Kayıt Ol

Yağmur

Çevrimdışı Kitap Adam

  • **
  • 141
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Yağmur
« : 13 Ocak 2016, 22:11:32 »
     Adam kalorifer peteğine başını ve sırtını dayamış oturuyordu. Birkaç dakika aralıklarla önce düşüncelere dalıyor, sonra da boş gözlerle odaya bakıyordu. Elinde mutfak çekmecelerinde bulduğu ve ne işe yaradığını bilmediği ilaçlar vardı. Çoğunu yutmuştu. Tam olarak ne olmuştu, anlamaya çalışıyordu. Daha doğrusu kelimelerle anlamlı bir cisme dönüştürmeye çabalıyordu. Yoksa, hissettiklerinin ne olduğunu gayet iyi biliyor, en azından hissediyordu. Ölmekten korkmuyordu ama canının ölürken acıyacağı düşüncesi onu dehşete düşürüyordu. Canı tatlı bir adam değildi aslında, ancak bu acının daha önceki tecrübelerinden farklı olacağı kesindi. Öldükten sonra onu neler beklediğiyle ilgili kafa yorma işinden yıllar önce vazgeçmişti zaten. Aldırmıyordu. Tek bir gerçek vardı şu an; o da sabahı göremeyecek olmasıydı. Planı buydu. Kelimeler kafasında uçuşuyordu. Bu hayatta kalburüstü yapabildiği tek şeyin kendisiyle konuşmak olduğunu biliyor, bundan da eskiden beri çok keyif alıyordu. Hatta şu anki duruma gelmesinin birkaç yıl ertelenmesinin sebebinin de bu yeteneği olduğunu düşünüyordu. Ama, aslında bir ilaç mıydı bu yetenek, yoksa kendini gerçek hayata bağlama konusunda, önünde bir nevi duvar mı, bilmiyordu. Bu düşünceyle de meşgul olmaya başlamıştı. Talihsiz bir insan olduğunu düşünüyordu son yıllarda. Bir zamanlar çok şanslı olduğu için başına geldiğini sandığı ve böbürlendiği bazı olayların bu güne gelmesindeki en kötü kırılma noktaları olduğunu idrak etmesi, onu bazen kahkahalara boğuyordu.

      "Anlamsız bir hayat yaşıyorum," diyordu kendine. Oysa haline şükret diyorlardı ona; televizyonda çıkan haberlere bak; açlıktan ölen çocuklar, savaşta kocasını yitirmiş kadınlar, uzuvlarını kaybettiği halde yılmadan hayata tutunan adamlar... Savaşta olsan, açlıkla boğuşan bir ülkede yaşasan, ya da bu dünyanın nice dertlerinden birini çeksen daha mı iyiydi? Küstahlık mı bilmiyorum ama anlamsız, amaçsız bir yaşamdan daha onurlu bir yaşamdı onlarınki. Ben sağlıklı bir şekilde nefes alabiliyorum ama o nefes için dahi bir çaba sarf etmedim. Belki önceden bunu hak edecek bir şey yapmış olsaydım, ne bileyim, bir hastalığı yenmiş, bir savaştan canlı çıkmış olsaydım, bu boşlukta olmayabilirdim şimdi. Amacı olan bir yaşam çok uzaklarda bir yerde.

     Aklına, buna ulaşmak için ne fikirler geliyordu ve kendi bile buna hayret ediyordu. Acaba kendi gibi birini bulsa; bir kızla tanışıp ona kendini anlatsa, ondan bir çocuk sahibi olsa. İşte yaşamak için bir neden. Bir sevgili kesinlikle bir neden değil, bunu daha önce birçok kez anlama fırsatı bulmuştu. Ama çocuk, kesinlikle bir neden. Yani öyle olmalıdır değil mi? Sonra çıkardım ailemin karşısına ve anlatırdım planımı. Bunu bilerek yaptığımı. Çok saçma, anlamazlardı; şeyinin keyfine peydahlanan bir çocuk, kız da o yolun yolcusu bir aşüfte. Böyle düşüneceklerdir muhakkak. Aslında herkesin ne düşündüğüyle ilgilenmeyi de çok önceden bırakmıştı. Çok ulvi telkinlerin sonucunda geliştirdiği bir yetenek değil. Yalnızca, herkesin onun hakkındaki söylemlerini tahmin ederek ve elinden bir şey gelmeyerek öğrenmiş, daha doğrusu alışmıştı. Daha fazla acımaz vakasıydı yani. Ne diyordum, ha çocuk. Çok saçma, öyle bir kızı bulmak da ayrı problem. Anlatsan planını deli der. En iyisi filmlerdeki gibi ya da yabancı ünlülerin yaptığı gibi taşıyıcı annelik filan. Veya evlat edinmek de olabilir. Çok film seyrediyorsun.

      Kendini bu düşüncelerden yeniden kurtardı. Zaten bu kısa ve ani düşünceler yapılmak için değil, o anı doldurmak içindi. Ne kadar mantıksız olduğunun önemi de yoktu o yüzden. Pratiğe geçmeyecek düşüncelerle tüm kozmosu bile dolaşabilirsin.  

     "Ölmek," dedi, ölüyordu. Ölecektim. İlaçlara tekrar baktı. Acaba ilaçlar ne kadar süre sonra etki ederdi. Uykuya daldıktan sonra acısız bir ölüm umuyordu. İlaçların arasında uyku ilacı var mıydı acaba? Olsa çok iyi olur. Ama ya ölmez de kalıcı bir hasarla sağ kalırsam? Beyin hasarı, felç.. Bu düşünceyle vücudunu ter bastı. Daha iyi ya işte, az önce atıp tutuyordun anlamlı bir hayat diye. Ne korkuyorsun, öyle olursa anlamlı bir hayata kavuşursun. Yalancı seni.

     Tekrar gerçekliğine döndü adam. Oda, haplar ve kendisi. Anlam arayışı çağımızın en küstah, en modern, en şükürsüz hastalığı. Elindekilerle yetinme sözünü çok duymuştu. Birçok söz duymuştu buna benzer zaten, özellikle de son yıllarda. Kelimeler ne kadar söylenirse, tekrar edilirse o kadar anlamsızlaşıyor, içi boşalıyor. Televizyonu açıp bir bakmak, gazeteleri okumak veya etrafınızdaki insanların ne dediklerine kulak vermek yeterli. Zamanın içi boşaltılan lafları; insan hakları, adalet, demokrasi, aşk, millet, barış, savaş, zafer, özgürlük, sanat, eğlence, ölüm... Aklına ilk bunlar geldi. Günde milyon kere söylenen kelimeler. En çok da galiba bu içi boşaltılmışlıktan bıkmıştı. Yalan, sahtekârlık, ikiyüzlülük. Tiksiniyordu. Ama insanların bu tutumlarından çok, kendisinin de bu şekilde davranmak zorunda kalmasından, bazen de başarılı olup, bu başarının getirdiği avantajların çekiciliğiyle, pisliğe daha da batma arzusundan tiksiniyordu. Çoğundan iyi değildi bu konuda, biliyordu. En iyilerden de değildi, en kötülerden de. Sonsuz bir sıradanlıkta sürüklenen ömürler; sıradan iyiler ve sıradan kötüler.

     Sıradan kötüyü halk bile sevmez. Orası kesin. En çok tiksindiğim tür bu benim de. Ben de halktan sayılırım sonuçta. Bunlar küçük hesapların canlılarıdır. Sığ denizlerin balık yumurtaları. Çıkarları çok önemlidir ama zavallıcıklar tüm o çabalara rağmen bir türlü rahata eremezler. Bu insanlarla ilgili bir roman yazmak gerek ama kimse okumaz. Çok sıkıcı olur. Sıradan kötü çoktur, en kalabalık gruptur ama kimse bu küflü yaşamın yüzüne vurulmasını istemez. Dahası, çoğu kişi başkalarını rahatlıkla bu sınıfa koyabilir ama asla kendine yakıştırmaz. Bu sınıfın belirgin özellikleri vardır. Bir konuşmaya başla, hemen sana çevresindeki insanların ahlaksızlığını, dedikodu yapan bir akrabanın nasıl iftira attığını, –ki kendi çok sever dedikoduyu- borcunu ödemeyen bir esnafı, borcunu vaktinden önce isteyen alacaklıyı anlatır saatlerce. Akla gelebilecek her konuda, şikayet üstüne şikayet, sızlanma üstüne sızlanma üstadıdırlar. En kötü yanı dürüstlükleridir. Herkse çok güvenmiştir ve hep iyi niyetinden dolayı ihanete uğramıştır. "İnsanoğlu çiğ süt emmiş," der iç geçirerek. Kendisi kaynatarak içmiştir büyük ihtimalle. Kendini soyutlayıp sürekli birilerini kötüleyenleri rahatlıkla sıradan kötü grubuna sokabilirsiniz. Empati yapamayan biri, iyilik de yapamaz. Bu adamlarla aynı havayı solumama isteği bile bir insan hakkı olarak tanınmalı. Tabii ki o zaman hep beraber Mars'a taşınmamız gerekebilir. Kendini anlattığını kendi bilmez!  

     Sıradan iyi olsan nefret duygusuna bile mazhar olamazsın. Keskin bir kayıtsızlık bulursun. İlla kendimi bir sınıfa sokmam gerekirse, sıradan iyi sınıfı derim. Öyle ya sıradan kötüyü ben bile kendime yakıştırmam. Ama bu sınıf da özel değil. Kazanılmamış, fırsatsızlıktan ve cesaretsizlikten dolayı, sadece mensup olunan bir sınıf. İyiliklerinin çok olmasından değil, kötülüğünün az olmasından girersin. Kontenjan fazlalığı.

     Fırsatı ve cesareti olanlar en kötü veya en iyi sınıfına girer ve bu insanlar kesin çizgilerle ayrılmaz. İkiz kardeş gibidir. Genetiği aynıdır. Sınıfını, yaşamlarındaki nüanslar belirler. Zıt ve denk. En erken onlar ölür, en uzun onlar yaşar. Etkileri yoğundur. Sıradanlar bu sınıftakileri çok sever. Ama kim onları suçlayabilir ki? Hayata amaç, mutluluk, acı ve perspektif katan o insanlardır. İnsanlara duymak istediklerini söylerler, hissetmek istediklerini hissettirirler. Önemliymişsin gibi bir yanılsamaya kapılırsın onlara bakarken. Benim de favorilerim var içlerinde.  Ama konu, en kötü veya en iyi sınıfları değil. Yoksa bu odada ölmeyi isteyen bir adam bulunuyor olmazdı.
 

     Aslında ardında bir mektup bırakmayı çok istiyordu. Ama ne yazmasının en isabetlisi olacağından emin olamıyordu. Sıradan bir mektup; ölümümden kimse mesul değildir falan filan. Yok, böyle bir mektup istemiyordu. Bir tiksindiği hal ve hareketler listesi hazırlayabilirdi. İlginç olur okuyanlar için. Çabuk yayılır haber. Belki televizyona bile çıkarım.

     Yine kendine geldi. "Hastalıklı bir beyin benimkisi," diye düşündü. Hayali bir liste çıkarmaya çalışıyorsun. Eğer ölecek olmasam kalem kâğıt alıp yazmaya başlayabilirim! Bir şekilde kurtulursam, kesin yapmalıyım bu listeyi. Ama hayır, kararlılık çok önemli. Bu güne kadar beceremediğim bir yetenek daha. Bari, ölme işinde tam kararlılık göstersem. Yoksa bunu da elime yüzüme bulaştıracağım. Yaftalar! Şimdi beceremedim diyelim intihar işini; bazıları delirmiş, kafayı sıyırmış bu oğlan diyecekler. Olsun. Ya da dikkat çekme çabaları; yalandan dolandan bak ne numaralar çevirmiş hayırsız. Anasını babasını da hiç düşünmez bu nankör piç. Hayır! İşte buna katlanamam. Al bir yalan daha; buna kesinlikle katlanamam. Nasıl katlanamazsın. Öyle bir katlanırsın ki sen bile şaşarsın. Evrimin insana lütfu ve laneti. Ne yapacaksın başka. Çıkıp öyle diyenleri tek tek bulup ikna mı edeceksin? Hokus pokus yapıp domuza mı çevireceksin? E o zaman. Katlanmak ve umursamamak benzer gibi görünse de aslında çok farklıdır. Umursamamak daha kolaydır. Ben, söz konusu başkalarının benim hakkımdaki düşüncüleri olduğunda, ikisinde de başarılı sayılırım. Öğrenilmiş çaresizlik. Gerçekten katlanamadığı durumları bir şekilde değiştirebilen insanlar belki de dünyanın en hayran olunası insanlarıdır. Kimse hepsini ortadan kaldıramaz elbette ama bir taneyle bile başa çıkmak kâfi. Benim skor tabelam sıfır. O zaman, girişimim mutlak suretle başarılmalı. Ya da katlanacağız artık!  

     Hayırsız evlat yaftası, o da ayrı bir olay zaten. Hayırlı evlat nedir bunu bir açıklasalar adam gibi. O konuya hiç girmemek lazım, ama yine de bu yaptığıma üzülecekler; ölsem de ölmesem de. Doğru. Ama onlar üzülecek diye zerre kadar benimseyemediği bu yaşama katlanmak da çok fazla hayırlı evlatçılık olmuyor mu? Zaman her şeyin ilacıdır derler. Çok aşk kokan şiirlerin haricinde, bu anlama gelecek bir kamyon söz etmişlerdir yazarlar eserlerinde. Bir bildikleri vardır umarım.  

     Adam hala kalorifer peteğinin önünde oturuyor ve hala düşünüyordu. Bir de ölüyordu. Ya da öyle umuyordu. "Hayırsız evlat," diye mırıldandı kendi kendine.  Bazen düşünceleri ağzından taşardı. Son zamanlarda daha sıklıkla oluyordu bu. Önceleri, yani bu taşmalara az rastlanırken dahi, başkaları tarafından birkaç kere yakalanmıştı. Bir keresinde yine bir iç münazaranın en sert tartışmaları yaşanırken, kız arkadaşı duymuştu. Büyük merak içinde ve biraz da kaygılı sayılabilecek bir yüz ifadesiyle sormuştu: “Ne konuşuyorsun kendinle?” Hiç düşünmeden şarkı söylüyordum dedim. Çok yeterli, çok mantıklı bir cevap. Bu kızın yüzündeki inanmışlıktan da belli oluyordu. Sonraları yakalanmama konusunda uzmanlaştım. İyi olduğum bir şey daha.

     Saklanma becerisi kendisiyle konuşma dozunu ve şeklini de değiştirdi zamanla. Daha şiddetli tartışmalar, olmayan insanlarla atışmalar, sohbetler, espriler, küsmeler. Deliriyorum mu diye düşündüğü çok oldu ama her seferinde öyle bir durum olmadığını en azından bunun cevabını kendi veremeyeceği için sorunun saçma olduğuna inandırıp, o sorudan uzaklaşırdı. Çünkü deli nedir ki? Ben kendime nasıl deli derim. Bir deli, deli olduğunun farkında olamaz ki, onun normali odur. Başkaları ona delisin der. Ben deliliğe vuruyorumdur en fazla, başka bir şey değil, rahat ol.

     Dışarıda yağmur başladı. Pencereye vuran damlalar düşüncelerden sıyrılmasına yardımcı oldu. Yağmuru çok severdi ama yağmurda yürümeyi, ıslanmayı değil. Sadece korunaklı bir yerde durup onu izlemeyi, dinlemeyi. Ayağa kalkıp pencereyi açmaya çalıştı ama dengesini kaybetti. Başı dönüyordu. Bunu beklemiyordu fakat şaşırmadı da. Tekrar denedi ve kalktı. Büyük bir zahmetle pencereyi açtı ve oturduğu yere doğru ağırlığını bıraktı.

     Ben her şeyi yağmuru sevdiğim gibi sevdim. Hep dışarıdan. Ben evdeyken yağarsa eğer, çok sevdim. Dışarıdaysam o anda, hiç sevmedim, hep kaçtım. Yağmazsa hele hiç aramadım, özlemedim. Aklıma bile gelmedi. Tabii yağmur da beni, onu sevdiğim kadar bile sevmiyordur. Haklı, hem de çok haklı. Ama şöyle düşün bir de; yağmur ben evdeyken hiç yağmasaydı, hep ben dışarıdayken yağsaydı inatla. Düşünsene, ne zaman adımını atsan sokağa yağmur, eve girdin mi tak diye kesiliyor. Belki o zaman öğrenirdim yağmurla yüzleşmeyi. Onun sadece sokağı değil, beni ıslatmasını da severdim. Zorunlulukların acıtmadığı zamanlarda… Artık o da iş görmez. Biraz da onlar emek verseydi. Onlar dediğim yağmur elbet. Ama niye? Dünyada altı milyar insan var ve sen en sıkıcı gruba dahilsin; sıradan iyi. Böylesini yağmur da sevmez.

      Midesi bulanmaya ve uykusu gelmeye başlamıştı. ‘Oluyor galiba’ dedi, ‘bu sefer oluyor’. Ama dur açma hemen şom ağzını. Bugüne kadar öğrenmiş olman lazım. Hep son saniye üçlükleriyle mağlup olduğunu unutma. Yine benzer bir durumla karşılaşabilirsin. En fazla biri beni bulur, hastaneye yetiştirir diye de düşünme. Şimdi kapıdan üç dört kişi girer, hemen yuttuğun haplara bakar ve gülmeye başlar: “Salak herif, bunu da becerememişsin. Şeker lan bunlar, bak kutuya. En fazla ishal olursun.” Şaşmam böyle olursa. Tecrübeyle sabittir ki, daha saçmalarını bizzat yaşadım.

     Ölmek üzere olan idam mahkûmlarına son sözün nedir diye sorarlar. Ben onu kendime yontayım. Son düşüncen nedir ey sıradan iyi grubunun en sıradanı. Hiç merak etmiyoruz ama adettendir diye soruyoruz. Çok uzatmadan düşün bakalım!

     Soru biter bitmez aklına biri geldi. İsmini bilmediği, daha önce hiç görmediği biri. Hatta var olup olmadığı hakkında en ufak bir fikri olmadığı biri. Gözleri doldu, boğazı düğümlendi. Kalbi göğsünde çırpınmaya başladı. Zihni, yani sahip olduğu her şey ona ihanet ediyordu. Ölümden korktu o anda, hem de çok korktu. Ağzı kurudu. Yaşaması gerektiğini hissetti. "Yardım edin," diye avaz avaz bağırmak istedi. Zamanı geri almak, yeni bir başlangıç yapmak istedi. Arayıp bulmak istedi onu, öldüğünü, ama ölmek istemediğini söylemek istedi.

     Kendini toplamaya, şaşkınlığını üstünden atmaya çalıştı. Sen bu sefer de korkmayacaksın, kaçmayacaksın. Boş fikirlere kapılmayacaksın. Tiksindiğin davranışların içine tekrar girip, yine olmadığın biri gibi yaşamayacaksın. Zaten olmaz da. Olsaydı bugüne kadar olurdu. Bak etrafına; bunları hiç problem etmeyen insanlarla dolu her yer. Onlara bırak burayı. Sen sıradan iyisin fakat artık olmak istemiyorsun. Bunu değiştiremeyeceğini bilecek kadar da kendini tanıyorsun. Kimse gelmesin aklına, kimsenin aklına gelmediğin gibi, sen de en azından şu anda, hayatının en anlamlı, en cesur dakikalarında bunu becer. Ayak sürüyerek değil tam bir kararlılıkla ye şu yiyeceğin boku.  

     Kendine çok kızmıştı. Öfkeliydi. Telkinlerinin işe yaramıyor oluşu onu panikletti. Kalbi hala çok hızlı çarpıyordu. Tam bir savaş içindeydi. Bu kadar halsiz olmasa belki gerçekten telefona sarılıp ambulansı arayabilirdi. Ama o panik duygusunun içinde bile bildiği bir şey vardı; istemiyordu artık, dahasına takati kalmamıştı. O yüzden içindeki tüm buhranlara rağmen hiçbir şey yapmadı. "Kaybetmeyeceğim," diye mırıldandı.

     Ama bu sefer kazanıyordu adam galiba, tabii buna ne kadar kazanmak denirse. Kalorifer peteğine kafası dayalı bir şekilde kendinden geçti. Bedeni biraz daha yana yattı. Soluğu yavaşladı, yavaşladı... Durdu. Yükselip alçalan göğsü kuru bir sünger kadar hareketsiz kaldı. Bir daha hareket etmedi. Bir daha hiç düşünmedi, kendisiyle konuşmadı. Yağmur da o akşam hiç durmadı.

  
  
"Zekâ, zulümle baş ettiği kadar kurnazlıkla baş edemez; kurnazlık vasatın zekâsıdır."

Çevrimdışı Müstehzi

  • *
  • 38
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Yağmur
« Yanıtla #1 : 28 Şubat 2016, 00:25:36 »
Bazı noktalama ve yazım hataları var, gözünden kaçmış sanırım. Eğer tekrar düzenlersen benden sonrakiler için daha rahat olacaktır okumak.

Öyküyü sevdim. Sanırım insan hayatta daima yaşamaya değer bir şey bulabileceğine inanıyor.  Öyküdeki adamın da ölmeden önce kısa bir an hayata tutunmak istemesi bundan belki. İntihar etmiş birinin ölmeden önce yaşama dair şeyler düşünmesi insanın canını yakabiliyor. Hele son cümle, yağmurun tüm akşam yağması, o adamın sevdiği bir durumdan ömrünün son anlarında mahrum kalması, bundan haberinin olmayacak olması... Ölürken hayallerinden ve hayata olan nefretinden açık sözlülükle bahseden bu adamı güzel anlattığını düşünüyorum. Eline sağlık.
“Olduğum şeyle olmadığım şey arasında, hayal ettiğim şeyle hayatın beni yaptığı şey arasında bir boşluğum.”
- Fernando Pessoa

Çevrimdışı Kitap Adam

  • **
  • 141
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Yağmur
« Yanıtla #2 : 28 Şubat 2016, 02:47:21 »
Okuyup yorumladığın için teşekkür ederim. Öyküyü sevdiğini söylemen beni çok mutlu etti.

İmla hatalarından dolayı yaşadığın zorluk için de kusura bakma lütfen. Bir düzenleme yapacağım.   
"Zekâ, zulümle baş ettiği kadar kurnazlıkla baş edemez; kurnazlık vasatın zekâsıdır."

Çevrimdışı maviadige

  • **
  • 161
  • Rom: 4
    • Profili Görüntüle
Ynt: Yağmur
« Yanıtla #3 : 14 Mayıs 2016, 23:41:34 »
Oldukça samimi geldi bana. İnsan düşünür hep, düşündükçe de binbir şey dolanır beyninde. Önemli olan olumlu yöne doğru yüzebilmek sanırım. Yoksa karamsarlık, umutsuzluk giderek büyüyor ve insanın felaketi olabiliyor. Bunu gösterdiği ve etkileyici şekilde bittiği için beğendim öyküyü. Karakterin düşünceleri, kendi içindeki çatışması, sonuç olarak yıkılmışlığı güzel yansıtılmış.
Yakından bakarsan güzelleşecek.
Uzun süre bakarsan sevimli olacak.
Sen de aynısın...

-School 2013-

Çevrimdışı Kitap Adam

  • **
  • 141
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Yağmur
« Yanıtla #4 : 15 Mayıs 2016, 03:08:51 »
Olumlu düşünceleriniz için çok teşekkürler. Samimi bulmanıza çok sevindim.
"Zekâ, zulümle baş ettiği kadar kurnazlıkla baş edemez; kurnazlık vasatın zekâsıdır."

Çevrimdışı Bay_Karamsar

  • ****
  • 865
  • Rom: 12
    • Profili Görüntüle
Ynt: Yağmur
« Yanıtla #5 : 27 Mayıs 2016, 23:22:29 »
Anlatıcı olan ana karakter ile üçüncü tekil kişi geçişlerinde ben biraz sorun yaşadım. Öyküyü, birinin bitirdiği noktada, ötekisinin devralması sırasında, öykünün akıcılığında bozulma tehlikesine yaklaşılmış gibi geldi.

Çevrimdışı Kitap Adam

  • **
  • 141
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Yağmur
« Yanıtla #6 : 28 Mayıs 2016, 12:46:21 »
Yorumunuz için çok teşekkürler. O geçişleri italik yazarak yapmaya çalıştım. Benim de kararsız kaldığım bir şeydi aslında.
"Zekâ, zulümle baş ettiği kadar kurnazlıkla baş edemez; kurnazlık vasatın zekâsıdır."