Kayıt Ol

Dünyayı Kurtarmak İsteyen Var Mı?

Çevrimdışı

  • *
  • 39
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Dünyayı Kurtarmak İsteyen Var Mı?
« Yanıtla #15 : 23 Aralık 2015, 23:00:08 »
Önemli olduğunu düşündüğüm bir konuda kendi fikirlerimi açıklamadan önce, sizinkileri merak ettim.

Kimleri, eğitim sisteminin rezalet olduğunu düşünürken, diğerleri "başka türlü ne olacaktı peki?" Şeklinde cevap veriyor. Kimilerine göre, sistem nasıl olursa olsun, her şey bireyde bitiyor.



Burada söylenenler hakkında ne düşünüyorsunuz?

Sıkı bir Ted takipçisi olarak bu videoyu en az 3-4 kere izlemiş olmalıyım. Hatırlamak ve zihnimde tozlanan görüntülere üflemek için bir kez daha izledim.

Bir diş hekimiyim. Türkiye şartlarında durumu iyi sayılan mesleklerden birisi. Videoda da bahsettiği üzere, piyasada kendimize yer edinebilmek adına bizde de artık daha ileriye gitmek gerekiyor. Bundan birkaç on yıl sonrası pek iç açıcı değil. Bunun için ise mevcut hekimler, benim de bu sene hazırlanıp kazandığım gibi uzmanlık eğitimini hak etmeye çalışıyorlar. Uzman diş hekimliğinin ise önü bizim ömrümüzün ön gördüğünden çok daha fazla. Çünkü alım belirli sayının çok üzerinde değil. Oysaki, yalın diş hekimi sayısı gittikçe artıyor. Çünkü istisnasız herkes üniversitede okumak zorundaymış ve sanki bu işsizliğe çözüm olacakmış gibi insanlar bu yöne yönlendiriliyor. İnsan gücünün giderek devreden çıkarılması ve endüstrinin göbeğinin büyümesi, sınıf eşitsizliğini körüklüyor.

Yukarıda örneklediğim bu durum bir yandan eğitimi de şekillendiriyor. Endüstrinin ve ekonominin başını çevirdiği yerlerdeki iş sahaları büyüyor ve genişliyor. Eğitim sistemleri ise bunları takip ediyor. İlköğretim ayağı bu sisteme bağımlı değilmiş gibi görünse de sonunda varacağı nokta açısından benzeşen yanlar taşıyor. Neticede, biz bile hekimlik eğitimimiz boyunca sağlık firmalarının kazançlarını bozmayacak ve onlara hizmet edecek şekilde eğitildik. Kaldı ki, bu tıp hekimlerinde daha yoğundur. Ancak bizde de hatırı sayılır düzeyde var. Kimse artık temel bilimler, doğa bilimleri, çevre, doğa vb. konularla ilgilenmiyor. Bu karmaşık öğelerin birbirleriyle olan ilişkileri kurgulanarak sorgulanmıyor.

Çevre, tarım, doğa vs. gibi konularla yakından ilgileniyorum. Hatta bazı dallarıyla profesyonel olarak haşır neşirim. Bu da benim birçok disiplin arasında bakış açısı transferi ve bilgi dönüşümü yapmamı sağlıyor. Bunun aksine, fikir yelpazesi genişlemeyen beyinler her daim kalıp bilgilerin ışığında çeşitli ekollere tabi olarak düzendeki yerlerini alıp akıntıyla beraber kürek çekiyorlar. Neticede sadece yapacağı işe odaklı, farklı sorunlar karşısında çözüm üretemeyen kısır zihinler ortaya çıkıyor. Öyle ki, yeni bir güne uyandığımızda tüm sistem değişmiş olsa bu insanlardan bazıları ne yapacağını bilemez zombiler halinde etrafta dolaşmaya başlayabilir. Mesleki çevrelerde, arkadaşlarınızla muhabbet etmeye çalıştığınızda standart konuların(ya mesleki birkaç şey veyahut bilirsiniz işte ıvır zıvır diziler, kimin eli kimin cebinde vs.) dışına çıkamamanız da bunun ciddi bir göstergesi. Oysa ki, toplumun kaymak tabakası denilebilecek bu insanlarla çok daha fazla konuda sohbet edebilmeniz gerekir öyle değil mi? Bu hemen her meslek alanında böyle. İnsanlar kültür biriktirmek ve birden çok alandan beslenmek yerine yapabilecekleri minimum işe odaklanıp, çoğunlukla sadece para kazanma döngüsü üzerine bir hayat inşa ediyorlar. Bu da emekliliğini bekleyen büyük bir zümre oluşturuyor.

Hem daha önce yazmış olduğunuz şeylerle hem de son mesajınızla ilgili ufak bir katkı yapmak istedim. Umarım konuyu dağıtmamışımdır.

Bu da tüketimle ilgili olan sevdiğim bir yazı
Onur Şahin

Çevrimdışı TheSpell

  • ***
  • 826
  • Rom: 16
  • Dovie'andi se tovya sagain.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Dünyayı Kurtarmak İsteyen Var Mı?
« Yanıtla #16 : 24 Aralık 2015, 22:04:05 »
Hali hazırda lisede okumakta olan biri olarak, benim de söyleyeceklerim var!

Öncelikle Auguste Comte'un yakın zamanda duyduğum ve çok sevdiğim bir sözünü alıntılayarak başlamak istiyorum yazıma. Tam hali olmasa da, aşağı yukarı şöyle bir şeydi.

"Bir bilimin tarihini, kökenini öğrenmeden o bilimi tamamen anlamak söz konusu olamaz."

Şimdi biraz düşünün. Comte'un bahsettiği konuda herhangi bir çabanın gösterildiği bir eğitim sistemi hatırlıyor musunuz ülkemizde? Ben hatırlamıyorum, olduğunu da sanmıyorum.

Matematikten örnek verelim. Trigonometri. Bu kelimeyi duyduğu an midesi bulanan insanlar var. Neden? Çünkü onlara lisede üniversitede hep ezberlenmesi gereken formüller topluluğu şeklinde öğretilmiş trigonometri. Herhangi bir alanda faydası olabileceğini düşünmüyor o insanlar. Saçma, gereksiz bir şey olarak görüyorlar. Onlaraa öğretildiği şekil buysa, böyle düşünmekte de haklılar yani.

Bizim de müfredatımızda var trigonometri. Hatta şu sıralar işliyoruz. Peki konuya nasıl giriş yaptık? Öğretmen trigonometrinin geçmişi, nasıl ortaya çıktığı, neye dayanarak bu formülleri çıkarttığımızı, bunların nerede ve nasıl işimize yarayacağını anlatarak mı başladı konuya? Hayır. Direk girdik birim çemberden, x'lerden y'lerden, koordinatlardan.

Yanlış anlamayın ben matematiği severim. Bir Bilim Adamının Romanı kitabında okuduğum bir Mustafa İnan alıntısı vardı. Matematiğin arkasındaki o canlı, kıpır kıpır doğayı göremediğimiz için, görmemiz öğretilmediği için matematiği sıkıcı bir formül ve işlem karmaşası olarak gördüğümüzü söylüyordu. Matematiği sevmek öğretilmiyor bizde diyordu.

Katılıyorum ve artırıyorum. Yalnızca matematik değil, hiçbir bilim dalını sevmemiz öğretilmiyor bize. Ben fen lisesinde okuyorum mesela, burada okuyan öğrencilerin bilime veya derslere biraz daha ilgili ve hevesli olmasını beklersiniz. Ya da yalnızca sınavlara çalışıp geçmeyi düşünmektense, sürekli kendini geliştirmeyi ve yenilemeyi düşündüğünü. Halbuki okulumda bir anket yapılsa; matematiği, fiziği, kimyayı, biyolojiyi seviyor musun diye sorulduğunda, "evet" diyen kişi sayısı belki de onu geçmez. Herhangi bir derse özel ilgisi olan kişiler hariç, hiç "ben şu dersleri seviyorum ya hatta şu şu araştırmaları yapıyorum" minvalinde düşünen veya davranan birisini görmedim.

Çok dağılmadan toparlayayım. Bizim ülkedeki eğitim sisteminde yerinde gitmeyen bir şeyler var kesinlikle. Bunlar uzun yıllardır yazılan çizilen şeyler. Bunların değişmesi gerek. Hem de kökten değişmesi gerek. Ama bu kısa sürede olabilecek bir şey değil, ben inanmıyorum. Gerçekten çaba gösterilerek ve planlanarak yapıldığında ileride muazzam sonuçlar alınacaktır ama şu anlık durum böyle.

Peki bu durum nasıl çözülmeli? Bu ise tabi ki tartışılması gereken bir konu. Benim ise, bu konuda sistemli veya tutarlı fikirlerim yok ne yazık ki. O yüzden buraya fazla bir şey yazamam. Ama çocuklara diyalektik düşünceyi öğretmek benim için daima birçok sorunun çözülmesinde temel taşı görevi görmüştür. Söylemeden edemedim.

Sizlerin de fikirlerini okumak, görmek isterim :)

Çevrimdışı ryuk

  • ***
  • 497
  • Rom: 25
  • ne değiştirebilir bir insanın doğasını?
    • Profili Görüntüle
Ynt: Dünyayı Kurtarmak İsteyen Var Mı?
« Yanıtla #17 : 25 Aralık 2015, 21:02:20 »
Kendi düşüncelerimi anlatacağım artık. Çok fazla oldukları için birkaç mesajda parça parça işleyeceğim konuyu.



Sistem Üzerine

Önce, bilgi denen şeyi nasıl gördüğümü anlatmak istiyorum. Bilgi de tıpkı bir maden gibi, işlenebilir bir maddedir bir bakıma. Nasıl bir madenci cevheri arıyor ve onu çıkarıyorsa, bilgi de aranan ve bulunan bir şeydir. Nasıl maden işlenerek (saflaştırılarak, alaşımlar yapılarak vb.) kullanılabilir bir hale getiriliyor ve ondan işe yarayan aletler yapılabiliyorsa; bilgi de işlenebilir. Hatta bilgiden bilgi türetilebilir.

En büyük sorunumuzun bilginin işlenebilir ve türetilebilir-geliştirilebilir bir şey olduğu gerçeğini kaçırmamız olduğunu düşünüyorum.

Sistemimiz, kişilere bilgiyi aramayı, bulmayı ve işlemeyi değil; sadece onlara hazır verilen bilgiyi bir yük gibi yanlarında taşımayı öğretiyor. (Bilim insanı yetiştiremeyişimizin büyük bir nedenidir bu. Bilgi gidip bir yerden alınmaz, üretilir.)

Sistemimizin büyük bir  sorunu, doğal seçilim-yapay seçilim (aslında başlı başına seçilim) kavramlarını anlamamış kişiler tarafından şekillendirilmesi bence. Bunun en büyük örneğini sınav sistemimizde görebilirsiniz.

Evrim kavramını bilen herkes, her seçilim sürecinin belli sonuçlar doğuracağını da bilir. Siz sadece mavi gözlülerin hayatta kalabileceği bir seçilim uygularsanız, bir süre sonra popülasyonunuzdaki herkes mavi gözlü olacaktır.


Peki sınav sistemimizdeki yapay seçilim nasıl işliyor?

Okullardaki sınavlarda, öğrencinin kendisine anlatılmış olanları kağıda kopyalaması beklenir. Bu, sadece anlatılanları hatırlamaya dayanan, dolayısıyla yalnızca hafızayı ölçen bir sistemdir.

Siz seçilim sisteminizi sadece hafızaya endekslerseniz, bir süre sonra bütün sisteminizin kilit noktalarında sadece hafızası güçlü (yani bilgiyi arama, değerlendirme ve işleme yeteneğinden yoksun; özetle ezberci) kişiler yer alacaktır. Zaten böyle bir kadro da ne içinde bulunduğu dünyayı anlayabilir, ne hızla değişen çağın gereklerini algılayıp bunları karşılamak için çözüm üretebilir.

Çok iyi hatırlıyorum. Pisagor teoremini ilk gördüğümüzde, içimde belki de ilk defa matematiğe ilişkin böylesine bir merak gelişmiş ve öğretmene teoremin ispatını sormuştum. "İspatla falan uğraşma sen, formülü ezberle ve sınavda kullan. Üzümünü ye, bağını sorma." diyerek cevaplamıştı beni. Okulumdaki diğer öğretmenlere aynı soruyu sorarak şansımı denemek istediğimde de benzer cevaplarla karşılaşmıştım. Sanırım bu eğitim yaşamımdaki ilk büyük hayal kırıklığımdı.


Verilen müfredatın öğrenilip öğrenilmemesi kesinlikle şansa bağlı, çocuk şanslıysa öğrenir onu. Zeka veya kapasiteyle alakalı değildir. Birbirinden farklı zihinsel yapıya sahip, farklı öğrenme metotlarıyla eğitim görmeyen bir sürü yaratıcı zihin yok olup gidiyor her an bu ülkede. Yerine ise sanayi kalıplarından çıkmış iki üç prototipten başka bir şey kalmıyor.

Bu çok önemli bir ifade. Çünkü bu sistemde başarılı ya da başarısız olmak gerçekten şansa bağlı. Ders materyalleri yetersiz, öğretmenlerin becerileri belli bir standartta değil. Şanslıysanız ve sizin anladığınız dilden anlatabilen bir öğretmene denk gelebilirseniz bir şeyler öğrenirsiniz. Eğer şanslı değilseniz, anlamlandıramadığınız bir bilgiler yığını içinde boğulup kalır ve başarısız olursunuz. En kötüsü ve tehlikelisi de bu aslında: okul çevreniz ve aileniz tarafından "başarısız" olarak görülmeye başladığınızda bu etiket zamanla üzerinize siner ve onu çıkarıp atmanız zorlaşır. Üzerinize yapıştırılan bu "başarısızlık" kimliği adeta kendini gerçekleştiren bir kehanet haline gelir.

Gelişmişliğiyle dikkat çeken bir Avrupa ülkesinde konuştuğum bir öğretmen şöyle demişti: "İlkokula giden bir çocuk başarısız ise, bunun suçlusu olacak son kişidir o. Gerçek suçlu ya okuldur (ortamı, işleyişi, öğretmenleri ile) ya da okul dışı çevredir (özellikle aile)" Bizim ülkemizde ise başarısız olan çocuklar özellikle suçlanır bu durum için, hatta küçük düşürülür.

Böylece diğer bir faktöre de değinmiş oldum: Eğitimin psikolojik yönü. Özellikle ilköğretimde, en önemlisi de ilköğretimin ilk yıllarında öğrencileri veri bombardımanına tutmak yerine onlarda merak ve öğrenme hevesi uyandıracak bir hazırlık süreci bulunsaydı belki de okul, çocuklara bu kadar itici gelmezdi.

Biyolojik olarak, hele o çocuk yaşında insan saatlerce bir sınıfa tıkılıp sıralarda oturmaya uygun değil. Bu durumda asıl anormal olan, toplum tarafından "ne akıllı, uslu çocuk" denen; hareketsiz, hımbıl çocuklardır. Biyolojik olarak çocuk olmanın gereğini yerine getiremeyen çocukları, doğası (ve özellikle yaşı)gereği koşmak, oynamak ve fiziksel dünyayı tanımak isteyen çocuklara karşı övüp, diğer gerçek çocukları "yaramaz, tembel, başarısız" olarak etiketlemek, hastalıklı bir davranıştır.

Fakat gelin görün ki sakatlanmış seçilim sisteminde, çoğunlukla bu hımbıl çocuklar el üstünde tutulur ve bubble sort'un üst sıralarına (yani sistemin kilit makamlarına) yükselirler. Ek olarak bkz: hımbıllar'ı konu alan yazı


Bu tartışmayı başlatan mesajımda yer alana videoda söylenenlere dair görüşlerim:

Matematik ve dil eğitimi bence çok önemli. Hatta bir ülkenin gelişmesinde kilit rol oynayacak kişiler olan mühendisleri, bilim insanlarını ve ekonomistleri vb. eğitirken en çok üzerinde durulması gereken konular.

Fakat!

Sistem, berbat işleyişi ile bu konulara karşı yeteneği ve gizli kalmış da olsa ilgili olan insanları küstürmekte çok başarılı. Özellikle yukarıda değindiğim gibi çocuk yaştaki birini bu konuların içinde boğarak onu eğitimden soğutmakta.

Sanat konusu: Videoda söylenenlere katılıyorum. Sanat sadece resim ve müzikten ibaret değil. Hele müzik sadece blok flütten ibaret hiç değil. Aslında belki de resim-müzik gibi ayrı dersler yerine "sanat dersi" adlı bir program müfredata eklenebilir. Çocuklar burada resim, heykel (bayılarak yaparlar :)), tiyatro, dans vb. ile ilgili meraklarını uyandıracak, yeteneklerini ortaya çıkaracak bir çalışma içinde olmalılar.

Beden eğitimi: Bu dersten nefret ederdim. Çünkü beden eğitimi, diğer öğretmenlerden faklı olarak spor giyinmiş bir öğretmenin gelip, ortaya birkaç top bırakıp "hadi oynayın bakalım" deyip gitmesiydi. Takım sporlarından, hele top ile oynanan oyunlardan hiç hazzetmeyen bünyem bu derste ne yapacağını bilemezdi. Bence beden eğitimi dersi, bir çocuğun kendi vücudunu tanıyacağı, onu nasıl kullanacağını ve çalıştıracağını öğreneceği; hatta vücut tipinin hangi sporlara elverişli olabileceğini keşfedeceği bir ders olmalı. Videodaki bey efendi, akademisyenlerin vücutlarını sadece kafalarını taşıyan bir araç olarak gördüklerini söyleyerek çok güzel bir noktaya parmak bastı aslında. İyi bir eğitim kişiyi her yönden donatmalı; hem kafa hem de vücut.


Politik mevzulara girmeyi hiç istemiyorum, elimden geldiğince de girmeden devam edeceğim:

Bir toplumu maddi anlamda kalkındıranların mühendisler, bilim insanları ve ekonomistler olduğunu söylemiştim. Fakat ekonomik ve teknolojik anlamda çok gelişmiş bile olsa, insani değerler açısından geri kalmış bir ülke olsa olsa Orwell'in 1984'ündeki gibi olur. Bu yüzden manevi kalkınma da önemlidir. Bunu için ise sosyal bilimler ve sanat alanında da nitelikli insanlar yetiştirilmeli; Bu insanlar sadece yetiştirilmekle kalınmamalı, onlara yönetime katılma ve topluma etki etme yetkisi de verilmeli.

Toplamda, ülkeleri maddi ve manevi anlamda kalkındıracak insanlara ben "o toplumun öncüleri" adını veriyorum.

Üniversitelerin ana amacı, meslek erbapları değil, öncüler yetiştirmek olmalıdır. Öncü yetiştirmek ise son derece karmaşık bir iştir: Öncü olabilecek potansiyele sahip kişileri seçmeli, onları uygun bir öğrenme ve yaşama ortamında eğitmeli (ya da kendilerini eğitmelerine yardım etmeli) ve donatmalısınız.

Kültürel bolşevizm, hatalı bir zihniyettir. Herkesten öncü yetiştiremezsiniz. Tarlaya buğday atmaya benzemez bu. Her tohumdan bir başak çıktığı gibi üniversite eğitimi gören herkesten birikimli, entelektüel bireyler çıkmaz.

Gremlinler gibi çoğalarak artan taşra üniversitelerinden mezun olanların çoğu bırakın öncü olmayı, meslek sahibi bile olamayacaklar.

Cennetin Krallığı filminde bir sahne vardı:

Orlando Bloom, savaş başlamadan önce yanındaki uşağa bir kılıç verir, "seni şövalye ilan ediyorum" der. Yanındaki papaz "hayatında ilk defa kılıç tutan birini şövalye yapmak, onu iyi savaşçı yapar mı" diye sorar, Bloom ise "evet" diye cevaplar.

Bu, entellektüel anlamda geçerli değil işte. Bir insanı adı üniversite olan bir yere alıp, belli sınavlardan çan eğrisi sayesinde geçmesini sağlayarak mezun edip ona diploma vererek, o insanın daha entelektüel, daha bilgili biri olmasını sağlayamazsınız.

Örneğin binlerce kişi kimya mühendisliğinden mezun olacak, fakat kimyasal ürünler üreten fabrikada çalışacak teknikerin-teknisyenin olmaması nedeniyle o kimya mühendislerinin çoğu belki de tekniker-teknisyen tarafından yapılması gereken işleri, asgari ücretten hallice maaşlar karşılığında yapacak.


İlber Ortaylı'nın çok vurucu bir sözü var: "Herkesin üniversiteye gitmesinin acısını tadacaklar. Müthiş paralarla okuyanlar, iş bulamayacaklar,ancak daha basit, daha pratik dalları öğrenmek için de geç kalmış olacaklar."

Sürecek...

Not: Anlatacaklarım daha çok uzun, hırstan parmaklarım birbirine dolaşmaya başladığı için yazımı burada sonlandırıyorum. Sayın Rüzgardeğirmeni ve TheSpell, sizin ifade ettiklerinizin de üzerinde duracağım.

Ek: Bir sonraki yazıya kadar maglor ile birlikte bilim ve bilim insanları üzerine yaptığımız yayının kayıtlarını dinleyebilirsiniz:

1. Bölüm

2. Bölüm

3. Bölüm
Fikirlerim için ölmeyi göze alamam çünkü yanılıyor olabilirim - Bertrand Russel

İyi bir fikir üretmek için, pek çok fikir bilmek gerekir:

* Yeni başlayanlar için FRP

* Fantastik edebiyata yeni başlayanlar ve bu türde ilerlemek isteyenler için

* Kılıçlar ve diğer eskiçağ silahları hakkında

* Dark Sun


* Distopya Korkuları

Daha fazlası için: Index

Çevrimdışı ryuk

  • ***
  • 497
  • Rom: 25
  • ne değiştirebilir bir insanın doğasını?
    • Profili Görüntüle
Ynt: Dünyayı Kurtarmak İsteyen Var Mı?
« Yanıtla #18 : 01 Ocak 2016, 16:22:47 »
Sistem Üzerine - Devam


Üniversitelerin Durumu

"Üniversite çok faklı" demişlerdi. Nihayet yıllardır sıkıldığım ezbere dayalı ve bilgi üretmenin önemi üzerinde durmayan, sadece hafızayı ödüllendiren eğitimden kurtulup; sorgulayabileceğim ve üretebileceğim, bunlara göre yargılanacağım bir sisteme girdiğimi sanıyordum.

Elbette hayal kırıklığına uğradım. Üniversite aslında bir tür yüksek lise idi.

Profesörler, öyle sandığım gibi bilgili,entelektüel insanlar değil; bildiğimiz memur kılıklı insanlardı. Üniversite öğretim görevlisi, araştırmacı, uzman, profesör doktor dediğimiz adamlar, bilim insanı olmakla uzaktan yakından alakası olmayan akademik memurlar idi.

Derslerin işlenişi lise ile aynıydı. Hoca gelir, anlatacağını anlatır, ardından sınavlar yapılır. Kalanlar- geçenler vb.

Birkaç istisna dışında hiçbir hocam ve üniversitedeki hiçbir unsur, ufkumu açacak ve dünyaya farklı bakmamı sağlayacak bir şey katmadı bana.

Not: Üniversite eğitiminin kattıklarını inkar etmiyorum. Örneğin aynı gün üç kazık dersten sınava girmek zorunda kalınca insan daha organize çalışmayı, zor projeler isteyen hocalara karşı yaratıcı olmayı öğreniyor insan. Ama üniversitenin insana katması gereken şeyler bunlar değil. Başka yerlerde de (örneğin iş hayatı) öğrenirsiniz aynı şeyi.


Üniversiteler Neden Bu Halde? (not: bu konu da tartışmaya açıktır, fikirlerinizi bekliyorum)


Politik mevzulara girmeyeceğimi tekrar belirtiyorum ve üniversitelerin mevcut durumunun temel nedenini  açıklıyorum:

1- Ölçme ve değerlendirme yapmayı bilmeyen öğretim görevlileri.

2- Araştırma görevlisi (asistan da diyebiliriz) alımlarının doğru kriterlere göre yapılmıyor oluşu.


Önce ilk maddeyi ele alalım:

1- Ölçme ve değerlendirme yapmayı bilmeyen öğretim görevlileri: "Ders anlatmayı ve sınav yapmayı bilmeyen hoca" da diyebiliriz bunlara. Ders anlatma kısmını geçelim (başka bir yazının konusu bu, daha sonra değineceğim), sınav yapmayı bilmemeleri ciddi bir sorundur. Doğru yapılmayan sınavlar, iyi öğrenci ile kötü öğrencinin doğru şekilde ayırt edilememesine neden olur. Bu da aşağıdaki sorunların meydana getirir:

* İyi öğrenciler, kendilerinden daha kötü olanların altında ezilir (bu da uzun vadede iyi öğrencilerin küstürülmesi ile sonuçlanır ya da iyi niteliklerine rağmen bu nitelikleri taşımayanların gölgesinde kalan öğrenciler, sistemde başarılı olabilmek için hileye yönelmek zorunda kalır).

* Sisteme (ya da insanlığa, dünyaya diyelim) yararlı olacak nitelikleri taşımayan kişiler başarılıymış gibi görünür ve sistemde yükselme şansını yakalar, bu da sistemi kısır döngüye sokar. Sistemde yükselen yararsız insanlar, sistemin aksamasına ve yararlı insanların sistemde yükselişinin zorlaşmasına (bazen de imkansızlaşmasına) neden olurlar.

* Öğrenciler öğrenmek için çalışmak yerine, sınav geçmek için çalışmak zorunda kalır.

Sonuç olarak; sadece sınavları bir şekilde geçmiş ve diploma almış fakat eğitimini aldığı alana ilişkin hiçbir bilgisi olmayan, teoride de pratikte de bir şey üretemeyecek, çalışamayacak insanlar üretmiş olursunuz.

Örnek vermek istiyorum: Biyoloji bölümünde ekoloji dersinin sınavında;

"Bir bölgede yıllık sıcaklık ortalamasının artması, bölgedeki böcek türleri bakımından ve bu türlerin fiziksel özellikleri bakımından nasıl bir değişime neden olur?" diye soran hoca, takdire değer hocadır. Çünkü bu soruyu cevaplamak için öğrencinin hem konunun temel ilkelerine hakim olması hem de hakim olduğu temel ilkeler üzerinden yorum yapabilecek kadar zekaya sahip olması gerekir. Bu sınav tipi öğrenciyi bir konunun temel bilgilerini tespit edip öğrenmeye ve temel bilgilerden yola çıkarak doğru yorumları yapabilme becerisi geliştirmeye yönlendirir; ki bu insan tipi tam olarak da kalkınmak için ihtiyacımız olan, sorunları tespit edecek ve onları doğru yorumlayarak çözüm üretecek insan tipidir.

"Tropik iklime özgü 20 böceğin isimlerini, latinceleriyle birlikte yazınız." diyen hoca, ölçme ve değerlendirmeyi bilmiyor demektir. Çünkü bu sınav tipi öğrenciyi sadece kitaplarda yazanları ezberlemeye yönlendirir. Sadece ezber yeteneği gelişmiş insanlar da sorunları algılayamaz ve onları yorumlayıp çözüm üretemez. Bunun yanında hafızası güçlü olmayan öğrenciler de dersi geçebilmek için kopya çekmeye yönelir. Anlattıklarımı pekiştimek için, lütfen izleyin.


2- Araştırma görevlisi alımlarının doğru kriterlere göre yapılmıyor oluşu: Bu maddenin nedeni, aslında bir önceki maddede söz edilen kişilerdir. Yani ölçme ve değerlendirme yapmayı bilmeyen öğretim görevlileridir.

Günümüzde araştırma görevlisi olabilmek için en önemli kriter, not ortalamasıdır (bunun kriter olarak alınması ne kadar doğru sizce?). Doğru ölçme ve değerlendirme olmadığında, yanlış kişilerin ortalaması yüksek olacak ve üniversitelerin akademik kadrolarını da bu yanlış kişiler dolduracaktır.

Diğer yandan, bazı durumlarda (özellikle mülakat devreye girdiğinde ya da ısmarlama kadrolarda) hocalar; adaylar içinden mümkün olan en beceriksiz ve kolay güdülen kişilere kadro vermektedir. Bunun nedenleri de aşağıdadır:

* Boynuzun kulağı geçmesinden korkmaları, ileride kendilerine rakip olacak güçlü kişileri saf dışı bırakmak istemeleri.

* Beceriksiz insanlar aynı zamanda çaresizdir, hocası tarafından kollanmadığı takdirde silinip gidecektir. Becerikli insanların ise gidebilecekleri başka yerleri de vardır; olur da akademide önleri kesilir ya da hocaları tarafından desteksiz bırakılırlarsa genellikle daha iyi getirileri olan alanlara (özel sektörde iyi maaşlı işler ya da yurt dışındaki kaliteli üniversiteler) yönelirler. Bu yüzden hocalar da daima kendilerine muhtaç kalacak, bu yüzden de istedikleri gibi sözlerini geçirebilecekleri beceriksiz insanları akademik kadrolara doldurmayı tercih ederler.


ÖYP adlı bir sistem vardı yakın zamana kadar. Bu sistem yüzünden taşra üniversitelerinden şişirilmiş not ortalamaları ile mezun olmuş çoğu niteliksiz kişi, kaliteli üniversitelerden mezun olmuş kişileri geride bırakarak, iyi üniversitelerin kadrolarını doldurdu. ODTÜ fizik'i 2.5 ortalamayda bitiren adam yerine Bayburt Üniversitesi'nde fizik bölümünü 3.5 ile bitirmiş adam kadroya alındı.

İşte tüm yukarıda saydıklarımdan dolayı, böyle profesörler ortaya çıktı:



Sürecek...
Fikirlerim için ölmeyi göze alamam çünkü yanılıyor olabilirim - Bertrand Russel

İyi bir fikir üretmek için, pek çok fikir bilmek gerekir:

* Yeni başlayanlar için FRP

* Fantastik edebiyata yeni başlayanlar ve bu türde ilerlemek isteyenler için

* Kılıçlar ve diğer eskiçağ silahları hakkında

* Dark Sun


* Distopya Korkuları

Daha fazlası için: Index

Çevrimdışı ryuk

  • ***
  • 497
  • Rom: 25
  • ne değiştirebilir bir insanın doğasını?
    • Profili Görüntüle
Ynt: Dünyayı Kurtarmak İsteyen Var Mı?
« Yanıtla #19 : 05 Ocak 2016, 20:51:58 »
Üniversitelerin durumundan sonra, devam:

Daha önce değineceğim şeyler var ama çarpıcılığı nedeniyle öncelik vermek istediğim bir şey gördüm yazılanlarda!

yeni bir güne uyandığımızda tüm sistem değişmiş olsa bu insanlardan bazıları ne yapacağını bilemez zombiler halinde etrafta dolaşmaya başlayabilir.

Etkileyici bir ifade. Matrix filminde Morpheus'un söylediklerini hatırlattı bana: "Bu insanların çoğu serbest bırakılmaya hazır değil. Ve büyük bir kısmı o kadar içine girmişler, sisteme o kadar bağımlı hale gelmişler ki, onu korumak için savaşabilirler"

Mevcut eğitim süreci, aslında bir tür evcilleştirme süreci. Hımbıl olanları zaten etkilemiyor fakat özel olan insanları törpülüyor. Eğer onları özel yapan niteliklerini korumaya çalışırlarsa zaten bu ağır çaba içinde sistemin ihtiyaç duyduğu şeylere güç yetiremeyip başarısız bireyler olarak ezilip gidiyorlar. Doğada kendi başına var olabilen, kendine yetebilen özgür kurtları, sahibine muhtaç finolara çeviren birer köpek eğitim yuvası gibi okullar.

Neyse asıl konuya dönelim:

Yaşamak İçin Savaşmak

Burada fon müziği olarak Manowar - Fighthing the world dinleyebilirsiniz ;D

Henüz üniversiteye girmemiş olanların ya da üniversiteye yeni başlamış olanların çok azı gerçeğin farkında. Üniversite yaşamının bohemlikle ve hayalperestlikle geçen eğlenceli bir süreç, günlerinin çoğunu eğlenceye ve hobilerine ayırabilecekleri ve arta kalan zamanlarda da biraz ders çalışarak mezun olacakları, ardından kendilerindeki muhteşem potansiyelin birileri tarafından fark edilip iyi koşullarda, fazla yorulmadan hayatlarını sürdürebilecekleri bir işe sahip olacaklarını sanıyorlar. Bunların bir kısmı iş hayatını hiç düşünmüyor henüz  "hele bir okul bitsin de, bakarız" diyerek, o daha kötü.

Bunu anlıyorum. O gün gelene kadar tüm isteklerini bastırmış, hayatı ve hayallerini ertelemiş insanların nasıl düşünmesini bekleyebilirim ki? Hele bir zamanlar kendimin de onlardan biri olduğunu biliyorken.

Gerçeği öğrenmek mi istiyorsunuz? Üniversite hayatı şöyle bir şey:




Bir diş hekimiyim. Türkiye şartlarında durumu iyi sayılan mesleklerden birisi. Videoda da bahsettiği üzere, piyasada kendimize yer edinebilmek adına bizde de artık daha ileriye gitmek gerekiyor. Bundan birkaç on yıl sonrası pek iç açıcı değil. Bunun için ise mevcut hekimler, benim de bu sene hazırlanıp kazandığım gibi uzmanlık eğitimini hak etmeye çalışıyorlar. Uzman diş hekimliğinin ise önü bizim ömrümüzün ön gördüğünden çok daha fazla. Çünkü alım belirli sayının çok üzerinde değil. Oysaki, yalın diş hekimi sayısı gittikçe artıyor. Çünkü istisnasız herkes üniversitede okumak zorundaymış ve sanki bu işsizliğe çözüm olacakmış gibi insanlar bu yöne yönlendiriliyor.

Sürekli artan rekabet. Aç kalmamak için sürekli daha fazla beceri ve ünvanla donanma ihtiyacı. Üniversite okumak yetmez, uzmanlaşmak gerek, hatta o da yetmez iş deneyimine sahip olmak gerek.

Çoğu şirket iş başvurularında adaylardan şunları istiyor:

*Mümkünse 25 yaşı pek aşmamış olmak.

*İyi bir ortalamayla mezun olmak.

*Sosyal becerileri gelişkin olmak.

*İyi bir yabancı dil.

*İş tecrübesi.

Hem genç hem de tecrübeli eleman isteniyor olması sanırım hayatımda gördüğüm en çılgın şeylerden biri.


Sevgili lise öğrencileri ve üniversiteye yeni başlamış insanlar. Gladyatörden farksız olduğunuzu kabullenmek zorundasınız. Hem okul hayatında hem de okul bittikten sonra, rakiplerinizle çılgınca savaşmak zorunda kalacaksınız. Ya siz onları indireceksiniz ya da onlar sizi indirecek. Bundan kaçmanınsa hiçbir yolu yok.

Evet. Gördüğünüz gibi sistem çok acımasız. Merak etmeyin, zaman geçtikçe daha da çok nefret edeceksiniz ondan. "Evet sistemden nefret ediyoruz, haydi onu değiştirelim o zaman." diyenler var sanırım aranızda. Spartaküs'ün sonunu hatırlıyorsunuz değil mi?

Kaldı ki Spartaküs olabilmek için de en azından sistem içinde güçlü olmalısınız. Eğer Spartaküs arenada güçlü olmasaydı Roma'ya karşı gelecek kadar uzun yaşayabilir miydi?

Peki ne yapmalısınız?

Önerilerim

Gerçekçi olmalısınız, mücadele etmeli, çalışmalısınız. Aynı zamanda doğru kararlar vermelisiniz. Örneğin bir hayale kapılıp sonu hüsran olacak tercihlerden kaçınmalısınız. Bu ciddi bir uyarı: Mezun olduktan sonra iş bulma sıkıntısı çekeceğiniz bölümler okumayın!

Buradaki yazıyı sonuna kadar okuyun lütfen.

Mizahi bir dille yazılmış olsalar da, linkteki yazıda söylenenler gerçek. Eğer gerçekten ciddi bir yeteneğiniz yoksa güzel sanatlar vb. yerlere gitmeyin. Söylediklerime anlam veremiyorsanız bir konservatuvara gidip orada öğrenciler arasındaki kıyasıya rekabeti görmenizi öneririm.

Sayısı bir elin parmaklarını geçmeyen iyi üniversiteler hariç; işletme, kamu yönetimi vb. İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi bölümlerini tercih etmeyin. (Örneğin Boğaziçi'nde işletme okuyacaksanız sorun yok, ama tutup da Harran Üniversitesi'nde okumayın)

Felsefe, sosyoloji vb. bölümler ideal bir dünyada son derece önemli olsa da; bu bölümlerden de uzak durun. Çünkü ideal bir dünyada yaşamıyorsunuz. Okul bittikten sonra büyük olasılıkla işsiz kalacak, alakasız alanlarda çalışmak mecburiyetine düşecek ve "o kadar zaman boşuna çabalamışım" diyeceksiniz.

Okuyacağınız bölüm, işlevsel ve temel bir bölüm olmalı. İşlevsel olmayan fakat ilginizi çeken bir bölümde lisans eğitimi almayın. asıl bölümü bitirdikten sonra orada yüksek lisans yaparsınız.

Örnek: Astrofiziğe ilgim var fakat bu geçimimi sağlayabilecek bir bölüm değil. Onun yerine matematik öğretmenliği okuyup, sonra hala ilgim sürüyorsa astrofizikte master yapabilirim. vb...

Bir şekilde sözünü ettiğim bölümlere girmiş iseniz (ya da girmek zorunda kalırsanız) ne pahasına olursa olsun not ortalamanızı yüksek tutun, hatta bölüm birinciliğine oynayın. Bu, sizin kurtuluşunuz olacak.

Bunların dışında,

*Üniversiteye yeni girenler için bu, henüz girmeyenler de akıllarında tutsunlar: İlk başlarda sakın rehavete kapılmayın, ilk sene alttan hiç ders bırakmadan geçmeye bakın, hatta mümkün olduğu kadar iyi notlarla geçmeye. İlk sene bıraktığınız dersler okul hayatınız boyunca ayak bağı oluyor. İlk sene her şeye atlamayın, ortamı gözlemleyin. Her anlamda: İnsanları, toplulukları, okulda derslerin ve idari işlerin nasıl yürüdüğünü vb.

*Not ortalaması genel olarak önemli bir şey, bakmayın siz "ortalamaya kimse önem vermiyor" şeklindeki söylentilere. İleride lisans üstü çalışmak istediğinizde o ortalamaya ihtiyacınız olacak (henüz öyle bir düşünceniz olmayabilir, ama ileride isteyip de düşük ortalama yüzünden yapamamak acı verir). Bazı şirketler de işe alacakları personelde not ortalamasına büyük önem veriyor.

*Okulu zamanında bitirin. Öğrenciliği çok sevdiyseniz ve üniversite ortamının tadını daha fazla çıkarmak istiyorsanız bunun yolu kesinlikle okulu uzatmak değil. Gidin yüksek lisans yapın, o da kesmezse doktora yaparsınız (bunlar için de not ortalamasının önemli olduğunu unutmayın).

*Yabancı dil önemli. İngilizce'ye yüklenin. İkinci-üçüncü dilleri öğrenmek güzel bir maceradır fakat İngilizcenizi iyi bir noktaya çekmeden böyle bir maceraya girişmeyin. Örneğin Fransızca, Japonca, Rusça gibi dillerin sadece belli alanlarda işe yararlığı vardır. Ama iyi bir İngilizce her alanda işinize yarar. (bkz: ingilizceyi geliştirme yolları)

*Öğrenci topluluklarına, kulüplere üye olabilirsiniz. Çevrenizi geliştirmek için iyidir. Aktif olarak katılımda da bulunun hatta, sadece aynı anda on tane öğrenci kulübüyle birden aktif olarak uğraşmayın. On tanesine üye olun, en çok hangisi ilginizi çekerse onda aktif olun.

*Okuduğunuz bölüm her ne ise, o işin olmazsa olmazlarını tespit edip öğrenin. Her konu için geçerli olan bir gerçek var: o konuyla ilgili olmazsa olmaz bilgiler, o konuyla ilgili ikinci derece önemli bilgiler, konuyla ilgili özel (uzmanlık gerektiren) bilgiler ve son olarak olmasa da olur türünden bilgiler. Önceliğiniz, olmazsa olmaz türü bilgileri öğrenmek olmalı. Zaman içinde uzmanlaşmanız gerekecek, şartlar sizi nasıl bir uzmanlığa iterse (ki bu da başlı başına bir yazının konusudur) onun gerektirdiği bilgileri öğrenirsiniz.

*Özgeçmişinizi (cv) doldurmaya bakın Üniversite öğrenciliğinde yaz tatillerini asla boş geçirmeyin. Bırakın insanlar saçma sapan gezip Olimpos'ta çekdikleri fotoğrafları her yerde paylaşsınlar. Siz işinize bakın, staj yapın. zorunlu olmasanız da yapın. Eğitim aldığınız konuda iş yapan bir yerler bulun (mümkünse köklü ve sağlam yerler olsun) ve buralarda staj yapın.

*Hayata atılmak sıkıntılı bir süreçtir, eninde sonunda sıkıntı çekeceksiniz. O yüzden mezun olduktan sonra yıllar yılı sıkıntı çekeceğinize, okul zamanı 4 yıl yorulup sıkıntı çekin, ondan sonra rahat edin.

*"Eğlence, mutluluk için hakkımız yok mu?" diyebilirsiniz. Elbette var. İnanın sizi eğlendirecek ve mutlu edecek şeyleri bu saydıklarımı gerçekleştirirken de yapabilirsiniz ve onlar için zaman ayırabilirsiniz. Onca işin arasında mutlaka boş zaman bulacaksınız, değerlendirin. (Örneğin çadırı tulumu toplayıp kamp yapmaya şubat tatilinde giderdim)



Kendinizi bunlar için yeterli görmüyorsanız, "ben o kadar çalışkan, disiplinli, azimli vb. değilim" diyorsanız: Şimdiye kadar öyle olmamanız, bundan sonra olamayacağınız anlamına gelmez. Arenada hayatta kalmak istiyorsanız, savaşmak zorundasınız. Hiçbir zaman ümidinizi yitirmeyin, neden mi?

Çok ilginç örnekler gördüm:

Vasat bir öğrenci iken üniversite sınavına son üç ay kala gözünü karartıp çalışarak, kendisinden hiç beklenmeyecek kadar iyi bölümlere girenleri.

Üniversitede berbat bir not ortalamasına sahip, alttan bir sürü dersi kalan insanların yine gözünü karartıp onur öğrencisi olacak not ortalamalarını yakaladıklarını.

"Başlarda ebeveyn gibi konuşuyorsun, şimdiyse kişisel gelişimci gibi konuşuyorsun." mu diyorsunuz?

Şöyle düşünün: Kazanma şansınız %1 bile olsa, o ihtimal için mücadele etmeye değer. Her şeyi dener de başaramazsanız, zaten fazla bir şey kaybetmezsiniz. Ama savaşırsanız, kazanabilirsiniz.


Dünyayı kurtarmak mı istiyorsunuz? Önce kendinizi kurtarın.


Sürecek...
Fikirlerim için ölmeyi göze alamam çünkü yanılıyor olabilirim - Bertrand Russel

İyi bir fikir üretmek için, pek çok fikir bilmek gerekir:

* Yeni başlayanlar için FRP

* Fantastik edebiyata yeni başlayanlar ve bu türde ilerlemek isteyenler için

* Kılıçlar ve diğer eskiçağ silahları hakkında

* Dark Sun


* Distopya Korkuları

Daha fazlası için: Index

Çevrimdışı ryuk

  • ***
  • 497
  • Rom: 25
  • ne değiştirebilir bir insanın doğasını?
    • Profili Görüntüle
Ynt: Dünyayı Kurtarmak İsteyen Var Mı?
« Yanıtla #20 : 08 Ocak 2016, 22:37:56 »
Fon müziği :)

Dünyayı kurtarmaktan girip iş-güçten çıktım, bunu garipseyenler olacaktır sanırım. Fakat çok önemlidir dünyayı kurtarmak isteyen birinin önce kendini kurtarması.

İyi insanlar hayatta kalmalıdır çünkü. İyi insanlar güçlü de olmalıdır. Yoksa kötünün karşısında ezilmekten öteye gidemezler.

Güçsüz kalan iyiler, kötülerin daha da şımarmasına, palazlanmasına neden olurlar. Ve diğer iyilerin de cesaretinin kırılmasına.

İşte bu yüzden iyi bir insan güçlü de olmalıdır. Önce kendini var edecek, hayatta tutacak güce sonra da kötüye karşı duracak güce erişmelidir.

Bir nedeni daha var bir önceki yazımdaki sözlerimin:
Dünyayı kurtarmak mı istiyorsunuz? Önce onu anlamalısınız.

Dünyayı anlamak uzun bir süreç. Uzun bir süre var olabilmelisiniz ki, anlayabilesiniz.

Maddi anlamda nasıl güçlü olabileceğinize ilişkin çok az da olsa konuştum. Şimdi sıra içsel anlamda güçlü olmakta.

Fikirlerimizi geliştirmeye ihtiyacımız var. Çevrenin bize sunduğu fikirler çoğunlukla dünyayı anlama ve içinde kaldığımız labirentten kurtulmak konusunda yetersiz. Ara sıra bazı hikayeler duyuyoruz labirentten çıkanlar-çıkmaya çalışanlarla ilgili, fakat işe yaramaktan uzaklar. Neden?

Alıntı yapılan: memo tembelçizer
Çünkü artık isyan hikayelerini de otorite anlatıyor.

Örnekler verelim:

1-Fight Club

Kiabını okumadım, belki filminden faklıdır. Çok ağır bir başkaldırıymış gibi görünse de, fazla çizgiroman. İşledikleri gerçekçi ve uygulanabilir olmaktan, uygulansa da sürdürülebilir olmaktan uzak. Yıkım projesi dedikleri şey başarısız olmaya mahkum. Çünkü yıktığınız bir şeyin yerine daha iyisini koyamıyorsanız, iyi bir iş yapmış olmazsınız. Sistem sizin yıktığınızın yerine yeni bir kötü getirir zaten. Üretemeyen hiçbir proje, insanlığı ve dünyayı kurtaramaz.

2-Into The Wild

Popüler kültürün ustalığını en iyi gösterdiği çalışmalardan biri. Toplumdan bunalmış, asi görünümlü bir adamın özgürlüğe kaçışını anlatıyor. Zaten en büyük oyun da burada: bu bir kaçış filmi, arayış değil.

Ana karakter herkesin özenebileceği bir tip. Gittiği her yerde insanları etkiliyor, herkes ona hayran kalıyor (klasik bir yapımcı taktiği). Fakat o sürekli bir doyumsuzluk içinde, macera peşinde.  Aslında bir amacı yok, tüketim toplumundan sıkılmış görünse de o da bir şeyleri tüketerek, sürekli yeni bir şeyler arayarak serüvenini sürdürüyor. Sözde terk ettiği zihniyetten çok da farklı değil kendisi. Into the wild, bir özgürlük filmi gibi görünse de, aslında bir tür tatil filmi. Çünkü filmdeki yöntem, sürdürülebilir değil, filmdeki gibi bir yaşamı seçen insanlar bu yaşamı ya çok kısa bir süre sürdürebilir, ya da kendileri tükenirler. Sonuç olarak sistem de bu kaçıştan hiç mi hiç etkilenmez. Sadece bir maceracıyı ya da potansiyel muhalifi hiç çaba harcamadan saf dışı bırakmış olur.





Popüler kültürün sunduğu özgürlük hikayeleri ya gerçek olamayacak kadar uçuk, ya da cesaretinizi kıracak kadar kötü sonlanıyor. (bkz: yine bu başlıktaki kahramanlardan söz eden yazı) Bize ilham verecek fakat gerçekçi ve uygulanabilir bir yola ihtiyaç var.


Alternatif Yaşam Projesi

Başlarda sadece arkadaş ortamındaki bir geyik olan bu proje, zamanla uygulanabilir olduğunuz düşündüğümüz bir fikir haline geldi. İlkeleri çok basit:

1-Mümkün olduğunca ekonomik ve az tüketerek yaşamanın yolunu bulmak.

2-Kendi kendine yetecek bir insan olabilmek için gerekli yetenekleri kazanmak. Hem maddi anlamda hem de psikolojik anlamda geçerli bu ilke. Çünkü görüyorum ki iyi insanlar, özellikle de farklı ve özel insanlar çoğunlukla yalnız oluyorlar. Böyle insanların, toplumun aptallığı ve kötülüğü karşısında yok olup gitmekten kurtulmalarının yolu; yalnız başına kendine yetebilmeyi öğrenmeleri.

3-Yeteneklerini geliştirmek. Çünkü kötülerin bir adım önde olduğu dünyada iyiler güçlü olmak zorundadır.

4-Gerçekçi olmak. Sonu hüsran olacak uçuk idealleri izlemektense gerçekçi hedeflerin peşinden gitmek daha mantıklıdır.

5-Değerli olan şeylerin peşinden gitmek, değerli olanı aramak ve değer üretmek için çalışmak.

6- Sürdürülebilirlik. Yaptıklarınızın, hayatın zorluklarıyla başa çıkmak ve değer üretmek için geliştirdiğiniz yolların sürdürülebilir olmasını sağlamalısınız. Çünkü gerçek değişimler, uzun çabaların sonucudur.


Bu ilkeleri izleyen herkesin kendine göre bir yolu olacak. "Hayatta nasıl kalınır ve hayat nasıl değerli kılınır?" sorusuna herkesin kendince bir cevabı olacak.

Ek:
Çevre, tarım, doğa vs. gibi konularla yakından ilgileniyorum. Hatta bazı dallarıyla profesyonel olarak haşır neşirim.

Size (ve böyle konulara ilgi duyan kişilere) önerebileceğim bir kitap var: Şehirdekiler İçin Sürdürülebilir Yaşam Rehberi

Spoiler: Göster
Fikirlerim için ölmeyi göze alamam çünkü yanılıyor olabilirim - Bertrand Russel

İyi bir fikir üretmek için, pek çok fikir bilmek gerekir:

* Yeni başlayanlar için FRP

* Fantastik edebiyata yeni başlayanlar ve bu türde ilerlemek isteyenler için

* Kılıçlar ve diğer eskiçağ silahları hakkında

* Dark Sun


* Distopya Korkuları

Daha fazlası için: Index

Çevrimdışı Grayswandir

  • ***
  • 815
  • Rom: 14
  • You may have heard of me.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Dünyayı Kurtarmak İsteyen Var Mı?
« Yanıtla #21 : 09 Ocak 2016, 00:55:17 »


Kendinizi bunlar için yeterli görmüyorsanız, "ben o kadar çalışkan, disiplinli, azimli vb. değilim" diyorsanız: Şimdiye kadar öyle olmamanız, bundan sonra olamayacağınız anlamına gelmez. Arenada hayatta kalmak istiyorsanız, savaşmak zorundasınız. Hiçbir zaman ümidinizi yitirmeyin, neden mi?

Çok ilginç örnekler gördüm:

Vasat bir öğrenci iken üniversite sınavına son üç ay kala gözünü karartıp çalışarak, kendisinden hiç beklenmeyecek kadar iyi bölümlere girenleri.

Üniversitede berbat bir not ortalamasına sahip, alttan bir sürü dersi kalan insanların yine gözünü karartıp onur öğrencisi olacak not ortalamalarını yakaladıklarını.

Ümit verdiniz, teşekkürler efendim.
In the beginning the Universe was created.
This has made a lot of people very angry and been widely regarded as a bad move.

#hayır

Çevrimdışı ryuk

  • ***
  • 497
  • Rom: 25
  • ne değiştirebilir bir insanın doğasını?
    • Profili Görüntüle
Ynt: Dünyayı Kurtarmak İsteyen Var Mı?
« Yanıtla #22 : 22 Ocak 2016, 20:08:15 »
Ümit verdiniz, teşekkürler efendim.

Ben teşekkür ederim. Ümidi korumak önemli, çünkü hayata karşı mücadele edebilmek için motive olmaya ihtiyaç var. Kötülerin bu kadar güçlü olduğu bir dünyada iyi bir insan, motive olabilmek adına ümidini korumalı.

Alternatif yaşam projesinin temel ilkelerinin ikisine dair detaylı açıklamalar yapak istiyorum şimdi.

2-Kendi kendine yetecek bir insan olabilmek için gerekli yetenekleri kazanmak. Hem maddi anlamda hem de psikolojik anlamda geçerli bu ilke. Çünkü görüyorum ki iyi insanlar, özellikle de farklı ve özel insanlar çoğunlukla yalnız oluyorlar. Böyle insanların, toplumun aptallığı ve kötülüğü karşısında yok olup gitmekten kurtulmalarının yolu; yalnız başına kendine yetebilmeyi öğrenmeleri.

3-Yeteneklerini geliştirmek. Çünkü kötülerin bir adım önde olduğu dünyada iyiler güçlü olmak zorundadır.

Dağcılıkta "kendini taşıyabilmek" diye bir deyiş vardır. Bu, kendi ağırlığını ve ihtiyaç duyduğu ekipmanını, başkalarına ihtiyaç duymadan taşıyabilmeyi, kullanabilmeyi ifade eder. Alternatif yaşam projesi de kendini taşıyabilmek üzerine kuruludur.


Yetenek Kazanmak ve Yeteneklerini Geliştirmek

Bireyin kendi kendine yetebilmesini sağlayacak yetenekleri kazanması gerektiğini söylemiştim, kendine yetebilmek için gerekli en önemli şeyin, işe yarar ve geçerli (yani para kazanabileceğiniz ve kimseye muhtaç kalmadan yaşamınızı sürdürebileceğiniz) bir meslek sahibi olmak olduğunu vurgulamak istiyorum, fakat bununla ilgili detaya girmeyeceğim. Zaten önceki yazılarımda değinmiştim çünkü.

Yukarıdaki paragrafta söz edilenler haricinde kazanacağınız yetenekler (yani kandine yetmeyi sağlayanların dışındakiler), yaşamdan zevk almanızı sağlarken aynı zamanda kişiliğinizi de yükseltecek şeyler olmalı. Bu tür uğraşları temelde iki grupta topluyorum: Fiziksel uğraşlar ve zihinsel uğraşlar. Fiziksel uğraşlar ile stres atmayı, eğlenmeyi ve bedenen sağlıklı kalmayı amaçlarken; zihinsel uğraşlar ile düşünsel kapasiteyi ve entelektüeliteyi artırmak olmalı hedef. Bunlardan çok sayıda seçip hepsinin içinde boğulmaktansa, bir adet fiziksel ve bir adet zihinsel uğraş seçip ustalaşmanın daha mantıklı olduğunu düşünüyorum. Elbette size en uygununu bulabilmek için bir çok uğraşı denemeli, fakat sonunda size en uygun olan birer tane seçmelisiniz.

Not: Resim-heykel-müzik aleti çalmak, tiyatro vb. sanatsal uğraşları hangisine dahil etsem bilemedim. Ama dansı fiziksel uğraşlardan sayıyorum.

 Öyle ki:

1- Zevk alarak öğrenmeli ve sürdürebilmelisiniz: Zevk almadığınız, size ilginç gelmeyen bir şeyi öğrenmek çok zordur, hatta olanaksızdır. Bir işi iyi öğrenmek, uzun zaman alan bir süreçtir ve ilginizi çekmeyen, size zevk vermeyen bir şeyden (o şey ne olursa olsun) kısa bir süre sonra sıkılır ve uzaklaşırsınız. Dolayısıyla da o konuda derin bilgi ve beceri sahibi olamazsınız.

Saygı duyduğum biri, ustalık gerektiren bir uğraşta kişinin işi öğrenmeye başladığını hissetmesi ve kendini tatmin edebilmeye başlar hale gelmesinin genellikle altı ay, işin temeline hakim olup gözle görünür bir şeyler yapabilmesinin iki yıl aldığını, o işi gerçekten iyi yapar hale gelmenin beş, ustalaşmanın ise on yıl aldığını söylemişti. Bunlar elbette kişiden kişiye ve uğraştan uğraşa değişmektedir.

2- Söz konusu şey her ne ise; ulaşabileceğiniz, hakkında kaynak bulabileceğiniz ve uygulama yapabileceğiniz bir şey olmalı, aynı zamanda sizden büyük maddi fedakarlıklar beklememeli.

Örneğin

Zihinsel uğraşlar için

A) Satranç, mantıklı bir tercihtir çünkü internette ya da kitapçılarda onula ilgili sayısız kaynak bulabilirsiniz, her gün bu kaynakları kullanarak çalışarak kendinizi geliştirebilirsiniz. Hemen her yerde de oynayacak birilerini bulma şansınız vardır. Ek olarak go öğrenmenizi şiddetle öneririm. (bkz: satranç & go)

B) Fakat briç öyle değildir; öğrenecek kaynak bulmak satranca göre zordur, oynayacak kişi bulmak da öyle. Üstelik pahalı bir uğraştır.

Fiziksel uğraşlar için

A) Koşu yapmak mantıklıdır (ama pazar sabahı eşofmanla gezen emekli teyzeler gibi koşmaktan söz etmiyorum. Teknik ve düzenli bir spor olarak bakıyorum koşuya), kendiniz dışında hiçbir şeye ihtiyacınız olmadan yapabileceğiniz (bir de koşacak düzgün bir alan bulmanız gerekecek elbette), en temel sporlardan biridir çünkü. Ve ömür boyu da sürdürebilirsiniz.

B) Poi çalışmak mantıklıdır (çok sirkvari oldu ;D günün bu saati aklıma bu geliverdi işte, idare edin) çünkü kendi ekipmanınızı evdeki malzemelerden kolayca üretebilirsiniz. İnterneti kullanarak teknikleri öğrenebilirsiniz ve evinizde istediğiniz zaman çalışabilirsiniz.

C) Golf, tenis vb. mantıklı değildir. Malzemeleri pahalıdır, öğrenmek de öyle. Ayrıca her yerde her zaman yapamazsınız.

D) Eskrim, Kendo ve benzeri savaş sanatları ya da dövüş sporlarını her türlü destekliyorum zaten. Çalışabileceğiniz düzgün ve maddi anlamda sizi zorlamayacak bir yer bulabilirseniz kaçırmayın :) (üniversitelerde bu tür uğraşlara ilişkin kulüpler bulabilirsiniz) bu sporlarda kazanacağınız disiplin ömür boyu size güç verecektir.

3- Zamanla ustalaşmalı ve kendinizden bir şeyler katabilmelisiniz. Örnek için buraya bakabilirsiniz.

4- Uğraştığınız şey her ne ise, onu yalnızken de çalışabilmelisiniz. Gerekçesi:
Çünkü görüyorum ki iyi insanlar, özellikle de farklı ve özel insanlar çoğunlukla yalnız oluyorlar. Böyle insanların, toplumun aptallığı ve kötülüğü karşısında yok olup gitmekten kurtulmalarının yolu; yalnız başına kendine yetebilmeyi öğrenmeleri.

Önemli bir nokta: Uğraşı kendi kendine öğrenmekten söz etmiyorum. Örneğin eskrim öğrenmek isteyen biri bunu internetten video izleyerek yapamaz. Fakat yeterli temeli oluşturacak kadar eğitim aldıktan sonra, formunu korumak ve tekniğini geliştirmek için evde kendi başına çalışmasını sürdürebilir.


EK: Bir fiziksel, bir de zihinsel uğraşta ustalaş. Felsefesine ek olarak eğer şansınız varsa, marangozluk vb. bir zanaat öğrenebilmek, şapka çıkarılacak bir başarı olur. Çünkü böyle bir başarı, üretmeyi de kapsar ve dünyayı kurtaracak kişinin de tüketen insan olmaktan çıkıp üreten insan haline gelebilmesi gerekmektedir.

Sonuç: Bu ilkeleri izlerseniz uzun vadede (uzun zaman sürdürebileceğiniz uğraşlar seçmelisiniz zaten) hem daha gelişkin bir birey olacak, hem de yukarıda verdiğim bağlantıda söz ettiğim gibi uzmanlık döngüsüne girerek üretken bir insan haline geleceksiniz.

Dünyayı mahveden şeylerin temelinde, değersizleşme yatmaktadır. Dünyayı kurtarmak isteyen birinin yapması gerekenlerden biri de, değer üreterek değersizleşmeyi durdurmaktır.


Sürecek...
Fikirlerim için ölmeyi göze alamam çünkü yanılıyor olabilirim - Bertrand Russel

İyi bir fikir üretmek için, pek çok fikir bilmek gerekir:

* Yeni başlayanlar için FRP

* Fantastik edebiyata yeni başlayanlar ve bu türde ilerlemek isteyenler için

* Kılıçlar ve diğer eskiçağ silahları hakkında

* Dark Sun


* Distopya Korkuları

Daha fazlası için: Index

Çevrimdışı ryuk

  • ***
  • 497
  • Rom: 25
  • ne değiştirebilir bir insanın doğasını?
    • Profili Görüntüle
Ynt: Dünyayı Kurtarmak İsteyen Var Mı?
« Yanıtla #23 : 27 Ocak 2016, 20:22:42 »
Üniversite bölümü tercihiyle ilgili yazımda anlatmak istediğim şey buydu. Şans eseri bu yazıyı buldum ve olayı benden daha iyi ifade ettiğini gördüğüm için sizlerle paylaşmak istedim:



Modern Zaman Tuzağı: Sevdiğin İşi Yap

Çoğu zaman coşkulu bir ifadenin arkasına saklanmış  bir ‘gerçek’ vardır ve onu göremeyiz. Kelimelerin büyüsüne kapılır gideriz.

Mesela birileri çıkar ve ’’sevdiğin işi yap!’’ der. Bir an ‘başka bir diyara’ götürür bu kelimeler…’’sen önce sevdiğin işi yap gerisi gelir’’. ‘’sevdiğin işi yaparsan hiç çalışmamış gibi olursun!’’

Oysa sevdiğin işi yap denildiğinde benim aklıma; sevdiği iş uğruna reklam ajanslarında yok pahasına çalışanlar, hiç bir ücret almadan didinen stajyerler, kadroya girebilmek için üniversitenin işlerine koşan ve hala ailesinden para alarak geçinmek zorunda bırakılan yüksek lisans-doktora öğrencileri, medyada, kültür, sanat ya da yaratıcılık gerektiren işlerde ‘kıt kanaat’ geçinerek hayalinin peşinde koşanlar, bir türlü evine gidecek vakti bulamayan dershane öğretmenleri geliyor!

Mesela, İngiltere’de yapılan bir araştırma, profesyonel yazarların asgari ücretin altında gelirle hayatlarını sürdürmek zorunda kaldığını ortaya koydu. İngiliz Yazarlar Birliği üyelerinin 2005’den 2014’e %40 gelir kaybı yaşadığını söylüyor. Benzer örnekleri heryerde görmek mümkün.

’Sevdiğin işi yapmalısın’ düşüncesi modern çağın kendini gizlemeyi en iyi şekilde başarmış, sömürü kapılarını sonuna kadar açan sinsi bir aracı.

Bir insanın kişisel ilgi alanına yönelik bir işi yapıyor olması neden geçim sıkıntısı çekmesini normalleştirir? Ve bu aslında kimin yararınadır?

Çalışmanın hakkını vermemek, ‘sevilesi, zevkli’ olduğu düşünülen ya da ‘toplumda saygınlık’ getirdiği inanılan işleri yapanlara bir bedel olarak dayatılıyor. Hatta bu alanlarda çalışanlara çok daha fazla iş yükünü de beraberinde getiriyor. Bir kültür-sanat atölyesinde karşılık almadan çalışan ‘stajyere’ veri tabanına ne kadar daha çok form girerse o kadar iyi bakılıyor. 10 yıl sonra ofisin başına geçmesi beklenen halkla ilişkiler yöneticisi nefes almadan çalışarak üç kişilik iş çıkarıyor, doktora yapan akademisyen birlikte çalıştığı hocaların yapması gereken tüm araştırmaları tek başına hazırlıyor, göze girmesi beklenen satışçı, tedarikten tahsilata her işe girişmek durumunda kalıyor…

Geçtiğimiz günlerde, Amerika’da elden ele dolaşarak merak uyandıran bir analiz yayınlandı. Miya Tokumitsu, Slate adlı haber sitesindeki yazısında konuya açıklık getiriyor; ‘’Bu düşünce şekline göre (sevdiğin işi yapmak) çalışmak, belli bir ücret ya da karşılık için yapılan bir şey değil, bir sevgi eylemidir. Eğer bu eylem ardından kâr getirmiyorsa, muhtemelen çalışanın tutku ve kararlılığı yeterli değil demektir. Bu yaklaşımın gerçek başarısı, çalışanları, emeklerinin pazara değil de kendilerine hizmet ettiğine inandırmasıdır. ‘Sevdiğin İşi Yap’ moral verici bir öneri gibi; bizi yapmaktan hoşlandığımız şeyler üzerine kafa yormaya ve bu işleri gelir getirici girişimlere çevirmeye itiyor. Fakat, zevklerimizi neden parasal çıkar güderek yaşamak zorundayız?’’

‘Sevdiğin işi yap’ düşüncesinin diğer olumsuz etkisi ise, işlerin yürümesi için yapılması gereken operasyonel, tek düze işleri yapan çalışanlar üzerinde oluyor. Tokumitsu’ dan devam edelim; ‘Sevilmeyen işleri yapmak zorunda kalanlar için hikaye başka. ‘Sevdiğin İşi Yap’ inancı ile motivasyonsuz, sevmekten başka nedenlerle çalışanlar -yani çalışanların çoğu- yok sayılıyor. Steve Jobs’ın Stanford konuşmasında olduğu gibi (konuşmada ‘neyi sevdiğini bulmak zorundasın’ diyordu), sevilmeyen ancak toplumsal olarak yapılması gereken işler de aklımızdan çıkartılıyor.’

Geçenlerde kaldığım otelin odasından geç kalmış halde çıkmaya çalışırken, kapıdan içeri girmek üzere olan kat görevlisi ile karşılaştım. Birazdan, kısa süreli yaşadığım odada dokunmayacak yer bırakmayacaktı. Gözlerine bakarken, ona ‘sevdiğin işi yapmalısın’ dersem ne düşünür diye aklımdan geçirdim. Ya restorantta hizmet verenler, havluları yıkayanlar, ütü yapanlar, araba getirenler, eşya taşıyanlar, sürekli ayakta duran güvenlik görevlileri, tüm gün mini barları ürünle dolduranlar…Onlara söylesem ‘eğer sevdiğiniz şeyi yaparsınız, yorulmazsınız’ diye ne düşünürler sizce? Muhtemelen mevcut işlerinin ne kadar da değersiz olduğunu, düşlediği gibi bir hayata ancak sevdiği şeylerden ‘para kazanmayı’ bilerek ulaşabileceğini. Oysa o otel için tüm bu işlerin olması ve birileri tarafından yapılması gerekiyordur. Diğer tüm işlerde olduğu gibi.

Modern_Zaman _Tuzağı

Keynes yıllar önce tahminde bulunarak, gelişen teknoloji ile insanların günde 3-4 saat çalışmasının yeterli olacağını söylemişti. Ancak işler öyle olmadı. Çalışma saatleri kısalmadı, hatta uzadı. Birçok farklı iş tanımı türedi. Şirketler, organizasyonlar büyüdü.

Bugün, işlerin yürümesi, şirketlerin varlığı için sürekli tekrardan oluşan, tek düze, operasyonel binlerce işin, birileri tarafından yapılması gerekiyor.

‘Sevdiğin işi yap’ diyerek tavsiyelerde bulunan iş sahibinin, şirketinin varlığı için, birçok tek düze ‘sıkıcı’ iş, görmezden geldiği insanlar tarafından yapılıyordur. Bu düşünceye göre, yoruluyorlarsa sevdiği işi bulmaları gerekir! Sevdiği işi bulabiliyorsa, o zaman da öncelikle düşük ücrete ses çıkarmamalılar, sonuçta sevdiği işi yapıyorlar!

ABD’li gazeteci ve News Junkie Post editörü Gilbert Mercier, geçtiğimiz haftalardaki bir yazısında günümüz dünyasını feodel sistemin yaşandığı Orta Çağa benzetiyordu. ‘Bugünle karşılaştırdığımızda bir serfin lorduyla ilişkisi, herhangi bir WalMart çalışanının Walton ailesiyle ilişkisiyle aynı’ derken pek de haksız sayılmaz. Böylesi bir dünya yetmiyormuş gibi, halen daha, kişilerin hayatlarının nasıl mutlu olacağı konusunda ahkam kesen, kendisinin ya da en fazla küçük bir çalışan grubunun ‘mutluluğunu’ örnek gösteren ‘elitlerimiz’ vardır.

Bu oyunda, ’sevdiğin işi bulmalısın’ tuzağı, operasyonel- tek düze işlerde çalışan çoğunluğa karşı önemli bir haksızlık doğurur; mevcut işlerini değersizleştirme. Kişisel zevkleri olan işleri yapanlar için ise haksızlık, sömürü düzeni ile kendini gösterir.

Daha az sevilen işlerde çalışanlar, işlerini sevsin sevmesin yaptıkları çalışmanın karşılığını almalılar. Ücret ve sosyal haklar bakımından çalışmasının karşılığını alan insanlar, yaptığı işe aşık olsun olmasın, kendine, ailesine, ilgi alanlarına vakit ayırarak da mutlu olabilecektir.

Sevdiği işleri yapmaya gayret gösterenlerin ya da ‘sevimsiz’ denilen işleri yapan insanların, nasıl mutlu olacağını ‘parasızlıkla’ öğrenmeye ihtiyacı yok! İhtiyaç olan tek şey hak, hukuk gözeten, adil bir çalışma hayatının oluşturulması…

”Dünyadaki bütün kötülükler, birilerinin başkalarının iyiliği için hareket etme hakkını kendinde görmesiyle başlar.” Eric Hoffer


Kaynak

3 Idiots gibi daha hayatın gerçeklerinden habersiz gençlere gaz vermekten başka bir özelliği olmayan eğlenceli filmlerdeki gibi işlemiyor dünya.

Gerçeği söylüyorum: Büyük olasılıkla sevdiğiniz işi yapmayacaksınız. Severek başlasanız bile taşıdığı zorunluluklardan ötürü zamanla işinize olan sevginiz azalacak. O zaman geriye ne kalıyor? Bir şekilde kendinize kullanışlı boş zaman yaratıp bu zamanı bir önceki yazımda anlattığım yararlı uğraşlarla değerlendirmek.

Yapacağınız işi, yaşamaktan keyif alacağınız hayatı ve yaparak kendinizi değerli hissedeceğiniz şeyleri gerçekleştirebilecek olanakları size sunacak şekilde seçin.

Faydalı bir eserdir, okuyun: Paul Lafargue - Tembellik Hakkı

Not: Bu sözleri yazan kişi (yani ben) sosyalist değildir, antikapitalist de değildir. Aslında hiçbir şekilde bir şeyin "anti" si değildir. Kişinin kendini bir şeyin takipçisi olarak tanımlaması da , anti'si olarak tanımlaması da; kişiyi o "şey" e bağımlı kılar.
Fikirlerim için ölmeyi göze alamam çünkü yanılıyor olabilirim - Bertrand Russel

İyi bir fikir üretmek için, pek çok fikir bilmek gerekir:

* Yeni başlayanlar için FRP

* Fantastik edebiyata yeni başlayanlar ve bu türde ilerlemek isteyenler için

* Kılıçlar ve diğer eskiçağ silahları hakkında

* Dark Sun


* Distopya Korkuları

Daha fazlası için: Index

Çevrimdışı Grayswandir

  • ***
  • 815
  • Rom: 14
  • You may have heard of me.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Dünyayı Kurtarmak İsteyen Var Mı?
« Yanıtla #24 : 28 Ocak 2016, 07:19:33 »
Son yazılanları gerçekten çok beğendim. Three Idiots'u da sevmem bu arada. :P

Dünyanın büyük çoğunluğunun sevdiği işi yapması zaten mümkün değil. Sonuçta iş bu, herhangi bir iş alanının çoğu basamağını pek de sevilebilecek işler oluşturmuyor. Sevilecek işler belli. Ya iş tatmini yüksek olacak, ya parası iyi olacak, ya da çalışma koşulları çok rahat olacak. Çoğumuzun yapmak zorunda olduğu/olacağı işler de bunların hiçbirine sahip değil. Olsa da illa ki seveceksiniz diye bir şey yok, yapmak zorunda olduğumuz için yapacağız çoğu şeyi ve bu zaten çok sevimli bir durum sayılmaz. Kendimizi bunun yaşanmaması gereken bir durum olduğuna ikna etmek ancak zarar verir, başka bir şey değil.

Tutkularınızı takip edin elbette, ama onlarla sınırlı kalmayın ve beklentilerinizi de gerçekçi tutun.
In the beginning the Universe was created.
This has made a lot of people very angry and been widely regarded as a bad move.

#hayır

Çevrimdışı ryuk

  • ***
  • 497
  • Rom: 25
  • ne değiştirebilir bir insanın doğasını?
    • Profili Görüntüle
Ynt: Dünyayı Kurtarmak İsteyen Var Mı?
« Yanıtla #25 : 04 Şubat 2016, 20:06:03 »
Esen olun efendiler.

Alternatif yaşam projesi ile ilgili anlatacağım daha çok şey var, fakat biraz da dünyaya yön veren önemi bir unsurdan (belki de en önemlisinden) söz etmeliyim: ekonomi.

Dünyayı kurtarmak mı istiyorsunuz? Önce onu anlamalısınız.

Özellikle tarih, felsefe ve ekonomi konusunda bilgili olmanız gerek.

Herkesin bildiği klasik ekonomi tanımını geçiniz. Dünyada mevcut ekonominin nasıl işlediğini anlamanız için size Memo Tembelçizer'den bir alıntı yapacağım. Söz konusu yazı, kendisinin "Fak" adlı kitabında yer almaktadır.



Uyarı: Yine bir Memo Tembeçizer klasiği; bu küfürlü bir yazıdır. Ne yazık ki daha iyi anlatan daha kibar bir yazı bulabilmiş değilim. Ayıp yerlerini elimden geldiğince sansürlemeye çalıştım. Durumun bu başlığın seviyesini düşürmemesi dileğiyle:

Yazıyı Ekşisözlük'ten kopyalamış bulunmaktayım, bilginize.


Bölüm 1:

Spoiler: Göster
"malesef ekonomiyle aram pek iyi değildir. ne makro anlamda ne mikro anlamda. yani ne bu ***** **duğumun dünyasının nasıl bir ekonomik düzen üzerinde yürüdüğünü keşfedebildim bu güne kadar, ne de bir kişi olarak kendimin nasıl bir ekonomik düzen üzerinde yürümem gerektiğini. velhasıl ****** koyduğumun parası geliyor gidiyor, geliyor gidiyor. çorba parası çıkıyor mu? çıkıyor. ama bilader, yaş olmuş otuz küsur, her otuz küsur yaşına gelmiş kendini bilmez gibi ben de artık kendimi bilmem gerektiğini ve artık tez zamanda zengin olmam gerektiğini anladım. ve kendime bir hedef koydum: önümüzdeki on yıl içinde yüz tane daire edinmeliyim!..

bu fikrimi bir yakinime çıtlattığımda bana dedi ki, en iyi yatırım aracı taksi plakasıymış. allah allah dedim, taksinin plakasının bir hususiyeti mi var? arabayı sarıya boyamakla taksi olunmuyor mu? dedi ki "taksilerin özel plakası var, fiyatı da iki trilyon lira". efendim, bu durum karşısında şaşkınlıktan ***üm öyle bir tavana vurdu ki anlatamam. ben de dedim ki: "e kardeşim, taksi dediğin kaç para kazanır ki iki tirilyonu amorti etsin de para kazandırsın?"... o da bana taksi plakasına bu parayı veren kişinin parayı amorti etmek amacıyla vermediğini, bir süre sonra daha pahalıya satabilmek için verdiğini usul usul anlattı.

işte o an aniden aydınlandım! dünyanın ekonomik düzenini inkişaf ediverdim! bir malın fiyatını ne malın maliyeti belirliyordu, ne de işletince getireceği gelir. sadece tek bir şey belirliyordu: alınıp satılma hareketliliği!.. yani taksi plakasının fiyatı taksi nesenesinin dünyadaki var oluş biçiminden, işlevleri, kullanım alanları, getirileri ve götürülerinden bağımsız olarak, sadece ve sadece bir takım manyaklar tarafından alınıp satılıyor olmaları doğrultusunda belirleniyordu. bir şekilde birileri bir şeyleri alıp satmaya başlamış, o şeyin alınıp satıldığı bir borsa ortamı oluşturmuşlardı. ve o şeyin ne olduğunun önemi yoktu.

yani taksiyi oradan alıp yerine at ***** koysak hiç bir şey farketmezdi. düşünün bir, at ****nın tanesini iki trilyona satsak ve bir yıl sonra üç trilyon olacağını garanti etsek, kim at ***** almaz?.. ha? soruyorum, kim almaz!?.. şimdik etiler'de bir bina kiralasak, kapısına "at ****** borsası" yazsak, memleket çapındaki at ******larını alıp satmaya başlasak, bir at ****** bir yılda yüzde elli kar getirse, taksi plakası manyakları "ıyy, at ******, çok iğraaanç" diye at ***** almıyacaklar mı? at ***** borsası büyüse, memlekette altından çok at ***** bulunsa, amerikan dolarından çok at ****** sirkülasyonu oluşsa, memleket ekonomisi at ***** üzerinde dönmeye başlasa, farzı misal bir soros, bir fukuyama "biz çok düzeyli ve seviyeli iş adamlarıyız" diyerekten at *****ndan uzak mı duracaklar? hayır!.. hepsi koşa koşa at **** borsasının kapısına dayanacaklar! "bize de at ****** satın! biz de at ****** istiyoruz!" diye kıçlarını yırtarak feryad edecekler!

işte o gün ben at ****** borsası binasındaki odamda oturduğum döner koltukla onlara doğru dönerek "***tirin gidin i*neler!" diyeceğim, "yüz tane daire alarak başladığım zenginlik maceramı bütün at *****larını alarak nihayetlendirdim. bütün at *****ları bende, ve hiç birini size satmıyorum!". işte o zaman onlar kös kös evlerine dönecekler. bense dünyanın bütün at *****larının sahibi olarak mutlu bir hayat süreceğim... sürecek miyim?.. tabi ki hayır, ben alım satımı durdurunca at ***** borsası çökecek, at ****ının değeri sıfra düşecek. ben müflis bir spekülatör olacağım, soros moros ise alıp satacak başka bir şey bulacaklar. eşşeğin ***ini alıp satacaklar mesela."


Bölüm 2:

Spoiler: Göster
"efendiiim, bütün at ****larını elde tutup satmayınca alım satımın durması nedeniyle borsanın çöktüğünü daha önce anlatmıştım... bu durum beni pek üzdü. zira hem dünyalığımı düzmek istiyordum hem de at ***ndan vaz geçemiyordum. fakat mevzu üzerine çok düşündüm ve hem bütün at ******larını hiç bırakmadan tutmaya devam etmenin, hem borsayı ayakta tutmanın, ve hem de mevzubahis ******lar üzerinden daha çok para kazanmanın yordamını buldum.

efenim, bunun yolu at *****larını satıyormuş gibi işlem yapmak ve fakat satmamaktır. bu madrabazlığı gerçekleştirebilmek için at ***** mülkiyetini paylaşabilmemiz gerekiyor. yani, bir at ****nın birden fazla sahibi olabilir değil mi? tabi ki olabilir. hatta bin tane, bi milyon tane bile sahibi olabilir. eğer at ******nın mülkiyetini bir milyon hisseye böler ve tek tek satarsak bir milyon kişi tek bir at ***** üzerinde hisse sahibi olabilir. ama bizim amacımız at ******nı gerçekten satmak değil satıyormuş gibi yapmak olduğundan bir miylon hissenin hepsini satmıyoruz. 499 bin tanesini satıyoruz, 501 binini elimizde tutuyoruz. tabi bu 501 bin hisseyi ifade eden tek bir hisse senedini tek bir elimizle tutmamız daha hayırlı olacaktır, çünki diğer elimizde at ***** var. neden at ****** hala biz tutuyoruz? çünki çoğunluk hisse bizde, en büyük hissedar biziz. evet, diğer 499 bin kişi de en az bizim kadar at *** tutmak arzusuyla dolup taşıyor ama bu durum pratikte mümkün değil. pratikte at ****nın denetimi hala bizde.

at *****ını sattık, ama gördüğünüz gibi, el değiştirmedi. dikkatinizi çekerim, şimdiden %50 kar etmiş durumdayız. şimdi efendim, biraz kıyakçılık yapmaya ihtiyacımız var. kıyakçı olaraktan elimizdeki at ***nı kah sıvazlıyor kah sıvazlamıyoruz. at ****ı da kah uzuyor kah kısalıyor. uzadıkça satış değeri yükseliyor, kısaldıkça satış değeri düşüyor. fiyat bu şekilde oynadıkça at ****ndan medet uman hisse sahipleri kah ellerindeki hisseleri satıyorlar kah yeni hisse alıyorlar. biz de fiyatı düşürüp düşürüp piyasadan hisse satın alıyoruz, fiyatı yükseltip yükseltip piyasaya hisse satıyoruz. ve bir elimizde at *****, bir elimizde hisse senetleri, oturduğumuz yerden para kazanıyoruz. peki hisse sahibi keriz kitle neden mevzuya uyanmıyor? çünkü efendim, tek bir at **** yok ki ortada; hatırlarsak bütün at ****larını satın almıştık. bütün at *****ları bizde, her biri için bütün bu işlemleri yapmışız ve her biri birbirinden bağımsızmışçasına fiyat değiştirip duruyor.

ve *****tan medet uman kitle elindeki hissenin değeri düşse bile başka bir at *****nın hissesi değer kazandığı için kerizliği yanlış *****a oynamakta görüyor; genel anlamda *****la iştigal etmekte beis görmüyor. böylece biz de o *****ın hissesini alıp satamazsak bu ****ın hissesini alıp satıyoruz, bu ****ın hissesini alıp satamazsak şu ****ın hissesini alıp satıyoruz. mütemadiyen para kazanıyoruz ve üstelik bütün at ******ları bizde kalıyor!.. işte olay budur!.."


Evet efendiler. İşte dünyada ekonomi tam olarak böyle işlemektedir.
Fikirlerim için ölmeyi göze alamam çünkü yanılıyor olabilirim - Bertrand Russel

İyi bir fikir üretmek için, pek çok fikir bilmek gerekir:

* Yeni başlayanlar için FRP

* Fantastik edebiyata yeni başlayanlar ve bu türde ilerlemek isteyenler için

* Kılıçlar ve diğer eskiçağ silahları hakkında

* Dark Sun


* Distopya Korkuları

Daha fazlası için: Index

Çevrimdışı TheSpell

  • ***
  • 826
  • Rom: 16
  • Dovie'andi se tovya sagain.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Dünyayı Kurtarmak İsteyen Var Mı?
« Yanıtla #26 : 04 Şubat 2016, 21:57:29 »
Memo'nun bu konuda birkaç çalışması daha var. Utanmadan İddia Ediyorum köşesinde de birkaç kez bahsetmiştir ekonomiden, bakmanızı öneririm. Bu köşedeki karikatürlerin toplandığı iki kitap var. Orada bulabilirsiniz.

Gerçi Memo Tembelçizer'in elinden çıkan hemen hemen her şeyi okumanızı öneririm ben. Kimi zaman saçmalasa da, özellikle Utanmadan İddia Ediyorum köşesinde çoğu zaman harika tespitler yapıyor.

Çevrimdışı ryuk

  • ***
  • 497
  • Rom: 25
  • ne değiştirebilir bir insanın doğasını?
    • Profili Görüntüle
Ynt: Dünyayı Kurtarmak İsteyen Var Mı?
« Yanıtla #27 : 09 Şubat 2016, 19:42:56 »
Memo'nun bu konuda birkaç çalışması daha var. Utanmadan İddia Ediyorum köşesinde de birkaç kez bahsetmiştir ekonomiden, bakmanızı öneririm. Bu köşedeki karikatürlerin toplandığı iki kitap var. Orada bulabilirsiniz.

Gerçi Memo Tembelçizer'in elinden çıkan hemen hemen her şeyi okumanızı öneririm ben. Kimi zaman saçmalasa da, özellikle Utanmadan İddia Ediyorum köşesinde çoğu zaman harika tespitler yapıyor.

Memo Tembelçizer efsanedir ;D Utanmadan İddia Ediyorum serisi okunmalı:

Spoiler: Göster


Spoiler: Göster



Şimdi size birkaç ifade sunacağım ve bunlardan bir sonuç çıkarmanızı isteyeceğim. Evet, yine sizlerden gelecek yorumlara ihtiyacım var. Kendi düşüncelerim mi? Onlar zaten hazır ;D

Memo Tembeçizer'den ekonomi üzerine yaptığım alıntıda geçen bir ifade vardı:  "Bir malın fiyatını ne malın maliyeti belirliyordu, ne de işletince getireceği gelir. Sadece tek bir şey belirliyordu: alınıp satılma hareketliliği!"


Önceki yazılarımdan birinde, şöyle demiştim:
Dünyayı mahveden şeylerin temelinde, değersizleşme yatmaktadır. Dünyayı kurtarmak isteyen birinin yapması gerekenlerden biri de, değer üreterek değersizleşmeyi durdurmaktır.


Şimdi bir önerme daha sunuyorum size: Para ile pek çok şeyi satın alabilirsiniz. Fakat kesin olarak satın alamayacağınız bir şey vardır: Kültür. "Kapitalizm, gölgesini satamayacağı ağacı keser." ifadesini hatırlayınca anlamı artıyor bu gerçeğin.

Günümüz ekonomisinde bir şeyin fiyatını belirleyen değeri değil, ne kadar alınıp satılabilir olduğudur.

Kültür, alınıp satılabilir bir şey olmadığı için, günümüz ekonomisinde fiyatı (bunun yerine ekonomik değeri de diyebiliriz) sıfıra yakındır.

Belki de bu yüzden günümüzde kültürsüzlük, görgüsüzlük, magandalık bu kadar moda olmuştur. Siz hiç popüler kültürün bir insanı çok donanımlı, kültürlü ve görgülü oluşuyla öne çıkardığını gördünüz mü? Aksine popüler kültürün öne çıkardığı kişiler son derece görgüsüz ve şişirilmiş insanlardır.

Popüler kültür, kültürsüzlük üzerine kuruludur. Çünkü kültür, satılabilen bir şey değildir.

Müzik üzerinden örnek verelim: Pop müzik yayını yapan herhangi bir radyo kanalını açın. Şarkıların çoğunun aynı altyapı üzerine kurulmuş olduğunu, hepsinin fabrikasyon olduğunu göreceksiniz. Seri üretimden çıkmış, kullanım ömrü kısa, Çin malı plastik eşyalar gibiler. Bir şarkı her nasılsa hit olur, 1-2 ay radyolarda çalar ve herkesin diline dolanır, ardından başka bir şarkı hit olduğunda ise unutulup gider.

Günümüz popüler müziği büyük olasılıkla yıllar sonra insanların açıp zevk alarak dinleyebileceği hiçbir klasikleşmiş eser meydana getiremeyecek.

Bunun nedeni nedir?

Çünkü klasik olmaya aday, ortaya çıkışından yıllar sonra da müzik zevki olan insanların severek dinleyeceği kaliteli bir şarkı ortaya koymak, birikim ve uzun süren bir çalışma istemektedir. Fakat günümüz insanı, böyle bir çabanın eserine hak ettiği değeri verecek müzik zevkinden yoksundur. Kaliteli eserler meydana getirmek kolay olmadığı, kaliteli eserleri kalitesiz insanlara satmak zor olduğu için de popüler kültürün derebeyleri, kolay üretilebilen-kolay tüketilebilen ve kolay satılabilen basit şarkıları, sanatsal değeri olan yapıtlara tercih eder hale gelmiştir.

"Ama insanlar bunu istiyor işte, insanlar ne istiyorsa onu veriyorlar." mı diyorsunuz? Zamanında Yaşar Kemal çok güzel bir laf söylemişti:

"Halkı neye alıştırırsanız, onu ister. Halkı uyuşturucuya alıştırırsanız, halk sizden uyuşturucu ister."


Üretim süreci, başlangıçta insanların ihtiyaçlarına cevap verecek ürünler üretmek üzerine kuruluydu. Zamanla elimizdeki olanaklar öyle gelişti ki, daha önce hayal bile edemediğimiz şeyler üretebilir olduk. Ardından üreticiler kendi kendine şöyle dedi: "Artık insanların taleplerine uygun üretim yapmaya ihtiyacımız yok. Artık insanları ürettiğimiz şeye talep eder hale getirmeliyiz."

Hatta işi daha da ileri götürdüler ve dediler ki: "İnsanları; bizim en kolay, en masrafsız şekilde ürettiğimiz, en bayağı şeyleri talep eder hale getirmeliyiz."

"Bu nasıl olur, bu kadar kolay mı yani? Bu kadar basit mi?" diye soruyorsunuz sanırım. Size hepinizin yaşadığı, çok basit bir örnek vereceğim:

İlkokulda mutlaka sınıf başkanlığı, okul başkanlığı vb. için yapılan bir yarışı görmüşsünüzdür. Kimin seçildiğini hatırlıyor musunuz? Projeleri en iyi olan mı? En parlak fikirli olan mı? En çalışkan olan mı? En zeki olan mı? Elbette hayır. Böyle seçimleri her zaman en çok tanıdığı olan kazanır.

Konuya dönelim. Kitleler kendilerine sunulanlar içinde (bu herhangi bir şey olabilir. müzik, oyun, kitap vb.) hangisini seçer? En zekice tasarlanmış olanını mı? En sanatsal olanı mı? En Sade olanı mı? En öğretici olanı mı?

Hayır. Kitleler, kendilerine en çok reklamı yapılanı seçerler.


Böylece günümüzün kurnazları; en az masrafla üretilen ürünleri, en çok alıcıya (cahillerin her zaman kültürlü insanlardan daha kalabalık olduğunu söylemiş olmalıyım), mümkün olan en iyi fiyata satarak rahata erdiler.


Günümüzün kültürsüzlüğü, tüm bu ekonomik dinamiklerin sonucudur. Ve ek olarak bir şeyin daha: kitlelerin beceriksizliği.


Sürecek...





Fikirlerim için ölmeyi göze alamam çünkü yanılıyor olabilirim - Bertrand Russel

İyi bir fikir üretmek için, pek çok fikir bilmek gerekir:

* Yeni başlayanlar için FRP

* Fantastik edebiyata yeni başlayanlar ve bu türde ilerlemek isteyenler için

* Kılıçlar ve diğer eskiçağ silahları hakkında

* Dark Sun


* Distopya Korkuları

Daha fazlası için: Index

Çevrimdışı ryuk

  • ***
  • 497
  • Rom: 25
  • ne değiştirebilir bir insanın doğasını?
    • Profili Görüntüle
Ynt: Dünyayı Kurtarmak İsteyen Var Mı?
« Yanıtla #28 : 18 Şubat 2016, 20:33:32 »
Ek okuma: Poe - Eşya Felsefesi

Toplumlar, kendi kaymak tabakalarına imrenme ve onları taklit etme eğilimindedir. Örneğin Avrupa toplumlarında kaymak tabakayı oluşturan asillerin (sonra da burjuvanın) belli özellikleri, o toplumları okumaya itmiştir.

Avrupa asilleri ile başlayalım: Köklü bir aileden gelirler (ki bunun okumayla aslında ilgisi yoktur), kendi aralarındaki en büyük yarış; nezaket, zarafet ve ince zevk konusunda olmuştur. Avrupa asilleri, küçük yaşlardan itibaren müzik, dans, edebiyat vb. alanlarda eğitim görmekte ve bu görgülerini de asaletin bir simgesi olarak sergilemekteydiler. Çoğu klasik müzik bestecisi, kendi dönemlerinin asilleri tarafından himaye ve finanse edilmişlerdir.

Ortadoğuda ise asaletin tek göstergesi para olduğundan, daha çok para kazanmak ve çok paranın olduğunu göstermek üzerine kurulmuştur her şey. Bu yüzden altın işlemeleri, değerli taşları dekorasyonda kullanmayı çok sevmiştir kaymak tabakamız. Çünkü bunlar, o kişinin altına ve elmaslara sahip olacak kadar varlıklı olduğunu göstermekteydi. Arap emirlerinin klozetlerine kadar her şeylerinin altın kaplama olmasını buna bağlıyorum.

Belki de bu yüzden insanlarımız hala yaldızlı, elmas görünümlü plastik taşlarla bezenmiş eşyaları bayılarak kullanmaktadır. Ne de olsa yüzyıllarca topluma işlemiş alışkanlıklardan bir anda kurtulunamamaktadır.

Sonuç olarak, asaletin göstergesi olarak entelektüelliği değil, gösterişçiliği kullanma alışkanlığındaki toplumlar, entelektüelliğin temel taşlarından olan kitaplara pek tenezzül etmezler.

Türkiye, parlak fikirler ve buluşlarla zengin olunacak bir yer değildir. Kafası ticarete çalışmayanların okutulduğu bir ülkeyiz biz. Toplumumuzun zenginlerine bakın: İlkokul mezunu müteahhitler, aşiret ağaları, üçe alıp beşe satarak zengin olan kabzımallardır buranın zenginleri. Fırsatçılar ve vurguncuların oluşturduğu bir kaymak tabaka için kültür pek değerli değildir. Bu nedenle, o kaymak tabakaya özenen halk için de okumak boş bir iştir.

Yukarıdaki yazıda okumak ile ilgili söylediklerim, kültür için de geçerlidir.

Toplumumuzda sanatın gelişmemesi, tam da yukarıdaki nedenden kaynaklıdır. Çünkü ilkokul mezunu müteahhitler, aşiret ağaları, üçe alıp beşe satarak zengin olan kabzımallar sanattan, bilimden, insani değerlerden anlamazlar, onlar sadece gösterişten anlarlar. Bu yüzden bilgi ve ince zevk gerektiren, değer taşıyan şeyleri değil, gösterişli şeyleri talep ederler. Bu yüzden toplumumuzda alınıp satılabilirliği en fazla olan şey, gösteriştir.

Asgari ücretle çalışan insanların, gerçekten ihtiyaçları olmadığı halde birkaç aylık maaşları ile son model telefon almalarının nedeni, gösteriştir.

Böyle bir toplumda, gerçekten değerli olan bir şeyin, hakkının verildiğini görmek olanaksızdır.

Evet, gerçekler böyle. Peki tüm bu değersizliğin içinden nasıl sıyrılacağız?


Değeri Aramak, Değerli Olanın Peşine Düşmek, Değer Yaratmak

Eğitim ve meslek konusunda söylediklerimi hatırlamanızı istiyorum. Size önce hayatınızı kazanmanızı sağlayacak bir işe (ve bunu sağlayacak bir eğitime) sahip olmanızı, bundan sonra (ya da bunun dışında) bir alanda yeteneklerinizi geliştirmenizi söylemiştim.

Çünkü değer üreterek geçiminizi sağlayamazsınız.

Felsefe yapmak, sanatla uğraşmak istiyorsanız, bunu mesleğiniz dışında yapmalısınız. Çünkü sanatı, felsefeyi para kazanma amacıyla yapmaya çalışırsanız, ürettiğiniz gerçek değeri kimseye satamayacak, mecburen daha satılabilir olan kalitesiz şeyler üretmek zorunda kalacaksınız.

Bir şey, para kazanma aracına dönüştüğünde ticarileşir (zaten amatör  ruhu kaybetmek de bu değil midir? ), hedef kitle belirlenir ve üretilen şey her ne ise, bu hedef kitleye satmaya yoğunlaşılır. Sadece bununla kalınmaz, hedef kitle genişletilmeye çalışılır.
 
Dünyada sığ insanların, derin ve kafası çalışan insanlara göre daima çoğunlukta olduğu gerçeğini de düşündüğümüzde, sığlara ürün pazarlamanın daha karlı bir iş olduğunu anlayabiliriz.

Değerli şeylerin kaybolduğu, önemsenmediği ve unutulduğu, yeni nesillerin nelerden mahrum kaldıklarından bile habersiz olduğu bir dünyada; değerli olanın peşine düşmek ve değer üretmek kahramanca bir iştir.

Kahramanlara ihtiyacımız var.

(Herkesin değer üretme yolu kendine özgüdür. Nasıl yapacağınızı merak ediyorsanız buraya bakın.)
Fikirlerim için ölmeyi göze alamam çünkü yanılıyor olabilirim - Bertrand Russel

İyi bir fikir üretmek için, pek çok fikir bilmek gerekir:

* Yeni başlayanlar için FRP

* Fantastik edebiyata yeni başlayanlar ve bu türde ilerlemek isteyenler için

* Kılıçlar ve diğer eskiçağ silahları hakkında

* Dark Sun


* Distopya Korkuları

Daha fazlası için: Index

Çevrimdışı BlackOut

  • **
  • 71
  • Rom: 1
  • Mantık kontrolü eline aldığında insanlık ölür.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Dünyayı Kurtarmak İsteyen Var Mı?
« Yanıtla #29 : 19 Şubat 2016, 15:08:17 »
Üniversitede yeni okumaya başlamış biri olarak bir şeylerin gerçekten doğru olduğunu söylemek için yazıyorum. Ancak farklı konulara da değineceğim. Bu başlığı okuduktan sonra bir insanın hayatına aynı gözlerle dönmeyeceğine inanıyorum. Ben bu başlığı görüp okumaya başladığımda benimle benzer şeyler düşünen insanları bulduğum için sevindim.
Eğitim sistemi üzerine derinlemesine bir şeyler anlatmayacağım zaten yeterince konuşulmuş noksan olan yerleri ve hiç becerilememiş yerleri yazılmış. Bense size yazılanların doğru olduğunu söyleyeceğim. İlkokulda matematik dersinden kalmış bir insanım ve lise ikinci (onuncu) sınıfta da kaldım aynı dersten. Annem hep bana derdi ki "Birinci sınıfa bile giderken arkana bakarak giderdin okula." okuldan ne kadar hoşlandığımı anlatmaya yeter bu cümle. Okul benden ezberlememi ve tekrar etmemi bekliyordu ben ise yıllarca bunu reddettim. Bu reddediş bana ancak vasat ders notları getirdi ve yanında biriken bir nefret. Uzun uzun anlatmak istemiyorum bu matematikten yıllarca kalmış(zar zor geçmiş) insan gittiği mühendislik bölümünde aynı dersi AA ile geçiyor. Çok zor iş değil, gerçekten çalışınca yapacağınız ders konuları ve sınav içeriğinden sonra verilmiş bir not. Burada "çalışmak" diyerek bahsettiğim şey ise fotografik hafızamı sınavda biraz zorlayarak öğretmenin sınıfta yaptığı şeyleri tekrarlamak. Bunu böyle yaptığımda "başarılı" ve "zeki" olarak değerlendiriliyorum. Bana sorarsanız içler acısı bir durum. Bunu yapamadığım bir ders de var. Fizik. Kendi anlayacağım şekilde çözüm yapıyorum, bunu elde etmek içinde saatlerce oturup tek başıma çalıştım ancak ders öğretmeninin istediği biçimde yazmadığım için tamamı doğru olan kağıdıma geçer notu zor aldım. Gerçekten trajikomik bir durumda sistem. Kendi yönteminizi geliştirmenize, yaratıcı davranmanıza ve bu yolla özgürleşmenize izin vermiyor. Yeter bu kadar ders içeriğinden yakınmak.
Üniversitedeki çalışanların "memurlar" olarak değerlendirildiğini okuduğumda yüzüme bir sırıtış yayıldı. Çünkü aynısını ilk dönem defalarca söyledim "Devlet dairesi gibi hiçbir işi halletmiyorlar bu ne !" diyerek sitem etmişliğim olmuştu. Anladım ki gerçekten devlet dairesiymiş.
Beraberimde okuyan öğrencileri nereden anlatmaya başlasam bilmiyorum. Biraz şanslı olarak bölüm başkanı ve yardımcılarıyla uzunca konuşma fırsatı buldum belki onların sözleri anlatır. Bölüm başkan yardımcımız demişti ki "Adam ders dinlemeye gelmiyor ki, iki metre ötemde makyaj tazeliyor, ne kadar çekiciyim diye düşünüyor. Ben de tahtayla ben varım sanıyorum sınıfta."
 Bütün derslerim İngilizce ve bir sıkıntı çekmeden takip edebiliyorum. Ancak öğretmenlerin tavrı yine eleştiri konusu. Adam dersi çat pat İngilizce ile anlatıyor. (Bunu eleştirmiyorum yanlış anlaşılmasın.) Sonra dönüp Türkçe'sini anlatmaya başlıyor. Bunu yapmasının amacını ise "İngilizce anlamayanlar oluyor." diyerek açıklıyor. E ne anladı bu öğrenci İngilizce eğitimden. Mezun olunca "İngilizce" eğitim almış yazacak. Yani söylemek istediğim şudur eğer siz bir şeyler için çabalayıp öğrenmezseniz eğitim sistemi size hiçbir şey vermiyor, önermiyor. İdeal bir sistem (ütopik bir sistemden bahsetmiyorum) sizi yönlendirmeli ve yolunuzu çizmenize yardımcı olmalıdır. Yalnızca bizim değil yeryüzündeki çoğu eğitim sistemi bundan çok uzak. Yine de benim takıldığım konular bunlar değildi yalnızca söylemek istedim. Sonuçta gladyatör dövüşüne benzetmiştiniz sanırım iş arama çabalarını, birinin düşeceğini belirtmiştiniz, bu aptallıklarıyla onlar düşsün bana ne diyeceğim.
Sevdiğimiz işi yapmak konusunda okuduğum ve sosyal statü olarak "düşük" görülen mesleklere sahip insanlara "Sevdiğiniz işi yapın" deme konusuna gelince: Ben gerçekten Dünyayı anlamıyorum bu  beğenmediğimiz hizmet sektörlerine çalışan insanlar olmasa bu işi kimler yapacak? Aslında yine kafama takılan bu değil. Bu insanların işlerini onlara verip onlara bunu yaptıran daha iyi durumdaki (para anlamında) insanlar mı suçlu? Yoksa bu hizmet satan insanların kendi suçu mu? Yada bu bir suç mu? Kötü olarak mı görmeliyiz bunu, yoksa eski zamanlardaki lord ve köle sisteminin şekil değiştirmiş halini kabul mi etmeliyiz? Anlamıyorum...

Son olarak dünyayı kurtarmak deyip o kadar konuştuktan sonra aklımda gelen çizim hep şu oluyor.
Spoiler: Göster

Çenem düşmüş yine özür dilerim. Önizleme yapınca uzattığımın farkına vardım.
"Hımbıllar" tanımınız, olağan dışı işleri yapmayı kendine görev edinmiş insanların çektiği sıkıntılardan bahsetmeniz, ekonomi konusunda paylaştığınız şeyler hepsinde tebrik ediyorum sizi. İnsanlar bu başlıkta sizin yazdığınız şeyleri ceplerinde taşımalı, unuttuklarında okuyup hatırlamalılar.
“What is history but a fable agreed upon?”
-Napoléon Bonaparte


"He saw it in her eyes. The anguish, the frustration. The terrible nothing that clawed inside and sought to smother her. She knew. It was there, inside. She had been broken.

Then she smiled. Oh, storms. She smiled anyway.

It was the single most beautiful thing he’d seen in his entire life."