Kayıt Ol

Hasbelkader Gülüşler

Çevrimdışı Black Helen

  • ***
  • 782
  • Rom: 15
    • Profili Görüntüle
Hasbelkader Gülüşler
« : 26 Eylül 2012, 18:21:52 »
Giriş



İnsanlık Tanrı'nın bira bardağının üzerinde uçuşan sineklerdir.

Belki bir primatın olağanüstü çabasıydı dünyayı insanlığın ayakları altına seren, belki de Adem ile Havva'nın yasak tutkularıydı. Hangisi olursa olsun ademoğlu ateşi buldu, tahtayı tutuşturdu ve o alevler kendisini de kül edene kadar varlığını sürdürecek.

İnsanların yaşamlarına sığdırdığı onca tuhaflığı düşünün. Doğmak, ölmek, inanç, kader... Yıllardır süregelen bu bilinmezlik çemberini kanıksamış olmaktır yaptığımız en büyük hata. İki oda bir salon yaşantımızda, hangimiz bir saniye durup bilinmezlik hakkında düşünüyoruz ki. Ya da başkaları hakkında...

Çehreler, binlerce çehre, kimlik, ruh. Çevremizden akıp giden hayat, bizi de sele kapılmış yapraklar gibi sürükler durur. Ta ki suya gömülüp bir daha yüzeye çıkamayacağımız zamana kadar. Fakat çevremizde sonsuz rastlantı ve olasılıkla örülmüş bir olaylar silsilesi devam etmekte. Tek yapmamız gereken gözlerimizi açmak.
Spoiler: Göster

Çevrimdışı Black Helen

  • ***
  • 782
  • Rom: 15
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hasbelkader Gülüşler
« Yanıtla #1 : 27 Eylül 2012, 19:00:33 »

1


Havada insana yakında şehrin beyaza bürüneceğini hatırlatan bir kömür kokusu ve insanların yüzlerinde sahte bir telaş, kalabalık akıp gidiyordu. Beyoğlu yine her zamanki kadar canlı, her zamanki kadar yalnız, şehrin kalbine durmadan sesler ve yüzler pompalıyordu. Hava kasvetli, gökyüzü ufak bir dokunuşla insanların üzerine inmeye hazır, basit bir dekorun görünümündeydi.

İnsan denizinde boğulmadan ayakta kalmaya çalışan öğrencinin hayattan tek beklentisi yağmur yağmadan otobüse ulaşabilmek, yer bulabilmek ve eve varabilmekti. Başka hiçbir şeyin önemi ya da ayrıcalığı yoktu. Hedef sabitti. Durakta bekleyen, çürümenin yeşiline boyanmış, heybetli bir Kitaro.

Öğrenci adımlarını hızlandırdı. Önüne aniden atlayan her insan için yaratıcılığından bol bol kullanıyor, hiç cimrilik etmiyordu. Yaya geçitlerinde, otobandan geçen sinek misali bir kaderle karşılaşmamak için yüz metre dünya rekorlarını zorlayan insanların arasından sıyrılarak otobüsünün güvenli kapılarına ulaşan öğrenci için mutluluk, o kapıların açılırken çıkardığı tıss sesi ve yüzüne çarpan, donmuş kaslarına hayat veren sıcak hava dalgasıydı.

Pasosunun gelişini neşeli bir dıdıdııt sesiyle karşılayan akbil cihazının da yanından geçtikten sonra otobüsün yarısının boş olduğunu gören öğrencinin keyfine diyecek yoktu. Arka planda cennet hurilerinin düetleri çınlarken sırtından cehennem zebanilerinin cesetleri kadar ağır çantasını indirerek boş bir koltuğa yığıldı. Birkaç dakikayı da bitkisel hayatta geçirdikten sonra, cebinde on saniye geçmeden mücizevi bir şekilde spagetti yumağına dönebilmiş olan kulaklıklarını çözmeye koyuldu. Bu sırada otobüs yavaş yavaş doldu, şöför motoru çalıştırdı ve yeşil Kitaro duraktan ayrıldı.

Birkaç durak boyunca sakince müzik dinleyerek insanlarla göz göze gelmemeye çalışan öğrenci hayatına biraz daha aksiyon katabilmek adına çantasının derinliklerinde kaybolmuş kitabını çekip çıkarttı. Daha birkaç satır okuyabilmiş ti ki otobüs yeni bir durak için yavaşlamaya başladı. Kapılar açıldığı anda otobüsün önüne bir ağırlık çöktü. Uğursuz bir oflama puflama sesi, akbil cihazının acı dolu dıdıdıdııt sesine karıştı.

Ve öğrenci O'nu gördü. Şişman, etli parmaklarının oluşturduğu eliyle tutacak bir yer arayan, her an birinin üzerine düşüp, üzerine düştüğü kişiyi başka bir paralel evrene ışınlayacak ya da üç boyuttan ikinci boyuta geçirecek kadar kilolu bir teyze, öğrencinin sevgili otobüsüne teşrif etmişti.

Öğrencinin solukları hızlandı. Ondan önceki koltuklara bir göz atarak durum değerlendirmesi yapmak istedi ancak oturacak bir yer yoktu ve sanki hayatın öğrencinin kaportasını tekmelemeyi ne kadar sevdiğini göstermek için öndeki bütün koltuklar ya yaşlı  ya koltuk değnekli ya da hamile kadınlarla dolmuştu. Ve öğrenci o ana kadar hiç bu kadar çok hamile kadını bir arada görmediğini fark etti.

Bütün bunlar yaşanırken otobüs hareket etmişti ve yaşlı teyze daha çok oflayıp puflayıp avını arayan bir sırtlan misali gözlerini koltuklarda dolaştırmaya başlamıştı. Öğrenci hemen kitabına dönüp oldukça dalmış bir moda geçmeye yeltenmişti ki hayatının hatasını yaptı. Teyzeyle göz göze geldi. Gözlerinde sinek görmüş bir karakurbağasının parıltıları, dev adımları ve kendisinden beklenmeyecek hızıyla öğrencinin koltuğuna yaklaşan teyze, şöförün ani fireni karşısında da yılmayarak öğrencinin tepesine zebellah gibi dikiliverdi.

Öğrenci içini çekti, hiçbir şey söylemedi, kitabını çantasına bir cenaze marşı eşliğinde koyarken, yaptığı hayrın ona ne kadar güzel bir iç huzur sağlayacağı düşüncesiyle kendisini avuttu. Yerinden kalktı ve kalabalığın arasında tutunabilecek bir yer bularak otobüsün ritmiyle hoplayıp zıplayanlar tayfasına katıldı. Bu noktada yaratıcılığının dibinde kalan o çok gizli, çok değerli birkaç kelime eşit olarak hem şanssızlığına hem de otobüsün içerisindeki insanlara kurutulmuş balık muamelesi ederek direksiyonun başında geçen şöfere gitti. Yerinden kalkarken hissedeceğini düşündüğü içsel huzur birkaç saniye kapıdan uğrayıp bir arkadaşa baktı, sonra da yerini muhteşem bir baş ve hoşsohbet bir bel ağrısına bırakıp gitti. Yaşlı teyze ise bir teşekkürü bile fazla gördüğü öğrenciden yana bakmıyordu bile.

Öğrenci ise ineceği durağın son durak olmasını çantasının ortalama ağırlığıyla toplayıp, bugün yaşadığı tüm olumsuzluklarla çarpıp, tahmini yolculuk süresine bölerek yaklaşık ne kadar zaman sonra otobüsün zeminini kucaklayacağını hesaplamaya çalışıyordu.

Hayat güzeldi, kasvetle nefesini insanların enselerine üfleyen bulutlar güzeldi, tesadüfler güzeldi. Ne de olsa yaşamaya devam ediyordu öğrenci. Her gün bir öncekine daha da benzese de, bir gelecek umuduyla yaşıyordu.
Herşey Nazım Üstad'ın dediği gibiydi.

"Ama Umudu var büyük insanlığın
Umutsuz yaşanmıyor."
Spoiler: Göster

Çevrimdışı Fırtınakıran

  • *
  • 8351
  • Rom: 1
  • Unique Ravenclaw
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hasbelkader Gülüşler
« Yanıtla #2 : 27 Eylül 2012, 19:41:57 »
Yorum yapabiliyor muyuz buraya >.>? Yorumsuz bir köşe istiyorum diyorsan sileyim.

Beyza sana çok kızgınım u_u. Öykülerini beğeniyle okuyor olmamıza rağmen yazmaz oldun. Rıhtım temalı öykün hala daha aklımda, ama senden yeni yazılar görememek hiç hoş değil. Ben bu forumu anlamıyorum zaten. Güzel yazanların hiçbiri (Berre'ye yan bakış) yazı yazmıyor buralara.

Bundan yıllar önce Kedi, Merak ve Ölüm Üçgeni'ni okurken fark ettiğim şeyi bir defa da yıllar sonra burada gördüm: Merhaba gençliğim. Abartmıyorum. Senin bu blogvari yazıların, senin yaşındaykenki halime inanılmaz benziyor. Peki bunu yaşlı teyzeler gibi ifade etmem? Yaşlandığımı kabul etmem lazım artık, ehem.

Peki insan iyi olan şeyi yapmakla fedakarlık mı eder(yani hiçbir şey kazanmaz mı), yoksa doğru olanı yapmanın verdiği bilincin yaşattığı tatminle bundan nemalanır mı? Gerçek hayata bakılırsa her zaman kozmoz, ya da başka bir deyişle kasa kazanıyor.

Köşelere yorum yapmayı sevmiyorum açıkçası, ama yazan sen olunca sitem etme fırsatını tepemedim :P. Fazla kişiseller ne de olsa bu köşeler. Umarım sürdürürsün de ben de sessiz sedasız okumaya devam ederim.

Çevrimdışı Black Helen

  • ***
  • 782
  • Rom: 15
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hasbelkader Gülüşler
« Yanıtla #3 : 27 Eylül 2012, 20:37:18 »
Yok yahu yoruma açık burası ^^
Ya ben de bu sürerli yazamama durumundan şikayetçiyim aslında. Maalesef iyice ağırlaşan okul aktiviteleri yüzünden eve nasıl geldiğimi hatırlamadığım günler oluyor, diğer zamanlarda da üşengeçlik yüzünden elim klavyeye gitmiyor. Arada da böyle gaza geliyorum ancak o zaman bir şeyler çıkıyor.

Ne yaşlanması Hazal Abla, valla benden enerjiksin, aktifsin :D Valla benzerlik açısından senin gençliğini görmediğim için pek bir şey diyemiyorum ama böyle bi mutlu olup değişik hissetmedim değil.  İlk defa böyle bir şey söyleniyor bana. :)
Sitemine gelirsek zaten tamamlanmış bir proje olduğu için bu, elimde devamı da var, kafama estikçe koyacağım buraya birer birer. Başı sonu belli yani, aksama gibi bir durumu olmaz. Samimi yorumun için teşkkür ederim :)
Spoiler: Göster

Çevrimdışı Black Helen

  • ***
  • 782
  • Rom: 15
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hasbelkader Gülüşler
« Yanıtla #4 : 29 Eylül 2012, 18:27:39 »
2


Otobüs onu istediği durakta indirdiğinde, pamuk beyazı bir kar buhranı dünyayı saf  bir beyazlığa boğmakla meşguldu. Havada bir yarım kalmışlık, bulutlarda terk edilmişliğin kederi, dünyayı peçetesi gibi kullanıyordu yine tanrı.

Yaşlı kadın elinde poşetleriyle, oflaya puflaya yokuşu tırmanmaya çalışıyordu. Çevresinden koşarak geçen gençler ve çocuklar ise teyzeyi sanki şimdiden saydam bir hayaletmişçesine görmezden gelerek yollarına devam ediyorlardı.

“Bizim zamanımızda,” diye söylendi teyzecik “gençler yaşlıların eşyalarını taşımasına yardım ederdi.”

Mütevazı, iki oda bir salon yuvasına varması, elindeki poşetler yüzünden normalden biraz daha uzun sürmüştü. Ayda bir,  kendi başına İstanbul'daki pazarların çoğunu dolaşarak bu şekilde toptan alışveriş yapar, her şeyin kendince en tazesini elleriyle seçmek için koca bir gününü harcardı. Süpermarketlere ve o tarz hazır gıda satan yerlere ise hiç yanaşmaz, “Eti et değil, sebzesi sebze değil, bir tuhaf azuktur bunlar.” diye yakınırdı ayda bir arayan oğluna.

Poşetleri küçücük mutfağına bıraktıktan sonra, soluklanmak için kendisini misafir odasındaki kanepeye zor attı yaşlılığın ortalarına çoktan varmış kadın. Tülbentinin kenarıyla bir yandan yüzünü silip, bir yandan da derin derin soluyordu. Böyle yığılıp kalmışken bir an gözü, odanın köşesinde kalmış büyükçe bir büfenin üzerindeki fotoğrafa takıldı.

Otuzlu yaşların başında, o zamanlar daha ağzı süt kokan oğlunu ve karısını da alarak iş bulmaya gelen kocasının, Galata'da onları çektirmeye zorladığı bir fotoğraf karesiydi bu. Kocası, Yaşar, pos bıyıkları sanki dudakları yerine güler gibi kıvrılmış, halinden memnun, suratları gelecek endişesiyle bükülmüş oğlu ve karısının ortasında fotoğrafın odak noktasındaydı.
 
Güzel bir bahar günüydü ve daha kentsel çarpıklaşma canavarının ağına düşmemiş naif İstanbul'un kıyılarını süslercesine renk renk açan erguvanlar, bir kartpostal kadar güzel bir manzara sunuyorlardı. Kadın başlarda bu koca şehrin onları yutacağından, bitmek bilmez koşuşturmacada tökezleyip yere düşeceklerinden korkmuştu. Ancak bir şekilde hayat devam etmiş, yıllar geçtikçe kent kadar buraya göç eden insanların da mizacı değişmişti.

Fotoğraf çerçevesinin diğer yanında, eski, üzerini toz kaplamış bir gramafon, Tanrı'nın bile müziği unuttuğu bu evde eskicinin kollarına kavuşacağı günü beklemekteydi.
Yaşlı kadın yavaşça oturduğu yerde doğruldu. Sonunda solukları yatışmış, şekeri normal seviyesine inmişti. Duvarda asılı köstekli saatin tıkırtıları öğleden sonra dördün ardını saymaktaydı. Kadın bünyesine sinmiş bir hüzünle çalmayan telefonu seyretti bir süre. Sonra da kalkıp, iri cüssesinden beklenmeyecek ürkek hareketlerle gramafona yaklaştı.

Gramafon oğlunun hediyesiydi. Yaklaşık on yıl önce, bir anneler gününde oğlu, elinde kazandığı ilk parasıyla ona bu gramafonu ve yanında da birkaç eski plağı almıştı. Kadın o güne değin köyde yankılanan yanık türkülerden ve imamın beş vakit camiden okuduğu ezandan başka musiki duymamış olsa da plağın ardındaki ses, güçlü ve ayakları üzerinde sağlam duran bir cumhuriyet kadının sesi, onu derinden etkilemişti. Bu güzel sesli bayanın adını hiç öğrenememişti teyzecik. Ne oğlu söylemişti ne de plağın üzerinde bu konu hakkında bir ipucu vardı. Sadece, kürklere bürünmüş , o zamanlar moda olduğu üzere saçı omuzlarının üzerinde ve kabarık formunu koruyacak biçimde kesilmiş, şehula gözlü ve orta yaşlarda bir hanımın resmi plağın kutusunu süslemekteydi.

Yaşlı kadın, ilk başta oğlunun yanında “Nedir bu böyle, gavur icadı.” diyip burun kıvırsa da, oğlu sönmüş hevesiyle evden ayrıldığında, gizli gizli bir günah işler ve işlediği günahtan zevk alırmışçasına bu plakları dinlemişti. O günden sonra oğlu kendi işini kurmuş, hızla büyütmüş ve büyük paralarla oynar hale gelmişti. Sonunda da büyük bir patron olmuştu. Giderek daha az anne babasını görmeye gelmiş, sonraları ise sadece telefon etmeye başlamıştı. Ailenin reisi Yaşar'ın aniden, üstüne üstlük hala kahvede gür kahkahalar atabilecek kadar sağlıklıyken geçirdiği kalp krizi ve hemen ardından ölümünün de telefonların giderek seyrekleşmesiyle ilgili olsa gerekti. En sonunda kadın kendince lanetli olduğunu düşündüğü gramafon ve artık çalmayacağını bildiği o telefonla baş başa kalmıştı.

Nasırlarla kaplı ellerini kömür karası plakların üzerinde gezdirip bir tanesini gramafona yerleştirdi yaşlı kadın. Ve esrarengiz İstanbullu Hanfendinin hiç yaşlanmayan, güçlü sesi odasına doldu.

"Yalnızım ben, çok yalnızım. 
Buymuş benim alın yazım. 
İster uzak ister yakın, 
Anılar beni rahat bırakın."

Kadın derinden bir iç çekti. Kendi içinde bulamadığı gücü, acıyı ve kederi, “Yalnızım ben.” diyerek şarkısını söyleyen, hiç tanımadığı bu şarkıcı kadından ödünç alıyordu. Ve bazen de o kadını, yaşantısını hayal edip kendisini oyalıyordu. İstanbul'da doğsa, orta halli bir ailede yetişip bu kadının yakaladığı olanakları yakalayabilse şu anda nerelerde olabileceğini düşünmekten gizli bir mutluluk duyuyor, ne düşündüğünü fark ettiği anda da “Tövbe tövbe, bu kadarına şükür.” diyerek kadere yenilgisini uysallıkla kabulleniyordu. Bu sırada da plak zamanla dalga geçermişçesine dönüyor da dönüyordu.

Şarkının ortalarına doğru yaşlı kadın girdiği transtan çıktı. Yavaşça geri dönüp koltuğuna oturdu ve hiç çalmayacak telefona bakıp, gençliğine, güzel anılarına ve gerçekleşmemiş hayallerine dalıp gitti.
Spoiler: Göster

Çevrimdışı Black Helen

  • ***
  • 782
  • Rom: 15
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hasbelkader Gülüşler
« Yanıtla #5 : 08 Ekim 2012, 17:47:08 »
3


Telefonlar çalıyor, çalıyor, çalıyordu. Her yeri bir tımarhanede bulunacak o ilahi çılgınlık kaplamıştı. Adam, kapalı kapılarının ardında, patron koltuğuna oturmuş, başını iki elinin arasına almış, dirsekleri masasına dayalı, öylece düşünüyordu. Masasının üstü, üzerlerinden bir kasırga geçmiş gibi oraya buraya dağılmış kağıtlarla kaplıydı. Sekreterinin adama zaman kavramını yitirmeden önce getirmiş olduğu kahve dokunulmamış ve soğuk, bir unutulmuşluk anıtı gibi masanın köşesinde dikiliyordu.

Kapıların aniden savrulup ardına dek açılmasıyla adam transtan çıkıp, sandalyesinde korkuyla sıçradı. İçeriye giren kadın kısa eteği, düğmeleri dekoltesine kadar açık gömleği, dağınık topuzu ve kıpkırmızı rujuyla ikinci sınıf amerikan filmlerindeki sekreter tiplemelerinin vücut bulmuş haliydi adeta. Telaşlı hareketlerle masaya kadar gelip, ona sinirli bakışlar atan patronunu görmezden gelerek konuşmaya başladı.

"Efendim, CEO'nuz ve finans danışmanınız acilen sizinle görüşmek istediklerini söylüyorlar. İçeri alayım mı?"

Adam içini çekip masasını şöyle bir düzenlemeye girişti ama işler daha beter hale gelip, üstüne bir de kahveyi devirmeye epeyce yaklaşınca bundan vazgeçerek bitkin bir sesle "Eh, ben gelmeyin desem de gelecekler zaten. Çağır bakalım." dedi sekreterine.

Kadın başıyla onayladıktan sonra yüksek ökçelerinin üzerinde dönüp misafirleri çağırmaya gitti. Şans o ki tam kadın çıktığında telefonlar sustu, adamın cennetten umabileceği bir sessizlik odasını kapladı. Bu ulvi anda ise gözü masasının bir başka uzak köşesinde duran şık ve pahalı masa saatine takıldı.

Evliliklerinin ilk yıllarında, adam daha karısının kan kokusuna gelen köpek balıkları gibi para kokusuna gelmiş olduğunu fark etmeden önce, sözde mutlu birlikteliklerini şereflendirmek adına karısının ona aldığı saatti bu. O zamanlar şirketi kuralı bir kaç yıl bile geçmemiş olmasına rağmen, kar yüzdeleri tavanları zorluyor, bütün rakip firimalar kenara itildikleri köşelerde ona ve şirketine lanetler okuyordu. "Güzel günlerdi." diye mırıldandı adam, hafifçe gülümseyerek.

Bu geriye dönüş seansı ise iki uzun boylu, takım elbiseli ve ciddi adamın odasına girişiyle son buldu. Şirketin CEO'su Murat ve finans danışmanı Servet en ciddi pozlarıyla izin istemeye gerek görmeden patronun masasının önündeki koltuklara kuruluverdiler.

Şirketin beyni ve Ceo'su Murat patronun en sevdiği dostu ve en nefret ettiği düşmanıydı. Patron ona canını bile emanet eder ama hiç düşünmeden onun canını da alırdı. Çünkü karısıyla kendisini boynuzlayan bu adamın ta kendisiydi işte, aynı zamanda da kardeşim diyebileceği çocukluk arkadaşıydı. İşler öyle sarpa sarmış haldeydi ki Ceo olmasının avantajlarından yararlanan Murat neredeyse şirketi tek başına yönetiyor denilebilirdi. Patron ise sadece göstermelik olarak koltukta oturuyor ve sekreterin bacaklarını kesiyordu.

Servet ise Türkiye genelinde bulunabilecek en suratsız ve savurgan finans danışmanıydı. Şirketin böyle bir düşüşe geçmesinin gerçek bir sorumlusu varsa o da Servet'ti zaten. Yine de Murat'ın akrabası olduğundan onu başından savamıyordu bir türlü..

Murat muzip bir tavırla adama gülerek "Naber patron, bakıyorum da pek bir keyifsizsin. Sevin, sevin finans danışmanımızın sana iyi haberleri var."

Adam gözlerini Murat'ın gözlerine dikip içinden "Şerefsiz herif bir de nasıl olduğumu soruyor. Bu namussuz böyle keyifli olduğuna göre kesin bir yerlere sağlam bir mezar kazmıştır benim için." diye geçirdi. Dudaklarından ise "Yok yahu şu kapalı, yağmurlu havalar beni böyle yaptı, iyiyim ben. Neymiş bakalım böyle sırıtmana neden olan haber?" cümleleri döküldü.

Servet gözlüğünü burnunun üzerine ittirip, doğruldu. "Son istatistiklere bakacak olursak şirketin biraz toparlanmaya başladığını müjdeleyebilirim. Eğer bu şekilde tutarlı davranmaya devam edersek birkaç ay içerisinde ayağımızı yere sağlam basabileceğiz. Yalnız -"

Adam gerisini dinlemedi. Eğer bu ikisi onca zahmete katlanıp, buraya kadar gelip kendisine bu saçmalıkları anlatıyorlarsa, şirketin ve tabi kendisinin patronluk hayatının da sonu yakın demekti. Zaten şirketin iflasını dört gözle bekleyen Murat, tam batmalarından önce yönetim kurulundakilere vaatler sayacak ya da güzel bir peşkeş çekecek, sonrasında da şirketi tamamen ele geçirip adamı koltuğundan indirerek ve şirketi satarak büyük bir servetin ve adamın karısının üzerine konacaktı.

Karısı ise zaten para nereye meylederse o tarafa göz kırpacağı için adamı bir köşeye atmakta gecikmeyecekti. Adam konuşmanın yarısında başını sallayıp, yarısında da yükleme uygun cevaplar vererek sakinliğini korusa da genelde ne konuştuklarını bile hatırlamıyordu. Sonunda iki hortumcu kısa süreli işgal ettikleri koltuklardan ayrılıp kapıya yöneldiklerinde derin bir nefes alıp gözlerini kapadı.
Masasının üzerinde tıkırtılar çıkararak saniyeleri sayan saatin sesi, çocukluğundan kalma hatıralarındaki annesinin ninnileri kadar rahatlatıcıydı. Geride, betona boğulmuş şehri lanetleyen bulutlar, gri bir sessizlikle toplanıp, yaklaşan fırtınayı haber veriyorlardı.

Adam, koltuğunda doğruldu, soğumuş ve yarı yarıya dökülmüş kahvesinden bir yudum aldı. "İntikam soğuk içilen bir kahvedir." diye mırıldandı kendine. Sonra da gülmeye başladı. "Ben ve intikam almak? Hadi canım oradan." diyebildi ancak iki kahkahasının arasında.  Merak ettiği tek şey bu eski saatin onun için daha ne kadar tıkırdayacağıydı. Ne intikam alabilecek ne de saate kendisi müdahale edip bu sefil yaşama son verebilecek kadar cesaret vardı içinde.

Gerçekten de yapabileceği hiçbir şey yoktu.
Spoiler: Göster

Çevrimdışı Black Helen

  • ***
  • 782
  • Rom: 15
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hasbelkader Gülüşler
« Yanıtla #6 : 11 Aralık 2012, 20:41:15 »
4


Evin üstüne çökmüş huzurlu sessizliği bozan tek şey, sevgilisinin yataktan çıkarken hışırtattığı yatak örtülerinin sesiydi. Kadın yatağın içerisinde bir kedi gibi gerindi ve mahmurca gözlerini açarak gömleğinin düğmelerini ilikleyen adamı izlemeye başladı. Adamın onun uyanık olduğunu fark etmesi üzerine de "Gidiyor musun?" diye sordu sahte bir üzüntü ifadesiyle.

Murat yarım ağızla gülümseyerek "Evet. Gidip sevgili kocana duymak isteyeceği şeyleri söylemem lazım." dedi. Kocana kelimesini ise üzerine basarak söylemişti. Kadın sessizce kıkırdadı. Murat ise kemerini sıkarken "O budalaya gerçekten acıyorum, yapabileceğin hiçbir şey olmadan bir hamam böceği gibi köşeye sıkışmak rahatsız edici olmalı." diyordu bir yandan da.

Kadın soğuk soğuk adama baktı. "Ben acımıyorum, ne hali varsa görsün."
Murat sırıtarak ceketini omuzuna attı.
"Sen ne kadar gaddar bir kadınsın böyle, işte o zavalla adama acımak için bir başka sebep." dedi ve son bir kez kadına göz kırpıp odadan çıktı.

Kadın biraz daha sıcak yatağın keyfini çıkarttıktan sonra, kalkıp giyindi. Kendisine sütlü bir kahveyle atıştırmalık bir şeyler hazırladıktan sonra televizyonu açıp haberlere göz atmaya başladı. Komşu ülkelerdeki çatışmalarda yüzlerce sivilin öldürüldüğünden bahseden bir habere denk geldiğindeyse alayla suratını buruşturup "Ölmek için fazla güzel bir sabah." diye mırıldandı.

Kararını vermişti. Çıkıp biraz vitrinlere bakınacaktı. Caddenin kalabalığı ve mağazalardaki onlarca güzel kıyafet keyfini yerine getirirdi. Hayatının merkezinde de bu vardı zaten. Sosyalleşmek, para harcamak, yüksek tabaka insanların yanında bulunmak... Kocasının ona sağladığı nakit özgürlüğüyle hayatın tadını çıkarıyordu.

Kadın evden çıkıp, arabasına bindi. Nişantaşı'na gitmeyi düşünüyordu, arabayı da bir otoparka bırakırdı artık. Hava sabah güzel görünse de artık tüm kasvetini takınmış, bulutları çay partisine davet etmişti. Kadın havanın giderek bulutlanmaya başladığını farkettiğindeyse şemsiyesini şans eseri de olsa yanına aldığına memnun oldu. Daha önceki gün çektirdiği fönün saçma bir anda yağan yağmur yüzünden bozulup gitmesini istemezdi.

Arabayı bıraktıktan sonra bir elinde şemsiyesi, diğer elinde çantası, insan kalabalığıyla bütünleşti. Vitrinler insanları çekmek için cazip indirim vaatleriyle doluydu. Kafelerde insanlar toplanmış konuşuyorlar ya da ellerinde gazeteleri sabah kahvaltılarını ediyorlardı. Kısacası bu kasvetli ve yağmurlu günde bile dünya dönmeye devam ediyordu.

Kadın, topuklu ayakkabısının yürürken çıkardığı o özgüven dolu ses eşliğinde rutin mağaza ziyaretini gerçekleştirmeye başladı. Her girdiği mağazanın ardından daha da enerjiyle doluyordu. Yaklaşık yarım saat sonra ise elindeki poşetlerin ağırlığından zar zor yürüyebiliyordu. Bu arada yağmur durmuştu ancak bulutların da gitmeye niyetleri yoktu.

Bu yorucu ancak tatmin edici alışveriş macerasından sonra kendisini oldukça aç hisseden kadın, daha önce de gittiği hoş bir restorana gitmeye karar verdi. Tam köşe başından restoranın olduğu sokağa dönüyordu ki, ayağı yerinden oynamış, haylaz bir parke taşına takılınca yüksek ökçeli ayakkabılarının da yardımıyla dengesini kaybedip havada patlayan bir uzay mekiği gibi düşüşe geçti.

Fakat yolun yarısında, etrafını saran mide bulandırıcı bir ter ve alkol kokusunun eşliğinde bir kol onu yakaladı ve düşmesine engel oldu. Kadın, bir kaç saniyelik şok anının atlattıktan sonra doğrulup kurtarıcısının suratına baktı.

Bir beyaz atlı prens beklemiyordu ancak karşısındaki suratı gördüğünde bir iki adım geri çekilip, bu yabancı kolun vücuduna değdiği yerlerde iğrenç bir karıncalanma ve temizlenme isteği hisetmesine engel olamadı.
Çünkü karşısında, saç ile sakal arasına sıkışmış, içeri göçmüş gözlerle birçok yara izinin süslediği bir surat, aylardır, hatta belki de yıllardır yıkanmamış olmaktan dolayı şehrin bütün pisliklerini taşıyan parça parça giysiler ve zayıflıktan kamburlaşmış bir vücudun birbirine yamanmasında oluşan, muhtemelen otuzlu yaşlarının ortasında olmasına rağmen ellisindeymiş gibi gösteren bir adam duruyordu.
Adamın gerisinden ise kadını düşmekten kurtarmak için kalkmadan önce üstünde oturduğu karton parçasının ucu ve içinden birkaç kuruş bozuk paranın ışıldadığı eski bir yoğurt kabı görünüyordu.

Kadının aklından geçen ilk düşünce böyle rezil, Gazi Mahallesi'nde bile hor görülecek bir dilencinin Nişantaşı gibi bir yerde ne işi olduğuydu. Sonrasında ise aklına değil de bütün vücuduna yayılan sadece tek bir his vardı. O da utançtı.

Birden sinirden kıpkırmızı kesiliverdi kadın. Dilenciye onu kurtardığı için hem kızgın hem de minnettardı. Hızlıca etrafına bakıp da Nişantaşı'nın kalabalığına rağmen onun bu rezalet anlarını gören herhangi biri olmadığını görünce şansına şükredip biraz daha sakinleşti.

Kadının tüm bu iç muhakemesi sırasında ise yerine geçip oturmuş olan dilenci, ölü gözlerle yoldan geçip gidenleri izlemekteydi. Kadın hayatında ilk defa kendisini vicdanen bu kadar rahatsız hissediyordu. Böylesi bir dilenciye borçlu olmak tüm sahte içsel huzurunu yerle bir etmişti. Elini çantasına atıp cüzdanında bir yirmilik çekti ve yoğurt kutusuna bıraktı. Sonrasında ise tek kelime etmeden restorana yöneldi.

Bulutlar yeniden bir öksüzün umutsuzluğuyla insanlığı göz yaşlarına boğmaya karar vermişti. Kadın hızlı adımlarla restorandan içeri girdi ve bulduğu ilk boş masaya oturup kendisine iki elbise fiyatındaki bir sezar salata sipariş etti.

Bir yandan da dilencinin ona anımsattığı hatıralarına lanet okuyordu. Zaten kendisini içine kapattığı tozpembe gerçeklik kozası yırtılalı da epey olmuştu. Doğduğu yer olan İstanbul'un fakir bir semtinden çıkıp, güzelliği ve hırsıyla başarılı bir manken olup, ünlü bir şirketin kurucusuyla evlendiği şu hayatında, geçmişini silmek için oldukça fazla uğraşmasına rağmen bir dilencinin aptalca jesti tüm keyfini kaçırmıştı.

"Yine de," diye düşündü kadın " o dilenciyle benim aramdaki tek fark, benim bu restoranda yemek yerken onun büzüldüğü köşede açlıktan kıvranmasıdır. Ben kendimi kurtardım, o kurtaramamış belli ki."

Bunlara rağmen yüreğindeki ağırlığı bir türlü hafifletemiyordu kadın. Ve yağmur yağıyor, durmadan yağıyordu.
Spoiler: Göster