıydı. Güneş, şu an içinde olmak için pek çok şeyi vereceği kente doğru alçalmaya başlamıştı. Bir saniye durdu. Çevresine bakındı. Yola çıktıkları köy çoktan bir tepenin ardında kaybolmuştu ama görünürde bir ev falan yoktu. Yürümeye devam ettiler.

    Yaklaşık on dakika kadar daha yürüdükten sonra güneşin batmaya hazırlandığı tepede uzaklarda bir ev göründü. Uzakta görünen eski bir kulübe varmak istedikleri yer olmalıydı. Çünkü görünürde başka bir ev yoktu. "Arazi şurası mı?” dediğinde önde yürüyen adam durdu. Bir angarya yüklendiği babasının zoruyla buralara geldiği her tavrından belliydi.

    "Evet, ev orası ama araziye çoktan girdik" dedi, eliyle bir kaç dakika önce geçtikleri enkazı göstererek. Bakışlarını adamın parmakların ucuna kaydırınca az önce içinden geçtikleri belli belirsiz yapının bir giriş olduğunu fark etti.  Kapı kalıntılarının iki yanında bir iki kazık vardı sınırı belli eden. Kazıklar sağa ve sola doğru uzanıp gidiyordu, kâğıda çizilmiş ama sonradan silinmiş izler gibi. Bazı yerlerde beliriyor ama sonradan kayboluyordu. Zaman değirmeninin güçlü taşları un ufak etmeye başlamıştı tüm izleri. Bu bölgede de ağaçlara vardı ama kurumuştu pek çoğu. Hastalıklı bir organ, zehirlenmiş bir bölge gibi.

    "Hemen tepenin arkası deniz" dedi. Kılavuzu. Gösterdiği yönde alçak bir tepe vardı ama yine de dikkat edildiğinde denizin kokusu ve dalgaların uğultusu duyuluyordu buralardan bile.

    Göreceğini görmüştü. Arazi, tahmininden daha iyi bir mevkideydi. Tıpkı kumandanının söylediği gibi. Hele yeni düşünülen yeni Bağdat yolu buradan geçince değeri bir kaç misli artabilirdi. O zaman Mirlivasının keyfine deyecek olmazdı. Gerçi arazi uzun zamandır bakımsız kalmıştı, evin neredeyse bütün duvarları yıkılmıştı. Kapılar ve pencereler kırılmış bazılarıysa kasasından sökülmüştü. Bahçede kuruyan ağaçların yenilerini dikmek o kadar zor olmazdı. Bir sorun kalıyordu geriye yalnızca, az önce adamın söylediği "Cadı Bostanı" deyimi. Evin arkasına dolandı.

    Evin arkası hafif yamaçtı. Bahçenin ötesinde, yavaş yavaş çökmeye başlayan karanlıkta zorlukla seçilen bir karaltıyı işaret etti eliyle

    "Şu görünen taşlar nedir?
   
    "Onun ve annesinin mezarı" dedi korktuğunu belli etmemeğe çalışarak. Yaver şaşırmıştı.

    "O kim... Annesi kim" doğal bir şaşkınlıkla.
 
     "Beyim nerede olduğunuzu unuttunuz galiba" sesi uyarı tonları taşıyordu. Yaverin aklına geldi, burası Cadı Bostanıydı. Geri dönüş boyunca hep kafasını kurcaladı "Cadı Bostanı" Bostanı anlardı ama Cadı nereden geliyordu.

     Köye döndüklerinde, yaşlı amca kendisine izzet ikramda bulunmaktan hiç geri kalmamıştı. Fakir mutfağında ne var ne yoksa paşanın yaveri için hazırlanmıştı. Yemekte bir hayli kalabalıktılar, kendisine eşlik eden küçük oğul ve gelin yemekteydi. Özellikle de o sevimli küçük kız, Derya. En küçük evlat olarak yaşlı adamın evinde kalıyor olmalıydılar. Ağabeyler ve gelinlerde gelip kendisine hoş geldin dediler. Uzun süre askerlikten harplerden söz edildi. En büyük oğlan Mirlivasını tanıyordu.  Ve geç vakitlere kadar süren sohbetten sonra eski bir Anadolu geleneği olarak hazır tutulan misafir odasını kendisi için açtılar. Genç yabancı kendisi için hazırlanan bembeyaz çarşaflarda derin bir uykuya daldı.

     Gecenin bir vaktinde bağırışlarla uyandı. Evin ışıkları yanmamıştı ama fısıltılardan kendisini uyandırmamak için kandillerin yakılmadığını anlamıştı. Yinede dışarıdaki sesleri duyup uyanmamak için insanın ya sağır ya da kütük gibi sarhoş olması gerekiyordu. Bir haykırış bütün köyü bütün vadiyi inletiyordu sanki. Olabildiğince tiz bir sesti vahşi bir kahkaha gibiydi. Bir kadın veya kız sesi olduğu belliydi, acı çeker gibi bağırıyordu. Köpek havlamaları, kurt ulumaları ve çakal sesleri çığlığa eşlik ediyordu. Uzaklardan duyulan baykuş sesleri bile koroya dâhildi.

     Bismillah deyip yerinden doğruldu. Odanın tek penceresini örten perdeyi açtı. Dalın duvarların ötesini ay ışığıyla aydınlanmış bahçeyi inceledi. Hiç bir şey görünmüyordu ay ışığı ve gölgelerden başka. Uykusu iyice dağılmış, gözleri karanlığa alışmıştı. "Destur" deyip kapıyı açtı.

     Kapının açıldığı sofa da karaltılar gördü. Kimi birbirine sarılmış kimi bir kenarı büzülmüştü ev halkı. Yaşlı dede ve nine mırıl mırıl ezberden kuran okuyordu. Her birinin ne kadar korktuğunu anlamak için ışığa gereksinim yoktu. Akşamdan anımsadığı kapıya yöneldiğinde ayaklarına bir şeyin sarıldığını hissetti. Tam silkinip kurtulmak için harekete geçecekti ki, ince, titrek bir ses kendisini durdurdu.

    "Dur gitme, Cadı seni yer" dedi. Bu evin en sevimli kızı, Derya'ydı.

    "Torunum haklı. Dışarıdakine karşı yapabileceğimiz bir şey yok, Yaradana sığınmaktan başka" dedi Yaşlı bakkal. Adam, olabildiğince incitmeden ayağını kurtardı ve kapıyı araladı.

     Geniş bahçede her hangi bir olağanüstülük yoktu. Hala köyde çınlayan çığlığı dinledi, uzaklaşıyordu sanki. Bir iki saniye sesin ne yönden geldiğini anlamaya çalıştı. Kulakları tırmalayan iğrenç çığlık aşağılardan geliyordu. Akşamüzeri evin en küçük oğluyla beraber yol aldıkları Hacı Beytullah Efendinin arazisinin yönünden, yani Cadı Bostanının oradan.

   İçeri girdiklerinde yaşlı adam konuğuna ters ters bakıyordu. Bakışlardaki anlamı sezmek için müneccim olmaya gerek yoktu. Bir kaç dakika sonrasında Yaver Talat Bey

    " Kimdir bu?" dedi. Ardından düzelmek ihtiyacı duymuşçasına ekledi, "Neydi o ?"

     "Uzun zamandır sesi soluğu çıkmıyordu iyi saatte olsunların. Kendisini rahatsız eden bir şeyler olmalı" dedi yaşlı adam konuğunu direk suçlamadan. Talat beyden önce beraber gittikleri küçük oğlu söze girdi

    "Baba, biz kendisini rahatsız edecek bir şey yapmadık. Evi beye gösterdim ve döndük. Girerken de çıkarken de dualarımızı okuduk" Yaşlı adam yerinden doğruldu

    "Gideyim de, bende bir yasin okuyayım bari" dedi. Ağır hareketlerle odadan çıktı. Hemen ardından da genç yaver yaşıtı, sayılabilecek adama dönerek

    "Bu konuyu bana anlatmalısın" dedi. Karşısında divanda oturan adam duymadı bile. Yalnızca ileri geri hareket ediyordu dudakları kıpırdanarak.


     "Hadi anlat bakalım evlat" dedi koltuğunda oturan yaşlı adam karşısındaki gence. Genç adam da üzerinde askeri kıyafetleri olduğu halde bir gün önce yaşadıklarını anlattı odada bulunanlara. Söylentileri, gece olan bağırışları anlattı. Yörenin terk edilmişliğini söylemeyi unutmadı. Sözlerini tamamladığında yaşlı adam evinde bulunan konuklarına göz ucuyla baktı. Yaverinden dolayı gizli bir gurur bakışlarındaydı.
    Yaveriyle evinde buluşmuştu. Kendisi bu tür ayrıntılara dikkat ederdi, kul hakkından çok korktuğu için çalışma saatlerini değil kendi özel saatlerini ayırmıştı bu işi için. Yaverinin de aynı davranmasına dikkat etmişti. Bu nedenle aslen Ayasulug'lu olan yaverinin de izinli olmasına dikkat etmişti. Bu sayede Devletinin zamanını almamış olacaktı.
 
     "Bak evlat" demişti sözlerine başlarken "Bu benim özel işim ve bana yardım etmek zorunda değilsin"

     "Emir Telakki ederim" demişti yanıt olarak genç yaver. "Üstelik oraların uzun zamandır iyi bir temizliğe gereksinimi var" dedi evdeki üçüncü kişi. Bu kişi yetmişli yaşlarını süren Dersaadet'in asayişinden sorumlu olan Hilmi Paşaydı. Şehremini yardımcısı Ferik Hilmi Paşa.

     "Eğer o araziyi zat-ı âliniz alır bahse konu olan havuzlu konağı yaptırırsanız oralar kanun kaçaklarından da temizlenmiş olacaktır." Bir an durdu. Kırlaşmış bıyıklarını burarak "Belki Padişahımızın iltifatına bile mazhar olursunuz ve başarınız üzerine yıllardır beklediğiniz Ferikliğe kavuşursunuz." Hilmi Paşaya göre bir hayli genç sayılabilecek Mirliva Cemal yanındaki büyüğüne dönerek

     "Paşam nedir bu anlatılanlar" dedi. Ferik Hilmi Paşa alaylıydı. Yani ordu içerisinden yetişmişti. Mektep medrese görmese de yıllarını boş geçirmemiş kendi kendisinin öğretmeni olmuştu. Gerçi hakkında pek çok dedikodu dolaşıyordu ama kazandığı başarılar, Devleti için verdiği çabalar hakkındaki söylentileri çürütmeye yetiyordu. Yaşlı adam bıyıklarını burarak başladı anlatmaya.

      "Evet, yıllar önce Yeniçeri ocağının kaldırıldığı o Hayırlı Olaydan kaçıp kurtulabilenler bir zaman bu yerleri kendilerine mesken tutmuşlardı. Bu güzelim araziler kanunsuzluğa ve zorbalığa teslim olmuştu. Devlet-i Ali, zaman zaman baskınlar yapmış, temizlik harekâtlarına girişmişti. Tüm bu çabalar başıboşluğa kökten bir çözüm sağlamamıştı." Durdu. Gözleri dolmuştu sanki. Bir kaç saniye sonra anlatmaya devam etti.

     "Bir ara bir küçük çocuğun tecavüz edilip öldürüldüğünü duymuştuk. Bir gurup gözü dönmüş yeniçeri eskisi, minik yavruya yapmadığını bırakmamış. Bu olayın ardından kimin işlediği belli olmayan cinayetler başlamıştı bölgede. Dinsizin hakkından imansız gelir hesabı bir zaman cesetler bulunmuştu sağda solda. Halk arasında bir cadının bunlara neden olduğu, iyi saatte olsunların ehl-i müslimi koruduğu söylentisi yayılmıştı. Sonra olaylar kendiliğinden durulmuştu. En son çare olarak yeni bir Anadolu yolu yapılması kararlaştırılmıştı. Hatta o zaman tahta olan Hünkâr Mahmud-u sani ecnebi mimarlara planlar çizdirtmişti. Yaşlı adam durdu.

     "Abdülhamit han da benzer düşüncelere sahip. Yeni Bağdat yolunun bu güzergâhtan geçmesini ister." tekrar durdu. Cebindeki köstekli saatini çıkararak baktı. Toplantının sonlarına gelindiğini anlamışlardı

     "Bak evlat" dedi, "Bu iş senin, Mirlivan senden övgüyle söz etti. Nasıl tuttuğunu koparan biri olduğunu söyledi. Bu nedenle bu işi yapsan yapsan sen yaparsın. Durumu gittin gördün.

    "Ama efendim... Ben yalnızca bir gün dolaştım o arazide"

    "Olsun. Yine de bir fikir edinmişsin. Gece olanlardan söz ettin az önce. Bağırışlar dedin, haykırışlar dedin. Bu işin aslını astarını öğrenmek sana düşer." Bir an gözleri daldı. Yerinden doğruldu, ardından odadaki diğer iki kişide kalktı. Kapıya yöneldiler.

     "Tam yetkili bir gizli görevlisin" dedi genç adama. Kumandanı Cemal paşa ekledi. " Git ve çöz bu işi."

     Kapının ağzında duran yaşlı paşa, pişmanlık ya da hüzün kokan cümlelerle sözlerini bağladı. "Kim bilir belki bu yaşlı adama yıllar önce işlediği günahların kefaretini ödeme fırsatı verirsin." 

     Ertesi gün sabah namazının hemen ardından yola çıktı. O gece ailesiyle görüşmüştü ama kendisini neler beklediğini bilmediği için eşi ve çocuklarıyla vedalaşmıştı. Kanını donduran bağırışlar kulaklarındaydı, sabah bahçe kapısından kendisini yolcu eden hanımından helallik alırken. Mirlivasının harasından iyi bir at seçmişti kendisine. Bu sayede iki gün önce yaşlı bakkalın oğluyla geldiği yere gelmesi zor olmadı. Askerlik eğitimini en iyi şekilde yaptığı için yol bulma konusunda mahirdi. Geçtiği yerleri kolay unutmazdı. Özellikle de pusu kurulabilecek yerlere dikkat ederdi.

    Karanlık çökmeye başladığında verdiği kararın ne derece doğru olduğu konusunda kaygılar taşıyordu. Cadı Bostanı denilen bu yerde kendisini nelerin beklediğini bilmiyordu. O gece karanlıkta çığlık atan kişi çevresine korku yaşatmaya çalışan kaçaklardan biri olabilirdi.  Sonrasını düşünmemeye çalıştı. Rabbinin yarattığı bin türlü mahlûk vardı, Nurdan yaratılanlar, ateşten yaratılanlar ve topraktan yaratılanlar. Onlardan her hangi biri olabilirdi karşısındaki. Hatta sesin şiddetine bakarsanız öyle bir yaratıkla -hem de en azılılarından biriyle- karşı karşıya olduğunuzu da düşünebilirdiniz.

     Bir ara çalılıklar arasında bir gölge gördü. İyi bir askerdi seviliyordu, sayılıyordu ama bu kadar sevilmesinin nedeni dalkavukluk değil, iyi bir asker olmasıydı. İyi asker olmanın gereği olan koşullar tamdı. İyi silah kullanır, iyi iz sürer, iyi koku alırdı. Planlama konusunda da yetkindi. Kendisinde doğuştan var olan bazı özellikler olduğunu söylerdi arkadaşları. Çevrede olabilecek tehlikeleri sezerdi. Gündüz öyle bir hissi yaşamıştı.

     Yemeğini yemek için bir ıhlamur ağacının gölgesinde durduğunda kendisini birilerinin izlediğini hissetmişti. Kim ya da kimler bilmiyordu ama kendisini izleyen gözlerin varlığını biliyordu. Ani bir hareketle o yöne doğru seğirttiğinde yanılmadığını anlamıştı. Evet, yanılmamıştı ama bir o kadar da şaşırmıştı. Bir kaç yüz metre ardından koşmuş tam yakalamak üzereyken buhar gibi uçup kaybolmuştu kendisini izleyen gözlerin sahibi. Şaşkınlığı da o zaman yaşamıştı. Dokuz, on yaşlarında kız çocuğuydu ve bu ıssızlığın ortasında ne arıyordu.

     Cadı Bostanına vardığında geceleyebileceği bir yer aradı. Hala hırsızların kaçakların saklandığı yerlerdi buralar. Askerden kaçan soluğu buralarda alıyordu, hırsızlık yapanında saklanabileceği yerdi, işsiz güçsüz serserilerinde. Onca kanun kaçağı, it, kopuk nerelerde saklanıyordu acaba. Bireysel mi hareket ediyorlardı yoksa çete mi oluşturmuşlardı? Öyle veya böyle kendisini gördüklerine hatta izlediklerine emindi. Zaptiye olduğu fikrine çoktan varmış olmalıydılar. Bu nedenle harekete geçmek için geceyi bekliyor olmalıydılar. Geniş arazide saklanabileceği iyi bir yer bulmaya çalıştı. Saklanıp neler olup bittiğini anlamalıydı. Yol kenarına oturdu, sırtını yaşlı meşe ağacına dayadı. Kısa bir soluk almalıydı yola devam etmeden önce...

   Uyandığında çevresi haydutlarla dolup taşıyordu. Çevresine bakındı bir mağara da olmalıydı. Havadaki rutubet kokusu kanaatini güçlendiriyordu. Yer yer meşaleler takılsa da duvarlara, karanlık hükmünü sürüyordu koca mağarada.
    "Ağam" dedi kalın bir ses. "Sana bir armağan getirdik" Uzandığı yerden doğruldu genç yaver. Bir kayanın arkasındaydı ve loş mağarada onlarca gölge vardı. Kimi oturuyor kimi sağa sola hareket ediyordu. Kafasını sesin geldiği yere çevirdi. İki iri kıyım adam aralarında bir küçük yavru getiriyorlardı. Ürkek bakışlarıyla çevresini kontrol etmeye çalışan kızcağızın saçları iki yana örülmüştü. Karşıya baktı tekrar. Kayaların biraz yukarısında teras gibi bir yerde oturan adamı gördü. Bu mağarada toplanan serserilerin başı olmalıydı.

    "Hele yakınıma getirin" dedi iğrenç bir ses tonunda. Avını yakalamış bir vahşi hayvan, ancak bu kadar keyif alırdı. İki yarmadan biri kolayca sırtladı çocuğu. Bir mal, eşya gibi attı ağasının önüne. Akabinde ödülünü aldı, ayaklarının dibine atılan bir kese altın olarak.

     Ağa oldukça gençti ve ağalığını iri yarılığıyla elde etmiş olmalıydı. Ateşin çevresinde oturan diğerlerinden çok daha iriydi. Önüne atılan yemini inceledi bıyıklarını burarak. Yanı başında duran toprak testiden bir yudum daha aldı.

     "Güzel bir yere saklayın. Hacı mollayı ikna etmek için böyle bir rehineye gereksinimimiz var" dedi. Karşısında oturan zayıf çelimsiz biri çırpı gibi kolları kırarcasına kavradı. Ne olup bittiğini anlayamayacak kadar küçük çocuk acı içerisinde bağırdı. Öfkeyle yerinde doğruldu yaver bey. Tüm enerjisini sesine vermiş gibi bir nara attı mağarada. İşte o zaman bir rüyada olduğunu anlamıştı. Bir rüyanın daha doğrusu bir kâbusun içerisindeydi.

     Sonrasında bir telaş yaşandı mağarada. Çetenin reisi naralar atıyor çevresine tehditler yağdırıyordu. Olmadık küfürlerle emirler veriyordu adamlarına. Uzun bir zaman sonra çamur içerisindeki beden bir kere daha getirildi çete reisini huzuruna. Saçlarından sürükleyerek götürdü bir kayanın arkasına vahşi hayvan kılığındaki çete reisi. Bir kaç saniye sonrasındaysa korkunç bir bağırış geldi yakınına kadar. Ardından da şiddetli bir tokat sesi geldi. Yaver Bey yerinde bağırıyor, çağırıyor ama hiç bir şey yapamıyordu. Çaresiz izlemekti onun da cezası. Beş dakika sonrasındaysa kulağı kanlar içerisinde tekrar belirdi kayaların önünde.

     "Bütün bu olanların sorumlusu yaşlı bunak, isteklerimizi kabul etseydi bütün bunlar olmazdı" dedi kendi kendine konuşur gibi. Daha yüksek sesle, emredici tonla ekledi "Atın bu leşi Hacıağanın evinin yakınlarına. Bizlerle oyun oynanmayacağını anlasınlar. Olanlardan şaşkın, hatta korkmuş kalabalıktan iki adam fırladı. Söylenen anında yapılmasaydı kendi başlarına da benzer olaylar gelebilirdi. Bir ses daha duydu ama bu kere duyduğu küçük kız çocuğunun sesiydi ve yakınlardan geliyordu.

     "Baba geçen gün gelen amca burada" diyordu. O zaman gözlerini açtı. Uyandığında güneş ufka iyice yaklaşmıştı. Kafası karma karışıktı ve neyin rüya neyin gerçek olduğunu hala anlayamıyordu. Yıllar önce neler olduğunu anlamıştı ama öykünün tamamı bu değildi. Daha önemlisi bu öykü kendisinin görevini ifa etmesine engel olmamalıydı.

    "Bizde sizi arıyorduk beyim" dedi yüzüne gülümseyen akranı Halil. Buralar tekin değildir, babam senin geri gelebileceğini tahmin ettiği için beni yolladı. Hala az önce gördüğü rüyanın etkisinde ki Yaver olan biteni kavrayamıyordu ve Halil bunu anlamıştı ısrar etti,

     "Anam güzel tarhana yapar, yengende iyi kahve pişirir. Sabah olunca da araştırmana devam edersin" Öneri çok iyiydi ve üzerine eklenecek hiç bir şey yoktu. Yola koyuldular. Bir ara yaşlı adamın minik torunu Derya yaverin yanına sokuldu

    "Onu gördün mü?  Bir an ne yanıt vereceğini düşündü Yaver Talat Bey. Gördüm dese doğru olur muydu ki? Görmedim dese de yalan söylemiş olurdu. Bir gölge görmüştü
     
     "Bir gölge gördüm, ama ne olduğunu anlayamadım" dedi doğruca. 
     
     "Ben rüyadan söz ediyorum efendi amca" dedi tane tane. “Benim de gördüğüm rüyalardan.”

     "Rüya mı? Nasıl rüyalar bunlar."

    "Bir kız çocuğu var benim yaşımda. Başından kötü şeyler geçtiğini söylüyor. Hep ağlıyor rüyamda, annesini özlediğini yanına gitmek istediğini ama gidemediğini anlatıyor.” Sorun daha da karmaşık hale geliyordu. Ortada çözülmemiş bir mesele vardı. Birde annesine kavuşmak isteyip başaramayan bir kız çocuğu. İçinden bir ses sorunun akşam çözüleceğini söylüyordu.

     Yemekler yenmiş kahveler içilmişti. Yaşlı adam, yatsı namazından gelmişti.  "Ne öğrenmek istiyorsun" dedi yaşlı adam sedir oturan konuğuna.

    "Geçenlerde de anlatmıştım ya amca. Benim Kumandanım buralardan yer almak istiyor. Kendine güzel bir konak yaptıracak ve ailecek oturacak. Oralarda Cemal Paşamın ailesinin dışında bekçiler, aşçılar, bahçıvanlar olacak. Paşamın konak yaptırdığını gören başkaları da, Ona komşu gelmek isteyecekler. Bu sayede çevre kalabalıklaşacak ve sizlerde rahat edeceksiniz, asayişle ilgili bir korku yaşamayacaksınız artık.

     "Uzun zamandır uyuyan bir cadıyı uyandırdınız. Ya sende veya senin çevrende, belki de soyunda bu iyi saatte olsunları rahatsız eden biri var."

      "Kapanmamış bir defter gibi" Artık iyice yakınlaşmışlardı deryanın babasıyla.

     "Bak evlat" dedi yaşlı adam aksakallarını sıvazlayarak. "Bir can öldüğünde ruhu uçar gider öte âleme. Yalnızca iki kişinin ruhu dünyada kalır. Biri öldüğünü fark etmeyerek mahşeri bekleyen şehitlerdir, diğeriyse kendisinde ah kalan masumlardır. Biri ya da bir şey, belki kasıt belki de ihmal onların ruhlarının bu dünyadan gitmesine engel olur. İşte bu ruhunda bir meselesi var. Eğe çözülürse gider. Çözemezse çözülünceye kadar kalır.

     "Ne yani, iyi saatte olsunların meselesi, benimle mi?

    "Ya seninle ya da çevrenden biriyle ilgili. Uzun bir zamandır sesi sedası çıkmıyordu. Sen geldikten sonra torunum rüyalar görmeye başladı. Cadı Bostanı yakınlarına giden köylüler garip şeyler görmeye başladılar.
   
     "Anladım, anladım da bir bedenden ayrılan ruh nasıl burada kalabilir.

     "Eğer cenaze karanlıkta kalırsa yahut gömülmeden üzerinden bir kedi atlarsa, ne bileyim ölmeden az önce insan eti yediyse" yaşlı adam oğlunun sözünü kesti

    "Bunların bizim dinimizde yeri yok. Hurafe hepsi" dedi. Babasının ses tonundaki uyarıyı fark eden oğul sustu. Yalnızca

    "Hayırda şer de hep Allah’tan" dedi. Odadaki herkes bu sözü tekrarladı
   
     "Hayırda şerde hep Allah’tan.”...   "Hayırda şerde hep Allah’tan.”...   

     Tüm ev halkı gecenin bir yarısında acı dolu çığlıklarla uyandı. Hepsi, en küçüğünden en yaşlısına kadar tüm ev halkı böyle bir olaya karşı hazırlıklı olsalar da yine de korkuyorlardı. Duydukları ses insanüstü bir sesti. Bilinmeyen eski çağlarda olsa bir ejderha aynı sesi çıkarabilirdi ancak. Tüm köyün ışıkları yanmış, erkekler ellerinde çıralarla evlerinin önüne çıkmışlardı. Her kafadan bir ses çıkıyor ortalığı daha kargaşalı bir hale sokuyordu. Askerliğin vermiş olduğu disiplinle çabuk davranan Talat Bey köy meydanına çoktan varmıştı.

    Bir kaç saniye duraladı meydanda. Yanı başında Halili görünce biraz olsun rahatladı. Elini akranın omzuna koyup çevresine bakındı.

    "Eli silah tutanlar doğru Cadı bostanına, yaşlılar da evlerine, dualarına gereksinimimiz var" dedi. Ardından Halil’e dönüp, "Hadi Bismillah, Allah yardımcımız olsun" dedi.

     Birlikte Cadı Bostanına doğru koşmaya başladılar. Gökyüzü bir mayıs akşamı için oldukça kapalıydı. Uzaklarda duyulan çığlıklar yol boyu hiç dinmedi. Kimi zaman bir küçük çocuk gibi ağlıyor kimi zaman ise acı içinde kıvranıyordu ses. Büyük sona yaklaştıklarını anlamışlardı.

     Cadı Bostanına vardıklarında nefes nefeseydiler. Uzaklarda bir karaltı vardı. Yamaçta durmuş eğiliyor doğruluyor ilk başta anlamsız gibi görünen hareketler yapıyordu. Bostana adını veren cadıysa hemen yanında bağırıyor, çağırıyor adama engel olmaya çalışıyordu. Cadının bağırışlarına adamın kahkahaları karışıyordu.

    Bir kaç dakika sonra karaltıya iyice yaklaştıklarında adamın bir çukur açmaya çalıştığını fark ettiler. İyice yaklaştıklarındaysa açılmaya çalışılan çukurun bir mezar olduğunu anladılar. İşi yapansa yaşlı bir adamdı.
 
    "Gel yaver" dedi karanlıktaki ses. "Bütün bunlara neden olan cadıyı kıstırdım. Az sonra yaptığı bütün fenalıklar sona erecek." Sesi tanımıştı, ses ile karaltı belleğindeki yere oturmuştu. Ferik Hilmi Paşa

     "Paşam, sizin burada işiniz ne ola ki" Adam elindeki küreği bir yana bıraktı. Yanı başında duran kol boyundaki kazığı aldı.

     "Eğer bu kazığı mezardaki cesedin göğsüne çakabilirsek, cadı, cadı olmaktan çıkar." dedi. Yaver, Talat kumandanının söylediğini akşam konuk olduğu ev sahibinden de duymuştu. Biraz ötede şuursuzca çığlık atan cadıya döndü. Cadının korkunç çığlıkları susmuş sessizce gözyaşı döken bir kız çocuğuna dönüşmüştü. Bir an göz göze geldiler. Yalvaran bakışları rüyalarında görmüştü daha önce.

     "Kumandanım, müsaade ederseniz bir şey eklemek istiyorum.

     "Müsaade etmiyorum." Yaverin yanında duran adama dönerek, "Evlat sende askerlik yapmışsındır, ben seninde komutanın sayılırım. Gel birazda sen kaz bu mezarı" dedi. Halil bir an ne yapması gerektiğini bilemedi. Yaşlı adam iyi birine benziyordu. Tam adamın uzattığı küreğe doğru yürüyecekken karanlıktan gelen bir ses kendisini durdurdu.

     "Oğlum Halil, bu iş senin işin değil, üstelik sırası da değil. Önce küçük yavrucak kendisini bu hale koyanı bulmalı." Köylülerde birer ikişer bostana doluşmaya başlamışlardı. Manzarayı görenler bir şey anlamıyorlardı. Bir adam mezar kazmaya çalışıyor, bir kaç adım sağında bir kız çocuğu dikiliyordu. Yaşlı köy bakkalı sözlerine devam etti.

    "Aramızda şu sabiyi rahatsız eden biri var." Suçlayıcı parmaklar beyaz entarisi içindeki kızı cadıyı gösteriyordu. "Bu kişi eğer tövbe istiğfarda bulunursa, Tanrı da affeder kendisini" dedi. Bakışları Ferik
Paşadaydı ama yaşlı Paşa hiç üzerine alınmadan kazmaya devam etti.

   Bir kürek darbesi daha vuracakken acı içinde bağırdı. "Yandım Allah" Ne olduğunu anlamamıştı. Kazmayı tutan elleri bir kez daha yukarı kalktı. Sanki sırtına görünmeyen bir darbe yemiş gibi geriye düştü. "O an yanı başına kayan bakışlar kız çocuğunun tekrar cadıya dönüştüğünü gördüler. O taranmış saçlar bir anda karmakarışık olmuştu. Tertemiz entarisi çamur ve kan içerisindeydi.

     "Bak halime namussuz. Hiç mi acımadın bana? Yaşlı Paşa yerinden yavaşça doğruldu. Uzağa fırlamış kazmaya baktı. Ulaşamayacağını anlayınca açtığı çukura tekrar gömüldü. Toprağı eleriyle kazmaya başlamıştı. Görünmeyen darbenin şiddetiyle bir kere daha kazdığı mezarın çukurunda yuvarlandı.

     "Benim gibi sabi sübyandan ne istedin" Cadı tekrar konuştu. Sesinin tonundaki korku, kendilerini seyirlik bir oyun izler gibi izleyen kalabalığın tüylerini diken diken etti. Aralarında yaşlı olanlar o geceleri anımsadı. Küçük kızın eşkıyalarca öldürülmesinden bir kaç gün sonra kanlı günler başlamıştı. Hemen hemen her gün birinin cesedini buluyorlardı kanlar içerisinde. Kiminin boynu kırılmış oluyordu, kiminin de kasıkları parçalanmış. Ama her seferinde bu korkunç ses çevrede yankılanıyordu. Çetede olan üyelerin çoğu küçük cadının kurbanı olmuştu ya da diğer bir deyişle Cadı bostanında olanların intikamını alıyordu. Yalnızca kaçabilenler kurtulmuştu. Ciğer Söken Ağanınsa Rumeli’ne geçtiğini yahut Arabistan’da saklandığını söyleyenler vardı.

    Kendini kalabalığın kurtarıcısı gibi göstermeye çalışan yaşlı paşa Bir yandan tırnaklarıyla kazıyor diğer yandan kızla konuşuyordu.  "Bak kızım, bak minik yavrum" diyordu, "Sen beni birine benzetiyor olmalısın? Beni herkesler tanır. Nasıl biri olduğumu tüm Osmanlı bilir." Başını bir ara kaldırıp az aşağıda biriken kalabalığa baktı.

     "Aha şu beye sor,  kendisi anlı şanlı Osmanlı askeridir. Yalan söylemeyecektir. Aşağıda kalabalıkta bir hareketlenme oldu. Köylüler kendi aralarında mırıldanmaya başlamışlardı. Paşa kalabalığa dönerek sözlerine devam etti.

     "Efendiler, kardeşlerim, sizler de yardımcı olun. Yıllardır sizlere kök söktüren sayısız cana kıyan bu cadıyı ortadan kaldıralım" Sözlerinin etkisi olmuştu kalabalık yukarıya mezarlara doğru bir kaç adım attı. Küçük karaltı kendisini savunmaya geçti

     "Ama… Ama ben... Ben masumum. Olanların hiç biriyle alakam yok" dedi. Hilmi Paşanın böğürtüyü andıran sesi kızın sesini bastırmaya yetti.

    "Bakın hele bir de 'Ben masumum diyor' Ne yani onca insanı ben mi katlettim geceler boyu. Bu gün benim gibi varlığını devletine, milletine adamış bir paşayı suçlayan bir cadı, yarın sizlere neler yapmaz ki?"  Kalabalık içerisindeki Yaver ne yapması gerektiğini bilemeyecek haldeydi. Bir yanda gördüğü rüyalar sonucu masumiyetine inandığı bir yavru vardı. Diğer yanda da devleti için çalışan bir kumandan. Kalabalığa dönerek bağırdı.

    "Durun" Kalabalık bir an duraladı. Ferik Paşanın elleri ve dili boş durmuyordu.

     "Ey ahali, ey ehli Müslim, cadı şeytandır, şeytan lanetlenmiştir. Hala ne bekliyorsunuz" Şaşkınlık içerisindeki köylüler kime inanacağını bilemeyecek durumdaydılar. Yıllardır bu araziyi mesken tutmuş Cadı karşılarındaydı. Karşılarındaki yaşı küçükte olsa bir cadıydı, şeytandı, geldiği yere geri gönderilmesi gerekiyordu. Koskoca Osmanlı Paşası yalan söylüyor olamazdı. Kalabalık yavaş yavaş kayanın üzerinde büzülmüş duran minik bedene doğru yürümeye başlamıştı homurdanarak. Ama o an çakan bir şimşek ve ardından gelen korkunç gök gürültüsü kalabalığı durdurmaya yetti. Kimse neler olduğunu anlamamıştı. Birden Paşanın kahkahası duyuldu. Toprağı kazan parmakları sert bir cisme takılmıştı.

     "Küçük Or... Şimdi seni tekrar öldürdüm" dediğinde ellerinde beliren kazığı dizlerinin dibindeki toprağa saplamıştı. Yılların saygın Osmanlı Paşası asi bir yeniçeri ağasına, bir eşkıyaya dönüşmüştü. Sessizce olanları izleyen kalabalık kırılan kemikleri çatırtısını duydu. Kayaların üzerindeki gölge sendeledi, yalnızca bir hıçkırık duyuldu. Hani uzun süren bir ağlamadan sonra gözyaşınız bittiğinde ağlayamazsınız yalnızca hıçkırırsınız ya işte öyle bir hıçkırıktı duyulan. Cadı tekrar bir kız çocuğu olmuştu. Bembeyaz elbisesiyle, karanlıkta ayakta durmaya çalışıyordu.

     Mezarın içerisindeki haydut, avuçlarındaki kazığa bir kere daha yüklendi tüm gücüyle. "Bana yıllardır vicdan azabı çektirdin" dedi kendi kendine konuşur gibi. Titreyen ayaklarının üzerinde dik durmaya çalışan beyaz gölge, hafifçe ışıldamaya başlamıştı. Mezarın içindeki karanlık bir şeytana dönüşmüş karaltının yaptığı yetmemişti. Elindeki kızılcık kazığını hafifçe kanırttı, "Geceler boyu kâbusum oldun"

     Dakikalardır olduğu yere çakılmış gibi kıpırdamadan duran Yaver Bey ok gibi yerinden fırladı. Dizlerinin üzerine çöken küçük kızı kucakladı. Buruk bir gülümsemesi vardı masumun dudaklarında.
İşte o an yerin derinliklerinden gelir gibi bir ses duyuldu. Zelzele oluyor zannettiler bir an o korkunç uğultuyu. Gökyüzünden gelen seslerle yerin dibinden gelen sesler birbirine karışmış gibiydi. Ardından bir çatırtı koptu. Hilmi Paşanın az önce kazık çaktığı mezarın yanı başı yarıldı. Bir alev fışkırdı dışarıya gökyüzüne doğru. Alev top halinde gökyüzünde süzüldü bir müddet. Kalabalığın üzerinden alıcı kuş misali geçti. Köylüler eğilmeseydi o alev kuşu kendilerini yakıp kavuracaktı. Tekrar gökyüzüne yükseldikten sonra açılmış mezarın yanına kondu. Az biraz cesareti olanlar kafalarını kaldırıp baktıklarında alevlerin kırmızılığı solduğunu ve ardından kuşun bir insana, genç bir kadına dönüştüğünü gördüler.

     "Alçak adam, Biz sana ne kötülük yapmıştık." Sesi tüm meydanda çınlıyordu. Öfkesi sesine yansıyordu. "Ne istedin bizlerden, ne istedin şuncaaz masumdan" Kucağında on yaşındaki kız çocuğu öylece kala kalan yaver beye bakıyordu. Az önce böğürtülerle bağıran yeniçeri ağası tekrar saygın Osmanlı Paşası Ferik Hilmi Paşa olmuştu.
 
     "Ne bildin a kızım benim yaptığımı. Bana iftira atıyor olmayasın" dediğinde genç anne, az ötesinde dikilen Yaver Halil e dönerek
     
     "A ağabey, yavrumun ağzındakini çıkarsana" dedi içten bir sesle. Halil Bey parmaklarını usulca kucağındaki bebeğin ağzına soktu. Dişlerinin arasında kalmış minik bir et parçası buldu ve çıkardı. Görmek için gözlerine yaklaştırdığında

     "O, iblisin sol kulağının parçası" dedi. Yaşlı adam elini istem dışı kulağına götürdü. "O et parçası bize öte âlemde şahitlik edecek" der demez

    "Evet, itiraf ediyorum, bendim. Lütfen acı bana. Yaptıklarımdan çok pişmanım. Ben tövbekâr oldum" dediğinde bakışları az önce tövbeden bahseden yaşlı köy bakkalını arıyordu. Bulamayacağını anlayınca yerinden kalktı. Dizleri titriyordu. Önünde dikilen genç kadına baktı. Kadının gözleri yaşlı adamı deliyordu sanki.
 
    "Sana yalvarıyorum, beni bağışla. Evde beni bekleyen çocuklarıma, torunlarıma acı" dedi. Bir yandan konuşuyor bir yandan da arkasında sakladığı kazık ile ayakta dikilen genç anneye yaklaşmaya çalışıyordu.

    "Ne olur acı" derken ani bir hamleyle elinde tuttuğu ve az önce mezardaki minik bedenin göğüs kemiklerini parçalamış olan kazığı kadının göğsüne saplamaya çalıştı.

     "Geber Kaltak"  Kendisinden bir hayli zayıf olan bedeni yere yıkması zor olmamıştı Hilmi Paşa için. Tüm ağırlığını kazığa verince ucu özenle sivriltilmiş kazık önce eti delmiş ardından da kemiklere saplanmıştı. İki çığlık birbirine karıştı. Yaşlı eşkıyanın zafer çığlığı ve bir annenin acı dolu çığlığı. Tekrar şimşekler çaktı gökyüzünde ardı ardına. Bir an tekrar alev kapladı ortalığı. Cadı tekrar kor ateşe dönüşmüş ardından da alevden yapılmış bir alıcı kuş olmuştu. Pençeleriyle yaşlı adamın bedenini sımsıkı sarmıştı alıcı kuş. Zafer çığlığıydı şimdi ortalıkta yankılanan. Gökyüzüne yükseldi, yükseldi, yükseldi. İzleyenler takip edemez olmuştu onları. Ardından bir yıldırım düştü ötelere. Cesur köylülerden bir kaçı koşup baktıklarında yaşlı paşanın yanmış bedeniyle karşılaştılar. Bir lahza gözlerini açtı üzerinden hala dumanlar tüten yaşlı adam.

     "Su" diye inledi. Kalabalık çevreye henüz toplanmıştı ki, alevden sayısız el çıktı topraktan. "Bizlerin bu hale düşmesine sen sebep oldun 'Ciğer Söken', gel bizlere katıl" diyerek toprağın içine çektiler Ciğer Söken Hilmi nin bedenini. Birkaç saniye içerisinde feryat eden ağza toprak dolmaya başlamıştı. Eşkıya mezarlığı son müşterisini de almıştı artık.
   
     Az önce yarılan mezardaysa genç bir kadın yatıyordu tüm masumiyetiyle. Usul usul damlalar düşmeye başladı gökyüzünden. Halil Bey kucağındaki cansız bedeni incitmeden yavaşça bıraktı. Anne kız yan yana yatacaklardı artık. Çevrede biriken yaşlı genç tüm ahali yavaş yavaş mezarların çevrelerinde toplanmaya başlamıştı. Yaşlı Bakkal

     "Ruhlarına Fatiha" dedi gür bir sesle. İnsanlar mırıltılarla surelerini okumaya başladılar. Bir yandan da mezarların üzerlerini örtmeye çalışıyorlardı

     Ertesi gün olanları duyan Mirliva Cemal Bey Cadı bostanına geldi. Yaverinden dinledi olanları. Sözlerinin sonunda 

     "İyi bir iş başardın evlat. Mimar Ağayla konuşup iki havuz yaptıracağız konağımızın önüne. İki havuz ve iki çeşme. Biri kendini korumaya çalışan minik yavru Emine için, diğeri çaresizlik içerisindeki anne için. Belki o zaman rahat uyurlar yattıkları yerde" dedi.


   Yaşlı adam akşam yemeğinden sonra oturmuştu bahçeye. Evlatlarının seslenmelerine aldırmadan saatlerdir burada tek başına oturuyor, geçmişiyle hesaplaşıyordu. Yılların verdiği alışkanlıktı bu, güzel havalarda işinden gelir bu kanepede otururdu. Gökyüzünde yıllardır göremediği kuzey yıldızını arardı. Ama her seferinde, ne kadar dikkat ederse etsin her seferinde bulamazdı. Yıllar içinde kâh çocukları, kâh torunları kendisine kuzeyde parıldayan sayısız yıldızlar göstermişlerdi. O ise onların işaret ettikleri yönde koca bir boşluk bulurdu hep. Kocaman karanlık bir boşluk...

     Güzel bir geceydi. Tatlı bir yel denizden karaya doğru esiyordu. Yaşlı adam bir çocuk olarak geldiği bu topraklarda kendini hep yabancı hissetmişti. Onun vatanı, kardeşiyle birlikte koşup oynadığı Cadı Bostanıydı. Bu akşam, buralara büyük babası Hacı Beytullah Efendiyle geldiğinden beri ilk kez kendini yabancı gibi hissetmiyordu. Kuşaklardır buraların sakiniymiş gibiydi. Başını hafifçe kaldırdı, kuzeydeki karanlık gökyüzüne baktı. O karanlık bölgede bir nokta belirdi. Nokta her saniye ışığının artırmaya başladı. Bir sevinç kapladı içini. Bu yıllar önce kaybolduğu söylenilen ama başına neler geldiğini çok iyi bildiği ikiz kardeşinin yıldızıydı.

     Çocukluğun masumiyetinin her şeyden önemli olduğu o yıllarda Dersaadet yakınlarındaki geniş arazilerinde, gökyüzüne bakıp bu yıldızı izlerlerdi. Hatıralarının en seçkin yerinde, annesinin iki yanında oturan iki kardeş vardı. Anneciği bir kardeşinin bir kendisinin saçını okşar karanlık gökyüzüne doğru parmağını uzatırdı. "Şu uzaklardaki yıldıza iyi bakın o sizin yıldızınız" derdi. Hiç batmayan yıldız hep gökyüzünde var olan yıldız kız kardeşinin kaybolmasından sonra görünmez olmuştu. Utancından saklanıyordu besbelli. Belleğinin bir kenarında, karanlık bir yerinde, başka anılarda parıldamaya başlamıştı.

     Bir sabahı anımsadı. İşkence edilmiş, örselenmiş cılız kolların anne sevgisiyle kucaklandığı sabah. Annesi kardeşini almış uzaklara gitmişti. Çiftliğin az kullanılan bölgesinde buldukları bir mağaraya gitmiş, bir gece boyunca mağarada kalmıştı ölen kızıyla. Onu, zavallı kardeşini karanlıkta bir başına bırakmış, kendisi de mağaranın kapısında beklemişti. Sayısız kereler babası dedesi yahut diğerleri yanlarına gelmiş ama o asker gibi mağaradaki kızının cesedini savunmuştu.

      "Benim kızım kendisine bu kötülükleri edenlerden intikam alacak" demişti. "Kendi namusunu kendi temizleyecek" demişti. Sonra, sabah mağaradan kardeşinin cesedini almış tırnaklarıyla kazdığı mezara koymuştu.

     Kuzey yıldızı parıldamaya sanki kendisine gülümsemeye başlamıştı. "Kardeşim aradığı huzuru sonunda buldu" dedi kendi kendine. Kendisinin de içini tatlı bir huzur kaplamıştı. Kafasını kaldırıp ağarmaya başlayan gökyüzüne baktı. Uzaklarda beyazlaşmaya başlayan bulutların içerisinde iki gölge, kendisine el sallıyor, yanlarına çağırıyordu.

     Yaşlı babasını kahvaltıya çağırmak için dışarı çıkan oğlu, babasının artık soluk almayan ama mutlu bir şekilde gülümseyen dudaklarıyla karşılaştı. Gözleri uzaklarda parıldayan kutup yıldızındaydı...
     

"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark