Kayıt Ol

Fare Kapanında - Bir Harp Öyküsü

Çevrimdışı Ayhüznü

  • *
  • 24
  • Rom: 0
  • Hiçbir türlü bulamadım ben beni.
    • Profili Görüntüle
Fare Kapanında - Bir Harp Öyküsü
« : 29 Mayıs 2017, 23:10:54 »
Bölüm - 1 / Peron 76

  Eğer ölürsen ordunu asla affetmem, demişti bana. Âşıkların dile getireceği türden bu sitemi dostluğuna yormuştum. Şahsıma ayıracak birkaç saati olduğundan ötürü beni uğurlamaya gelmişti. Daha iyi sohbet edebilmek için bir pastanede oturduk. Harp ilan edildikten sonra birçok müessese devletin tekeline geçmişti. Kalan birkaç özel işletme ise sattıkları ürünlerin fiyatını arttırmış, sundukları hizmeti pahalılaştırmıştı. Her ne kadar kendisi hesabı ödemek istediyse de ona fırsat tanımamış, iki dilim pasta ve bir sürahi limonataya cebimdeki paranın yarısını yatırmıştım. Biraz hoşbeş ettik. Savaşın nedenleri, istikbalimiz, yurdumuzun durumu, kısmet olursa en yakın ne zaman döneceğim hakkında konuştuk. Gözlerinin içine bakmaya gayret ediyordum.  Sorusuna muzipçe bir sırıtışla cevap verdim: Eğer ölürsem ordumu asla affetme, kabulümdür. Böyle olmayabilirdi, diye düşünüyordum aynı zamanda. Ordumun onurunu, cephede cansiperane bir şekilde korumak yerine şatafatlı balolarda üzerimde üniforma ve kolumda seninle birlikte yüceltebilirdim. Bittabi bunu dile getiremedim. Pek açık sözlü biri değildim.   Asıl ayrılık acısını bir hafta sonra, sevgilisini cepheye uğurlarken yaşayacağına eminim. Benden bir hafta sonra cepheye nakledilecek olan sevgilisi, üst düzey bürokrat ahbaplarının yardımıyla kaçınılmaz çağrıyı anca bir hafta geciktirebilmişti. Ben, onların hikâyesinin anlatıldığı belgeselde bir görünüp bir kaybolan tanığın tekiydim sadece. Benim rolüm burada bitiyordu. Yardımcı erkek oyuncu, kompartıman penceresinden kendisine seslenen muvazzaf subayın çağrısına uyarak trene binecek; tren hareket edecek; gözden kaybolacak ve de ekran kararacak. İşte rolümü oynadığım son sahne bu olacaktı. Babamdan yadigâr kalan ve ikinci babam saydığım Saatçi Usta’nın tamir ettiği cep saatini çıkardım ve kaçı kaç geçtiğine baktım. Trenin kalkış saati sevk için gelen askerlere evvelden bildirilmişti. Daha yarım saatim vardı. Limonatadan bir yudum aldım, en verimli şekilde harcamak istiyordum kısıtlı zamanımızı. Dostlarını, eşlerini, kardeşlerini, oğullarını savaşa uğurlayan insan kalabalığı dört bir yanımızı sarmıştı.

 ‘’Beni yolcu etmek için geldiğini o biliyor mu?’’ Ağzımda safra tadı kadar acı bir hâl almış olan soruyu nihayet dile getirebilmiştim. Gözlüğünü çıkardı, katladı ve masanın üstüne koydu. ‘’Bilmiyor olsaydı burada olmazdım.’’ İçimde ayandon fırtınası misali kabaran ani öfke dalgasını dindirmek için bir müddet nefsimle cebelleşip dilimi ısırdım. Huzursuzca yerimde kıpırdandım. Saatime tekrar bir göz attım. Sıkıntımı fark etmiş olacak ki: ‘’Daha oturalım. Hem bakayım… Evet, daha yirmi beş dakikamız var.’’ Konuşurken elime dokunmuştu. Beden dilinde bu tür hareketler iletişim hâlindeyken karşınızdakinin dikkatini kendinizde odaklamak amacıyla yapılırdı, ben ise bundan başka manalar çıkaracak denli karşılıksız bir aşkın pençesinde lime lime olmaktaydım. Gardaki emir erlerinden biri megafon aracılığıyla sesini duyurmaya çabalıyordu: ‘’Saat 17:05 treni ile Güney Cephesi Karargahına teslim olmaya gidecek askerlerin dikkatine! Herkes Peron 76’da toplansın. Refakatçiler perona alınmayacaktır. Tekrar ediyorum…’’ Sokrates’in baldıran zehrini içmeden önce yakınlarına hitaben sarf ettiği o ünlü cümleleri mırıldandım: ‘’Ayrılık vakti geldi çattı. Ben ölmeye, sizler ise yaşamaya. Hangisinin daha makbul olduğunu yalnızca Tanrı bilebilir.’’ Ayağa kalktım. Elimi ceketimin iç cebine sokarak özenle katlanmış bir kâğıdı ona uzattım. Usulca aldı ve açıp içeriğine bakmadan kâğıdı çantasına yerleştirdi. Sarıldık. Ben tren garına doğru yollanırken o arkamdan el sallıyordu. Ona verdiğim kâğıtta ne yazdığını henüz bilmiyordu, lâkin ben biliyordum:

Nergislerin öbeklendiği o küçük, şirin tepede bekle.
Cennet kucağında topla bütün güzel kokulu çiçekleri
O zaman antik kalıntılar dirilir birden höyüklerinde
İsmi muğlak tanrıçaların sana yansır şuh güzellikleri.

Lilith'den miras kalmış olan asilliğin ve letafetin
Talmud'da lanetle anılmış olsa da iman etmem ona.
Sen ki Tanrı katından azledilmiş bir kadının eşisin
Ünün yayılmış Aden'in vadilerinden tüm cihana.

Fakat ne çare zalimce kırılırsa şayet kalemim
Hüküm verirlerse Sokrat'a olduğu gibi hakkımda
Kim anlatırdı yoksa nergislerle nilüferlerin
En hakiki kardeş olduklarını bu şiirce sana?

Rezenelerin doldurduğu o yeşim bahçelerinin
Ne de güzel olur kokusunu içine çekebilmek.
Hatıratından çıkarma, farkına var söylediklerimin
Metruk topraklarda bir onurdur isminle yaşayabilmek.

''(...)
Kapı ne kadar dar olsa da
Cezalarım ne kadar ağır olsa da
Kaderimin efendisi benim
Ruhumun kaptanı benim.''


-William Ernest Henley - Invictus

''(...)
bir ormanda yol ikiye ayrıldı, ve ben –
ben gittim daha az geçilmişinden,
ve bütün farkı yaratan bu oldu işte.''


-Robert Frost / Gidilmeyen Yol şiirinden

http://jakobensovalyeninmektuplari.blogspot.com.tr/

Çevrimdışı Ayhüznü

  • *
  • 24
  • Rom: 0
  • Hiçbir türlü bulamadım ben beni.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Fare Kapanında - Bir Harp Öyküsü
« Yanıtla #1 : 29 Mayıs 2017, 23:53:58 »
  Bölüm - 2 / 9. Mıntıka

  Karargâha ulaştığım zaman elbette sıcak bir karşılama beklemiyordum. Sonuç olarak komutası altına girdiğim kumandanın emirlerine tabi rütbesiz bir er idim. Benim gibi binlercesi daha trenlere doldurulmuş, Güney Cephesi Hattına getirilmişti. Askerî tabipler, tuğbaylar, apoletlerinde bilmediğim işaretlere sahip kıdemliler; hepsi bir koşuşturmaca içerisindeydiler. Bir ay öncesine dek ordudaki mevcut eratın sayısı yeterli gözükmekteydi. Sonrasında ise savaş, çıtasını yükseltmiş ve artık içine mesleği askerlik olmayan halk tabakasını da katmıştı. Savaşın kucağına pike yapan bir uçak misali atılmadan evvel dergilerde ve gazetelerde yazarlık yaparak geçimimi sağlıyordum. Bu işin getirisi azdı ve geleceği de pek parlak değildi, ancak stressiz bir işti – severek yaptığım bir meslekti. Zaten küçüklüğümden beri ama iyi ama kötü yazıyordum.

  Birkaç haftalık temel eğitimin ardından gelmiştim buraya. Dolayısıyla fazla sıra beklemeden adıma zimmetli üniformamı ve silahımı alarak bir inzibat çavuşunun eşliğinde yüzbaşının makamına götürüldüm. Katlanır-açılır bir sandalyeye oturmam işaret edildiğinde hiç ses etmeden usulca oturdum. Sırtımda üniformam yoktu, ancak bir asker sayılırdım ve askeri selam vermem icap ederdi. Fakat muhatabımın işi başından aşkın oluşundan ötürü bu eyleme fırsat bulamamıştım. Yüzbaşı, arkasında asılı olan haritayı neredeyse kapatacak denli iri cüsseli bir adamdı. Yüzbaşının sol elinde eldiven olduğu hâlde sağ eli çıplak ve mürekkep lekeleri olduğunu tahmin ettiğim lekelerle kaplıydı. Önünde açık bulunan koca deftere birtakım notlar alıyordu. Kurulu bir telsiz hemen sağ dirseğinin dibinde duruyor, telsizden yükselen ve birbirine karışan cızırtılı sesler çadırın içini dolduruyordu. İki-üç dakika konuşmadan bekledik. Başını notlardan kaldırıp gerinerek gözlerini benimkilere dikti. ‘’Sen C. olmalısın. Öyle ya, seni getiren çavuşa başkentten kalkan 17.05 treni ile gelecek Ulusun Onuru Gazetesi yazarlarından Sayın C.’yi karşımda istiyorum, demiştim.’’ Başımı yukarı aşağı sallayarak onayladığımı bildirdim. ‘’Evet, efendim, ben C.’nin ta kendisiyim.’’ Bir müddet beni süzdü. Silahımı çadırın girişindeki nöbetçiye teslim ettiğim hâlde üniformam koltuğumun altında duruyordu. ‘’Âlâ. Buradan çıktıktan sonra hemen hazırlan. Ondan önce ise biraz laflayalım. Ulusun Onuru Gazetesinde son yayınlanan makaleden haberin var mı? Hem de ilk sayfada büyük puntolarla duyurulmuş.’’ Haberim yoktu. ‘’Aslına bakarsanız buraya gelmeden önce, gazetenin genel yayın yönetmenine istifamı sunmuştum. Tazminatımı almış -ki tazminatımın dörtte üçlük kısmı devletin hesabına aktarılmıştı- ve zihinsel olarak kendimi savaşa hazırlıyordum.’’ Yüzbaşının suratına yayılan gülümseme bu durumdan hoşnut olduğunu gösteriyordu. ‘’Güzel.’’ Son heceyi uzatarak söylemişti. ‘’Güzel, zira bahsettiğim makale savaş karşıtı propagandalara kulak verir nitelikteydi. Sanki keyfimizden harp ilan etmişiz de, efendim, aslında buna gerek yokmuş da! Deli gevelemesi işte… Her neyse, konumuza dönelim. O gazetenin bünyesinde yer almaman senin için hayırlı olmuş. Savaş Bakanımız o haberi görünce öfkeden köpürmüş ve tüm gazete çalışanlarının ordudan uzak tutulmasına karar vermiş. Bizim de ordunun içinde gazetecilik yapacak, ancak bir savaş muhabiri gibi davranmayacak – tarafsız kalmayacak ve gerektiğinde çatışacak elemanlara ihtiyacımız var. Biliyorum, ikinci sınıf bir gazeteci sayılıyorsun, zira bana göre medyada ön plana çıkmayan her gazeteci-muhabir ikinci sınıftır, bunu değiştirmek ister misin?’’ İkinci sınıfmış… Üstüm olduğundan dolayı itiraz edemedim. ‘’Emredersiniz yüzbaşım!’’ Nereden bilebilirdim ki hayatımın değişeceğini… Şayet bilseydim, verdiğim kararın üzerinde beş dakika da olsa düşünürdüm muhakkak. Oysa ben hiç vakit kaybetmeden cevap vermiştim. Vazifenin detaylarını öğrenince şevklenmiştim; çünkü ordunun gazetesinde başmuhabir olacaktım!

***

Gün boyu sağa sola koşuşturup birkaç ayak işini yetiştirmeye çalıştıktan sonra gece vakti yatakhaneye vardığımda kafamı yastığa koyduğum gibi uyumuşum.

  Koğuşa dalan askerlerin çıkardığı ses ile gözlerimi açtım. Postalların rap rap’ları koridoru inletiyordu. Neler olduğunu bilememenin verdiği şaşkınlıkla doğruldum. İsmini dün öğrendiğim subaylardan teki öne çıkarak o gür sesiyle hemen içtima için hazır olmamızı emretti. Kamuflajımın üstünü kafamdan geçirmiştim ki yeri titreten bir sesle alçak uçuş yaptığını tahmin ettiğim bir uçak hızla binanın üzerinden geçti. Pantolonumu giyip postallarımı ayağıma geçirir geçirmez koşarak dışarı fırladım. Karargâh ayaktaydı. Acaba ne için hazır ol’da idik… Sebebi neydi bu hareketliliğin? Cephedeki ikinci günümde kanaat getirdim ki, savaşın seyrini; yıllanmış askerler, ileriyi görebilen zeki rütbesizler ve ancak kocamış komutanlar bilebilir. Gerisi ise eldeki sağlam olmayan verilerle çürük hipotezler kurabilir.

 Olağan dışı bir canlılık göze çarpıyordu. Bilinmezlikten vuku bulan korku, korkuyu harlatan heyecan, heyecanın kösteklediği düzen... Nizamı bozulmuş bölükler, başka birliklere kaynamış erler… Dokuzuncu Mıntıkanın hâli vahimdi. Neden sonra öğrendik ki bir kuvvet komutanı mıntıkamızı ziyarete gelmiş. Tabii biz tecrübesiz, yeni yetme, alelade askerler ise savaşa gidiyoruz sanmıştık! Ne büyük aldanış ama... Oysa kuvvet komutanını ağırlayıp da yolcu eder etmez tekrar içtimaya geçtik. Beklenen emir açıklanmıştı: Yarın 9. Mıntıkanın iki bölüğü –bir tanesi demem gerekli mi bilmem amma benim bağlı olduğum bölüktü- vur kaç taktiği ile hasmın öncü birliklerini yoracak; sıradaki aşamada ise mekanize piyade tümeni çatışma mevkine intikal ederek düşmanın gözcülüğünü yapmakta olan bölükleri imha edecekti.

  Gün boyu kumandanlarımız planın ve uygulanacak taktiğin detayları üzerine kafa yorarken bizler de talim yaptık. Gece iki sularında yataklarımızda idik. Gün ağarırken ise dünkü heyecanla meydanda toplandık. Artık yola çıkmak için sabırsızlanıyorduk.

''(...)
Kapı ne kadar dar olsa da
Cezalarım ne kadar ağır olsa da
Kaderimin efendisi benim
Ruhumun kaptanı benim.''


-William Ernest Henley - Invictus

''(...)
bir ormanda yol ikiye ayrıldı, ve ben –
ben gittim daha az geçilmişinden,
ve bütün farkı yaratan bu oldu işte.''


-Robert Frost / Gidilmeyen Yol şiirinden

http://jakobensovalyeninmektuplari.blogspot.com.tr/

Çevrimdışı sheril

  • **
  • 63
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Fare Kapanında - Bir Harp Öyküsü
« Yanıtla #2 : 30 Mayıs 2017, 02:26:53 »
Çok beğendim. 19 yaşında olduğunu yazmışsın şaşırdım kurduğun cümleler çok hoş yazmaya kesinlikle devam etmelisin  :klp

Lilith'den miras kalmış olan asilliğin ve letafetin
Talmud'da lanetle anılmış olsa da iman etmem ona.


Bu ayrıntına bayıldım :) şiiri kendin yazdın diye tahmin ediyorum. Talmudu okuduğun belli Lilith talmud da şeytan olarak bahsedilir hatta dişi şeytan -- talmud da lilith adem in ilk eşi, ikinicisi havva ,, diğer kutsal kitaplarda incil kuran da sanıyorum ki hep ilk eş havva olarak geçiyor -- lanetle anılmış olmasını belirterek bunu güzel yansıtmışsın

Bende talmud dan bu alıntıyı yapıyorum: “It is forbidden for a man to sleep alone in a house, lest Lilith get hold of him.”


 >:D

Çevrimdışı Ayhüznü

  • *
  • 24
  • Rom: 0
  • Hiçbir türlü bulamadım ben beni.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Fare Kapanında - Bir Harp Öyküsü
« Yanıtla #3 : 30 Mayıs 2017, 02:31:57 »
Öykümü okuduğunuz ve yorumlama lütfunda bulunduğunuz için teşekkür ederim. Evet, şiiri de kendim yazdım. Hatta şöyle bir gizli detay var: Şiirin her dörtlüğünün ilk ve son dizelerinin baş harfleri yan yana getirildiğinde bir isim ortaya çıkıyor. Vakti evvelinde kendisine şiir yazdığım bir hanımın adı. :)
''(...)
Kapı ne kadar dar olsa da
Cezalarım ne kadar ağır olsa da
Kaderimin efendisi benim
Ruhumun kaptanı benim.''


-William Ernest Henley - Invictus

''(...)
bir ormanda yol ikiye ayrıldı, ve ben –
ben gittim daha az geçilmişinden,
ve bütün farkı yaratan bu oldu işte.''


-Robert Frost / Gidilmeyen Yol şiirinden

http://jakobensovalyeninmektuplari.blogspot.com.tr/

Çevrimdışı sheril

  • **
  • 63
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Fare Kapanında - Bir Harp Öyküsü
« Yanıtla #4 : 30 Mayıs 2017, 23:54:18 »
Öykümü okuduğunuz ve yorumlama lütfunda bulunduğunuz için teşekkür ederim. Evet, şiiri de kendim yazdım. Hatta şöyle bir gizli detay var: Şiirin her dörtlüğünün ilk ve son dizelerinin baş harfleri yan yana getirildiğinde bir isim ortaya çıkıyor. Vakti evvelinde kendisine şiir yazdığım bir hanımın adı. :)


 :mlk ne güzel bir detay. Belirtmeseydin tek bilen sen olurdun herhalde   :D

Çevrimdışı Ayhüznü

  • *
  • 24
  • Rom: 0
  • Hiçbir türlü bulamadım ben beni.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Fare Kapanında - Bir Harp Öyküsü
« Yanıtla #5 : 31 Mayıs 2017, 00:21:24 »
Bölüm – 3 / Savaşan Bir Savaş Muhabiri

  Sınıf farkından daha büyük farklar da var hayatta. Toplumsal düzlemde sınıflar arası dikey geçiş için gayret sarf edilerek aşılacak sınıf farkı; çözümü azme, çalışkanlığa ve birtakım yapılması mübah olan hilelere dayanan alelade bir problemdir. Üzerinde fazlaca beyin fırtınası yapmaya gerek yok. Peki, sınıf farkından daha büyük farklar var demiştim, ne gibi? Benim, ‘’sınıflardan, benlikten, bencillikten sıyrılmış ve ayaktakımının koruyucu azizliğini yapan ihtilalci bir şövalye olmak’’ ideam ile o’nun tasavvur ettiği ‘’sade, çağcıl ve romantik yaşantı’’ gibi… Ha, o düşlediğine er geç sahip olacaktır – hem de bu coğrafyada doğup büyüdüğü hâlde, buna katiyetle inanıyorum. Ben ise…

*

  Herkes bilir ki orduda sigara demek; mahsulünü asgari fiyattan devlete satmaya gönülsüz razı olmuş çiftçilerin sövgüleriyle beraber işledikleri tütün demektir. Kumanyasında tütünü dağılmamış olanlar, gece karanlığında mevkilerini hasımlarına belli etmemek için yanmış cesetlerin üzerine eğilerek sigaralarını yakıyorlardı. Ben de öyle yaptım ve Yüzbaşı’nın çoktan kora dönmüş cansız bedeninin yaydığı ısıyla sigaramı yaktım, ardından izbe bir köşeye -bir tank iskeletinin arkasına- sığınarak tüttürmeye başladım. Plan başarısız olmuştu. Karargâhta bir hain vardı, hem de subayların arasında, bizi o ele vermişti. Dönek subay, şifreli bir telgraf çekerken yakalanmıştı, anlaşılan ihanet etmekte acemiydi. Kurt sürüsündeki çakal, Dokuzuncu Mıntıka’nın içtima alanında kurşuna dizilirken kumandanımız öfkeden köpürmüştü. Yine de harekât iptal olunmamış, saldırı emri verilmişti. İşte sonuç meydandaydı: Savaş meydanında. Kaybetmiştik.

  Boynumda asılı duran fotoğraf makinesi ile şimdiye kadar birkaç poz çekebilmiştim. İlki, hain subayın infaz anına aitti. [Bir hainin gözyaşları…] İkincisi, mekanize piyade tümeninin harp alanına intikal ederkenki görüntüsü idi. [Şanlı desteğin gelişi…] Üçüncüsünü ise gazetede yayınlamayacaklarına emindim, zira düşman askerlerinin esir aldıkları bir silah arkadaşımızı suratlarında iğrenç bir gülümseme ile öldürdükleri o dehşetengiz manzaranın fotoğrafıydı. [Böyle öldük…] Makinenin zaman ayarını kurdum ve flaşını kapatarak makineyi tam karşıma koydum. Beş saniye, dört saniye, üç saniye… Başımı sağa, hâlâ silah seslerinin yükseldiği tarafa çevirdim. İki saniye… Elimi ağzıma götürdüm ve sigaramdan derin bir nefes çektim. Bir saniye… Objektife baktım. Çıkırt! Dördüncü fotoğraf: ‘’Savaşan bir savaş muhabiri…’’ Ordu bünyesinde çıkarılacak olan Postalların Haşmeti adlı gazetede ilk sayfada tam boy yayınlanacak olan fotoğraf böylece ortaya çıkmıştı.
*
  …savaş bittiğinde bir gelişme kat edebilirdim. Başka bir kadına abayı yakar, Postalların Haşmeti adlı gazeteyi savaş sonrası devletten devralarak militarist yayın çizgisinde devam ettirip köşeyi dönebilirdim.

  Sınıf farkını sorguladığım, geleceğe yönelik öncül girişimlerde bulunduğum –yani planlar yaptığım-, gazeteye yazacağım ilk haberi düşündüğüm zaman dilimi sadece bir sigaranın küllükte tek başına kalıp da tükendiği vakit kadardı. Bunu saymıştım: Hepi topu, dört dakika. Dört dakikalığına görevime ara vermiştim. Neden sonra tüfeğimi kaptım ve benimle birlikte bu fare kapanında kısılı kalmış iki yoldaşıma şöyle bir göz atarak ateş hattına fırladım. Ölümün yakamozlar doğrayan o pes sesi, düşman mitralyözlerinden çıkarak beni Tanrı’dan çaldığı cehennemine çağırıyordu. Tabanlarım kıçıma vura vura ondan kaçtım. Bu bölgeyi terk etmem ve Dokuzuncu Mıntıka’nın istihkâm siperlerine geri dönmem gerekiyordu. Elimden gelenin en iyisini yapmıştım işte: İsabetli olduğunu düşündüğüm yaklaşık otuz atış, hunharca harcadığım iki şarjör, çekebildiğim dört poz…



Efendim, bu bölüm biraz kısa oldu gibi sanki... Farkındayım, ancak bir sonraki bölümün daha uzun olacağının teminatını veriyorum.
''(...)
Kapı ne kadar dar olsa da
Cezalarım ne kadar ağır olsa da
Kaderimin efendisi benim
Ruhumun kaptanı benim.''


-William Ernest Henley - Invictus

''(...)
bir ormanda yol ikiye ayrıldı, ve ben –
ben gittim daha az geçilmişinden,
ve bütün farkı yaratan bu oldu işte.''


-Robert Frost / Gidilmeyen Yol şiirinden

http://jakobensovalyeninmektuplari.blogspot.com.tr/