Kin
“Arabaya bin, eve gidiyoruz!”
İstemiyorum. Tek düşündüğüm bu. Bunca zamandır beni aramayıp sormayan babam, şimdi karşıma dikiliyor ve bana beni eve götüreceğini söylüyor. Onu sevecek kadar tanımıyorum. Sevdiğim insanlarla kalmak istiyorum. Dedemle kalmak istiyorum.
Bugünün geleceğini henüz yedi yaşında olmama rağmen önceden anlamıştım. Tahmin edilebilir bir durumdu bu, evet. Dedemin yanında yaşadığım tüm bunca sene içerisinde, ondan öğrendiğim çok şey olmuştu. Öğrendiğim şeylerden biri de, babaların, evlatlarını, elbet bir gün özleyebilecekleri gerçeğidir. Özlemek zaman işidir aslında. Bir günde özlenmez ki bir insan. Filmlerdeki âşıklar gibi değildir hayat ya da internetteki paylaşımlar gibi de değildir. “Onunla olmadığım her saniye onu özlüyorum” sözü yalanın daniskasıdır. Hayır öyle olmuyor işte, zamanla özlüyor insan.
Bana göre zaman, babamı özleyeceğim kadar geçmemişti işte. Ama o bir şekilde beni özlemeyi başarmıştı ve dedemden beni koparmak istiyordu. Böyle olması ne de saçmaydı! Biriyle ya başından beri bir olursunuz ya da hiç birlikte olmazsınız. Düzenimin bozulmasını istemiyorum ve arkadaşlarımdan, bana asıl babalık yapan kişi olan dedemden ayrılmak da istemiyorum.
“İstemiyorum!” derken acının minik kalbimde slow bir müzik dinletisi sunduğunu hissediyorum.
“Bineceksin! Arabaya bineceksin, benimle İstanbul’a geleceksin!”
Arabada oturan kadına yöneliyor bu kez bakışlarım. Annem? Koltukta miskin miskin oturan kadın benim annem mi oluyor yani şimdi? Bana soruldu mu yeni bir annem olsun istiyor muyum diye? Bana göre ağzıyla kuş da tutsa annemin tırnağı olamayacak bu kadın. Neyin kafasında bunlar? Ne diyorlar? Deli mi tüm bu insanlar?
“Gelmeyeceğim!”
O sırada kolumu sıkıştırıyor bir kalın el. Babamın eli işte bu el. Çekiştiriyor beni ve fiziksel gücüm diretmeye yetemiyor maalesef ki. Yasaklanmış küfürler geçiyor içimden babama dair, insanlara dair, hayata dair. Bir başka kolun beni tutup tam ters yöne çekmesini istiyorum işte o an. İstiyorum ama tutmuyor hiçbir başka el. Dedem öylece, hüzünlü gözlerle olayları zamanın akışına bırakıyor. Ninemin gözyaşları vals ediyor, isyankâr ilahiler okuyor meydanın ortasında. O da yetmiyor maalesef, Tanrı benden çok uzakta.
“Dede, beni bırakma!”
Bu da nesi? Gözyaşı? Ben de mi ağlıyorum yoksa? Ağlar mı hiç delikanlı adam, büyümüş, yedi yaşına gelmiş hem de. Meydandaki kalabalığın benim ağlayarak gittiğimi görmesini istemiyorum ki ben. Hayatın tüm zorluklarına rağmen diğer çocuklardan farklı olmamak için çok uğraşmıştım. Onlara göre sıradan şeyler yaşamamıştım belki ama sıradanmış gibi davranmaya alışmıştım. Kimseden bir farkım yok ki, ne bir eksiğim vardı ne bir artım! Ot gibi yaşayan insanların arasında ot gibi soluyordum ben de işte. Bu gözyaşları kabul edilemez. Sıradan olmak için harcadığım tüm o çaba ne olacak peki?
Affedilemez. Kabul edilemez. Nefret edilesi.
O an yeni bir duyguyu öğreniyor küçücük kalbim. Nefret. Ağlamam kesiliyor, daha bir güçleniyorum sanki. Karşı duramayacağımı anlamışım, bükemeyeceğim eli sıkıyorum, beni çekiştirmesine izin veriyorum babamın. Arabaya biniyorum hemen sonra.
“Affedilemez.” diyorum. “Affedilemez.”
Bir hafta sonra gazetelerde reklam oluyor bu kin duygularım. Manşetlerde öyle bir yazmışlar ki, tek zalim benmişim gibi gösteriliyor:
“Cinnet geçiren yedi yaşındaki oğlan çocuğu, babasını ve annesini uyurlarken doğradı.”