Kayıt Ol

Esaret

Çevrimdışı Raisor

  • ***
  • 793
  • Rom: 15
    • Profili Görüntüle
Esaret
« : 30 Mayıs 2011, 01:57:17 »


                                                                           Esaret

İyi dost sandığı ama kötü yola sapmış bir arkadaş çevresi edinmişti ki bu, onu içgüdülerinden uzak kalmış, varlıksız, kimseye güvenmeyen bir kadın yapıyordu. Hiçbir zaman siyah renk dışında bir şey giydiğini görmedim. Vücudunun en zarif yeri olan boynundaki altın kolye, vücudu ile öyle bir ahenk oluşturuyordu ki, hiç kimse o kolye asla o boyundan çıkmasa bile bundan sıkılamazdı. Zaten o kolye hiçbir zaman da o boyundan çıkmıyordu. Yapay güzellik malzemelerini de pek sevmezdi oysa. Özellikle de sırf kadınların kendilerini daha güzel göstermek için kullandıkları, ama bu konuda kusursuz bir biçimde başarısız oldukları şu renkli makyaj malzemelerinin para tuzağı olduğunu düşünüyordu. Ara sıra kendi de ucuz siyah göz kalemi sürmüyor değildi ama, bunu kendi dışında pek de fark eden olmamıştı henüz. O sadece takılara hayrandı ve bu değiştirilemez bir gerçekti.

Bomboş, karanlık spor salonunda şu an için var olan tek eşya, dedesinin yaşadığı zamanlara ait bir tahta masaydı. Spor salonu ona babasından kalan belki de en pahalı şeydi, ama o bir eğitmen ya da müdür olamayacak kadar yorgun hissediyordu kendini. O yüzden yine babasının evinden buraya bir tahta masa taşımış, geceleri mum ışığında kağıtlara korkunç hikayeler yazıyordu. Minik bir mum ışığının böylesine büyük bir spor salonunu aydınlatamayacağını kendisi de biliyordu tabi. O sadece yazdığı kağıdı görmek istiyordu.

Yazdığı hikayeler karşısında Agatha Christie merhametli sayılırdı. Çünkü Agatha Christie en azından hikayelerini korkunç yaratıklarla donatmıyor, suçluları cezasız bırakmıyordu. Ama spor salonundaki kadının yazdığı hikayelerde suçlular bulunamayacak, bulunduğu zamanlarda ise baş edilemeyecek kadar güçlü ve kötüydüler. Hiçbir hikaye birkaç yapraktan uzun olmasa da, karanlığın tüm cezp edici ve korkunç yaratıkları bu birkaç yaprağa kusursuzca sığdırılıyordu yazar tarafından. Dünya’daki iblis nüfusunun, insan nüfusundan fazla olduğu bu hikayeleri yazarken, kadın korkmak yerine ağlıyordu kendi tercihinde olmadan. Hikayeler ardındaki her kusursuz gerçeği ve her bir iblisin gerçekteki insan kişiliğini bir tek kendisi biliyordu çünkü.

Hiçbir zaman bu spor salonunda iki saatten uzun süre kalmamıştı kadın. Çünkü iki saat dolmadan önce, benliğindeki tüm hücreler intihar etmeye yoğunlaşmış, vücudundaki her nokta kesilmeye ve işkence edilmeye aç bir hal alıyordu. Bu garip psikolojik baskı kadının elinde değildi. Yazmadığı geceler de rahat uyuyamıyordu. Kaleminin, zarif bir kıvrımla hikayesinin son kelimesini de kağıda yazmasının ardından, kadın inanılması zor gelecek kadar kısa bir sürede kalem ve kağıtlarını dosyasının içerisine koyarak, attığı her adımın yıllardır yürümeye bedel hissettirdiği bir halde spor salonunun çıkış kapısına doğru yürüdü. Boğazında düğümlenmiş bir garip acı, yüreğinden her an fırlayabilecekmiş kadar birikmiş bir hiçlik duygusu ve asla her şeyin düzelemeyeceği umutsuzluğu içerisinde kapıdan çıkarak, arabasının karşıdaki park yerinde olduğunu bilmesine rağmen sağına soluna bakarken, küçüklüğüne dönüp en az o zamanki kadar masum olmayı samimi bir biçimde hayal ediyordu. Ama az önce yazdığı hikayesindeki son cümlesinde de belirttiği gibi, “bazen tek bir erkek, ya da erkek görünümüne bürünmüş tek bir iblis bile, bir kadınının tüm hayallerini ve dünyasını  yıkabiliyor.”


Vahşet her yanda ulu orta sergilenirken,

Sevişmek için saklanmak zorunda kaldığımız bir Dünyada yaşıyoruz.

-John Lennon.

Çevrimdışı Raisor

  • ***
  • 793
  • Rom: 15
    • Profili Görüntüle
Ynt: Esaret
« Yanıtla #1 : 02 Haziran 2011, 01:34:34 »


Hikaye 1 - Sonya

Sonya, gün ışığı görürse, zavallı gözlerinin aydınlığa alışıp alışamayacağından emin olamıyordu bir türlü. Tabi bu bir varsayımdı sadece. Işığı görebileceğini kendi de sanmıyordu. Bu kokuşmuş, pis yer altı hapishanesinde geçirdiği tahminen birkaç ayı bulmuş zaman zarfı içinde, yanına ne bir dost verilmiş, ne de kendisine pek sık konuşulmuştu. Ara sıra hiç var olmamış şeylerle konuşup kendi kendine gülerek ya da ağlayarak, komik ama zavallı bir duruma düşürüyordu kendini. Çoğunlukla delirdiğini kanıtlayan bu psikolojik davranışı kendi dışında biri farkında değildi. Hatta bazen, bunu yaptığının kendi de farkında değildi.

Yine o garip kapı gıcırtısını duyduğu zaman, karanlıkta renkleri belli olmayan, ama gerçekte yumurta sarısı renkteki saçlarını omzunun arkasına attı. O, karanlıkta pek de iyi göremiyordu, ama karşısındaki şeyin onu oldukça net görebildiğini çok iyi biliyordu. Uzun boylu bir kadındı, ama karşısındaki şeyin ondan iki kat uzun olması, her ne kadar iyi bir dövüşçü olsa da ona karşı savaşamamasına sebep oluyordu. Bunu en son denediğinde iki yerden ayak kemiğini kırmış, sekiz yerden kolunu çatlaşmış ve kaburgalarından birini ezmekten son anda kurtulabilmişti.

“Günaydın” diye bir ses duydu. Bu metalik sesin herhangi bir canlıdan geldiğine inanmak o kadar zordu ki, bazı zamanlarda o garip halisünasyonlardan birini daha duyduğunu düşünmeden edemiyordu. Elleriyle çıplak vücudunu örtbas etmeye çalışarak, “günaydın” dedi. “Sabah mı oldu?”

“Evet.”

Metalik sesli o şey, Sonya’nın elini hızla kaparak, onun eline bir parça ekmek tutuşturdu. “Neden vücudunu elinle kapatmaya çalışıyorsun Sonya? Oysa ki ben onun güzelliğini ve oturduğun toprakla ahengini çok net görebiliyorum.” diyerek uzaklaştı. Ardından kapının kapandığını duydu Sonya.

Sonya kaldığı hücreyi asla anlatamazdı, çünkü bu hücreyi hiçbir zaman gözleriyle görememişti. Sadece dokunarak anladığı kadarıyla, toprak bir zemin üzerine üç bir taraftan demir parmaklık inşa edilmiş, dördüncü taraf ise yine topraktı. Yer altında olduğunu çok iyi biliyordu. Havada hiç nem yoktu ve bazı zamanlar o kadar sıcaktı ki, toprağın üzerinde ayaklarını tutmakta zorlanır bir hale geliyordu. Toprağa eliyle değdiğinde, refleks olarak anında ellerini geri çekiyordu, fakat tabi bu yılın belli zamanlarında oluyordu.

Birkaç aydır buradan kurtulma planları yapmış, ancak bunu yapacak ne cesaret ne de gücü kendinde hiç bulamamıştı Sonya. Zarifçe vücudundan simetrik bir biçimde uzanan ince kolları, göründüğünden daha güçlü olabilirdi, ama bu yine de karşısındaki şeylere karşı koymasına yetmeyecekti. Ya da ilk başlarda böyle düşünüyordu. Şu anda ise zaten ölü bir kadın olduğunu ve buradan çıkmaya çalışsa da çalışmasa da, biyolojik olarak yakın bir tarihte öleceğini düşünüyordu. Madem ki ölecekti, en azından özgürlüğü için savaşırken ölmek istiyordu.

Karşısındaki şey bir ghordu. Ghorlar, şeytani bir iblis olmanın ötesinde,  İblisler arasında bile kötü bir iblis olarak ün salmış cani yaratıklardı. Uzun bir adamın boyundan iki kat uzun bir boya, kaslı bir adamın vücudundan iki kat geniş bir vücuda sahiptirler. Kanla beslenen bu cani yaratıklar, beslenmek için kendi kendilerini bile parçalayabilir, kendi aralarında bile isyan çıkararak birbirlerini katledebilirlerdi. Onların zaafı beslenmekti  ve onların güçsüz tarafları da bu zaaflarıydı. Bu zaaf yüzünden birbirlerine zarar verebiliyorlardı. Ghorların ayakları yoktur. Oldukça kalın, tantaküle benzeyen kuyruk gibi bir uzantıları ile hareket ederler. Bu da onların ikinci zayıf noktalarıdır çünkü insandan daha hızlı değildirler.

Sonya boşaltım ihtiyacını aylardır bir çukur içerisine yapmış olmanın verdiği garip iğrenme duygusuyla, ihtiyacını karşılamak için yeniden o çukuru aramaya başladı. İhtiyacını tamamladıktan sonra, aklına filmlerde her zaman gördüğü bir kaçma sahnesi geldi. Filmlerdeki insanlar yapabiliyorsa, o da yapabilirdi.

Parmaklıkların yanına gidip avazının çıktığı kadar bağırarak ghorlara seslendi. Bir yandan da aklından “ya hep, ya hiç” diye düşünüyordu. Kısa bir bekleme ardından, bir ghor içeri girdi.

“Ne var? ne bağırıyorsun kadın?” dedi öfkeli bir sesle.

“Bana efendini çağır” dedi Sonya, kendinden emin bir ses tonu ve büyük bir cesaretle. Kaybedebileceği en önemli şeyi hayatıydı ve bu hayat da artık eskisi kadar önemli gelmiyordu ona.

“Efendi Gunma’yı mı bahsediyorsun?” dedi ghor alaylı bir sesle. “Onu yattığı yerden kaldırıp buraya kadar yürütmenin bedelini sana ödeteceğini bilmiyor musun? Bunu ya namusunla ya da kanınla ödersin.”

Gunma, ghorlar arasında dahi iri bir yaratıktı. Sesi daha metalik ve kalın, omuzları diğer ghorlardan daha geniş, ama onlardan daha yavaştı. Bu tip vahşi bir iblisin Sonya’nın namusuna göz dikmesi sonucunda acılar içerisinde öleceğini çok iyi biliyordu. Onunla beslenmesi de pek iyi bir yöntem olmasa gerek. Ancak Sonya, özgür olmak için vereceği savaştan dolayı büyük bir cesaret duyuyordu niyeyse. Bir şey ona cesaret veriyor gibiydi.

“Sen yine de onu çağır” diye yanıt verebildi sonunda Sonya. Sesinde ne korkudan, ne acıdan eser yoktu. Dünya’da var olan en güçlü canlıymış, hiçbir şey onu durduramazmış gibi konuşuyordu bu kez. Sesindeki bu gücü ghor da fark etmişti. Hiçbir cevap vermeden uzaklaştı. Büyük ihtimalle Gunma’yı çağırmaya gidiyordu.

Yaklaşık beş dakika süren ama Sonya’ya yıllar geçmiş kadar uzun gelen bir süre boyunca, Sonya sıcak toprağın üzerine oturup bağdaş kurmuş bir pozisyonda Gunma’yı bekledi. Toprağın ayak sesleriyle sarsılıp,  rahatsız edici derecede ritmik bir yürüme sesi duyulunca, Sonya var olan en güçlü ve karanlığın belki de en kötü yaratıklarından birinin oraya doğru yaklaştığını anlamıştı. Sarsıntı durup, ağır bir nefes alma sesi duyduğunda ise, Sonya artık Gunma’nın onun çok yakınında olduğunu biliyordu.

“Sanırım onca işkencenin ardından, sonunda İnsanoğlunun yaşadığı yeri bize tarif etmeye karar verdin, Sonya” dedi etkileyici bir ses. Oldukça kalın, metalik ve tuhaf derecede anlaşılması çok kolay bir ses tonuydu bu.

“Kesinlikle hayır.” dedi Sonya. Sesi Gunma’nınkinden bile güçlü çıkmıştı. Bu güç ise, Gunma’nın başını döndürmeye yetiyordu. “Seni sadece uyarmak için çağırdım, Gunma. Ghorları, isyan çıkarıp seni öldürmek ile ilgili planlar yaparken duydum.”

Gunma bir kahkaha attı. “Neden böyle bir şey yapsınlar? Hepsi bana sadıklar. İt sürüsü gibi.”

“Onlara bir it sürüsü gibi davranman artık onların canını sıkmış olmalı.” diye yanıtladı Sonya. “Senin kanını istiyorlar. Onlara karşı yalnız başına nasıl karşı koyabileceksin?”

“Ne yani, bana sen mi yardım edeceksin?”

Sonya, yapmakta olduğu şeyin tehlikeli olduğunu biliyordu. Ama, artık bu işe bulaşmıştı. Geri dönüşü olmadığını ve sadece tek bir şansı olduğunu çok iyi biliyordu. Söyleyeceği her sözün, o an başlayarak on beş dakika boyunca nasıl yönde hayatını etkileyeceğini kendi de bilmiyordu. Ölüm ve özgürlük arasındaki ince bir çizgide hissediyordu kendini. Yüzünün önüne düşen saçlarını omzunun arkasına atarak gülümsedi:

“Zeka, vücudun hacmi ile ölçülemez, Gunma;” dedi Sonya. “Senden daha akıllı olduğum bir gerçek. Onlar isyan çıkarmadan önce, köklü bir temizlik yapmalısın. Gizlice. Şüphelendiğini öldür. Senden tek bir şey istiyorum Gunma, bu yardımım karşılığında beni serbest bırakacaksın.”

Oysa Sonya’nın amacı farklıydı. Gunma’nın onu serbest bırakmayacağını çok iyi biliyordu. Kaçma planının gerçekleşmesi için bir isyan çıkıp ghorların sayısı azalmalıydı.

Gunma, Sonya’nın yanından uzaklaştıktan sonra düşüncelere daldı. Bu insan dişinin sözlerinden şüpheye düşmüştü. Aslında ghorlar tarihte her zaman için benzer olaylar yapmışlardı. Şimdi de bir isyan söz konusu olabilir miydi? Tabii ki olabilirdi. Bu insan dişi, ona yardım etmesinin karşılığında serbest kalabileceğini düşünüyordu. Demek ki yalan söylemiyordu.

Birkaç ghordan da şüphelenmiyor değildi. Fazla asi görünüyor, fazla iş karıştırıyorlar gibiydiler. Sonya’nın da dediği gibi, onları gizlice öldürmeliydi. Hiçbir şeyin onun canına kast etmesine izin veremezdi.

 ***

Bir hafta içinde, ghorların sayısı yarı yarıya azaldı. Hepsi uykusunda öldürülmüş, bu işten kimin sorumlu olduğu ise ghorlar tarafından bulunamamıştı. Gunma ise onlara karşı hiç de şüpheli görünmemiş, bunun sorumlusunu bulduğu anda onu kendi elleriyle parçalayacağını bile söylemişti. Bir haftanın sonunda, şüpheli tüm ghorların öldüğüne ve artık isyan tehlikesinin ortadan kaldırıldığına kendini inandırmıştı. Oysa kendini bir isyana doğru sürüklediğinin farkında bile değildi.

Sonya, artık planın ikinci kısmına geçme zamanının geldiğini düşünüyordu. Günde bir öğün yemek yiyordu. Yemek denilen şey ise küflü ekmek dışında bir şey değildi. Yemek vakti o gün için neredeyse yaklaşıyor olmalıydı. Sonya zaman dilimini kaybetmiş olsa da, fiziksel olarak bazı şeylerden saati kestirebiliyordu. Açlık derecesi, şu an neredeyse akşam olduğunu söylüyordu ona. Yani görevli Ghor az sonra ona yemeğini – bir parça küflü ekmek - getirecekti.

Planın ikinci kısmı bu ghora bağlıydı. Aslında ghordan çok, kendisinin ikna etme yeteneğine bağlıydı kurtuluşu. Karşısındaki şey düşünmekten yoksun bir iblisten başka bir şey değildi. Kendisi ise zeki bir kadındı. Bu da onu tehlikeli yapıyordu.

Beklendiği üzere, yaklaşık beş dakika içerisinde parmaklıkların açılma sesini duydu. Nefes alış verişinin rahatça duyulabileceği ve gölgesinin karanlıkta bile rahatça fark edilip sizi irkiltebileceği bir varlığın içeriye adım attığını Sonya çok iyi biliyordu.

“Son iki haftadır arkadaşlarının kimin tarafından öldürüldüğünü biliyorum ghor.” dedi sakin ve içten bir sesle.

Ghor bir an için yanıt veremedi. İnsan mimiklerine sahip olsaydı, yüzü kesinlikle şaşkın bir ifade alırdı. Ama o sadece somurtarak; “öyle mi?” dedi. “Sen nerden biliyorsun?”

“biliyorum, çünkü duydum. Gunma’nın ghorlara ettiği işkenceyi kendi kulaklarımla duydum.” ghorun elindeki bir parça ekmeği alarak devam etti. “Sözlerimi yabana atmayın. Onu çok iyi takip etmeni öneririm. Kendi gözlerinle göreceksin.”

 ***

O hafta çok çekişmeli geçti. ghorlar resmen kutuplaşmış, Gunma’nın tarafını tutanlar ve ona karşı olanlar şeklinde ayrılarak kendi içinde kavgalara başlamıştılar. Aklı sadece öldürmeye çalışan Gunma ise kendisine karşı gelen birkaç ghoru, sinirlenerek ötekilerin önünde öldürünce, kıyamet koptu. İsyan savaşa döndü, savaş katliama. Dökülen kanlar, aslında temelde Sonya yüzünden dökülüyordu. Sonunda Gunma da ölünce, ghorlar bu kez kimin lider olduğunu belirlemek için birbirleriyle savaşa girdiler. Resmen bir daha toparlanamayacak şekilde parçalandılar.

Sonya’nın planı işe yaramıştı. Bu işe ilk bulaştığında, bu kadar kolay olacağını kesinlikle bilmiyordu. Onun yaşadığı tek zorluk, planın üçüncü ve son kısmını uygulamak için sabırla beklemek zorunda kalmasıydı. Ama “4 ay bekledim, varsın bir hafta daha bekleyeyim” diyordu.

Sonunda üçüncü planı gerçekleştireceği gün geldi çattı. Ghorlardan biri, yine hücresine gelip, ona bir parça ekmek verdikten sonra, dışarı çıkmaya çalışıyordu ki;

“Dur.” dedi Sonya sırıtarak.

“Ne oldu?” dedi Ghor sert bir şekilde.

“Gitmeni istemiyorum.” diye yanıtladı Sonya.

“Burada birkaç ay seni delirtmiş. Beni mi arzuluyorsun?” dedi Ghor alaycı bir ses tonuyla ve kahkaha attı.

Sonya’nın bu lafa acayip şekilde canı sıkılmış olsa da, durumu ele vermedi. Sırıtmaya devam ederek; “evet.” dedi.

Ghor’un elini vücudunda hissetmesi ise pek de geç olmadı. Eğer planını gerçekleştirmek için acele etmezse, bu şey onu öldürebilirdi bile. Ghorun vücudu o kadar sıcaktı ki, bir an için çok kötü afalladı. Ama anında toparlayarak, elini ghorun vücudunda gezdirmeye başladı. Aradığı şey anahtardı, fakat bunu belli etmemeye oldukça özen gösteriyordu tabi. Sonra anahtarın yere düşme sesini duydu. Sanırım ghor onları yere atmıştı. O an Sonya’nın kaçabilmesi aklına bile gelmiyordu. Kapı da açıktı. Sonya kapının kapatılma sesini hiç duymamıştı.

“Yere yat” dedi Sonya zarifçe. Ghor gülerek yere uzandı. Sonya, hemen ardından ghorun üzerine çıkarak, bir eliyle onun vücudunu okşuyor, bir yandan başını onun yüzüne yaklaştırarak görüşünü kısıtlıyor, boşta kalan eliyle de yerdeki anahtarı arıyordu. Elinin ulaşabileceği hiçbir yerde anahtar olmadığına kanaat getirdikten sonra, bu kez az önce anahtar aradığı eliyle ghorun vücudunu okşamaya başlayıp, diğer eliyle toprağın üzerinde anahtar aramaya başlamıştı. Bir yandan da azacık ışık için geri kalan hayatını verebileceğini düşünmüyor değildi. Tam umutsuzluğa kapılıp hata ettiğini düşündüğü anda eline bir şey çarptı. Ses çıkarmadan onu elinde kontrol ettiğinde, onun anahtar olduğunu çok net fark edebilmişti.

 Ancak bu küçük zaferi, ghor elini onun göğüslerine uzatınca bozguna uğramış gibi hissetti. Yine iğrendiğini belli etmeyip gülmeye çalışarak; “ağır ol kocaoğlan” dedi. Bulduğu ilk fırsatta kapıya koşacak, kapıyı kapatarak ghoru içeriye kapatacaktı. Tek bir anahtarın olması çok iyiydi. Durup onlarca anahtarı deneyecek kadar zamanı yoktu. Kapının anahtar deliğinin yerini ise, elini demirlerin dışına atarak önceden onlarca kez kontrol etmişti. Kendi vücuduna göre anahtar deliğinin açısını, tam olarak nerede olduğunu, her şeyi ezbere biliyordu. Her şeyi çok iyi planlamıştı.

“Peki” dedi ghor. “Her şeyi sana bırakıyorum.” Ve ellerini başının arkasına alarak yere daha da bir yayıldı. İşte tam bu savunmasız anda, Sonya iki elini birleştirerek, vurabildiğine sert bir şekilde ghorun karnına yumruk vurdu. İnanılması zor bir hızla ghorun üzerinden kalkarak kapıdan dışarı kendini savurdu. Kapıyı kapatıp anahtarı anahtar deliğine sokuncaya kadar geçen süre boyunca, ghor ancak kendine gelip yerden kalkabildi ve bir aslandan daha güçlü, bir çitadan daha hızlı bir biçimde kükreyerek, bütün sinirini açığa vurdu. Kapıya gidene kadar, çoktan kapı kilitlenmiş ve içeride mahsur bırakılmıştı.

Sonya, hızla koşmaya başladı. Tünellerin içinde sağa sola koşmaya,  arada bir de karanlıktan dolayı duvarlara çarpmaya başlamıştı. Bundan sonrası şansa kalmıştı. Yer altı tünellerinin içinde hiç bulunamayıp ölmek, ya da sayısı yarı yarıya azalan ghorların onu bulması ve öldürmesi seçenekleri dışında, yeryüzüne çıkıp kurtulabilmesi seçeneği de vardı. Zaten tüm umudu, bu son seçeneğe bağlanmıştı. Kızgın ghorlar büyük ihtimalle çoktan tünellerin içinde onu aramaya başlamışlardı. Bir an korkuya kapılsa da, asalet içinde koşmaya devam ediyor, artık bu yoldan dönülmeyeceğini çok iyi biliyordu.

Yukarı doğru tırmanan yolları tercih ediyordu. Dik olan ne kadar yol varsa oradan gidiyor, yukarı doğru çıkıyormuş gibi bir his kazanarak kendine olan güvenini artırıyordu.

Sonya, tırmandı. Tırmanabileceği kadar yükseğe tırmandı. Ve artık tırmanmaktan yorulduğunda, yaklaşık 28 saat sonra, yukarıda ışığı gördü. İki gündür aç, uykusuz ve susuzdu ama, buna değmişti. Artık özgürdü. Neredeyse.
Vahşet her yanda ulu orta sergilenirken,

Sevişmek için saklanmak zorunda kaldığımız bir Dünyada yaşıyoruz.

-John Lennon.