Sonsuzluk kadar uzun bir aradan sonra yeni bölüm hazır.

9
Kalaman Prensliğinin Boşluka bakan bu son sınır köyünde bir han olması, düşünen insanlar için gerçekten garip bir durumdu. Tabi düşünen adam betimlemesi bu sınır köyde oturacak bir kalıp bulamadığından olsa gerek, kimse bu konuda sorular sormuyor, ortalığı birbirine katacak dedikodular çıkarmıyordu. Basit insanların yaşadığı basit bir köydü burası, akşama kadar tarlada lahana çapalar, akşam olup evlerine çekildiklerinde de lahana dan öte bir konu hakkında söz açmazlardı. Bazen kış yaklaştığında biri çıkar tüccarın artık gelmesi gerektiğinden utana sıkıla bahseder, etraftakiler de usulca baş sallayıp bu alışkın olmadıkları konunun hemen bitmesi umuduyla onaylarlardı konuşanı. Hemen ardından herkes uzun ve sessiz yudumlar eşliğinde lahana çaylarını içerlerdi.
Bu çayın neden içildiği hakkında bir çok spekülasyon yapılabilirdi, bazı yaşlılar lahana çayının kemiklerine iyi geldiğini iddia eder, bazı gençler bellerine kuvvet verdiğinden söz açardı. Ancak herkes içten içe bilirdi ki Lahana Çayının içilmesinin tek nedeni bu köyde, akşamları lahana çayının içiliyor olmasıydı. İnsanlar bunu çok sorgulamaz ve "biraz daha çay kaldı mı?" diye sorarlardı kadınlarına. Kadınlar ise böyle konularda otoritelerini koymayı sevdiklerinden asla herkesi doyuracak kadar çay yapmaz, sorulduğunda da aksi aksi çayın bittiğini söylerlerdi. Herkes onların belirttiği kadar çay içmeliydi, hem zaten herşeyin çoğunun zarar olduğunu herkes bilirdi. Köyün akşama kadar çalışmaktan hiç bir savaş güdüsü kalmayan erkekleri en az onlar kadar çalışmasına rağmen rahatlıkla kavga çıkartabilecek, hatta bunu yaparken enteresan bir şekilde dinlenebilecek kadınlarının sinirlerini üzerlerine çekmemek için sessiz kalır, uysalca başlarını sallayarak "yatsak mı napsak" diye sorarlardı. Kadınlar bunu sessizce onaylar ve bütün köy neredeyse aynı anda yorganlarına bürünür, ışıklarını karartırdı.
Tabi kadınlara karşı itaat stratejisi ve yumuşak başlılık anlayışı her zaman işe yaramazdı. Bazı durumlarda kavga çıkar ve erkekler kadınlarının dırdırına dayanamayıp kendilerini Tüküren Ejder hanına atarlardı. Köyün tek hanının hancısı KocaGöbek ise ekmek parasının köydeki kavgalardan geldiğini bilir, insanların kendi hanına kavga ve gürültüden uzak kalmak için geldiğini anlardı. Bu yüzden bu ihtiyacı karşılayabilmek için hanına bazı kurallar koymuştu. Ki bunların arasında en çok işe yarayanı kapıdaki koca "Kadınlar Gİremez" levhasıydı. Köyün kadınları bu kuralı normal bir erkek koyacak olsa umursamayabilirlerdi belki ama muhatap Tıknaz Hancı KocaGöbek olunca onların bile sesleri kesilir kendi kendilerinin başının etini yemek istercesine dırdırlanarak hana kadar kovaladıkları kocalarını handa bırakıp evlerine yollanırlardı.
Adamlar, kadınlarının dırdırlarından uzak kalabilecekleri bu binaya bir mabedmişcesine sessizce girer ve fısıltıdan yüksek sesle konuşmaz, genel olarak da içkilerinin-ki lahanadan yapılmış saçma sapan bir şaraptı bu- tadını sessizlik içinde çıkarırlardı. Buradaki her bir çiftçi istisnasız bir şekilde ya kafasını lahana şarabına gömer sıvının yansımasında kendinlerini seyrederler, ya da kafalarını kaldırıp şöminede yanan ateşin çıtırtısını izlerlerdi. Bu sırada hancı boş durmaz, eline ne zaman geçtiği bilinmez yağdan ve pislikten kararıp simsiyah olmuş keten bir bezle tezgahı siler, çamdan yapıldığı belli oraya nasıl taşındığı ise gerçekten bir soru olan tezgahını delip geçmek istercesine temizleyip dururdu, temizlik sırasında gösterdiği çaba alnından damla damla fışkıran terlerden rahatlıkla anlaşılabilirdi. Kocagöbek ise Hhr on dakikada bir elindeki tezgah bezini kaldırır, alnında biriken özsuyunu kurular bir yandan da yorulmuş kolunun dinlenmesine izin verirdi. Alın terini bile israf etmeyip tezgahı parlatmakta kullanılan bu hancı tabiri caizse köyün en enteresan adamıydı. Bu köyde enteresan lakabına sahip olmak çok zor değildi elbette, öğlen ortasında başını kaldırıp gökyüzüne bakarak belini çatırdatmayan insanlar bile enteresan sayılırdı buralarda. Ancak değil bu sıradan insanlar arasında, köylünün inandığı üzere, her türlü ahlaksızlığın pisliğin ve kaosun bulunduğu koca kentlerde bile enteresan sayılabilecek bir adamdı KocaGöbek.
Bulduğu her fırsatta, etrafında gerçekleşen her şeye sessizce homurdanan Hancı isminin çizdiği neşeli, salona hakim ve hem her işe yetişip hem de her lafa ortak olan hancı portresinin tamamıyla dışında bir insandı. Ağızlardan çıkan her siparişe, köylülerin bugüne kadar ondan bile duymadığı enteresan, yaratıcı küfürlerle karşılık verir insanlar tam olarak kime veya neye küfür ettiğini anlayana kadar on tane daha küfür eder ve hep sıradanlığa alışmış bu insanları belirsiz bir zihinsel paniğe sürüklerdi. Hana birkaç kere gelen her köylü, bu sözlere riayet etmemesi ve üzerinde düşünmemesi gerektiğini bilir, bir ettiği küfürü bir daha etmeyen, her seferinde yeni küfürler bulmakta usta olan hancının küfür furyasını bir bütün olarak kabul eder ve bunu sıradan eski bir şey olarak görmeye zorlarlardı kendilerini. Yüce Yaratıcı korusun, bazı şeylerin bu kadar hızlı değişebileceği gerçeği köylüleri dehşete sürüklerdi de orada bırakırdı. O yüzden hancının küfürleri bir bütün kabul edilmeli ve yeni birşey değil, hancının eski enteresanlığının sıradan bir göstergesi olarak algılanılmalıydı. Tabi yılda bir henüz evlenmiş toy bir genç gelir bu değişikliğin rüzgarıyla dayanamaz kendisini evinde bekleyen bir kurt kadar sinirli karısına koşar sabaha kadar dinleyeceği dırdırı bu değişkenliğe hiç düşünmeden tercih ederdi. Bunun üzerine daha tecrübeli köylüler diğer gün gencin etrafında toplanır durumu anlatır zavallıyı sığınma evinin imkanlarından mahrum kalmasın diye ellerinden geleni yaparlardı. Genede her gencin hana alışması bir kaç seferini alırdı.
Tabi kargaşa ve savaşdan beslenen Tüküren Ejder Hanının diğer bütün bu işlevi yapan kurumlar gibi barışa sebep olma özelliğide yadsınamaz bir gerçekti. Köyün erkekleri bir an önce Handan çıkıp, sıcak yataklarına dönmek için özlem çeker, kadınlar ise biricik lahanalarını, her yıl bir kere gelen o cimri tüccarlara satarak kazandıkları azıcık paranın, Hancı ahlaksız KocaGöbek'e gitmesi ihtimaliyle tir tir titrer ve kocalarının yanlışlarını unutmaya daha meyilli olurlardı. Kısaca Han ve Hancı, tehdit unsuru taşıyan diğer her şey gibi savaş korkusuyla barışa vesile olurdu. Olamadığı zamanlarda da savaş zayiatını azaltır, akılı öldürüp duyguya hakim olan sinir ateşi sönene kadar tarafları birbirinden ayrı tutardı. Tabi koca köyde böyle bir mantık daha önce hiçbir zihinde kurulmamıştı. Gerçek olabilecek kadar saçma şeyler üzerinde düşüneceklerine lahana tarlalarını çapalardı bu köylüler.
-
Köy halkı için diğer tüm günler gibi sıradan bir günün sonlarına doğru, Kolcu Boşluk tarafından köye girdi ve yorgunluğunu attığı her adımda, görebilen gözlere ayan ederek köyün tek iki katlı binasına, Tüküren Ejder Hanına doğru yöneldi. Yorgun olsalar da uzun mesafeleri tüketmeye oldukça alışık görünen ayakları, sistematik hareketlerle kısa bir sürede hanın önüne getiriverdi onu. Han hafiften yalpalı duran, tabiri caizse yıkılmaya yüz tutmuş bir binaydı. Duvarın yer yer sıvaları dökülmüş, altında yatan kadim kayaları açığa çıkarmıştı. Bacasından çıkan duman, pencerlerden parlayan ışık olmasa kimsenin girmediği bir virane sayılabilecek bina Kolcunun gözüne, yorgunluğundan olsa gerek, yavru bir saray gibi görünüyordu. Dikkatli gözleri sıvanın altındaki kayaları seçtiğinde bir anlığına da olsa kafasına dolan merakı, yorgunluğunu bir köşeye itiverdi. Bunlar Kadim Kayalardı. Kıraçtaki en sağlam duvarlara sahip olmakla övünen Kurtuk bile bu taşların kendi surlarından daha az sağlam olduğunu iddia etmezdi. Kolcunun bildiklerine göre Hanın temelinde bu taşların olmasının bir tek açıklaması vardı; han kadim zamanlardan kalma bir karakolun üzerinde kurulmuş olmalıydı. Kolcu bu gerçeği daha sonra vereceği raporuna eklemek üzere beyninin ilgili yerine kaydetti.
Hanın kapısının hemen kenarında koca oval yapıda bir levha sallanıyor üzerinde bir zamanlar ateş üfürdüğü varsayılabilecek dört ayaklı bir kertenkeleye benzetebilecek garip eskimiş bir çizim görünüyordu. Hemen altında ise gene silinmeye yüz tutmuş harflerle "Tüküren Ejder" yazılmış, sondaki "r" harfide ejderin kendisiymiş gibi alev çizimleriyle uzatılmıştı. Kolcu Boşluğun bu yanında gerçekten garip şeyler göreceği konusunda uyarılmıştı ama bu kadarını görmeyi beklemiyordu açıkçası. Buna benzer bir hayvan duymamıştı daha önce. Ustasının bahsetmediğinden de emindi. Belki bilgeler bir şeyler çıkarır diyerek rapor listesine kaydetti ve koca çam kapıyı sertçe yumrukladı.
Çam kapı, kendisinden beklenilmeyecek bir rahatlıkla yuvasından çıkarak aralandı ve aralıktan Sıska Hancı KocaGöbek'in kendisinin bile geçemeyeceği bir seviyede duruverdi. Aksi, küfür eden gözleriyle tarttı Kolcuyu KocaGöbek. Havada uzunca bir sessizlik asılı kaldı bir süreliğine. Bir zaman sonra KocaGöbek sessizlikten sıkılmış olsa gerek ki hırıltılı bir fısıltıya benzeyen sesiyle tükürürcesine sordu;
"Ne var?"
Hancının iki kelimelik sorusunda bir çok küfür, bir çok homurtu gizliydi. Tabi bunların gizlenmesi asla amaçlanmamış hatta belli edilmek istenircesine açığa saklanmış, üzerine iki kelimelik bir örtü çekilmişti. Gün yüzü görmemiş, belki de bir kere bile ağızdan çıkmaya hak kazanamamış küfürler yatıyordu o harflerin altında. Ve bakmasını bilen bir göz için her bir küfrün dış hattı örtünün üzerinden görülebiliyordu.
Kolcu yorgunluğunun etkisiyle bu ifadeyi umursamadan baktı Hancıya "geçil önümden be adam" anlamına gelebilecek bir ifadeyle hırladı KocaGöbek'in yüzüne karşı. KocaGöbek bir an düşündükten sonra tatmin olmuşcasına kapıyı araladı ve Kolcunun sürtünerek geçebileceği bir aralık oluşturdu. Kolcu oluşan boşluktan bir an bile beklemeden belki de fizikle açıklanamayacak bir şekilde süzülerek kendini içeriye attı. Hızlı ve sert adımları, dinlenmenin müjdesini duymuş olsa gerek ki son bir gayretle onu en yakındaki masaya kadar taşıdı. Kolcu Hancının yer göstermesini beklemeden masaya çöktü ve dünyanın her yerinde yemek getir olarak görülebilecek bir hareketle büktü parmaklarını.
Hancı bu hareketi gördüğünü gösterecek herhangi bir tepki vermeden mutfağa yöneldi. Bir kaç dakika sonra elinde, içi tepeleme Lahana çorbası dolu bir kaseyle çıkmış sert bir şekilde Kolcunun masasına bırakmıştı. Kolcu yapılan saygısızlık karşısında hiçbir tepki göstermeden çorbayı seri bir şekilde içti ve arkasına yaslandı sertçe. Eğer bıraksa Kolcunun orada uyuyacağını farkeden hancı küfürler sıralayan adımlarıyla yanına gelerek önüne demir bir anahtar bıraktı. "6 Numara" dedi müşterisinin suratına bile bakmadan. Kolcu anahtarı, sanki hancı getirmemiş de zamanın başından beri orada durup onun almasını bekliyormuşçasına aldı masadan. Merdivenleri tırmandıktan sonra gözleri hızla bölgeyi tarayarak odaların diziliş sistemini anladı ve kendi odası olması gerken 6 numaraya doğru yollandı. Yılansı harfi görmeye bile lüzum duymadan anahtarı deliğe soktu ve kendini sertçe odaya attı.
Elleri daha önce bunu binlerce kere yaptığını gösterir bir eminlikte çalışarak kılıcını belinden ayırdı, kuşağını söktü, hançerini yastığının altına koyup, hızlıca yorganına sarındı. Uzun rüyasız bir gece geçirdi Kolcu. Daha raporuna iki gün vardı ve rüya görmesine gerek yoktu.
Sabah güneşle birlikte yatağından kalktı, aynı sertlikte hazırlanarak aşağıya indiğinde Hancıyı siyah bir bezle masayı delmeye çalışırmış gibi temizlik yaparken buldu. Tezgaha gümüş bir Prenslik parası atarak çıkışa yönelirken Hancının seslenmesiyle durdu.
"İş arar mısın?"
Hancının tezgaha yönelttiği soru üzerine Kolcu, daha çok detay istediğini belirtecek bir şekilde kafasını oynattı. Hancı ona değil de önündeki masaya konuşuröuş gibi bir edayla devam etti anlatmaya,
"Karadağa giden gelmez oldu birkaç zamandır. Oraya çöken belayı temizlersen bir kese bakır ödeyebilirim"
Kolcunun paraya ihtiyacı yoktu ama araştırmasına nereden başlayacağı hakkında hiçbir fikri de yoktu aynı zamanda. Daha önce usta kolcuların bu tür işler yaparak istihbarat topladıklarını duymuştu. Denemekten zarar gelmezdi herhalde.
"Peki" dedi hırıltılı sesiyle. "İş bitince gelir parayı alırım."
Hancı bunun üzerine başıyla onayladı onu.
"Adım KocaGöbek" diyerek uzattı elini. Kolcu bir anlığına Hancının adını söylerken gözlerine farklı bir ışık oturduğunu görür gibi oldu. Sırtı dikleşmiş, çökmüş omuzları yükselmişti. Bir anlığına zayıf bir hancı değilde iri bir savaşçı gibi durmuştu, omuzlar geri göğüsler ileri. Kaşları hafifçe çatılmış bir kartal kadar haşin bir görüntü çizmişti gören gözlere. Eskinin kralları kadar sert ve gururluydu. Bir an sonrasında ise gene basit bir köyün, yardım isteyen basit bir hancısı oluvermişti. Daha sonra öğrenmek üzere bir tür gizem olarak beyninin ilgili yerine kaydetti bunu Kolcu.
Kendi ismini söylemek yerine, alacağı bakır kesesinin yarısıyla Hancıdan bir at alıp alamayacağını sordu. Hancı boşta kalan elini yavaşçe indirirken bir anlığına düşündü, hemen sonrasında bunu avans olarak kabul edeceğini söyledi. Ahırdaki iki attan istediğini seçebilirdi.
Gün henüz doğmuştu, köylüler yavaş yavaş tarlalarına yönelirken dörtnala giden bir at üzerinde dimdik, pelerinsiz bir süvari gördüler. Hepsi birden bilinçsizce, rahatladıklarını belli eder bir ifadeyle nefes alıp verdiler ve yeni olanın, eski köylerinden gitmesinin verdiği huzurla işlerine devam ettiler.
DEVAM EDECEK