Kayıt Ol

Hempa | Son

Çevrimdışı sartan

  • *
  • 14
  • Rom: 0
  • “Kendimi arıyorum, demek ki varım…”
    • Profili Görüntüle
Hempa | Son
« : 22 Haziran 2011, 18:52:14 »
Giriş

     Gökyüzü görünmüyordu. Yıldızlar gözlerden gizlenmiş, Bolkar'ın kızılı dumanların ardından ancak fark edilebiliyordu. Küçük köyün üzerini kaplamış kalın duman tabakası gece karanlığında fazla alçalmış yağmur bulutları gibi görünüyordu. Bu bulutlardan yansıyan yanan otağların titrek, turuncu alevleri elektrik mavisi ışıklarla bölünüyordu birkaç dakikada bir. Bu sahte bulutların içerisinden yere yıldırımlar düşüyor, bir çatırtıyla ve boğazları yakan bir yanık kokusuyla patlıyorlardı.

     Mavi ışıklar bir kez daha parladılar ve ince bir ışık huzmesi dimdik aşağıya indi. Bir kız, üzerindeki hayvan postundan giysiler yırtık pırtık ve cinayetlerinin delili olan kanla kirlenmiş, bir elinde yakın zamanda kullanılmamış, kan lekesi taşımayan bir kılıç tutan bir kız, elini kaldırdı ve ışık huzmesini parmak uçlarından bedenine aldı. Yakıcı gücün, lekelenmiş gücün damarlarına ulaşıp tüm bedenine yayıldığını hissetti kız. Güç kalbine ulaştı ve tek bir atımla patladı. Kız hemen elini ileriye uzattı. Parmak uçları sıradaki kurbanının göğsünü nişan aldı. Sonra güç, sahte bulutlardan çekilen yıldırım, kızın parmaklarından çaktı ve hedefteki adam böğürerek yere düştü. Kararmış cesetten ince duman iplikçikleri yükseldi ve sahte bulutlara katıldı. Bir sonraki yıldırım öncekilerden daha güçlü çaktı. Sonraki daha güçlü.

     Kız harap köyün içinde yavaş adımlarla yürümeye devam etti. Etrafına bakınıp başka canlı kalıp kalmadığını kontrol ediyordu yürürken. Yer cesetlerle doluydu. Yanmış, kömüre dönmüş cesetler; kılıçtan geçirilmiş, kan içinde yüzen; kafası ya da uzuvları koparılmışlar; tecavüze uğradığı belli olanlar... Kız üzerilerine basmamak için özel bir çaba göstermeden, her birine öfkeyle, şeytanca parlayan gözlerle baktı ve durmadan yürümeye devam etti. Fakat az sonra bir el ayak bileğini yakaladı. Kız hınçla ayağını çekti ve kim olduğunu bakmadan önce bir tekme savurdu. Yerdeki bedenden acı bir inleme geldi. Çok kısık, neredeyse fısıldanarak çıkarılmış bir ses. Muhtemelen o bedenin çıkarabileceği son ses. Sonra daha dikkatli baktı kız, tam eli havaya kalkmışken. Sarı saçlar bir kan havuzcuğunun içinde fırtınada dalgaya kapılmış yosunlar gibi yüzüyordu. Üzerindeki giysiler tıpkı kızın üzerindekiler gibi hayvan postlarından ibaretti ve daha da fazla yırtık içindeydi. Kandan, teni neredeyse gözükmüyordu. Parmakları bıçağı çentik çentik olmuş bir kısa kılıcın kabzasını gevşekçe tutuyordu hala. Kılıcın ucu ise pantolonsuz bir erkeğin kasığına saplıydı. Yüzü karlı çamura gömülmüştü ve görünmüyordu. Ama zaten kızın bu kişiyi tanıması için yüzünü görmesine gerek yoktu. Bu yüzü bir daha görmek istediğini sanmıyordu. Elini tekrar kaldırdı. Sahte bulutlardan ve daha da yukarılardan, gerçek bulutlardan aktı güç. Yetmedi kızın hayal kırıklığını doyurmaya. Daha fazlasını arzuladı kız ve çok daha yukarılardan, ta gökte bir yerden, belki de yıldızlardan aktı güç. Gücü soludu kız. Gücü yaşadı. Damarlarında gezinmesine izin verdi. Onu almasına, yönetmesine izin verdi. Sonra durdu aniden. Gücü hemen salması gerekmezdi, kendisini kavurmadan önce bir süre içinde tutabilirdi. Kız elini yavaşça, içindeki gücü yanlışlıkla salmamak için dikkat ederek indirdi. Sonra diğer elindeki kılıca baktı. Enayilik yaptıklarını düşünmelerine rağmen vicdanlarına engel olamayanlara özgü bir iç çekişle kılıcı yukarıya kaldırdı. İki eliyle sıkıca kavradı. Sonra tüm gücüyle indirdi. Kılıç bir şapırtı ve ardından sert bir çatırtıyla saplandı. Gücü saldı kız. Kılıç titredi elinde, metali hafifçe ışıldadı o lekeli maviyle. Sonra aşağıdan, kılıcın saplı ucundan çevreye mavi ışınlar yükseldi.

     Kız kılıcı orada, saplı ve masmavi yıldırımlar saçar halde bıraktı. Dönüp yürümeye devam etti. Gözleri ilerideki ormana sabitlenmişti. Terk edip gitmeden önce köye son kez bakmadı. Bakılacak bir köy, hatırlanacak bir geçmiş kalmamıştı.

1. Bölüm

     Akşamüstü güneşi küçük gölün öte yanında alçalmıştı. Altın rengi ışınlarını göle ve arkasındaki Kardeşlik Korusu'na salıyor, hem suyu hem de yaprakları parlak bir sarıya boyuyordu. Kuzeye doğru millerce uzanıyordu birbirinden güzel ve yaşlı ağaçlar. Bu koru çok eskiden, Dağılış'tan ve Anka Savaşı'ndan çok daha eskilerden kalmaydı. O zamanlar buranın güneydoğusundaki Zakamura Dağı'nda büyük bir cüce krallığının, Suyannugs'un başkenti vardı. Yeni yurt. Nehrin kuzeyindeki topraklar ise bir başka cüce ülkesine aitti. Gardach. Kadim yurt. Bu koru ise iki cüce halkın barışını simgelemek için kurulmuştu. Elf diyarından gelme değerli fidanlar dikkatle dikilmiş, yüzyıllarca iki taraf bu fidanları özveriyle büyütmüşlerdi. Ne var ki kaybolmuştu Gardach. Artık sadece Zakamura vardı. O da terk edilmişti. Cüceler gitmişlerdi. Zaten o günlerden geriye kalan çok az şey vardı.

     Bu korudaki yolcuğunun üçüncü gününde olan Dëwain Eärfalas kalın bir dalın üzerinde ayağa kalktı ve başını kaldırıp göğe baktı. Devasa ağaç bu yönde pek büyümemişti ve daha yukarıda görüşünü kesen bir dal yoktu. Memnun bir şekilde gülümseyerek sırtına bağlı uzun yayını eline aldı ve sadağından bir ok çekerek gerdi. Yukarıdan, yaprakların çevrelediği açıklığın üzerinden, bir kuş ötüşü duydu.

     "Demek hazırsın Abbot. Pekala, göreceğiz bakalım."

     Elf, gözlerini kapadı ve yayı yukarıya doğru, gergin tutmaya devam ederek, kendi çevresinde dönmeye başladı. Başta yavaşça dönüyordu. Omzuna ancak gelen kıvırcık, kumral saçları, dönerken, yüzünün etrafında uçuşuyordu. Sivri kulakları saçlarının bazı tellerini sıkıştırmış, uçuşmalarına müsaade etmiyordu. Elfin, kuşun da kendisiyle birlikte yukarıda daireler çizdiğini bilmesi için bakması gerekmiyordu. Bu hayvanı bulduğundan beri koruculuğun getirilerinden memnuniyet duymaya başlamıştı doğrusu. Dönüşünü hızlandırdı. Ayakları bu yosunlu dalın üzerinde bile bir santim kaymadan dengede kalmasını sağladılar. Sonunda, hesabına uyduğunu umduğu bir yönde yayını saldı ve okun bir ıslıkla fırladığını duydu. Hemen gözlerini açtı ve Abbot'un yanlış yöne fırladığını görerek kahkahayı bastı. Uzaklaşan kuşa sesini duyurabilmek için bağırarak, "Gördün mü!? Sana beni takip edemezsin demiştim!" dedi neşeyle. Fakat bir saniye sonra okun fırladığı yönden, aşağıdan, bir çığlık geldi. Genç bir kadının sesine benziyordu. Hemen ardındansa bir şeyin suya düşmesinin sesi duyuldu aynı noktadan. Dëwain orada küçük bir göl olduğunu biliyordu. Okun o göle düşmesini hedeflemişti, böylece bu eğlence zararsızca bitecekti. Öyle hesap etmişti.

     Korucu panik içinde daldan dala uçtu. Rüzgar gibi ilerledi yeşilin içinde ve aşağıda maviyi gördüğü anda da atladı ağaçtan. Bir şapırtıyla ve her yana su sıçratarak gölün kıyısına indi. Önünde suyun içinde oturmuş, başı önüne eğik bir kız duruyordu. Az ileride, suyun içinde, kısmen düz bir daldan yeni yapıldığı belli olan kaba bir mızrak yüzüyordu. Kız yaralı değildi. Korucu ıskaladığına ilk kez sevindi.

     Wenona Marrinset kafasını kaldırdı ve zekice parlayan yeşil gözleriyle elfe baktı. Kızgınlığı adeta katı bir şeymişçesine duyumsanabiliyordu. Islanınca yüzüne yapışmış uzun saçları düz ve pembe-kızıldı. Kaşları da saçlarıyla aynı renkti. Sinirden dişlerini sıkmıştı, bu da, vişne rengi dudaklarını incecik gösteriyordu. Üzerine giydiği dar, kırmızı elbisesi ıslanınca iyice vücuduna yapışmış, hatlarını belli eder hale gelmişti. Kızın gözleri korucuyu şöyle bir süzüp elinde tuttuğu yaya geldiğinde kısıldı ve Dëwain farkında olmadan bir santim geriye çekildi.
     "O oku atan sen misin, uzunkulak?"

     Başka bir durumda "uzunkulak" diye tanımlanmayı hoş bulurdu Dëwain; ne de olsa kulaklarınız ne kadar sivriyse soyunuz da o kadar saf demekti ve Dëwain pek ırkçı sayılmazsa da kendisini özel hissetmeyi severdi. Fakat soru tehdit doluydu. Bu yüzden hemen cevap veremedi. Ağzı açık, öylece bakmaya devam etti kıza.

     "Hey, sana diyorum, şapşal mısın!? Ölebilirdim; yüzme de bilmiyorum!" Dëwain yine karşısındaki başka birisi olsa katıla katıla güleceğini düşündü; su, böyle oturmuşken, kızın beline ancak geliyordu.

     Genç adamın suskuluğu devam edince Wenona elinde olmadan kendisini elfi inceler buldu. Bir elf için son derece sıradan sayılsa da badem gözlerinin siyahı neşeli bir parıltı saçmaktaydı. Burnu ve çenesi her elfinki gibi ince ve sivri, yanakları ise dolgun sayılırdı. Bu da gözlerindeki coşkuyu destekleyen bir görüntü veriyordu genç adama. Neredeyse çelimsiz bir bedeni, toprak renginde çizmeleri ve zırhı altında yeşil ağırlıklı kıyafetleri vardı. Belindeki kemerde asılı iki kından iki katananın kabzası çıkıyordu. Gülümsediğinde sağ yanağında bir gamze belirdi. Mahcupça ama aynı zamanda sinir bozacak bir tezcanlılıkla, önündeki sırılsıklam ve sinirden titreyen genç kıza seslendi ansızın sesini kazanarak.

     "Hey! İyisin ya? O ok için üzgünüm... Onun suçu!" Elfin parmağı üzerlerinde dönen bir kuşu işaret etmekteydi. Genç adam Wenona'ya göre fazla narin bir aksana sahipti. İnsan dilini bile elfçe tonlamalarla konuşuyordu. Belli ki daha yeni yeni öğreniyordu.

     Kız başını kaldırıp Dëwain'in işaret ettiği yere baktı ve rengarenk, küçük bir kuşun ikisinin tepesinde daireler çizmekte olduğunu gördü. Kız keskin bakışlarını tekrar elfe çevirdi. Daha da kızgın, bu kez hayret ve inanmazlık karışmış bir ifadeyle anlaşılan, diye düşündü, buralarda hiç kimsenin trol dişi taşıyan birisine gösterilmesi gereken saygıdan haberi yok.

     "Vay!" Aniden haykırdı elf, bir eli hala havayı gösterirken diğer elinin parmağıyla da işaret ederek, "O kulağındaki trol dişi mi?" Şimdi yüzünde saygı dolu değilse de şaşkın ve tartan bir ifade vardı. Yine de, bu bile, tezcanlı ve aşırı sevecen halini bozmuyordu. Kız, bu adama belki de bir şans verebileceğini düşündü, belki de sandığı kadar şapşal olmayabilirdi.

     "Evet. Şaşırdım; buralarda trollerin bilineceğini sanmazdım."

     "Bilinmezler. Sadece ben fazla meraklıyımdır." Cevap verirken gözleri hala dişteydi. Fakat sonra tekrar kızın yüzüne baktı. "Nereden buldun bunu? Bir trolden kestiğini söyleme sakın!"

     "Sahte." Wenona bakışlarını kaçırarak huysuz bir ifade takındı. Dudakları büzülmüştü. "Dolandırıcının biri şans getiriyor deyip satmıştı fakat elbette işe yaramıyor." Aniden tekrar elfe döndü ve sesi yükseliverdi, "Öyle sığır gibi bakmaya devam mı edeceksin yoksa en azından ayağa kalkmama yardım edecek misin? Bileğimi burktum sanırım." Elfin eli hemen ileri uzandı kızın tutması için. Yüzündeyse bir utanmışlık belirmişti.

     İkili gölden çıktılar ve bir ağacın gölgesinde, nemli çimene çöktüler. Dëwain, kız daha itiraz edemeden kızın çizmesini çıkarıverdi ve dikkatle ayağını incelemeye başladı. Wenona ayağını çekip kurtarmayı düşündü fakat acımaya başlamıştı. Gerçekten de sakatlanmış olabileceğini fark etti. Bu yüzden elfin incelemesine izin vermeye karar verdi. Dëwain'in parmakları bileği boyunca pek çok yere bastırdı. Wenona'dan küçük nefes tutuşlar duyduğunda bazen oraya bir daha basmıyor bazen de sık sık aynı yere geri dönüyordu. Yüzündeki kendinden emin ifade parmaklarının hareketlerinde yoktu.

     "Ne yaptığını bildiğine emin misin sen?"

     "Elbette." Genç elf tüm dikkatini bileği inceleme işine vermişti ve çok önemli bir şey olduğunu belirten bir ses tonuyla konuşuyordu, "İlk kez burkulmuş bir bileği inceleme fırsatı buldum ve insan bileğinin kemik yapısını öğrenmeye çalışıyorum."

     Wenona bu cevap üzerine elfi sertçe itti ve uzanıp çizmesini giydi. Bu nasıl yüzsüz biriydi böyle?

     Dëwain sertçe itildiğinde dengesini kaybetti ve kızın gücüne şaşarak popo üstü arkaya devrildi. Doğrulduğunda yüzünde gücenmiş bir ifade vardı. Bu nasıl huysuz biriydi böyle?

     "Endişelenmene gerek yok, burkulduğu konusunda haklıysan birkaç saate bir şeyin kalmaz."

     "Ne o? Şifacı falan mısın?" Kızın sesi açıkça alay doluydu.

     "Birkaç bitki bilirim ama şifacı sayılmam." Sanki demin iteklenmemiş gibi gelip aynı yere bağdaş kurdu elf. Bir ıslık çaldı ve o garip kuş anlaşılamayan bir yerden çıkıp geliverdi. Bir avcı için çok küçük olduğunu düşündü Wenona. Fakat aynı zamanda oldukça yırtıcı bir çehresi de vardı. Tüylerinin rengini de istediği gibi değiştirebiliyordu anlaşılan.

     Kuşu görünce kızgınlığı geçip meraka kapılan Wenona, "O ok ne işti sahiden?" diye sordu.

     "Abbot ile bir yarışma yapıyorduk. Sürekli ne kadar hızlı uçtuğu konusunda atıp tutuyordu ben de, 'bakalım benim attığım bir oku da geçebilecek misin,' dedim."

     "Ciddi misin sen?" Wenona öne eğilip elfin suratını incelemeye başladı. Yüzündeki ifadeden karşısındaki genç adamı bir çeşit şaka gibi gördüğü belli oluyordu.

     "Ah!" Dëwain aniden ayağa fırladı. "Böyle ıslak durursan üşüteceksin. Çantan da ıslandı, değil mi, tüh bak. Neyse, bende fazla bir gömlek olacaktı." Hızlıca birkaç ağaç ötedeki çıkınına gitti ve elinde mavi bir gömlekle geri döndü. Gömlek kırış kırıştı ve uzun süredir yıkanmamış gibi görünüyordu. Dëwain gömleği elinde hızlı hızlı çeviriyordu. Yüzünde yardımsever kişilerde görülen o gülümseme vardı.

     "O şeyi giymem ben," dedi Wenona hemen. Fakat elf aldırıyor gibi görünmüyordu. Wenona, eğer kendisi giyinmezse bu adamın onu soymaya başlayacak kadar pervasız olduğunu fark etti. Bu, kazanamayacağı bir mücadeleydi. İç çekerek elini uzatıp gömleği aldı. Ayağa kalkarak elbisesinin düğmelerini çözmeye başladı. Düğmeleri çözmeyi bitirdiğinde başını kaldırdı ve elfin onu izlemekte olduğunu gördü.

     "Ne halt ettiğini sanıyorsun sen? Arkanı dön!"

     Genç adamın yüzü bir anda kızarıverdi ve öncekinden de fazla utanmış görünerek hemen arkasını dönüp birkaç metre uzaklaştı. Wenona, hayret içinde, adamın gerçekten de bunu kasten yapmadığını bildiğini fark etti. Nasıl bildiğini açıklayamazdı. Sadece bu adam böyle şeyleri kasten yapmazdı. Bu garip seziden kurtulmak için başını sallayarak elbisesini çıkardı. İç çamaşırlarının da yamyaş olduğunu fark ederek sinirle onları da çıkardı. Bir anda aklına gelen bir korkuyla çıkardığı elbisenin beline bağlı küçük çantayı kaptı ve açıp tedirginlikle karıştırdı. Çanta yamyaştı, her tarafından sular damlatıyordu ama değerli kağıtları ıslanmamıştı. Wenona rahatlayarak çantayı yere bıraktı. Sonra elfin gömleğini giydi. Şaşırarak hiç de pis kokmadığını, aksine tenine oldukça hoş bir his verdiğini fark etti. Kendi ıslak giysilerini yakındaki bir dala astı ve tekrar ağacın dibine, ayaklarını karnına çekerek oturdu. "Tamam. Dönebilirsin."

     Dëwain dönüp baktığında kızın saçlarının şimdi biraz daha pembe olduğunu gördü. İnsanların böyle bir yetenekleri olduğunu hiç işitmemişti. Sonra başka şeyleri fark etti kendisine engel olamadan; kızın üzerindeki gömlek, bir erkeğin giyeceği düşünülerek dikilmiş olduğundan, göğüs tarafında düğmesizdi, bu da kıza derin bir dekolte katıyor, bembeyaz, pürüzsüz tenini açığa çıkarıyordu. Buna karşın gömleğin boyu uzundu ancak kız, kısa fakat biçimli bacaklarını karnına çekmiş olduğundan o yönde de pek bir mahremiyet yoktu. Yine de elf bu yabancıyı rahatsız etmek istemedi ve kadınlara bu gözle bakmaya da pek alışkın değildi. "Deminki düşüncesiz hareketim için üzgünüm. Benim halkım tenini böyle anlarda saklama gereği duymaz, ben de alışkanlıklarımı henüz değiştiremedim." Gelip kızın önüne bağdaş kurarak oturunca sordu,      "Yüzme bilmiyorsan o gölde ne işin vardı?"

     "Balık avlamaya çalışıyordum." Kız aniden sakinleşmiş gibiydi. Yüzünde dikkatli, söylediklerini tartar bir tavır vardı. Abbot'un ani bir hareketle göle doğru uçtuğunu bile fark etmemiş göründü. "O kadar acıkmıştım ki okyanusa bile girerdim. Birkaç gündür bu çevrede dolanıyorum, sanırım kayboldum ve bir köye de rast gelemedim."

     "Nereye gitmek istiyordun ki?" Bu kez de elfin yüzünde tartan, inceleyen bir ifade belirdi. Kızın ıslanmış kıyafetlerine ve diğer öte berisine baktı. Her ikisi de kendi hesaplarıyla meşgullerken diğerinin yüzünü kaçırmışlardı. "Bu çevreyi oldukça iyi bilirim. Ben bir korucuyum ve çok fazla yer gezdim."

     Wenona, yüzünü sabit tutmaya çalışarak, öylesine soruyormuş gibi konuştu, "Zakamura'yı da bilir misin?"

     "Kılıcın kınını bilmesi gibi hem de! Oraya neden gitmek istiyordun ki? Ayrıca yanlış yöne ilerlemişsin."

     "Kayboldum dedim ya, cidden şapşal mısın?" Sonra tekrar sakinleşti kız, "Bir araştırmacıyım. Eski uygarlıklarla ilgili kalıntıları topluyorum. Zakamura'nın Dağılış öncesinden bilgiler muhafaza ettiğini duymuştum. Gidip araştırabilmeyi umuyordum."

     "Oh..." Elf huşuya kapılmış gibiydi. "Ozan mısın?"

     "Çalgıcı mı?" Kızın sen tonu aşağılayıcı değildi, sadece alakasızlığı belirtiyordu. "Gezginim."

Bir süre, aniden çıkagelen Abbot'un kanat çırpışıyla bozulan bir sessizlik oldu. Kuş gelip ikisinin arasına, ucunda büyük sayılacak bir balık takılmış bir ok bıraktı. Sonra da heyecanla ötüşerek tepelerinde dolanmaya başladı. Wenona ve Dëwain önce oktaki balığa ardından birbirlerine baktılar. Aynı anda kahkahayı bastılar.

     Gülüşmeleri bittiğinde Dëwain hala sırıtarak, "Tanışmadık," dedi, "Dëwain Eärfalas, korucu, Sozjarn Köyü'nden." Tokalaşmak için elini uzattı. Wenona da bu eli sıkarak cevapladı, "Wenona." Bastıra bastıra ekledi, "Sadece Wenona."

     Bir genç kızın "Sadece Wenona" olması normal bir şeymiş gibi yerde duran balığı işaret etti elf. "Bu ikimize de yeter. Akşam yemeğimi seninle paylaşabilirim." Dudakları muzip bir şekilde kıvrılmıştı.

     "Senin yemeğin mi? O balık benim avımdı elf! Eğer paylaşan biri varsa bu da ben oluyorum."

     "Benim attığım okla vurulduğuna göre av benimdir." Dëwain tartışmayı kesin bir zaferle bitirdiğini belirtircesine bir fiyakayla oku aldı ve kalkıp az ilerideki kendi öte berisine doğru ilerledi. Çantasını açarak içinden küçük bir tava ve bir bıçak çıkardı. Çantayı biraz daha kurcaladıktan sonra sıkıntıyla iç çekerek tavayı tekrar kaldırdı. "Ne yazık ki ızgara yapmak zorundayız, yağ yok. Ben temizlerken sen de ateşi yakabilirsin." Sonra göle doğru yürüyüp gitti. Wenona elf gözden kaybolana kadar yüzündeki haksızlığa uğramış ifadeyi korudu. Sonra düşünceli bir hale girdi. Gözleri sanki cevaplar etraftaki ağaç gövdelerinde yazıyormuş gibi bir sağa bir sola döndü. Ardından kalkarak poposundaki tozu silkeledi ve kuru dal bulmak için dolanmaya başladı.

     Yıldızlar ve aylar görünür olduğunda gölün kuzey kıyısındaki küçük açıklık, çoktan bir ateşin turuncu halesiyle aydınlanmıştı. Dëwain ateşin üzerindeki dalı aldı ve balığı çekip kurtardı. Bir bıçak alarak beceriyle ikiye böldü ve yarısını Wenona'ya uzattı. Balık oldukça sıcaktı ve biraz eli yanıyordu fakat kız şikayet etmedi. Elf ise ilk bir dakika boyunca kendi payını bir o eline bir öbür eline  geçirip durdu. Bu sırada da tüm gücüyle üflüyordu.
     "Pek dayanıksızmışsın, sen de..." diye takıldı kız. Böyle alaya alabileceği durumları seviyordu. Böyle zamanlarda konuşabiliyordu.

     "Sıcağa hiç gelemem." Elf alınmış görünmedi, belki de kızın sesindeki küçümsemeyi duymamıştı. Balığından koca bir ısırık aldı ve bu kez de ağzı açık halde derin nefesler alıp vermeye başladı.

     Wenona iğrenerek gölden tarafa döndü. Gölün ötesinde güneye doğru uzanan ovaya baktı. Ovanın kıyılarını döven denizi düşündü. Denizin öte yanını... Sonra bu düşüncelerden sıkıldı, her zaman olduğu gibi, ve aklını uzaklaştırmak için sordu, "Köyünden bahsetsene."

     Çıtırdayarak yanan ateşin diğer yanından cevapladı Dëwain, "Pek anlatacak bir şey yok aslında. Eski moda bir yer, sıkıcı, herkes hep aynı." Konuşması balığını çiğnerken kesildi. Gürültülü bir yutkunmadan sonra devam etti, belli ki hayli büyük bir lokma idi. "Bu korunun kuzeyinde bir ova ve onun da kuzeyinde Gwenore Nehri'ne kadar uzanan Güney Eirilën ormanları vardır. Benim köyüm de bu ormanın sınırında, doğudadır. Verimli tarlaları olan, yakınlarda hayvanları çıkaracak yeşil meraları olan sıradan bir köy. Zaten oradan sonra Gardach'a kadar her yer aynı. Klasik elf ormanları. Geleneklere bağlı, sanki bir kuklacının iplerindeymiş gibi yaşayan elflerle dolu bir yer işte." Durağanlıktan hoşlanmayan, gelenekçi olmayan bir elf mi? Bu acemi korucu her dakika daha da ilginç bir hale geliyordu gerçekten de. Wenona gözlerini gölden ayırıp Dëwain'e baktı. Adamın yüzünde samimi bir ifade vardı. Daha önce böyle samimi sohbetler yapmış birisinin yüzü. Wenona'nın samimi diye tanımlayamayacağı, olsa olsa sırıtma olarak yorumlayacağı bir ifade. Yine de sormadan edemedi kız, "Köyünden niçin ayrıldın peki?"

     "Dedim ya," dedi Dëwain, sesi, nedense, yükselmişti, "Sıkıcıydı. Bana hitap eden bir şey yoktu. Babam aile işini devam ettirip terzi olmamı istiyordu. Düşünsene, terzi!" Burada konuşmaya kısa bir ara verip hararetli bir jestle "terzi"yi tanımadı. "Madem öyle bana bu kılıçları neden verdiydi peki?" Eliyle gerideki ağaca yaslanmış, kınları içinde, biri uzun diğeri kısa iki katanayı gösterdi. Sonra sakinleşti, sesi normale döndü. "Ben korucu olmak istiyordum."

     Bunu öyle bir keyifle, öyle bir huşu haliyle söylemişti ki Wenona farkına varmadan elfe dönüp bağdaş kurarak oturdu. Şimdi saçları ateşi ateşten de kızıl bir parıltıyla yansıtıyordu. Genç adamı, ısının ardından buğulu görünen gözlerine bakarak dinlemeye başladı; Wenona, amacı olan bir ruh gördüğünde anlardı. Dëwain iyice keyiflenerek anlatmaya devam etti, "Bir gün köyümüze bir adam geldi, ben daha küçüğüm o zaman, elli yaşında falanım.."

     Wenona burada küçük bir kahkaha attı. Sonra aniden susuverdi. Elini ağzına kapayarak "Affedersin," dedi. Sonra parmaklarının arasından bir başka kahkaha kopup geldi, "Bir an için senin elf olduğunu unutuverdim de... Sahi, kaç yaşındasın?"

     Dëwain lafı bölündüğü için sinirlenmişse bile hiç belli etmeyerek "Yüz on yedi," dedi, "Hayatımın baharındayım! Ya sen?"

     "Yüz eksilt." Tekrar bir kıkırdama nöbeti geldi. Fakat sonra Wenona aniden durdu. Yüzü ciddileşti ve daha dik oturmaya başlayarak "Lütfen devam et," dedi. Elf devam etmeden önce çantasından bir pipo çıkardı ve ortalarında yanan ateşle yaktı. Birkaç fırt çektikten sonra abartılı jestlerle anlatmaya başladı.

     "Önceleri ne idüğü belirsiz deyip kimseler ilişmedi adama. Öyle bir başına dolanıyor, hana bazı geceler geliyor, diğer geceler nerelere gittiği bilinmiyordu. Bizim oralarda yabancıları pek sevmezler, eh, zaten yabancılar da bizim oralara pek gelmezler. Ben bu adamın benim değişik bir şeyler görmek için yegane şansım olduğunu düşündüm. Bir gece peşine takıldım. Takip edince anladım ki adam ormana giriyor. Av yapacak sanmıştım ben, köye dönüp haber vermeye karar verdim. Bazı hayvanların avlanması yasaktı, yabancı bilmiyor olabilirdi, başı belaya girerdi sonra. Neyse, ben dönüş yolunda kayboldum ve ormanda iki gün başı boş dolandım. O ilk iki gün korku doluydum. Fakat sonra müthiş bir şey oldu. Ormanı duymaya başladım. Ağaçları, hayvanları... Toprağı bile duyabiliyordum. Ormana sora sora köyümü buldum ve o gün doğaya borcumu ödemeye karar verdim. Ama şimdilik benden bu kadar bahsettiğimiz yeter. Bütün hikayeyi bir gecede harcamak istemeyiz, değil mi?"

     Wenona aslında bir taneden fazla gece geçirmeleri konusunda bazı sorular sorabilirdi. Fakat kendisinden beklenen şeyi anladığı an bu sorular aklından çıkmıştı.

     "Sana, sadece Wenona olduğumu söylediğimi sanıyordum." Sesi sert, tartışma kabul etmez bir tondaydı. Fakat elf anlamadı ya da aldırmadı.

     "Sen insansın." Wenona gözleri kısılarak, anlamadan baktı. Dëwain de ciddi bir yüz ifadesiyle, ders verir gibi açıklamaya başladı. Gözlerini yummuş, işaret parmağını dimdik kaldırmıştı.

     "Dağılış'tan dönen Kelt insanlarından şöyle bir gelenek işitmiş halkım: hikayeci bir hikaye anlattığında dinleyenler de ona birer hikaye anlatırlarmış. Böylece yeni hikayeler de geleneğe katılırlarmış." Gözlerini açarak az önce bilgiye işaret etmek için kullandığı elini bir şeyi sunar gibi ateşe doğru açtı. "Geçmişi geçmişte bırakmak istiyorsan tamam. Ama unutma: bana hikayeni borçlusun Wenona." Pipoyu Wenona'ya uzattı ve beklentiyle kızın yüzüne baktı.

     Wenona önce cevap vermedi. Birisinin ona böyle çabucak adıyla seslenmesine alışık değildi. Bu aşırı ve aslında, dürüst olmak lazım, münasebetsiz samimiyet kızın bir şekilde aklını çeliverdi. O zaten asla sıradan, nezaketi şeyleri seven birisi olmamıştı. İkramı memnuniyetle kabul ederek, "Pekala elf," dedi. Pipodan uzun bir nefes çekip dumanı yavaşça saldı. "Borcum borç."

     Dëwain bu sözü kabul ettiğini belirtmek için başıyla bir selam verdi. "Zakamura'ya nasıl gideceksin?"

     Wenona konunun aniden değişmesiyle bir saniye için afalladı. Sonra, elfin lafı nereye getireceğini anlayarak, "Aslında bir rehber tutmam gerektiğine karar verdim," dedi. Pipoyu tekrar Dëwain'e geçirirken imayla gülümsedi.

     "Öyleyse beraber gidiyoruz... tabii fiyatta anlaştıktan sonra." Dumanı çemberler yaparak bıraktı. Şimdi Dëwain'in yüzünde kurnazca olması amaçlandığı anlaşılan bir ifade vardı. Ne var ki elfin yüzü pek de kurnaz birininkine benzemiyordu. Wenona bir gerçeği fark etti: kaybolmuştu. Sonra bir başka gerçeği fark etti: bu toprakları tanımıyordu ve kime güvenebileceğini de bilmiyordu. Geçmişte yanlış kişiye güvenmenin bedelini ağır ödemişti. Bu kez dikkatli olmalıydı. Kendisini kaptırmayacaktı. Uzanıp dalda asılı elbisesinin cebinden bir kese çıkardı ve elinde sallayarak içindeki sikkeleri şıngırdattı. Dëwain keseye uzandığında ise hızla geri çekti. "Ödeme iş bittikten sonra." Wenona'nın yüzündeki ifade elfinkinin aksine kusursuz bir kurnazlıkla doluydu.

     "Anlaştık." Dëwain gülümsedi ve elini ağzına götürerek esnedi. "Öyleyse geçe kalmadan uyumalıyız. Yolumuz uzun."

     Wenona elfin verdiği bir pelerine sarınıp uzandığında kafasının ne kadar karışık olduğunu ancak idrak etti. Bir yandan maskesini ne kadar başarıyla taşıdığını tartmaya çalışıyor, bir yandan da aslında bu başarının ortada bir maske olmamasıyla ilgisi olabileceği ihtimaliyle çatışıyordu. Deneyimlerine dayanarak kimseye, asla güvenmemesi gerektiğini biliyordu. Ne var ki şimdi ihtiyacı olan şey güvenir görünmekti. En korkutucusu da asıl arzuladığı şeyin gerçekten güvenebilmek olduğunu fark etmesiydi. Başını yana çevirip elfe baktı. Battaniyesinin altında cenin gibi kıvrılmıştı. Bir kolunu başına yastık yapmıştı. Dünyanın en zararsız canlısı olduğu hissini yayıyordu. Fakat bu his Wenona'nın aklına onları getirdi. Eskiden güvendiği kişileri. Güvendiği ve kendisini aldatmalarına, kendisini kırmalarına izin verdiği kişileri düşündü. Böyle düşündüğü her seferinde olduğu gibi yüzüne kin dolu bir ifade yerleşti. Ve kız tekrar merak etti: hayata karşı giydiği maske hangisiydi? Kendisini kaybettiğini ilk kez idrak etti büyük bir boşluk hissiyle. Yeniden kendisini bulması, yeniden kendisi olması gerekiyordu.

     "Zakamura..."

     Kızın sesi hafif bir fısıltıydı. En azından hala bir hedefi vardı. Belki bu yolda kendisini tekrar, tam olarak ve son kez keşfedebilirdi.
Wenona dayanamayarak sordu, “O gün, Calaelen’in kalesine geldiğinde, hiç umudun var mıydı, gerçekten?”
Dëwain bir saniye düşündükten sonra “Hayır,” diye yanıtladı, “Ama ben elfim.”

Çevrimdışı sartan

  • *
  • 14
  • Rom: 0
  • “Kendimi arıyorum, demek ki varım…”
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hempa | 2
« Yanıtla #1 : 30 Eylül 2011, 19:08:09 »
2. Bölüm

     “Irwinn bundan hiç memnun olmayacak. Lanet olası herif!”
     Zachariah böyle söyledi ve yüzünde iğrenmiş bir ifadeyle doğruldu. Ortalığa yayılmış leş kokusu yüzünden burnuna bir mendil bastırmıştı. Etrafta uçuşan büyük sinekler yüzünden sürekli gözlerini kısmak zorunda kalıyordu. Birkaç sinek de uzun, siyah saçlarına konmuştu. Neyse ki Zachariah’ın bundan haberi yoktu. Eğer bilseydi onu böyle önden gönderdiği için Danita’yla ciddi bir tartışmaya girerdi. Zavallı atın cesedine son kez baktı ve çukurun kenarından tırmanıp küçük bir ağaçlığın ortasındaki kampa doğru ilerlemeye başladı.
     “Hey! İşte sinsi izcimiz de döndü! Ön safları inceler ve bize yolumuzu gösterirsin İzci Zach,” diyerek alayla eğildi Perkin. Öne eğilince kulak hizasındaki kızıl saçları gözlerini örtmüştü. Sonra doğruldu. Çilli yüzünde hala anlamsız bir gülümsemeyle diğer ikisine, Danita ve Irwinn’e baktı. Şakasına gülmelerini bekliyor olmalıydı. Gülmediler.
     “İz var mı Zach? Ne yöne ilerlemeliyiz?”
     “İz var, Irwinn, ama artık toynak izi takip etmeyeceğiz. Yayan devam etmiş.”
     Irwinn bu açıklamaya hemen cevap vermedi. Akşamdan kalma küllerin etrafında, Danita’yla birlikte oturdukları yerden, söyleneni anlayamadığı belli bir yüzle birkaç saniye baktı. Sonra aniden ayağa kalktı ve elindeki yarısı yenmiş elmayı hırsla yere çarptı.
     “Kısrağım nerede Zach!? Atımın izleri ne yöne gidiyor? O kalleşi yakalamak için atımı bulmam gerek.”
     Zachariah bir an için Danita ile göz göze geldi fakat kadın kafasını başka yöne çevirdi. Haberin hayırlı olmadığı belliydi. Bu işe bulaşmaya ve Irwinn’in öfkesinden nasibini almaya niyeti yoktu.
     “Kısrağın ölmüş Irwinn. Dëw onu koşmaktan çatlatmış olmalı.” Zachariah bunu duygusuz bir şekilde, dümdüz söylemişti. Yani, aptal bir beygirdi sonuçta, neden umursasındı ki? Zaten bu saçma sapan işe bulaştığına da pişmandı. Ne var ki Irwinn böyle düşünmüyordu. Belinden kılıcını çekti ve hızla Zachariah’ın önüne koşup dikildi.
     “Daha hızlı iz sürmeliydin aptal! Bunun bedelini ödeyeceksin!”
     “Benim bir suçum yok, atı süren ben değildim.” Zachariah hiç de korkmuş görünmüyordu. Bu şımarık züppeyi her koşulda alt edeceğinden emin görünüyordu.
     “Gereksiz molalarla bizi oyaladın!” Irwinn biraz daha diklendi. Fakat arkadaşının yüzünde hala bir korku emaresi göremeyince bir küfür bağırıp arkasını döndü. “Toplanın,” dedi, “O herifi mutlaka bulacağız!”
     Perkin hemen koşup çantasını toparlamaya başladı. Fakat Danita yerinden kalkmamıştı ve Zachariah da kahvaltı etmeye niyetli gibi kadının yanına doğru ilerliyordu. Bu umursamazlık Irwinn’i iyice çileden çıkardı ve genç elf onları köye geri dönememekle tehdit etmeye başladı. Zachariah’ın bu boş tehditlere verecek iyi bir cevabı vardı belki de ama Danita onu sakinleştirdi ve hemen hareket edeceklerini söyledi. Sonra da Zachariah’ın kulağına fısıldadı, “Şu ahmakla sorun çıkarıp durma Zach, zaten yeterince sıkıcı bir gezinti oluyor.” Irwinn’in açık tehdidine pabuç bırakmamış olan Zachariah bu kadının huyuna gitmeye karar verdi. Irwinn’i oldu olası sevmemişti fakat Danita farklıydı. Danita bazen gerçekten tehlikeli bir kadın olabiliyordu.
     Böylelikle toparlanıp ağaçlıktan çıktılar ve Irwinn’in biricik kısrağının cesedinin yattığı çukurun başına geldiler. Irwinn bakışlarını başka bir yöne çevirdi ve birkaç saniye sonra da devam etmelerini haykırarak ilerlemeye başladı. Danita ve Perkin ise cesede şöyle bir bakıp Irwinn’in peşinden yürüdüler. Perkin, kardeşini teselli etmek için hızlandı ve Danita ile Zachariah’ı baş başa bırakmış oldu.
     “At çatlamamış.” Sadece Zachariah’ın duyabileceği, alçak bir fısıltıydı kadının sesi. “Besbelli ki kurtlara av olmuş. Neden doğruyu söylemedin ki?”
     “Biliyorsun,” adamın gözleri kısılmıştı, “O aptalların ikisinden de hoşlanmıyorum. Ve ille de bu iki elfin birbirlerini öldürmelerini seyretmek zorundaysam bunu zevk alacağım bir hale sokmak isterim.” Danita’ya çarpık bir gülümsemeyle baktı ve kadın da ona aynı şekilde karşılık verince rahatladı. Danita gerçekten ona uygun bir kadındı.
     İkisi farklı yerlerden, farklı sebeplerden gelmişlerdi dünyanın bu ücra köşesine. İkisi de diğerinin geçmişini tam bilmiyordu. Fakat, bir şekilde, beraber uyum içinde çalışıyorlardı ve Sozjarn lordunun ücretleri de dolgundu. Böylece köye yerleşmişler, zamanla Irwinn ve Perkin ile bir çeşit arkadaşlık geliştirmişlerdi. Bunun yegane sebebi elbette ki elf kardeşlerin köydeki statüleriydi. Köyün tek zengin ve güçlü ailesinin çocuklarıyla arkadaş olmak pek çok ayrıcalığı da beraberinde getirmişti. Örneğin, saz damlı, kerpiç evler yerine kiremit çatılı, taş bir evde yaşabilmek gibi. Neredeyse küçük bir şato sayılabilecek bu ev, köyün biraz dışında, güneyde Zakamura Dağları’na dönüşecek tepelerin yamacındaydı. Bu yapının çok eski çağlarda cüceler tarafından inşa edilmiş bir maden girişi olduğu söylenirdi. Fakat Bay Sozjarn böyle bir iddiayı şiddetle reddediyordu. Ona göre evi büyük-büyük-büyük babası yaptırmıştı ve bu yüzden de bütün köy ona aitti. İddiası doğru mu yalan mı bilinmez. Fakat tüm köyü sahiplendiği ve kimsenin umursamadığı bu toprağın halkını kıskıvrak bağladığı bir gerçekti. Zachariah ve Danita da, artık her ne çeşit belalardan muzdariptilerse, orada ve o evde kurtulmuşlardı. Bay Sozjarn’ın o ikisini himayesine aldığı günden beridir onun için görevler yapar, köyün çevresinde güvenliği sağlarlardı. İşte şimdi de üç gündür çalınan aptal bir atın peşinde, bu zengin züppesi, gereksiz adamlarla birlikte koşuşturuyorlardı. Normalde ikisi de böyle basit bir şey için yola çıkmazlardı. Fakat Bay Sozjarn çok ısrar etmişti, eh, üzerlerinde epey emeği vardı, kırmak olmazdı. Bir de biricik oğlunun atına geri kavuşmasını neredeyse iki kese altın kadar çok istiyordu yaşlı elf.
     Gün boyunca durmadan yürüdü dört elf ve güneş batıdaki düzlüklerle kavuştuğunda Kardeşlik Korusu’nun sınırına vardılar.
     “Ayak izleri burada bitiyor.” Irwinn sinirle hırladı. Zachariah umursamadan devam etti, “Besbelli ki ağaçların tepesinden ilerlemiş. Hah, Dëwain sandığından daha akıllı çıktı Irwinn. Artık onu takip edemeyiz; bu ağaçlarda çok liken vardır, izler hemen kapanır.”
     “Kapa çeneni.” Irwinn bir dalı koparıp önünden çekerek koruya girdi. “Nereden yürürse yürüsün. Bir yerlerde durup uyumak ve yemek yemek zorunda. Koruya dağılacağız ve bir hayvan tarafından yenmemiş gibi görünen, adam gibi kopartılmış meyve çalıları ve dallar için bakınacağız.”
     Danita takdir dolu bir ses çıkardı ve alaycı bakışlarını Zachariah’a çevirdi. “Birkaç kitabın deneyimli Zach’ın bildiğinden fazlasını öğretebileceğini sanmazdım.” Adamın omzuna vurarak kıkırdadı ve Zachariah’ı kendi kendine söylenir halde bırakarak doğu tarafını alacağını beyan etti.

     Dëwain dikkatsizliğini ancak sabah uyandığında fark edebildi. İnce fakat belirgin bir duman sütunu geceden kalma küllerden yükseliyor, gölden yansıyan sabah ışığıyla iyice belirginleşiyordu. Elf kendi kendisine sövdü. Neden aynı anda birden fazla meseleyi aklında tutamıyordu bir türlü? Şu cahil kızdan üç-beş altın koparacak diye yakayı ele verecekti. Çabucak yola çıkmaları lazımdı.
     Wenona sertçe dürtüklendiğinde alışkanlıkla elini elbisesinin altına götürdü. Fakat sonra hatırladı: üzerinde elfin verdiği gömlek vardı hala. Kendi elbisesi —ve artık altında ne vardıysa— tepesindeki dalda asılıydı. Gözlerini açtığında Dëwain’in gülümseyen yüzüyle karşılaştı ve daha farkına varamadan kelime ağzından çıkıverdi, “Günaydın.” Hislerinin yüzüne vurmadığını umut ederek gerindi ve Dëwain de aynı şekilde karşılık verdiğinde rahatladı. Maske hala orada olmalıydı. Sonra bir şey fark etti: aylardır ilk defa kabus görmeden uyuyabilmişti. Bu yeni adamın kendisine yaptığı şeyden hoşlanmadığını içinden tekrarlayarak kalktı ve elfin uzattığı meyveden kocaman bir ısırık aldı. Hala uyku sersemliğini üzerinden atamamış olmalıydı; merakla, keyifle sormuştu çünkü, “Oh! Bu çok güzelmiş. Nedir bu? Hiç yememiştim.”
     “Odur,” diye cevapladı elf kendi meyvesinin son lokmasını da ağzına atarak. Wenona da meyveyi dişleriyle sıkıştırdı ve akan suyu emerken bir yandan da boşta kalan elleriyle eşyalarını topladı.
     İkili için yürüyüş keyifli geçiyordu. Wenona için bu, kabul etmesi zor bir durumdu. Ama kız gerçeğe sırt çevirecek kadar da dik kafalı değildi. Bu adamla beraberken gülüyordu işte!
     Wenona bir gezgin, bir araştırmacı olarak sürekli çevreyle ilgili sorular soruyor, Dëwain de usanmadan anlatıyordu. Anlatırken bir yandan da tepelerinde uçan Abbot’a bakınıyordu. Wenona bunu fark ettiğinde söylemeden edemedi, “O kuş düşmez, biliyorsun.” Elf boş boş bakınca da gözlerini devirerek sordu, “Sence de biraz fazla endişelenmiyor musun? Gayet düzgün uçuyor işte. Ne diye ikide bir kafanı kaldırıp bakıyorsun ki?”
     “Aslına bakarsan onunla birlikteliğimiz oldukça yeni sayılır. Eh, o da oldukça hayranlık uyandırıcı bir hayvan. Henüz çevremde böyle bir yaratığın olmasına alışamadım sanırım. Orada olduğundan emin olmayınca rahat edemiyorum.”
     Wenona bu açıklamada bir yalan kokusu almışsa bile bunu belli etmedi. Yalan konusunda ahkam kesebilecek birisi sayılmazdı ne de olsa.
     Tüm gün durmadılar. Dëwain öğleden sonra Abbot’u bırakıp arkaya bakmaya başlamıştı. Hızını da artırmıştı hayli. Wenona ortada garip bir şeyler döndüğünü elbette anlamıştı. Fakat yine bir şey söylemedi. Elf, her neden kaçıyorsa, bu, Wenona’yı ilgilendirmezdi, değil mi? Sadece birlikte Zakamura’ya gidecekler ve sonra da yollarını ayıracaklardı. Wenona’nın gereksiz işlere bulaşmaya hiç niyeti yoktu doğrusu. Hızları konusunda da şikayet etmedi. Uzun yürüyüşlere alışıktı kızın bacakları.
     Gökyüzü laciverde dönerken ileride bir yerleşimin ışıkları belirmeye başladı. Onlar yürüdükçe silik, titrek ışıklar netleştiler. Bacalardan süzülen dumanlar da görülür olduğunda Dëwain, sanki yeterince kolay fark edilmiyormuş gibi eliyle işaret ederek, “İşte geldik,” dedi, “Gaddarol. Bu gece bu kasabada kalacağız.” Wenona’ya dönerek gülümsedi, “Hey, neşelen! Konrad’ın Kulesi’ni beğeneceksin. Bu yöredeki en güzel handır. Hep-kırık-yaşındaki Fianna Hanım da çok misafirperver bir hancıdır.”
     “Kule mi?” Wenona içinde filizlenen yakıcı merakı dizginlemeye, sakince sormaya çalıştı, “Bir han için garip bir isim gibi. Kule deyince insanın aklına büyücüler falan geliyor.”
     “Değil mi?” Dëwain de kızla aynı fikirdeydi, bu, sesinden belli oluyordu, “Zaten Dağılış’tan önce büyü kulesi olduğu yönünde söylentiler var. Ama çekinmene gerek yok, buralarda yüzyıllardır hiç büyücü olmadı.” Lafının sonunda bakışlarını Wenona’dan ayırıp önlerindeki kasabaya dikmişti. Wenona buna minnettardı. Hayal kırıklığının yüzüne yansımasını engelleyemediğinin farkındaydı kız.
Wenona dayanamayarak sordu, “O gün, Calaelen’in kalesine geldiğinde, hiç umudun var mıydı, gerçekten?”
Dëwain bir saniye düşündükten sonra “Hayır,” diye yanıtladı, “Ama ben elfim.”

Çevrimdışı Baal Adramelech

  • *****
  • 1837
  • Rom: 59
  • The Hermit
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hempa | 2
« Yanıtla #2 : 01 Ekim 2011, 01:22:52 »
Hikayeniz gözüme çarptı, ancak ilk paragrafını okuyabildim. Fırsatım ilk olduğunda detaylı bir yorum yapacağım! (:
#rekt

Çevrimdışı sartan

  • *
  • 14
  • Rom: 0
  • “Kendimi arıyorum, demek ki varım…”
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hempa | 2
« Yanıtla #3 : 01 Ekim 2011, 17:13:47 »
Öyleyse devamını yayınlamadan önce bekleyeyim, biriktikçe zorlaşır, bilirim :)
Wenona dayanamayarak sordu, “O gün, Calaelen’in kalesine geldiğinde, hiç umudun var mıydı, gerçekten?”
Dëwain bir saniye düşündükten sonra “Hayır,” diye yanıtladı, “Ama ben elfim.”

Çevrimdışı Baal Adramelech

  • *****
  • 1837
  • Rom: 59
  • The Hermit
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hempa | 2
« Yanıtla #4 : 01 Ekim 2011, 20:59:41 »
Genel olarak beğendim. İki şey gözüme çarptı sadece, birincisi bazı isimler gönderme gibi değil, direk kullanılmış. Kelt, Zakamura (bu bir yerlerde vardı ama neredeydi unuttum) ve şimdi bulamadığım bir iki isim daha çok direk olmuş. Herkese şey gelmez tabi bunlar ama benim hoşuma gitmedi.

İkincisi de, yazının başında geçmişte olan olaylardan bahsetmişsin ancak bunları çok sıklıkla yapınca, Bölüm 1 kısmının başı akıcılığını birazcık kaybetmiş. Ama tabi bu güzel bir şey bir yandan, coğrafyayı tanıtıyorsun. Ama biraz daha yaysaydın hikayenin içine daha güzel olurdu sanki.

Devamını bekliyorum efenim.
#rekt

Çevrimdışı sartan

  • *
  • 14
  • Rom: 0
  • “Kendimi arıyorum, demek ki varım…”
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hempa | 2
« Yanıtla #5 : 02 Ekim 2011, 00:30:41 »
Eleştiri için teşekkür ederim.

"Kelt" bildiğin Kelt (Celts), tanıdık gelmesi çok normal. Sonraki bölümlerde bunun sebebini anlayacaksın. "Zakamura" ise tamamen kafamdan uydurduğum bir şey. Merak edip Googleladım, birkaç mynet profili ve facebookda bazı uzakdoğulu insanlar çıktı. Sen nerede gördün bilemiyorum, tamamen rastlantı.

İkinci önerini de dikkate aldım, bundan sonraki yazılarımda dikkat edeceğim.
Wenona dayanamayarak sordu, “O gün, Calaelen’in kalesine geldiğinde, hiç umudun var mıydı, gerçekten?”
Dëwain bir saniye düşündükten sonra “Hayır,” diye yanıtladı, “Ama ben elfim.”

Çevrimdışı sartan

  • *
  • 14
  • Rom: 0
  • “Kendimi arıyorum, demek ki varım…”
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hempa | 2
« Yanıtla #6 : 02 Ekim 2011, 15:44:35 »
3. Bölüm


     “İşte orada. Pis hain… Hadi girip bu işi bitirelim!” Irwinn hanı gözetlediği pencerenin önünde ayağa kalktı ve içeriden gelen ışık elfin yüzündeki kini açığa vurdu. Tüm bu nefretin sadece bir at yüzünden olmadığını tahmin etmek zor değildi. Adam Dëwain’i gerçekten sevmiyordu besbelli. Fakat Irwinn dediğini yapamadı; Danita adamın kolunu sıkıca yakaladı ve tekrar yere çekti.
     “Beklemeliyiz. Onu yalnız yakalaman gerekiyor.”
     “Neden ki?” Danita soruyu aptalca bulduğunu belirten bir yüzle baktı Irwinn’e. Perkin bir abisine bir kadına bakıyor, belli ki bu anlamsız kavganın keyifli bir hale gelmesini umuyordu. Zachariah ise sessiz kaldı; Irwinn’in sorusunun ne kadar yerinde bulduğunu belli etmedi. Danita’dan bir cevap alamayan Irwinn üsteledi, “Alt tarafı silahsız bir kız, biz ise dört kişiyiz, bize engel olamaz.”
     “Kızdan bahsetmiyorum, aptal! Dönüş yolunda peşimize bir garnizon asker takılmasını istemiyorum. Bir at için bir adam öldürmeyi adalet olarak yorumlayacaklarını sanıyorsan yanlıyorsun.”
     “Hah!” Irwinn alayla güldü. “Ben Sozjarn Lordu’nun oğluyum, benim adaletim bu kasabanın askerlerininkinden üstündür ve sen de bunu çok iyi biliyorsun Danita.”
     Danita bir an bir şey söyleyecek gibi göründü. Zachariah içerisinde durduğu koyu gölgeden gözlerini kıstı. Perkin merakla sırıttı. Fakat kadın sadece, “Bekleyeceğiz!” dedi. Ses tonundaki açık tehdit Irwinn’in yutkunmasına sebep oldu. Zachariah kadının bu tarafına hayrandı; etrafındaki herkese karşı kullanabileceği en az bir kozu hep vardı ve bunun ne olduğu da Danita ve tehdit ettiği kişi arasında kalırdı. Irwinn suratını asarak kırılan gururunu ifade etti ama karşı gelmedi. “İyi, bekleyelim.” Zachariah’ın kaşları çatıldı; Danita’nın mantıksız bir karar verdiğine hiç şahit olmamıştı. Kadının başka bir amacı vardı, bundan emindi. Ve Danita, aksini iddia etmişse de, kızdan bahsetmişti; bu kızda bu kadar ilginç olan ne vardı ki? Danita neden umursuyordu? Sessizliğini sürdürdü. Onunla ters düşmek istemiyordu.
     “Bence de beklemeliyiz.” Perkin aniden sohbete dahil oldu. “Şu güzel kızı bir ziyaret etmek isterim ve bu esnada Dëwain’in yakınlarda olmasına ihtiyacım yok.” Irwinn, kardeşinin yüzünde, yeni işe alınan hizmetçi kızlardan bahsederkenki ifadenin olduğunu gördü ve sırıttı. Perkin istiyorsa uçkurunun peşinden gidebilirdi. Bu ahmak Dëwain’i haklamak için sadece o, Danita ve Zachariah yeterlerdi nasılsa. Zachariah ise Perkin’e değil Danita’ya baktı. Şüphelerinde haklı olduğunu gördü; Danita rahatsız olmuştu. Belki de asıl kızla yalnız kalmak isteyen kadındı. İçinden bir ses Dëwain ile yapacakları dövüşe kadının katılmayacağını söylüyordu. Zachariah düşüncelerini kendine sakladı.

     Gaddarol Xuyang’ın tam ortasında, yolların kesiştiği bir kavşaktaydı ve bu yörenin en eski yerleşim yerlerinden sayılıyordu. Konumunun avantajına rağmen bir şehir olamamış, ticaretin hiçbir zaman yeterince gelişemediği bu yörede kasaba seviyesinde takılıp kalmıştı. Bu yüzden çevresinde yüksek duvarlar yoktu. Toprak yollar çiftliklerin ve dükkanların arasından kıvrılarak ilerliyor, sonunda da kasabanın sınırlarında bitiveriyordu.
     Kasabanın tam ortasında ise Konrad’ın Kulesi bulunuyordu. Tüm kasabadaki tek taş binaydı ve diğer tüm yapılardan da çok yüksekti. Böyle basit bir yerde bu kulenin dikili durması beraberinde pek çok dedikoduyu da getirmişti. Eski zamanlarda bu kasabaya bu kulede oturan birisi hükmetmişse bile şimdi burası basit bir handan başka bir şey değildi.
     Fianna Hanım bu yapıyı terkedilmiş bir halde bulmuş ve yerleşmişti. Başlarda Gaddarollular bu durumu yadırgamışlar, kadına şüpheyle bakmışlardı. Fakat Fianna Hanım söylentilere kulak asmamış, Zakamura’dan taş ustaları çağırtarak kuleye ek binalar yaptırmıştı. Dört tarafına üçer katlı binalar eklenmiş, müşterilerin kulenin kendisine girmesine gerek kalmamıştı. Kasabalıların söylentileri bir kenara bırakıp handa eğlenmeye başlamaları uzun sürmemişti. Anlaşılmıştı ki aslında hiç kimse büyücü hikayesine inanmamıştı fakat bunu ispat edecek cesareti de bulamamışlardı. Fianna Hanım’a şükürler olsundu, onları asılsız korkularından kurtarmış, huzur vermişti.
     Konrad’ın Kulesi bu gece tenha sayılırdı. Müşteriler duvar diplerindeki masalara yerleşmişlerdi ve ozanları pek taktıkları yoktu. Fianna Hanım onlara hak veriyordu doğrusu. Savaş zamanlarında hep böyle oluyordu zaten; iyi ozanlar ortalıktan kayboluyor, bölgedeki hanlar durgunlaşıyordu. Orklarla elflerin batıdaki bitmek bilmez mücadelelerine lanet olsundu! Müşteriler de bir garip oluyordu böyle zamanlarda. Fakat bu geceki bir müşterisinin bunca yıllık hayatında hanında gördüğü en garip elf olduğuna emindi. Genç adam kapıdan girdiği gibi neşeyle seslenmiş, yeniden burada olmaktan duyduğu mutluluğu belirtmişti. Fianna’ya durduk yere sarılmış, halini hatırını sormuştu. Sonra da cüce birası istemişti. Cüce birası! Fianna daha önce hiçbir elfe cüce birası satmamıştı ve zaten bu Dëwain denen elfi de ilk kez görüyordu.
     “Sana pek pas vermedi, ha?” Wenona kurnazca sordu masalarına oturduklarında.
     “Ah, evet, geçen sefer onu biraz kızdırmıştım. Sanırım siniri hala geçmemiş.”
     Wenona omuzlarını silkerek birasını yudumladı. “Gerçekten de burada bir büyücü mü yaşıyormuş?”
     “Öyle söyleniyor.” Aniden sesini alçalttı. Wenona da duyabilmek için öne eğildi. “Ama sakın bu konuda Fianna’ya bir şey sorma; bu hikaye hiç hoşuna gitmiyor.” Etrafına bakınıp hancının yakında olmadığından emin olunca normal sesine döndü. “Bana sorarsan palavra. Büyücüler böyle ortalık bir yerde barınmazlar.”
     “Ya nerelerde barınırlar, korucu?” Wenona’nın sesi alaylı, gözleri dikkatliydi. Birasından bir yudum daha aldı.
     “Karanlık, gizli yerlerde elbette,” dedi Dëwain, sır verir gibi bir tavırla. “Yozlaşmış ormanların derinliklerinde ya da yerin diplerindeki mağaralarda. Hayır, öyle bakma…” Wenona’nın yüzünde inanmaz bir ifade belirmişti, “Doğru söylüyorum. Gardach’taki Mavi Orman’da bir şato olduğunu söylüyorlar. Sonra Dioria’nın kuzeyindeki dağlarda da bir tane varmış. Cücelerin bile yerin dibinden dağın tepesine varan bir kuleleri vardır.” Sonra sesindeki gizemli ton gitti ve abartılı jestleri de bıraktı. “Elbette bunların hepsi Dağılış’tan önceydi. Artık pek az büyücü var; Tanrılara şükür! Büyücüler beladan başka bir şey getirmezler.”
     “Katılıyorum,” dedi Wenona başını sallayarak. Sonra neşeli bir havada sordu, “Hiç büyücü gördün mü?”
     “Dalga geçiyor olmalısın! Bir büyücüyle karşılaşsaydım herhalde hayatımın kalanını kurbağa olarak geçirirdim.” Sonra kaşları çatıldı ve düşünceli bir halde çenesini kaşıdı. “Aslında… belki bir tane görmüş olabilirim. Hani şu ormana giren gizemli yabancı, bahsetmiştim…” Wenona hatırladığını belirtmek için başını salladı. “O adamı bir daha hiç görmedim ama Güney Eirilën’e silahsız girecek cesarete sahip başka ne olabilir ki? Druid olmadığına eminim. O ormanın ortasında bir şato olduğu söylenir. Elbette bu bir yalan ama… Belki de söylentiyi teyit etmek isteyen bir büyücü idi, kim bilir. Ya sen?” Aniden tekrar neşeli haline dönüvermişti, “Büyücülere çok ilgin var gibi, hiç gördün mü?”
     “Hayır, nereden göreceğim.” Wenona gülümsedi. “Fakat haklısın; büyücülere ilgim var. Dağılış’tan sonra ortadan kaybolmaları garip değil mi sence de? Yani tüm halklar ve tüm her şey geri döndü ama büyücülerden ses seda yok. Bunun sebebini öğrenebilmek isterdim.”
     “Zakamura’ya bu yüzden mi gidiyoruz?”
     Wenona’nın bir kaşı kalktı. “Zakamura’ya bu yüzden gitmiyoruz elf. Sen bana rehberlik etmek için geliyorsun. Bir şeyler öğrenmek için giden benim.” Maşrapasını kafasını dikti ve kalan birayı tek bir yudumda içti.
     “Bu kadar gizemli olmak zorunda mıyız, hanımım?” Dëwain alayla güldü ve Wenona gibi o da birasını kafasına dikti.
     “Sana soru sorman için mi para ödüyorum, korucu? Tek yaptığın bu da.” Kız kafasını sallayarak gözlerini kırpıştırdı. Sonra yine sohbet havasına dönüverdi. “Söylesene, Zakamura’ya ne zaman gittin?” Dëwain cevap veremedi. Kız gözlerini aniden elfin omzunun üzerinden, ilerideki bir yere kilitlemişti. Dëwain hemen arkasına döndü ve bir masada yalnız oturan bir adam gördü. Dëwain hana girdiği ilk anda tüm müşterileri incelemişti zaten, şüpheli görünen kimsenin olmadığını biliyordu. Bu yüzden masanın hemen üzerindeki pencereden dışarıya odakladı gözlerini fakat sokak boş görünüyordu. Wenona’ya dönerek tedirgince sordu, “Birini mi gördün?”
     “Yo, hayır.” Kız düz bir şekilde cevapladı, sanki ozanın çaldığı şarkının adını sormuştu elf. “Bir şey gördüğümü sandım fakat yanılmışım. Yorgunluktan olmalı.”
     “Seni hızlı yürüttüm, değil mi?” Dëwain’in sesi üzgün olabilirdi, eğer adamın içi şüpheyle dolu olmasaydı.
     “Bugünkü hızımızla ilerlesek bile Zakamura’ya ancak iki günde varırız. Ah! Aklıma geldi: niçin at kiralamıyoruz ki?”
     “Sen zenginsin sanırım, ha, korucu?” Wenona masadan kalktı ve sandalyeye asmış olduğu çantasını sırtına attı. “Belki de sana fazla ödeme yapıyorumdur? Şikayet etmeyi kes; ben hızımızdan oldukça memnunum. Şimdi, izninle, uyuyacağım. Sana da aynını tavsiye ederim, yorgun bir rehber işime yaramaz; yeterince oyalandım, olabildiğince çabuk Zakamura’ya varmak istiyorum.”
     Dëwain de ayağa kalktı ve abartılı bir reveransla, “Hanımımın emrettiği gibi yapacağım,” dedi. Wenona merdivenleri çıkarken rahat bir nefes alarak sandalyesine çöktü. O soruya cevap vermek zorunda kalmadığı için memnundu. Neşesi yerine geldi ve bir bira daha sipariş etti.

     Wenona merdivenleri çıkarak sahanlıkta soluklandı. Pencerenin dışında ne gördüğünü biliyordu. Fakat bunun önemli olduğu sanmıyordu kız. Kendisini takip eden birisi olmadığından emindi. Henüz kimseyi beklemiyordu. Kafasını sallayarak saçmaladığını söyledi kendi kendine. Son bir ay içinde çok fazla şey yaşamıştı ve gerçekten yorgun hissediyordu. Loş koridorda odasına doğru yürürken gerçekten yorulduğunu fark etti. Sorun bacaklarında ya da sırtında değildi; kızın kafası yorgundu. Bu gece de maskeler ve rollerle ilgili düşüncelerle boğuşmamayı diledi. Sadece bir gündür tanıdığı birisinin böyle bir farkındalığa sebep olmasından rahatsızdı.
     Odasına vardı ve kapıyı arkasından kilitleyerek kendisini yatağa bıraktı. Çantasını önemsemezmiş gibi karşıdaki küçük masaya fırlattı ve gözlerini kapadı. Sonra da kaslarını gerdi ve bekledi. Pencereden esen hafif meltemin perdeleri uçuşturduğunu fark etmek Wenona için zor değildi. Birisinin, bir erkeğin, yavaşça yatağa yaklaşmakta olduğunun da farkındaydı.

     Hanın kapısı hızla açıldı ve iki adam, kılıçları ellerinde içeriye girdiler. Dëwain gelenleri gördüğünde sandalyesinden sıçradı ve masanın diğer tarafına geçerek uzun katanasını çekti. Miskin müşteriler aniden kendilerine geldiler ve hızla ya odalarına ya da hanın dışına kaçtılar. Zachariah hızlıca sola seğirtti ve merdivenlerin önünde durdu. Şimdi iki kapıda da düşman vardı. Dëwain kaçamazdı.
     “Sonunda seni buldum, pis hırsız!” Irwinn kılıcını fiyakalı bir şekilde çevirdi ve ucunu Dëwain’e doğrulttu. “O kısrağın canına karşılık senin canına alacağım Dëwain!”
     “Yine her zamanki gibi anlamsızca konuşuyorsun Irwinn.” Dëwain’in tavırları rahattı. Henüz kendi kılıcını kaldırmamıştı bile. “Bana ait olanı geri aldım ve asıl sahibi olan doğaya verdim.”
     “Yeter! Hayvan sever zırvaları dinlemeye gelmedim. Bu gece burada senin kanını akıtacağım!”
     “Etrafta babacığın yokken de tehdit savurabildiğini görmek ilginç. Ama tabii, az daha Zach’ı unutuyordum.” Irwinn’i yok sayarak arkasını döndü ve yaşlı elf ile yüzleşti. “Bakıcılığa devam, ha, Zach?”
     Zachariah cevap vermedi. Uzun adımlarla Dëwain’e yaklaştı ve yüzünde hiçbir ifade olmaksızın kılıcını savurdu. Dëwain saldırıdan kaçınmak için geriye doğru bir takla attı ve doğrulduğunda Irwinn’in kılıcını sırtında hissetti. Artık dövüşmek zorunda olduğunun farkındaydı. Ne var ki Zachariah ile dövüşmeye hiç niyeti yoktu. Henüz ölmek istemiyordu. Irwinn’den kurtulmak için yere eğildi ve kendi çevresinde dönerek sağ topuğunu adamın dizine geçirdi. Irwinn dengesini kaybederken Dëwain yana yuvarlandı ve kılıcını Irwinn’in ensesine dayadı.
     “Bu çocuğa bir zarar gelirse babacığı çok üzülür Zach, biliyorsun.” Bunun işe yarayacağını sanmıştı fakat anlaşılan bu kez yaşlı savaşçıdan o kadar kolay kurtulamayacaktı; Zachariah umursamadan yaklaşıyordu. Dëwain’in öylece birini öldüreceğine inanmıyordu adam. Dëwain de hemen taktik değiştirdi, “Perkin nerelerde, Irwinn? Siz ikiniz hiç ayrılmazdınız, şaşırdım.”
     “Yukarıda.” Irwinn’in tıslayan sesinde tehlikeli bir şey vardı. “Tatlı kız arkadaşınla eğleniyor.”
Dëwain kılıcının kabzasıyla Irwinn’in ensesine sertçe vurdu. Artık dibine gelmiş olan Zachariah’a baktı. O adamı aşıp yukarıya çıkmalıydı. Wenona silah kullanmıyordu. Kendisini savunacak bir şeyi yoktu. Zachariah kılıcını savurdu ve Dëwain bu kez saldırıyı karşıladı; bu adamı kaçarak atlatamazdı. Dövüşmek zorundaydı. Yukarıya, Wenona’nın yanına çıkmak zorundaydı.

     Perkin yavaşça yatağa yaklaştı ve kızın uyumakta olduğunu görerek sırıttı. Hançerini çekti ve yatağın kenarına gelerek kızı süzdü. Perkin daha önce hiç insan kadınlarla birlikte olmamıştı. Heyecandan ağzının kuruduğunu fark etti adam. Hançeri kızın boğazına yaklaştırarak diğer eliyle kızın ağzını sıkıca kapadı.
     Wenona gözlerini açtı ve iri iri açılmış bir çift yabancı gözle karşılaştı. Sesini çıkaramadığını fark etti ve elfi itmek için mücadele etti. Perkin kızın savrulup duran kollarını tutabilmek için hançerini yatağın yanındaki sehpaya koydu ve tek eliyle kızın iki bileğini tuttu. Yüzünü iyice yaklaştırdı ve genç kızın kıpkırmızı saçlarına nefesini üfledi. Suratındaki çarpık gülümseme şaşkınlığa dönüştü. Kızın gözleri aniden parladı ve Perkin kendisini duvara mıhlanmış halde buldu. Çarpmanın etkisiyle sırtına bir sancı saplandı fakat adam bu acıyı yüzüne yansıtamadı. Hiçbir kasını oynatamıyor, sesini çıkaramıyordu.
     Wenona yataktan sakince kalktı ve sehpadan hançeri aldı. Perkin’in önüne gelerek adama gülümsedi. “Rızasını almadan arzuladığın kadının kim olduğuna dikkat etmelisin.” Gülümsemesi daha da büyüdü kızın. Elindeki hançeri inceledi bir süre. “Güzel silahmış. Yazık; benden sonra kimse kullanamayacak.” Ani bir hareketle hançeri adamın göğsüne sapladı. Perkin son nefesini verdiğini sanmıştı fakat yanıldığını fark etti. Hançerin yalnızca ucu göğsüne girmişti. Bu darbe onu öldürmezdi. Ama şu bir geçekti ki çok canı yanıyordu. Sonra yüz kaslarını yeniden oynatabildiğini fark etti. Fakat bedeni hala hareketsizdi.
     “Kimsin?” Wenona rahat bir sohbet havasında sormuştu soruyu.
     “Affet!” Perkin korkuyla haykırdı. “Büyücü olduğunu bilmiyordum. Bilsem kalkışmazdım!”
     “Ah… Büyücü olduğumu bilsen kalkışmazdın, ha? O zaman korkardın, değil mi, pislik? O zaman saygı duyardın.” Wenona’nın sesi aniden sertleşti ve gözlerinin yeşili saçlarının kızılına dönüştü. “Büyücü falan değilim aptal!”
     “Çok üzgünüm… Rahibe misin yoksa? Lütfen, eğer bilseydim–”
     “Şimdi de dindar mı oldum?” Wenona bir saniye için düşünceli bir ifadeye büründü. Sanki rahibe olma fikrini kafasında tartıyordu. Sonra tekrar sertleşti yüzü. “Hayır, bu bana pek uymazdı, Tanrılarla aramdaki durum düşünülürse…” Odada volta atmaya başladı. “Biliyor musun; canını bağışlayabilirdim. Zayıf bir erkeğin dürtülerine karşı koyamayışı sık görülen bir durum. Bu zayıflığı bir başka kadına göstermemen için penisini kesip ağzına sokar ve canını bağışlardım. Ama…” Eli adamın çenesinde ve göğsünde oyalandıktan sonra ansızın hançerin sapını kavradı. “Bana, büyücü dedin, aptal. Bunun için öleceksin!” Bir cızırtı duyuldu. Hançer masmavi parıldadı ve Perkin’in yüzü aniden çarpıldı. Bir an sonra adamın tüm bedeninde belirli hatlar boyunca kesikler açıldı ve kan Wenona’nın ayaklarını bir havuzun içinde bıraktı. Perkin Sozjarn’ın tüm damarları ve kalbi patlamıştı.
     Wenona hançeri orada bıraktı ve masadan çantasını alarak kapıya yöneldi. Artık burada kalamazlardı. Tam eli kapının kulpundayken bir ses duydu ve bıkkınlıkla arkasını döndü. Bu gece kaç ziyaretçisi olacaktı?
     Elf kadınının soluk bir teni ve haddinden fazla sivri kulakları vardı. Lacivert saçlarıyla sarı gözleri iç kaldıran bir tezat yaratmıştı. Fakat sonra kadın gözlerini kapayıp açtı ve görüntüsü bir anda değişti. Artık Wenona’nın gördüğü başka birisiydi. Gri derisi pek çok siyah dövmeyle kaplı, mor gözleri memnuniyet ile parıldayan ve bu parıltısı saçlarının ve kaşlarının beyazlığıyla yarışamayan bir elf kadını duruyordu pencerenin önünde. Yüzünde bir sırıtışla birkaç kez alkışladı Wenona’yı. Sonra ifadesi aniden ciddileşti ve kollarını kovuşturarak kendisini tanıttı, “Ben Danita. Yanılmıyorsam sen de…sen olmalısın. Kusura bakma, adını bilmiyorum.”
     “Bilmen de gerekmiyor zaten,” dedi Wenona, bu esrarengiz ziyaretçisinin tahmin ettiği şey olup olmadığını merak ederek. “Benden ne istiyorsun?” Perkin’in bedeni aniden duvardan ayrıldı ve bir şapırtıyla yere düştü. Çarpma ile hançerin ucu adamın sırtından çıktı. Hançer artık kapkaraydı, üzerinden ince duman sütunları çıkıyordu. Odaya bir yanık kokusu yayılmaya başlamıştı. Wenona yerdeki cesedi işaret ederek, “İntikam için gelmediğini umarım, bu gece yeterince kan döktüm,” dedi.
     “Oh, hayır. O, umurumda bile değil.” Danita Wenona’ya doğru ilerledi ve Perkin’in bedeninin üzerinden geçip kızın önünde dikildi. “Sadece sen olup olmadığından emin olmam gerekiyordu. Onu nasıl öldürdüğünü düşününce… sanırım sonunda buldum seni.” Danita keyifle kıkırdamıştı.
     Wenona kurnazca sırıttı. “Ahha! Ben senin ne olduğundan eminim ama. Ne de olsa sizlerden pek fazla yok.” Sonra ciddileşti, “Henüz alamadım. Fakat yoldayım, çok yakında elime geçmiş olacak.”
     “Öyle olmasını umarım.” Kadının sesinde tehdit vardı. Wenona omuzlarını dikleştirdi ve korkmadığını göstermeye çalıştı. Danita bu çabadan eğlenmiş olacak ki küçük bir kahkaha attı. Ardından eli hızla Wenona’nın boynunu buldu. Wenona’nın gözleri tekrar kızardı fakat Danita buna da güldü. “Beni iyi dinle kız çocuğu! Sana bir mesaj iletmem gerekiyor ve sadece bir kez söyleyeceğim: ‘Plan değişti. Senin gelmen gerekiyor. Seni Kuzey Reyk’te bekleyeceğim… aşkım.’” Son kelimeyi tükürürcesine söylemişti Danita.
     “Kıskan–” Boğazındaki baskıyla sesi kesildi.
     “Sakın bir Anka-rahibesine saygısızlık etme! Sen henüz bir hiçsin!” Danita’nın yüzü daha da sertleşti. Wenona eğer bir şey yapmazsa az sonra boynunun kırılabileceğinin farkındaydı. Fakat tepki vermedi. Sessizce bekledi. Eğer yapması gerekenleri yaparsa yakın bir gelecekte bunun gibileri, önünde diz çökeceklerdi.
     Danita da bunun farkında olmalıydı; eli gevşedi, yüzü ifadesiz bir hal aldı. “Hızlı hareket et fakat dikkat çekme. O aptal elfe de güvenme, beceriksizin tekidir.” Arıdan dönüp pencereden çıktı.
Wenona derin bir nefes aldı ve sakinleşmeye çalıştı. Gözleri bu haldeyken aşağıya inemezdi ve buradan hemen gitmesi gerekiyordu. Neyse ki kız bundan çok daha zor durumlar görmüştü ve bir dakika sonra kontrolü sağladı. Böyle bir kadının Dëwain’i nasıl tanıyor olabileceğini hayal bile edemiyordu. Fakat sonra hatırladı: kadın görüntüsünü gizliyordu. Korucunun daha önceki yolculukları sırasında karşılaşmış olmalılardı. Bunu daha sonra Dëwain’e sormaya karar vererek çantasını diğer omzuna aldı ve kapıyı açtı. Merdivenlere yaklaştığında kulağına bağırışlar ve kılıç sesleri geldi. Dëwain aşağıda ne halt ediyordu?

     Wenona merdivenlerden koşarak indi ve küçük bir çığlık atarak kendisini duvara yasladı: Dëwain uçarak önünden geçti ve sertçe merdivene çarptı. Aşağıya yuvarlandı ve ayağa kalkarak Wenona’ya baktı. Endişe içinde sordu, “Sen iyi misin? Ben de tam yukarıya geliyordum.”
     “Neden iyi olmayayım ki?” Wenona masum bir sesle cevapladı. Odaya şöyle bir baktı ve pek çok masanın kırık olduğunu gördü. Enkazın orta yerinde siyah saçlı, esmer tenli bir elf sakince duruyor, Dëwain’e bakıyordu. Fakat sonra Wenona’yı fark etti. Yüzüne meraklı bir ifade yerleşti. Ardından tekrar Dëwain’e baktı. “Dua et de çocuk ölmemiş olsun Dëw, aksi takdirde seni öldürmekten başka çarem kalmayacak.” Wenona bu sözün üzerine hanın girişinde, yerde yatan bir başka elfi fark etti. Elflerden sıkılmaya başlamıştı.
     “Az daha bütün eğlenceyi kaçıracaktın!” Dëwain şimdi gülümsüyordu. Wenona’nın iyi olduğunu öğrenince rahatlamıştı anlaşılan. Zachariah’ın tehdidini de duymazdan gelmişti, hala Wenona’ya bakmaktaydı.
     “Eğlence mi? Bana dayak yiyormuşsun gibi geldi.” Küçümseyerek alay etti, “Bir han kavgasını bile kazanamayan bir rehberim var, aman ne güzel.”
     Dëwain kurnazca kıza baktı ve pervasızlığın sınırlarını zorlayarak sordu, “Dövüşebilir misin? Bu adam beni aşıyor ne yazık ki.”
     Wenona soruya sırıttı. İç çekerek diğer elfe döndü ve, “Sanırım yukarıda senin ilgini çekecek bir şey var, gidip bakmak isteyebilirsin. Bu çocuk kadar değerli midir bilemem ama,” dedi.
     Zachariah bir an için anlamamış göründü. Sonra yüzünde bir panik ifadesi oluştu ve hızla Dëwain ve Wenona’nın üzerine doğru koşmaya başladı. Dëwain hemen Wenona’nın önüne geçti fakat Wenona sadece sıkıntıyla iç çekti. Kızın beklediği gibi, Zachariah Dëwain’i itip yolundan çekti ve Wenona’yla da ilgilenmeyerek merdivenlerden yukarıya koştu. Wenona hemen öne geçti ve Dëwain’in elini yakalayarak onu da çekiştirip handan çıktı. Kasabanın boş sokaklarında koştular ve etrafta ev kalmayıncaya kadar da durmadılar. Sonunda Dëwain Wenona’nın elini sertçe çekti ve kızı durdurdu.
     “Vuuranber aşkına! Ne oluyor!?”
     “Ah, inandığın tanrı o mu?” Kız elini göğsüne bastırıp nefesini düzeltmeye çalıştı.
     “Sayılmaz; pek inançlı değilimdir. Sen soruma cevap ver; ne diye öyle kaçtık ki? Senin güvende olduğunu gördükten sonra o adamı yenebilirdim. ‘Beni aşar’ demem yanıltma içindi.”
     Wenona elfin söylediklerine inanmadığını belirtircesine eliyle bir hareket yaptı. “Ortalığı birbirine katmıştın!” Koşmaktan nefes nefese kalmıştı. Kesik kesik konuşuyordu. “Oradan çıkmamız gerekiyordu –ve sen o adamı yenemezdin ve –ve hayır, ben dövüşemem.”
     “Yukarıda ne oldu peki?” Dëwain’in sesi şimdi daha sakin fakat daha endişeliydi, “Perkin şerefsizi sana zarar mı verdi?”
     “Denedi.” Wenona başını eğdi. Ne söyleyecekti şimdi? Kahretsin! “Yan odadaki bir cüce benim sesimi duyup geldi ve ben de kaçıp aşağıya indim.” Sonra hızla Dëwain’e döndü ve, “Senin beni koruman gerekiyor, biliyorsun,” dedi kızgın bir şekilde.
     “Wenona, ben…” Dëwain üzgün görünüyordu. Başını yere eğdi. “Ben yanına gelmek istedim, fakat izin vermediler. O lanet Zach merdivenleri tuttu ve… sonuçta merdivenlere ulaştım ama, değil mi, geliyordum yani.” Beklentiyle bir an durdu. Wenona’dan bir karşılık gelmeyince tekrar yüzü düştü. “Ah, biliyorum, yeterince iyi değildim. Gerçekten çok üzgünüm. Söz veriyorum, bir daha tekrarlanmayacak.” Wenona, bir şekilde, bu söze güvenebileceğini biliyordu. Ah, şu elf! Bunu nasıl yapıyordu?
     “Her neyse. Neden gelmişlerdi? Senden ne istiyorlar?” Kız tekrar yürümeye başlamıştı. Dëwain de rahatlayarak yanında yürümeye başladı.
     “Irwinn, şu kapının orada baygın yatan, beni atının ölümünden sorumlu tutuyordu.”
     “Bu biraz saçma değil mi? Yani, korucusun?”
     “Değil mi! Ben de öyle söyledim ama ahmak herif bana inanmadı.”
     “Kuşu çağırsaydın.” Wenona bir kahkaha attı. “O tür hayvanlar senin gibilere özel diye biliyorum.”
     “Öyleler. Fakat Abbot’u asla bir dövüşün ortasında çağırmam. Ona zarar gelmesini göze alamıyorum –Wenona, yanlış yönde yürüyoruz.” Wenona omuz silkerek rastgele yönünü değiştirdi ve yürümeye devam etti. Dëwain hızlanıp yetişti.
     “Peki adamın atının neden sende olduğunu sorabilir miyim, korucu?”
     “At babamındı. Vergi diyerek almışlardı, pis soyguncular! Hakkım olanı geri aldım ve sonra da asıl sahibi olan doğaya bıraktım. Ah, Wenona, hala yanlış yöne gidiyoruz.” Kızın kolunu tutup doğuya çevirdi. Yürümeye devam ettiler.
     “Çok asil bir hareket!” Wenona tekrar güldü. “Şu ‘Dëw’ kısaltması nedir?”
     “Bana taktıkları bir isim. Güya arkadaşmışız gibi kısaltıyorlar işte.”
     “Hoşuma gitti.” Wenona durup Dëwain’e döndü. “Sana böyle hitap edeceğim.”
     Dëwain sırıttı, “Adımın telaffuzu zor değil, Wen.”
     Wenona’nın yüzü aniden sertleşti. “Bana asla böyle hitap etmeyeceksin!”
     “Tamam, tamam. Sen başlattın ama…” Dëwain çocuk gibi dudak büktü. Wenona yürümeye devam etti. Fakat biraz sonra siniri geçti ve kız yine kendisine engel olamadı, “Pek sevilen birisi değilsin, ha?”
     “Aslında civar köylülerce seviliyor sayılırım. Fakat o züppeler zaten zor durumda olan köylülere zalimlik ediyorlardı ve ben de bu duruma tepki gösterdiğim için benden pek hoşlanmıyorlar.”
     “‘Hoşlanmamak’ çok yumuşak bir tabir oldu; adam seni öldüreceğini söylüyordu.”
     “Öldürebilirdi de.” Dëwain durdu. Wenona elfe döndü. “Teşekkür ederim Wenona. Sana borçlandım.”
     “Eminim ödemek için fırsatın olacaktır korucu.” Kız gülümsedi.
     “Bundan sonra seni bir an bile yalnız bırakmayacağım, söz.” Wenona’nın bir kaşı kalktı fakat bir şey demedi. Yürümeye devam ettiler.
     Az sonra doğu göğünde gökyüzünün karanlığı açılmaya, yıldızlar birer birer sönmeye başladı. Bir dağın silueti belirir oldu ve Wenona Zakamura’ya bakmakta olduğunu anladı. Sonunda, diye düşündü, sonunda geliyorum işte. Aklına eski bir anı geldi. Sonra, bu gece gelen mesajı düşündü. Artık çok az kalmıştı. Çok yakında her şey değişecek ve Wenona nihayet sahip olduklarını hak etme fırsatı bulacaktı. Bu düşüncelerle durdu ve Dëwain’e dönerek ciddiyetle sordu, “Bu adamlarla tam olarak ne derdin var?”
     Dëwain hemen cevap vermedi. Yorulmuştu. Önce etrafına bir bakındı. Açık arazideydiler. Bir ağaçlık yoktu; sadece tek tük çalı kümeleri vardı. Elf de bu yüzden olduğu yere oturdu ve yükünü bıraktı. Uzanıp Wenona’nın bileğini tuttu ve yanına oturttu. Doğuya dönerek güneşin ağır ağır yükselişini seyretmeye başladılar. Az sonra da Dëwain anlatmaya başladı.
     “Bu adamlar –Irwinn, Perkin, Zachariah ve Danita oluyorlar– benimle aynı köydendirler. Irwinn ve Perkin’in babası köyümüzün tamamına sahiptir ve mahsullerimizden hak talep eder. Pek çoğumuz bu durumu kanıksamışızdır ve sorun çıkmadan yaşar gideriz. Ama ben bu duruma katlanamıyorum. Sırf herkesten önce geldiler diye neden köyün sahibi onlar oluyorlar ki? Her neyse, elime kılıç alabildiğim günden beri o dördü ne zaman vergi toplamaya başlasalar karşılarını dikildim ve, yalan yok, neredeyse her seferinde dayak yedim. Ama bir gün babamın pek sevgili kısrağını aldılar. O yıl çok zor geçmişti, elimizde hiçbir şey kalmamıştı. Babam atına çok düşkündür. Annem ve kardeşlerim öldükten sonra ata iyice bağlanmıştı. Sanırım benden bile fazla seviyordu hayvanını.” Dëwain’in sesine bir hüzün karıştı. Wenona dönüp elfin yüzüne baktı. Sabahın alacakaranlık ışığında elfin yüzü derin gölgelere gömülmüş gibi görünüyordu. “Onu suçlamıyorum; onun arzuladığı gibi bir evlat olmadığımın farkındayım. Şu halimi görse ‘Serseri herif! Avare olmuşsun, boş geziyorsun!’ derdi herhalde.” Hafifçe gülümsedi. Wenona soruyu sormaktaki asıl maksadını unuttu ve gerçekten dinlemeye başladı. Nedense bu adamın anlattığı her şeyden keyif alıyordu. Dëwain devam etti, “Irwinn atı sahiplendi ve böbürlene böbürlene köyün etrafında gezmeye başladı. Daha hızlı koşsun diye kırbaçlıyordu, adi herif! Zavallı babam atının durumunu gördükçe üzülüyordu. Ben de artık hayvanları daha farklı görüyordum. Bazen onları duyabiliyordum, tıpkı ormanda geçirdiğim o gecede olduğu gibi. Bu, beni de değiştirmişti; artık o köyde kalmak istemiyordum. Gitmem gerekiyordu. Ben de bir gece malikaneye girip atı çaldım. Zavallı adamı terk etmeden önce son bir iyilik yapmak istemiştim. Fakat eve döndüğümde babam bana çok kızdı ve atı geri vermemi istedi. Şerefine leke mi gelirmiş, neymiş.” Burada Dëwain küçümseyici bir hıhlama çıkardı ve Wenona da elfe katıldığını düşündü; bazı insanlar kavramları yanlış yorumluyorlardı. “O gece aramızda büyük bir kavga çıktı, beni evden kovdu. Ben de yollara düşüp kendime yeni bir yer bulmaya karar verdim; köye geri dönemeyecektim. O gün bugün de yollardayım ve o dördü de bu işi onur meselesi haline getirdikleri için peşimdeler.”
     “Hep dördü diyorsun, bu gece sadece üç adam vardı.” Wenona bunu söylediği anda kendisine şaşırdı. Demin, Dëwain’i dinlerken, Danita’yı unutmuştu ama şimdi düşünmeden soruvermişti işte. Aslında kendisinden de bunu beklerdi kız, fakat Dëwain ile birlikteyken farklı hissediyordu. Yine de artık sormuştu ve bilgi edinme şansını kaçıramazdı.
     “Bilmiyorum.” Dëwain de şimdi düşünceli görünüyordu. “Sen sorana kadar hiç fark etmemiştim. Danita aralarında en gizemli olanıydı. Bir gün çıkageldi ve o gece malikanede yaşamaya başladı. Kiralık katil olduğu falan söyleniyor ama o geldiğinden beri herhangi bir şüpheli ölüm de olmadı. Onu pek tanımıyorum. Tek bildiğim güneyden, denizin ötesinden geldiği. Neden sordun ki?”
     “Belki peşimizde birisi daha vardır diye endişelendim. Bu yolcuğun daha sakin geçmesini umuyordum, bu kadar harekete alışık değilim.” Wenona ilk defa bunu yapmaktan hoşlanmadığını fark etti. Fakat sonra kendisini sorgulamaktan vazgeçti. Hiçbir şey değişmiş değildi; hala Wenona’ydı.
     “Sanmam.” Dëwain gözlerini kapadı ve bir saniye bekledi. Sonra gülümseyerek, “Etrafta bizden başka kimse yok,” dedi.
     Artık güneş doğudaki dağları aşmıştı ve ikisi de midelerinin guruldadığını fark ettiler. Dëwain Abbot’u çağırdı ve meyve bulmasını rica etti.
Kahvaltılarını ettikten sonra yeniden yola koyuldular.

     Zachariah batıya doğru koşmaya devam ediyordu. Hissedebiliyordu: kadın yakınlardaydı. Perkin’in pelteye dönmüş cesediyle karşılaştığında artık Sozjarn’a dönemeyeceğini anlamıştı elf. Danita ise ortalıkta görünmüyordu. Zachariah amaçsız ve evsiz kalmıştı. Bu yüzden de Danita’nın peşine düşmeye karar vermişti. Pencerenin altından başlayıp batıya giden izleri takip etmekteydi birkaç saattir. Nefesini toparlamak için durdu. Artık eskisi kadar zinde sayılmazdı. Dövüş becerilerinden bir şey kaybetmemişti fakat böyle koşmak da fazlaydı. Ellerini dizlerine dayamış soluklanırken sol tarafında bir hareket sezdi ve hemen kılıcını çekerek o yöne döndü. Ne gördüğünü anlaması birkaç saniyesini aldı. Sonra tek hissettiği korku oldu.
     “Peşimden bu kadar hızlı gelmemeliydin Zach. Beni büyümü yapmadan önce görmemeliydin.”
     “Sen… hayır, mümkün değil!” Zachariah kılıcını düşürdü ve gerilemeye başladı. Fakat bir taşa takıldı ve düştü. Yine de oturur vaziyette gerilemeye devam etti. “Bu sadece bir efsane, bir korku masalı. Sen gerçek olamazsın!”
     “Ah, Zach… Beni cidden görmemeliydin. Ama şaşırdım; senin drowları bir masaldan ibaret sandığını bilmiyordum. Gerçeği bilecek kadar bilge olduğunu düşünmüştüm hep.”
     Zachariah “drow” kelimesi duyduğunda gerilemeyi bıraktı. Artık hiç şüphesi kalmamıştı. Narogin’i, elflerin ana vatanını cehenneme çeviren, lanetlenmiş bir soy. Bu masal küçük elf çocuklarına uslu dursunlar diye anlatılırdı. Daha yaşlı olan elfler ise bu konuda bir kehanet olduğunu, drowların Daetrûn’e gelerek istilaya devam edeceklerini söylerlerdi. Zachariah ne çocukluğunda ne de yaşı kemale erdiğinde bu safsatalara inanmamıştı. Oysa şimdi bir tanesi karşısında duruyordu.
     “Beni neden takip ettin.” Danita yaklaşıp adamın önünde diz çöktü. Yüzünde şefkatli bir ifade vardı.
     “Ben… Endişelendim. Perkin ölmüştü ve… Senin bir şeyler çevirdiğini biliyordum. O aptal köye dönmektense sana katılma–”
     “Mümkün değil. Üzgünüm.” Danita kemerinden bir hançer çekti ve dostunun boğazına sapladı. Zachariah geriye devrilip sarsılırken kadın ayağa kalktı ve güneybatıya doğru yürümeye başladı. Artık oyalanamazdı. Artık zamanı gelmişti. Meekatharra’ya gidecekti. Sonunda yeniden bir şeyler yapacaktı; aptal taşra hayatından bıkmış usanmıştı. Orkların anlaşmaya hala sadık olup olmadıklarını merak ediyordu. İşlerin daha da karmaşık bir hal almamasını diledi.
Wenona dayanamayarak sordu, “O gün, Calaelen’in kalesine geldiğinde, hiç umudun var mıydı, gerçekten?”
Dëwain bir saniye düşündükten sonra “Hayır,” diye yanıtladı, “Ama ben elfim.”

Çevrimdışı sartan

  • *
  • 14
  • Rom: 0
  • “Kendimi arıyorum, demek ki varım…”
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hempa | 4
« Yanıtla #7 : 04 Ekim 2011, 16:44:04 »
4. Bölüm


     Üç metre genişliğinde ve yedi metre yüksekliğinde surlar Zakamura Dağı’nın zirvesindeki kadim yapıdan başlayarak batı ve doğu yamaçlarını iniyor, çimen kaplı araziyle buluştuklarında geniş bir yayla yüzlerce metre güneye ilerliyordu. Bu iki kol ilerledikçe kavislerini artırıp dağın güney yamacından yarım kilometre ötede birleşiyor, garip bir çember oluşturuyordu. Aşağıda batı, güney ve doğu taraflarında birer kapı vardı. Dördüncü bir kapı ise dağın zirvesinde, kuzeye bakan bir taneydi.
     Burası Zakamura Sıradağları’nın en güney ucuydu ve buradan kuzeye doğru sivri zirveler gitgide alçalarak sıralanmışlardı. İlginç bir şekilde bu dağın, Zakamura’nın, kuzey yamaçları güney yamacına göre çok daha sık bir ormanla örtülüydü. Buraya gelen ve aptallık derecesinde dikkatsiz olmayan her gezgin bunu fark ederdi. Fakat buradan ayrılıp da böyle bir şey anlatan kimse olmamıştı. Herkes anlaşılamaz bir biçimde bu tersliği unutuverirdi sanki. Bu durumun bir sebebi de buraya artık pek az gezginin gelmesiydi.
     Xuyang’ın bu bölgesi çok uzun süredir terk edilmiş bir haldeydi. Buraya en yakın kasaba batıdaki Gaddarol’du. Güneyde, denize kadar, haritalarda görünmeyecek kadar küçük birkaç köy dışında yerleşim yoktu. Ve doğuda ise… Doğrusu çoğu kişi burayı dünyanın kıyısı olarak bilirdi. O bozkırlarda hiçbir şey yok gibiydi.
     Hiçbir yerin ortasındaki bu tapınak da haliyle pek bilinmezdi. Xuyanglılar dahi bu kadar batıya gelmiyorlardı. Zakamura bir zamanlar sahip olduğu şöhreti kaybetmişti. Ne var ki Tapınak bundan rahatsız değildi. Doğruyu söylemek gerekirse böyle kalmasını dilemek için sebepleri vardı.

     Dëwain ve Wenona yüksek, beyaz duvarları gördüklerinde yürüyüşlerini yavaşlatmışlardı. Tarihi şehre doğru attıkları her adımla üzerlerine anlamsız bir sükunet çöküyordu. Sanki dünya dönmüyor, attıkları adımlar hiçbir yere varmayacak gibi geliyordu. Ama güneş gökyüzündeki hareketine ve duvar ise normal şekilde yaklaşmaya devam etti.
     Yine tüm gün yürümüşlerdi ve bir saat öncesine kadar bu garip hissin yorgunluk olduğunu zannediyorlardı. Fakat Dëwain bir korucuydu ve çevresini algılamakta oldukça iyiydi.
     Gün boyunca çevrede bir gariplik sezinlemişti elf. İlk önce bitkileri fark etmişti: olmaları gereken boyda değildiler sanki. Korucu tam açıklayamazdı ancak fısıldadıkları yaştan çok daha küçük görünüyorlardı. Dëwain bir fidanın üç bin yaşında olduğunu söylediğine yemin edebilirdi. Koruculuk yetilerinden şüpheye düşüp Abbot’a da sormuş ve aynı cevabı almıştı: bu bitkiler çok yavaş büyüyorlardı.
     Sadece bitkiler değildi garip olan. Daha birkaç dakika önce Dëwain güneyden gelen ve tam da Zakamura Dağı’nın yakınından geçecek bir rotada kuzeye göç eden bir kuş sürüsünü fark etmişti. Şimdi de onları izliyordu.
     Sürü duvarlara doğru düzgün bir şekilde uçarken tam duvarın hizasına geldiklerinde aniden batıya yönelerek bir yay çizdiler ve ikilinin üzerinden geçtikten sonra kuzeye doğru ilerlemeye devam ettiler. Dëwain göç rotaları uzmanı değildi belki ama bu hareketin doğal olmadığı konusunda babasının merhum atı üzerine bile bahse girerdi. Ne var ki Dëwain bu bilgileri kendisine sakladı. Wenona’nın bu tür şeyleri umursamayacağını düşünüyordu.
     Wenona’nın neyi umursadığı belli oluyordu. Gözleri, önlerinde yükselen duvarlara sabitlenmişti ve ayağını nereye bastığına bile bakmıyordu. Dëwain kızın buraya ne amaçla geldiğini deli gibi merak ediyordu. Fakat sormadı, cevap alamayacağının farkındaydı. Hem, Gaddarol’daki olaydan sonra, müşterisinin memnuniyetini bozmak da istemiyordu.
     Sonunda surların batı yanındaki boşluğa, batı kapısına vardıklarında güneş batı ufkuna, tepeden daha yakındı. Ağır, zorlanarak açılması imkansız görünen, kalın demirlerle desteklenmiş kapının önünde durdular ve seslenebilecekleri bir nöbetçi için surlara bakındılar. Kimse görünmüyordu. Kapıların üzerindeki surda yürüyen tek bir nöbetçi bile yoktu. Burada ne bulacağını bilmeyen birisi şehrin terk edilmiş olduğunu sanabilirdi.
     Wenona beklentiyle Dëwain’e baktı. Dëwain ise omuz silkmekle yetindi. Sonra, tam Wenona bir azara başlayacakken, ana kapının içerisinde daha küçük, normal boyutlarda bir kapı sessizce açıldı ve dışarıya iki asker çıktı. Başları ikiliye dönük şekilde durdular. Bir tanesi kapıyı tekrar kapattı. Dëwain ve Wenona askerlerin tam olarak nereye baktıklarını anlayamıyorlardı; adamların miğferleri yüzlerini tamamen gizliyordu. Ağır zırhlarından tenlerinin hiçbir zerresi gözükmüyordu.
     “Kadim Tapınak’ın kapılarına ne amaçla geldiniz, gezginler?”
     Dëwain de Wenona da birkaç saniye nasıl –kime– cevap vereceklerini bilemediler; konuşanın hangi asker olduğunu anlamak mümkün değildi. Fakat şaşkınlıklarının başka bir sebebi daha vardı: konuşan bu ses genç bir erkeğe aitti fakat aksanı, tonlaması ve dinleyen üzerinde bıraktığı etki oldukça bilge birine ait gibiydi, çok bilge birine ait gibi, bu duruşa sahip olamayacak kadar yaşlı bir adamın sesi gibi. Sonunda Dëwain, gözlerini bir ona bir diğerine çevirerek, iki askerin ortasına doğru konuştu, “Zarar vermek niyetinde olmayan, Tapınak’ın barındırdığı bilgelikten nasibimize düşeni rica eden, yorgun gezginleriz.” Bu sözleri ezberden, doğru hatırlamak için gözlerini hafifçe kısarak söylemişti. Askerlerin yüzlerini göremediğinden doğru söyleyip söyleyemediğini anlayamıyordu. Wenona’nın tedirginlik, beklenti ve sabırsızlık karışımı bir ifadeyle kendisini izlemekte olduğunu bilmek de rahatlamıyordu elfi. Askerlerden biri, aynı asker, tekrar konuştu ve ikili bir an hafifçe yerlerinden sıçradılar. Lanet heriflerin ağızlarının ne zaman açıldığını göremiyorlardı ki bir şey duymayı beklesinler!
     “Niyetinizin hayırlı olduğunun bir kanıtı olarak silahlarınızı burada, kadim duvarların dışında bırakmanızı isteyeceğim.” Askerlerden bir tanesi ikiliye yaklaştı ve mızrağını yere saplayarak önlerinde durdu. Konuşan asker bu olmalıydı.
     Wenona dönüp tekrar Dëwain’e baktı. Elf de yine omzunu silkti ve sırtından yayını ve sadağını indirdi. Sonra kılıç kemerini çözerek iki katanasını da elini uzatmış bekleyen askere verdi. Ardından çizmelerinin içerisinden birer tane, pantolonunun kemerinden üç tane ve Wenona’nın nereden çıkardığını göremediği bir tane hançeri de askerin üzerine yığdı. Dëwain adamın yüzünü göremese de durumdan sıkıntı duyuyor olduğunu umarak sırıttı. Miğfer bu sırıtmaya birkaç santim sağa yatarak karşılık verdi ve sonra içlerinde göz olup olmadığı dahi şüpheli çukurlarını Wenona’ya çevirdi. Wenona o çukurlara gözlerini kaçırmadan baktı.
     “Silah taşımıyorum.”
     Asker sorun olmadığını belirtircesine başını eğdi. “Çantalarınızı da aramalıyız yolcular. Lütfen yükünüzü indirin ve henüz duvarların dışındayken zararsız niyetlerinizden tamamen emin olalım.”
     “Hıh…” Bu ses Wenona’dan çıkmıştı ve Dëwain’in bunun iyiye işaret olmadığını tahmin etmesi için kızı kısa süredir tanıyor olması yeterliydi. Hızlıca kendi çantasını indirdi ve açarak içine bakması için askere doğru uzattı. Askerse az önce iki eliyle kucakladığı onca silahı sol koltuk altına sıkıştırıverdi ve Dëwain az önceki gülümsemesinin miğferin altından iade edildiği hissine kapıldı.
     Dëwain’in çantasından pek fazla eşya çıkmamıştı. Doğada yaşamaya alışmış herhangi bir korucudan çok daha hafif seyahat ediyordu belli ki. Gücünü silahlarına saklamak istemiş olmalıydı. Sonuçta askerin dikkatini çeken tek şey bir pelerin oldu. Wenona bunun ilk gecelerinde sarındığı pelerin olduğunu gördü. Pelerin siyahtı. Hiçbir süs ya da işleme yoktu. Boyun kısmındaki bağları da olmasa pelerinden ziyade çarşaf sanılabilirdi.
     “Güzel pelerin… korucu.” Ses takdir doluydu. Wenona sebebini anlayamadı; basit bir pelerindi işte. Asker Dëwain’in çantasını tekrar özenle toparladı ve nazikçe geri uzattı. Dëwain’e miğferinin ardında gizlediği bir ifadeyle birkaç saniye daha baktıktan sonra Wenona’ya döndü. Kızdan bir hareket gelmedi. Askerden de öyle. Wenona’nın yüzü gitgide sertleşiyordu. Sonunda Dëwain bir şey diyemeden kız kollarını kovuşturdu ve bir ayağını yere vurarak konuştu.
     “Daha demin silahlarımızı bırakmamızın iyi niyetimizi kanıtlayacağını söylüyordun. İşte, bıraktık. Ben çantamı falan açmıyorum.” Asker cevap vermedi. Tek bir kasını bile oynatmadan Wenona’ya bakmaya devam etti. Dëwain duruma el atmazsa kızın ve dolayısıyla kendisinin de içeriye alınmayacağının farkındaydı.
     “Wenona, bu adamlarla inatlaşmanın bir yararı olmaz. Bırak baksınlar, ne zararı olabilir ki? Hem içeriye giremezsen bunca yolu boşuna gelmiş olacağız. Bana oldukça önemli bir işin var gibi gelmişti, yanılıyor muyum?”
     Wenona küçümseyici bir yüzle elfe baktı. Söylediklerinden zerre kadar etkilenmediği belliydi. Fakat yine de çantasını sırtından indirdi ve yere, ayağının dibine bıraktı. Dëwain rahat bir nefes aldı ve yüzüne samimi bir gülümseme yerleştirdi, sonunda girebileceklerdi.
     Dëwain’in gülümsemesi yüzünde dondu kaldı. Asker Dëwain’den aldığı silahları yere bırakıp çantaya uzanmıştı. Fakat Wenona hızla adamın zırhlı kolunu yakaladı ve geriye itmeye çalıştı. İtemeyeceğini anlayınca da ayağıyla çantasını geriye doğru tekmeledi. “Çantamı açmayacağımı söylemiştim. Eğer ille de kanıt istiyorsanız işte çanta burada. Onu kadim duvarlarınızın dışında bırakıyorum… asker. Şimdi girebilir miyiz? Teşekkürler.” Adamın kolunu bıraktı ve yürüyüp kapıyı tutan diğer askerle yüzleşti. Sert bakışlarını miğferin deliklerine dikti ve çekilmesini bekledi. Dëwain bunun işe yarayacağını hiç sanmıyordu. Fakat konuşmaları yapan asker yere eğilip Dëwain’in silahlarını topladı ve çantayı görmezden gelerek kapıya doğru ilerledi. Kapıdaki asker de belli bir ritimle birkaç kez kapıyı yumrukladığında sonunda Wenona sıyrılıp içeri girdi. Dëwain de takip ettiğinde kapı arkalarından kapandı.
     “Silahlarını şu ilerideki nöbetçi kulübesinde muhafaza edeceğiz elf. Ayrılırken aynen bıraktığınız gibi bulacağını garanti ediyorum.” Wenona’ya dönerek ekledi, “Senin çantan için aynı şeyi söyleyemem.” Sonra ilk iki asker uzaklaşıp gittiler ve kapıyı içeriden açan kişi ikiliye yanaştı.
     Bu seferki bir asker ya da muhafız değildi. Üzerinde sade, beyaz bir cüppe vardı. Alışıldık cüppeler gibi bol değil, dar kesimliydi. Belindeki siyah kuşak cüppenin önünün kapalı kalmasını sağlıyordu. Adamın kafası tıraşlıydı ve sakallarını da her gün kesiyor gibiydi, en azından bu sabah kesmiş olmalıydı. Askerlerin soğuk tavırlarından sonra adamın gülümsemesi rahatlatıcı geldi Dëwain’e.
     “Ben Batı Kapıcısı Keşiş Hermann, gezginler. Sizlere Zakamura duvarları içerisinde eşlik edeceğim. Eğer –”
     Wenona keşişin lafını sanki adam bir uşakmış gibi kesiverdi ve elfin koluna yapıştı. “Önce rehberimle özel olarak konuşmam gerekiyor ihtiyar.” Kız, yüzünde kızgın ve sert bir ifadeyle Dëwain’i keşişten uzağa, kapının öbür yanına, duvarın köşesine çekiştirdi.
     “Tüm bu güvenlik zırvalarından ne zaman bahsetmeyi düşünüyordun elf!” Sesi fısıltıydı fakat bağırmış olsaydı bile ancak bu kadar sinirli çıkabilirdi.
     “O çantada keşişlere göstermek yerine arkada bırakacağın kadar acayip bir şey olduğunu söylemiş olsaydın ben de bir çare düşünürdüm.” Dëwain bu kızın azarlar tavrından sıkılmaya başlıyordu artık. Sonra merakına yenik düşerek sordu, fakat gözlerindeki alınmış ifade kaybolmamıştı. “Sahi, ne vardı ki o çantada, bu kadar gizlemek istediğin?”
     “Sence,” Wenona sabırla iç geçirdi, “bu kadar gizlemek istediğim bir şeyi sormak saçma değil mi, korucu? Hatana bahaneler uydurma, beni böyle bir şeye karşı bilgilendirmen gerekirdi. Ne biçim rehbersin sen!” Sonra aniden durdu. Dëwain cevap vermek için ağzını açtı ancak kız elini kaldırarak onu susturdu. Yüzüne yavaşça bir korku yerleşmeye başlamıştı. Dëwain hemen etrafı yokladı. Herhangi bir tehdit hissetmiyordu ama garip bir şey vardı. Daha önce buna biraz olsun benzer bir şey hissetmemişti. Wenona’ya hak verdi; bu his ürkütücüydü. Sonra kız aniden köşeden ayrıldı ve biraz yürüdükten sonra durarak başını göğe kaldırdı. “Bir baksana…” Şimdi korku sesine de yansımıştı. “Hava tam kararmadan göremiyorum ama sen bir elfsin, görebilmen gerek; eksik bir şey var mı?”
     Dëwain başta anlamadı. Fakat sonra, her ne kadar saçma bulsa da aklına başka bir şey gelmediğinden, kızın yıldızlardan ya da aylardan bahsediyor olması gerektiğine karar verdi. Yanına giderek göğü incelemeye başladı. Yıldızları henüz elf bile seçemiyordu fakat buna gerek de kalmadı. Kafasından hızlı bir hesap yaparak bu gecenin nasıl görünmesi gerektiğini düşündü: Gardach görünmeyecekti, Narogin yarım ay biçiminde ve tam tepeden geçecekti, Ay ise ilk dördün halinde olacaktı. Bulutların toplanmaya başladığı düşünülürse yıldızsız da bir gece olacaktı. Gök neredeyse boş görünecekti. Sadece Narogin, Ay ve…
     “Bolkar.” Wenona Dëwain’in aklındakini fısıldadı. “Bu gece Bolkar güneyde çok az da olsa görünmeli.” Sonra başını indirip elfe baktı. Dëwain ise zaten Wenona’ya bakmaktaydı.
     “Haklısın. Burada garip bir şeyler dönüyor. Bu gece Bolkar’ı göremeyeceğiz. Ne de Narogin’i. İkisi de yok.” Bu son cümleyle Wenona’nın gözleri kısıldı, nefesi de hızlanmıştı ve kız köşeye sıkıştırılmış bir av gibi göründü bir an Dëwain’e. Dëwain bir korucu olarak bazen insanları da hayvanları algıladığı gibi algılayabiliyordu, sonuçta bazı içgüdüler değişmemişti. Fakat şu anda aklına takılan şey Wenona’yı avlanan bir hayvan gibi görmesi değildi.
     “Nasıl fark ettin? Nereden aklına geldi ki?”
     “Bilmiyorum… Duvarı geçtikten sonra garip hissettim ve bu duvarın hemen arkasında da bakabileceğim pek fazla şey yoktu. İçime doğdu gibi bir şey. Her neyse,” Açıklamasını kesiverdi ve şüpheli bir şekilde, Dëwain’in araya girmesine fırsat vermeden sordu, “Daha önce geldiğinde bu durumu fark etmedin mi?”
     Wenona’nın sorusuyla kafası karışan Dëwain birkaç saniye düşünceli bir halde durdu. Hatırlamaya çalışır gibi gözlerini kırpıştırdı. “Daha önce bir kez geldim ve… o zaman yağmur vardı, sanırım. Gece de dışarıda değildim, göğe bakmak da aklıma gelmemişti doğrusu. Eh, o zaman şimdiki kadar deneyimli de değildim, hiçbir şey hissetmemiştim. Ben de gafil avlanmış durumdayım.”
     “Neyse. Sonuçta buraya geldik ve geri dönmeye niyetim yok. Ayrıca şu Hermann’ın bu yana attığı bakışları beğenmiyorum. Bence artık dönsek iyi olacak.”
     Dëwain en başında Hermann’dan uzak bir köşeye gitmek isteyenin Wenona olduğunu belirtmedi. Şu anda böyle çocukça atışmalar için uygun bir zaman olmadığının farkındaydı.

     Duvarların içinde, çevreledikleri alana göre oldukça az sayıda yapı vardı. Üç kapının yakınında birer muhafız kulübesi ve tam ortaya yerleştirilmiş, muhtemelen muhafızların yaşadığı birkaç evden ibaretti hepsi. Evlerin perdeleri sıkıca örtülmüştü ve hiçbir yaşam belirtisi yok gibiydi.
     Hermann isimli keşiş sohbete meraklı bir tipti. Her ikisine de akla gelebilecek her şeyleriyle ilgili o kadar çok soru sormuştu ki Dëwain artık Wenona’nın her an patlamasını bekliyordu. Zaten yürüyüşlerinin ortasında Wenona adama dönmüş ve ilgilendikleri tek şeyin dağın zirvesindeki tapınağa ulaşmak olduğunu, mümkün olduğunca çabuk gitmek istediklerini söylemişti. Keşiş de bu çıkıştan sonra susmuştu nihayet.
     “İşte.” Hermann eliyle, takdim edercesine, merdivenleri işaret etti. Merdiven dümdüz bir biçimde yukarıya kadar tamı tamına iki bin metre tırmanıyordu. Çevresinde birkaç sıra ağaç vardı ve baharda yeşermiş dallar merdiven boyunca bir kubbe oluşturuyordu. Basamakları bembeyaz taştan yapılmıştı ve hiçbir ek yeri göze çarpmıyordu. Dëwain cüce taş işçiliği ile ilgili pek çok methiye duymuştu fakat gördüğünde yine de etkilendi. Wenona ise sadece bitkin görünüyordu. Merdivenlere şöyle bir baktı ve omuzları düşerek iç geçirdi. Keşiş ikisine dönerek neşeli bir şekilde konuşmaya devam etti, “Aradığınız bilgeliğe ulaşmak için tırmanıp aşmanız gereken son engel bu, gezginler. Tırmanmaya başlamadan önce uyuyup dinlenmenizi öneriyorum. Ayrıca dağın, duvarlar arasında kalan bu kısmında hiç avlayacak hayvan bulamayacaksınız ve yol kenarındaki ağaçlardan meyve koparmak da kesinlikle yasaktır. Bu yüzden eğer yeterli erzakınız yoksa burada, benden temin etmelisiniz. Burayı tırmanmak için zinde bir beden gerekir.”
     Wenona buna bir cevap vermedi. Dönüp Dëwain’e baktı. Dëwain buna sevindi ve biraz da şaşırdı: bu kibirli kızın herhangi bir kararı ona bırakacağını pek sanmıyordu. Ama Wenona Hermann ile beraber yaptıkları yürüyüş boyunca da hiç konuşmamış, sıkıntılı halini sürdürmüştü. Yola çıktıklarından beri oldukça sıkı bir yürüyüş yapmaktaydılar ve Dëwain kızın artık yorulduğuna emindi. Anlaşılan tartışacak enerjisi kalmamıştı.
     “Dinlenmek iyi bir fikir olabilir, keşiş. Önerini tutacağız.” Beklentiyle Wenona’ya baktı ve kız kafasını evet anlamında salladığında gülümsedi.
     “Ne yazık ki burada, açık havada gecelemek zorundasınız, gezginler. Dışarıdan gelenlerin Tapınak dışında bir yere girmeye izinleri yoktur.” Keşiş üzgün ya da mahcup görünmüyordu. Yüzündeki müşfik gülümseme herhangi bir anlam ifade etmeyecek kadar sabitti. Dëwain artık bu gülümsemeyi hiç rahatlatıcı bulmuyordu. Bu garip yerden bir an önce ayrılmasını engelleyen tek şey Wenona’yı yüzüstü bırakmamış olmaktı ve cesaret vermesi için  tutunduğu düşünce de keşişlerin kural olarak “iyi” olması gerektiğiydi. Tabii bu adam gerçekten bir keşiş ise… Dëwain muhafızları hatırladı ve bu işe böyle balıklama atlamış olmasının hata olup olmadığını merak etti. Fakat elf bu tür sorgulamaları sıkıcı bulurdu ve bu yüzden bu konuda daha fazla endişelenmedi. Sonuçta buraya gelmişlerdi ve olacak olan da olurdu.
     “Ateş yakmak da yasak mı, keşiş? Donuyorum.”
     Wenona bezgin bir sesle, tüm bu “yasak” laflarından bıktığını belli ederek sormuştu. Keşiş kızın ses tonunda hiç de alınmamış bir halde, gülümsemesini bozmayarak, “Eğer yükünüzde odun varsa yakabilirsiniz, elbette. Bu ağaçlardan kesemezsiniz, buradaki herhangi bir şeyi değiştirmek –”
     “Yasak. Evet, bunu anladık.” Wenona bu andan sonra adamı yok saydı ve olduğu yere oturdu. Dëwain keşişten özür dileyecek oldu fakat Hermann başıyla bir selam vermiş ve arkasını dönmüştü bile. Yavaş, neredeyse uyuşuk adımlarla batı kapısına doğru ilerlemeye başladı. Dëwain de omuzlarını silkip kendisini yere, çantasını da yanına bıraktı. Bağdaş kurarak ellerini dizlerine dayadı ve Wenona kadar olmasa da yorulmuş olduğunu fark etti. Bu düşünceyle Wenona’ya baktığında kızın titremeye başladığını gördü.
     “Biraz serin ama o kadar da değil,” dedi kızı somurtkan ruh halinden çıkaracağını umduğu bir sesle. Wenona sadece boş boş baktı ona. Dudakları morarmaya başlamıştı. Yüzünün rengi solmuş, gözleri matlaşmıştı. En hayret verici olanı, saçlarında uçuk pembe teller belirmeye başlamıştı ve Dëwain, sebebini anlayamıyorsa da, sayılarının artacağından emindi. “Hasta mısın?”
     Wenona elfin yüzündeki endişe ve şefkati gördüğünde bitkinliğine rağmen gülümsedi. Fakat dişleri takırdamaya başlayınca gülümsemekten vazgeçerek bacaklarını karnına çekip başını da dizlerinin arasına soktu. Dëwain, onun, kendi nefesiyle ısınmaya çalıştığını anladı. “Sana pelerinimi vereyim, iyice sarın,” diyerek çantasına uzandı elf.
     “Zahmet etme. Faydası olmaz. Öyle bir şey değil.”
     Dëwain’in eli çantasının ağzında bir saniye oyalandı. Sonra, kollarını kovuştururken sordu, karşısındaki insan böyle titreyince ister istemez ona da soğuk gelmeye başlamıştı, “Nasıl bir şey peki? Belki yardımcı olabilirim.”
     “Olamazsın.” Wenona elfe bakıp başını salladı. “Nasıl bir şey olduğunu ben de bilmiyorum.” Başı tekrar önüne düştü. Dëwain bu kasvetli havaya uzun süre dayanamayacağını biliyordu, böyle hissetmek korucuya doğal gelmiyordu. Fakat şu anda eğlenceli bir sohbet açacak havada da hissetmiyordu kendisini, aklına bir şey gelmiyordu.
     Wenona uyumaya çalışacağını söyleyerek çime uzandı ve cenin gibi kıvrılarak titremeye devam etti. Dëwain’in bu görüntüyle içi burkuldu ve başını kaldırıp göğe baktı. Güneş batmıştı. Tahmin ettiği gibi bulutlar toplanmış, yıldızlar gizlenmişti. Ay bulutların ardından solgun, silik görünüyor, pek ışık vermiyordu. Narogin ve Bolkar ise olmaları gereken yerlerinde değildiler, koskoca iki gezegen semadan silinivermişti ve Dëwain bu durumun burasıyla bir ilgisi olduğuna emindi. Tekrar önündeki kıza bakınca bir şeyler yapma isteğine daha fazla engel olamayacağına karar verdi. Henüz ne kadar yabancı olurlarsa olsunlar yoldaşı bu haldeyken elfin burada kıvrılıp uyuması mümkün değildi.
     Emekleyerek Wenona’nın yakınına gitti ve kızı ürkütmemeye çalışarak arkasına geçti. Çantasına uzanarak pelerinini ve battaniyesini çıkardı. Yere, göğsü Wenona’nın sırtına gelecek şekilde yan olarak yattı, kendi sırtındaki pelerini, çantasından aldığı siyah pelerini ve son olarak da battaniyeyi ikisinin üzerlerine örttü ve örtünün altında usulca kollarını uzatıp kızı sardı. Wenona hemen irkildi ve pelerinler ile battaniyeyi üzerinden atarak başını çevirip şaşkınlıkla elfe baktı. Kafasında bir ses adamı, yaptığı bu terbiyesizlik yüzünden patlatması gerektiğini söylerken yıllardır ilk defa başka bir ses daha duydu kız. Wenona direnmeye, bu sesi susturmaya çalıştı. Ne olursa olsun bu kadar aciz görünmemeliydi.
     “Haydi.” Dëwain’in gülümsemesi aptallık seviyesinde gerçek geldi kıza. “Sorunun ne bilmiyorum ama böyle titrerken uyuyamayacağın belli. Burası garip bir yer ve hazırlıklı olmalıyız. Gücünü toplaman gerek.” Kızdan bir hareket gelmeyince gülümsemesini genişleterek devam etti, “Kötü bir niyetim yok Wenona. Sadece ısınmanı istiyorum.”
     “Sana öyle bir şey olmadığını söylemiştim. İşe yaramaz.” Wenona kendisini sırt üstü çime bıraktı. Kafasını geriye eğmişti. Dëwain onun güney ufkuna baktığını fark etti. Kız sıkıntıyla iç çekerek tekrar korucuya döndü. Dëwain hala gülümsüyordu.
     “Denemeden bilemezsin. Haydi.” Örtüyü düzeltti ve Wenona’nın da altına girmesi için yukarıda tuttu. Kız, kendisine inanamayarak örtünün altına sokuldu ve Dëwain’e sırtını dönerek yine kıvrıldı. Bir saniye sonra adamın kolları bedenini sardı ve pelerinler ile battaniye ikisini sıkıca örttü.
Az sonra titremeler durdu. Wenona elften kendisine bir sıcaklığın aktığını hissetti. Bunun bir korucu becerisi ya da elf yeteneği olduğunu hiç sanmıyordu. Daha önce hiç böyle bir yetenek duymamıştı ve oldukça fazla şey duymuş biriydi. Fakat beş dakika sonra, artık neredeyse hiç üşümüyorken, bu huzurlu sıcaklıkla uykuya dalmadan hemen önce, aklına bir şey geldi. Buna benzer bir şey duymuş olabilir miydi? Ama hayır. Bu çok saçma olurdu. Bu mümkün değildi. Wenona için asla mümkün olmayacaktı.
     Dëwain Wenona’nın uykuya daldığını hissederek gözlerini kapadı. Kızın pembe saçlarına yüzünü gömdü. Bunu niçin yaptığını, ne anlama geldiğini düşünmedi bile. O, bu tür şeyleri düşünerek yapmazdı.
Wenona dayanamayarak sordu, “O gün, Calaelen’in kalesine geldiğinde, hiç umudun var mıydı, gerçekten?”
Dëwain bir saniye düşündükten sonra “Hayır,” diye yanıtladı, “Ama ben elfim.”

Çevrimdışı sartan

  • *
  • 14
  • Rom: 0
  • “Kendimi arıyorum, demek ki varım…”
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hempa | 5
« Yanıtla #8 : 07 Ekim 2011, 14:33:00 »
5. Bölüm

     Wenona gözlerini açtığında doğuda bulutlar aydınlanmış, duvarların üzerinden güneşin ilk ışıkları taşmaya başlamıştı. Birkaç on metre yukarıda, rengi sürekli değişen küçük bir kuş düzgün daireler çiziyordu. Görüş alanının geri kalan yarısını dolduran otlar tam gözlerinin hizasına kadar yükselmişlerdi ve sabah esintisinde tembelce dalgalanıyorlardı. Aynı esinti kızın yüzünü yalıyor, birkaç tel saçını gözlerinin önünde uçuşturuyordu. Açık pembe saçlar... Daha önce renklerinin hiç bu kadar solduğunu hatırlamıyordu Wenona.
     Üşümesi birkaç saat önce durmuştu. Wenona o zamandan beri uyanıktı ve neden hala elfin kollarının arasında yatmaya devam ettiğini kendisine sormaktan kaçınıyordu. Ve o ne kadar kaçınırsa soru da o kadar sık geliyordu aklına. Çünkü Wenona Dëwain’den şimdi uzaklaşsa titremelerin geri gelmeyeceğini biliyordu. Artık durmuştu. Uyandığı anda fark etmişti kız: O, gitmişti. Nasıl olduğunu anlayamıyordu ama yalnız olduğunu biliyordu. Bu acizlik hissi Wenona’yı yiyip bitiriyordu. Sinirle ısırmaktan alt dudağını kanatmıştı. Fakat bir yandan da hala elfin kollarında yatmaya devam ediyor oluşunu bu eksikliğe borçlu olduğunu biliyordu. Bu da onu daha da sinirli yapıyordu. Ama yine de kalkmak istemedi. Öylece uzanmaya devam etti.
     Dëwain ani bir hareketle sırt üstü döndü ve gerindi. Bu hareketle battaniye ve pelerinler Wenona’nın üzerinden çekildi ve kız da daha fazla böyle yatmayacaklarını anlayıp doğruldu. Yüksek bir esneme sesi duyunca Dëwain’e baktı. Korucu birkaç saniye daha gerindikten sonra gözlerini açtı. Daha o bir şey söylemeden Abbot gelip elfin omzuna kondu.
     "Gece boyunca bize göz kulak olduğun için sağ ol dostum. Git ve dinlen, gün boyunca sensiz idare edebilirim." Abbot bir kez öttükten sonra kayboldu ve Dëwain de Wenona’ya döndü. "Günaydın. İyi görünüyorsun."
     "Evet." Wenona gözlerini elften kaçırdı ve ayağa kalkıp korucunun çantasına uzandı. "Yiyecekleri senin taşıman iyi oldu." Sesini ifadesiz tutmuştu. Dëwain’den izin beklemeden çantayı açtı ve kurcalamaya başladı. Bir süre sonra aradığını bulunca elinde olmadan sırıttı. Bu küçük meyvelerin adını hatırlayamıyordu ama tatlarını çok sevmişti. Üstelik sadece üç tanesi bütün gün tok tutuyordu. İlk meyveyi dişleriyle sıkıştırdı ve suyunu emmeye başladı. Bu sırada gözünün kenarıyla bir hareket yakalayınca dönüp elfe baktı. Dëwain bir elini ileriye uzatmış, avucunu açmıştı. Diğer eli tekrar esnemeye başlayan ağzını kapatıyordu. Esnerken gözleri kapalıydı. Wenona aniden gelen bir muziplikle diğer elindeki meyveyi Dëwain’in suratına fırlattı. Fakat elf görünmez bir hızla, tam da burnunun bir santim önünde meyveyi yakaladı ve kıkırdayarak göz kırptı.
     "Bir korucuyu böyle yavaş davranarak gafil avlayamazsın."
     Dëwain’in kıkırdaması küçük bir kahkahayla bittiğinde Wenona gülümsediğini fark etti. Eğer bu eksiklik hissi, bu kayıp olmasa bu şekilde aşağılanıp da gülümsemeyeceğine emindi. Kafasından hızlıca maskeler ve rollerle ilgili bir şeyler geçti yine. Bu sırada gülümsemesi soldu, başı önüne düştü. Ama sonra tekrar elfe baktı. Yüzünde minnettar bir ifadeyle, "Teşekkürler Dëwain," dedi, "Her ne yaptıysan işe yaradı, en azından gün boyunca tekrar rahatsızlanmayacağıma eminim."
     Dëwain’in uykusu kendi adını kızın ağzından duyunca açıldı. Eğer yanılmıyorsa ilk defa adıyla hitap etmişti. Elf bir an için bu konuda bir şeyler söyleyecek oldu fakat son anda kendisini tutmayı başardı. Wenona’nın bir şekilde dengesiz bir hali vardı, elf artık bunu anlamıştı. Ve eğer şimdi kızın iyi tarafına yüklenirse kötü tarafın aniden geri döneceğine emindi. Dëwain bütün bu basamakları Huysuz-Wenona ile tırmanmaya dayanamazdı. Bu yüzden konuşmadı ve meyvesini yemeye başladı. Wenona da ikinci bir meyve alarak elfin yanına oturdu. Sessizce kahvaltılarını ettiler.
     Tırmanışlarının ilk saati biterken Wenona’nın titremeleri hala geri dönmemişti ve kız haklı olduğunu anladı. Fakat bunu daha fazla kafasına takmadı. Geçici bir durum olduğuna emindi ve bu değişiklikten keyif almaya karar vermişti, eğer ortada alınacak bir keyif varsa tabii.
     Düşünceleri bittiğinde Dëwain’in kendisini izlediğini fark etti Wenona. Dönüp kızgın gözlerle baktı ve elfin gözlerini kaçırmadığını görünce iyiden iyiye huylandı; saçlarının rengi falan mı değişmişti yine? Neye bakıyordu bu adam böyle?
     "Şu diş..."
     Wenona inanmazlıkla başını salladı. Bir saattir tek kelime etmemişlerdi ve adamın ilk lafı bu olmuştu. Wenona kendisini çekemeden Dëwain uzanıp parmağıyla kızın kulağındaki diş biçimli küpeye dokundu. "Gece birkaç kez battı ve temas ettiğimde sahteymiş gibi gelmedi."
     Wenona lafın nereye geleceğini anladı ve sırıttı. "Hiç trol görmedin sanıyordum, korucu."
     Dëwain işlerin normale döndüğünü anlayarak rahatladı. İnkar edemezdi: Huysuz-Wenona’nın korucuya bir yere kadar hitap eden bir yanı vardı. "Görmedim. Ama sen anlatabilirsin."
     "Sahte demiştim, hatırladın mı?"
     "Ve sana bunu satan adamın bir şeyler anlattığından bahsetmiştin. Hadi ama, sen bir gezginsin, eski hikayelerden bahsetmeyen bir gezginle yolculuk etmek çok sıkıcı. Bu kadar ketum olmana gerek var mı gerçekten?"
     Wenona tırmanmayı bırakarak elfin yüzündeki çocuksu meraka baktı. İç geçirip ellerini beline koydu ve "Peki," dedi. Sonra, aniden aklına gelmiş gibi ekledi, "Zaten mola vermemiz gerekiyor; bu basamaklar insanlar için bile fazla yüksek, cüceler nasıl çıkıyorlarmış ki!"
     "Çıkmıyorlarmış." Dëwain sır verir gibi bir sesle söylemişti. Ama söylediği şeyin gerçekten bu kadar ciddi olmadığı yüzünden belliydi. Sonra çantasını indirdi ve basamağa oturdu elf. Wenona da yanına ilişti.
     Merdiven boyunca bir kubbe oluşturmuş yeşil dalların arasından aşağıdaki taştan çember parça parça görülebiliyordu. Tüm merdiven boyunca sayısız ışık huzmesi kubbeyi delip bembeyaz taştan yansıyordu. Yamaç yukarı esen rüzgar ve yaprakların gölgesi tırmanışlarını hayli kolaylaştırmıştı. Eski şehrin görebildikleri azıcık kısmı hala terk edilmiş hissettiriyordu; hareket eden hiçbir şey yoktu aşağıda. Merdivenin yanı boyunca kalın gövdeli ağaçlar öyle sık dikilmişlerdi ki—Dëwain onların doğal olarak bu kadar sık yetişmeyeceklerini biliyordu—aralarından hiçbir şey gözükmüyordu. Yukarıdaysa yeşil dallarla beyaz basamakların birleşiyor gibi göründükleri bir çizgiden başka bakacak bir şey yoktu. Bir süre sessizce dinlendiler. Tırmanış yüzünden nefes nefese kalmışlardı.
     "Tütün var mı?" Wenona gözlerini merdivenin dibinden, gece yattıkları yerden ayırıp elfe çevirdi. Yüzündeki ifadeden eski zamanların anılarına dalmış olduğu anlaşılıyordu. Bu, Dëwain’in tam olarak beklediği tepki değildi ama kızı anlatmaya ikna etmişti bir kere. Artık caymak olmazdı. Çantasının önündeki bir cebe uzandı ve bir kese çıkardı. O, tütünü pipoya yerleştirirken Wenona anlatmaya başladı.
     "Dediğim gibi, dişi, bir şarlatandan aldım. Gençtim ve büyülü şeylere merakım vardı. Adam da benim zaafımı anlamıştı ve bana bir efsane anlattı. Gerçi o zaman da inanmamıştım pek ama yine de dişi aldım." Dëwain’in kav taşıyla tutuşturduğu pipoyu aldı ve derin bir nefes çektikten sonra devam etti.
     "Dağılış’tan önce güneydeki topraklarda troller ve barbarlar yaşarmış. Bu iki halk çok yiğit ve güçlüymüşler. Avcılığı çok severlermiş. Ama o kadar üstün savaşçıymışlar ki hayvanları avlayarak tatmin olamıyorlarmış. Sonunda bir gün birbirlerinin varlığından haberdar olmuşlar.
     "Kendileri gibi güçlü bir halk bulduklarına sevinen barbarlar trolleri avlamaya başlamışlar. Troller de barbarları avlıyorlarmış. Fakat barbarlar bir zaman sonra trollerin sayılarının bir türlü azalmadığını fark etmişler. Onları büyücülükle suçlamışlar ve Dağkucağı barbarlarının güzel şefi Gywnslew—"
     "Güzel mi?" Dëwain şaşırarak araya girdi. "Barbarların şefi bir kadın mıymış!"
     "Çoğu öyledir." Wenona Dëwain’e bilmişçe baktı. "Bir de kuzeyliler kendilerine medeni derler." Bu tepkiyle daha önce de karşılaştığı belli oluyordu. Dëwain, kız bu hikayeyi anlatmak için herkesi böyle kıvrandırıyor mu merak etti. Wenona birkaç nefes çektikten sonra pipoyu elfe geçirdi ve tekrar dalgın haline dönerek anlatmaya devam etti.
     "Gywnslew, trol şefine meydan okumuş ve kendisiyle herkesin gözü önünde çarpışmasını istemiş. Böylece trollerin cadılık  yaptıklarını ortaya çıkaracak ve asıl yiğit olanın kendi halkı olduğunu ispatlayacakmış."
Dëwain yerinde kıpırdandı ve Wenona dönüp baktığında elfin yüzünde heyecanlı bir ifade gördü. Kız da gülümsedi, dinleyen birisiyle konuşmayı özlediğini fark etmişti.
     "Gywnslew, tanrıların kendisini desteklediğini söylemiş ve kanıtlamak için de baltasını kaldırıp bir ilahi okumuş. İlahi bittiğinde gökteki bulutlar açılmış ve yelesinde ateşler oynaşan kanatlı at Tulpar aşağıya inmiş. Tulpar tanrıların atıymış ve ancak en şerefli barbara itaat edermiş. Tanrılar büyüyü yasakladığı için Tulpar’ın katıldığı bir savaşta cadıların güçleri yok olurmuş.
     "Trollerin korkup kaçacağını sanan barbarlar şaşırmışlar. Çünkü trol şefi mızrağını kaldırmış ve Gywnslew’e, saldırmasını söylemiş. Gywnslew de Tulpar’ı şaha kaldırıp halkının tezahüratıyla saldırıya geçmiş. Dövüşleri günler boyunca sürmüş. Gywnslew trol şefinin kollarını koparmış, bacaklarını ayırmış, kafasını ezmiş ama rakibi her seferinde sapasağlam şekilde ayağa kalkmış.
     "Sonunda barbarlar arasında Tulpar’ın gücü konuşulmaya başlanınca şef, savaşı bırakmış ve yenilgiyi kabul etmek zorunda kalmış. Eğer Tulpar’a hakaret edilmesine göz yumarsa tüm halkının lanetleneceğinden korkuyormuş. Trollerin cadı olmadıklarını kabul ettiğini ilan etmiş.
     "Troller vicdanlı bir halkmış; onları topraklarından kovmamışlar. Barış teklif etmişler ve cadı yaftasından kurtulmak için onlara hempayı öğretmişler. Hempa, iki şerefli savaşçı arasında kurulan dürüst bir dostluk bağıymış. Bu bağa sahip iki savaşçı ancak aynı anda öldürülerek alt edilebilirmiş. Trol şefi barışın bir simgesi olarak kendi dişini söküp Gywnslew’e vermiş ve artık onunla hempa olduklarını söylemiş. Gywenslew’in kabilesinden gelenlere o günden sonra Troldişi denilmiş.
     "Aradan çağlar geçmiş ve barbarlar eski bilgeliği unutmuşlar. Hempa elde edebilmek için trollerin dişlerine ihtiyaç duyulduğuna inanmaya başlamışlar. Böylece her barbar toplayabildiği kadar trol dişi toplamaya başlamış.
     "Yani bu diş güya beni ölümsüz yapıyor." Wenona aniden huşu halinden çıkmış, hikayesini alaycı bir tavırla bitirmişti. Dëwain etkilenmiş görünüyordu. Ama sonra yüzüne şüpheci bir ifade yerleşti.
     "Bütün bunları şarlatan bir satıcı mı anlattı yani?"
     "O yüzden inanmıyorum ya zaten." Wenona elfin apaçık bir gerçeği anlayamadığını belirten bir sesle cevaplamıştı. Dëwain kızın mantığını anlayarak kendi şapşallığına sırıttı. Sonra Wenona ayağa kalkıp çantasını sırtına attı.
     "Haydi. Zaten bir günde tepeye varamayacağız. Tırmanabildiğimiz kadar tırmanmalıyız."
Dëwain de ayağa kalktı ve tekrar tırmanmaya başladıklarında sordu kız, "Cücelerin merdiveni kullanmamalarıyla ilgili bir şey demiştin sen?"
     "Ha..." Dëwain böyle bir şey söylediğini unutmuş görünüyordu. Yine de soruyu cevapladı. "Cüceler dağın içerisinde yaşıyorlardı ve zirvedeki tapınağa da dağın içinden bir yol vardır. Tabii Anka Savaşı’ndan sonra o tüneller yıkıldı. En azından söylenen bu."
     "Bence eski destanlardan birini anlatma sırası sende elf. Zakamura’yı kılıcın kınını bildiği gibi mi biliyordun?" Wenona neşeyle güldü.
     "Ne yazık ki tarihi çok iyi bilmiyorum. Vardığımızda keşişlere sorabilirsin."
     Wenona bu açıklamayı mantıklı buldu. Bir korucudan engin bir tarih bilgisine sahip olması beklenemezdi ne de olsa.

     Yürüyüşleri gün boyunca sessizlik içinde geçti. Fakat bu seferki farklı bir sessizlikti. Şimdi, birlikte birkaç gün geçirdikten sonra, artık ikisi de daha rahat sohbet edebileceklerini hissediyorlardı. Fakat merdivenlerdeki sükunet öyle somuttu ki onlar da suskunlaşmışlardı. Öğleden sonra rüzgar da durmuştu ve çevrelerindeki ağaçtan duvarda hiçbir hareket yoktu. Ne bir kuş ötüşü ne de sıcaklıkta biraz olsun bir değişim... Dëwain önce "ölü gibi" diye yorumlayacak oldu fakat sonra şöyle düşünmesinin daha doğru olacağını fark etti, "ölümsüz."
     Bu fikrini Wenona’ya da söylemeyi düşündü ama kızın yüzüne baktığında vazgeçti. Nedense bu fikir önemsiz görünmüştü aniden. Kızın yüzünde de çevredekine denk bir huzur vardı. Ama elf daha dikkatli baktıkça başka duygular da okumaya başladı. Kaşları hafif çatıktı, gözleri az kısıktı, boyun kasları biraz gergindi, bazen de yumruklarını sıkıyordu. Dëwain, kız tekrar rahatsızlanacak mı merak etti. Fakat bunu da sormadı. Bu konuda şu an için yapabileceği bir şey yoktu.

     Sonunda daha fazla devam edemeyeceklerine karar verip oturduklarında zaten loş olan ışık hepten azalmıştı.
     "Göründüğünden dayanıklıymışsın." Dëwain yüzünde bir takdir ifadesiyle ve yorgun bir nefes vererek konuşmuştu. Wenona da bitkin bir yüzle adam baktı. Konuşacak kadar bile nefesi kalmamıştı. Kızın yüzündeki ifadeyle gülümseyen Dëwain, "Arkamda kalmadın sonuçta," dedi.
     "Yavaş olsam arkada mı bırakacaktın?" Wenona, hala bitkin görünerek, besbelli ki düşünmeden sormuştu. Zaten Dëwain’in cevap vermesine de fırsat bırakmadı. Hemen elfin çantasına uzandı ve iştahla meyve torbasını çıkardı. Kafasını torbaya sokup çıkardığında yüzü düşmüştü. "Sadece dört tane kalmış."
     "Yine de iyi dayandı." Elf elini sokup torbadan bir meyve çıkardı ve iştahla ısırdı. Ağzı doluyken konuşmaya devam etti, "Hatırlat da bunlar için Abbot’a teşekkür edeyim. Bu meyveyi hiç bilmiyordum."
     Wenona, eli torbanın içinde, şaşkınca elfe baktı. Sonra, saatlerdir ilk kez, alaycı tavrı geri döndü. "Belki de ödemeyi kuşa yapmalıyım." Yine de karşısındaki adamın sorumsuzluğuna gülümsemeden edemedi.

     Gece, çok karanlıktı. Üzerlerindeki gür yapraklı sık dallar ayın ve yıldızların ışığına neredeyse hiç taviz vermemişti. Dağın zirvesinden aşağıya doğru soğuk bir esinti vardı. Fakat rüzgar denilemezdi. Anlaşılan burada hava bile yavaştı. Peş peşe merdivenlerde, aşağıya yuvarlanma tehlikesi içinde uyuyan ikiliyi bu hafif esintiden korumak için kendi pelerinleri yeterli olmuştu. Wenona, gece indiğinde, hala hastalanmamıştı ve Dëwain de ısıtmak konusunda ısrar etmemişti. Bu kadarının münasebetsiz kaçacağını o bile kabul ediyordu. Sadece kendisinin, hemen bir alt basamakta yatacağını söylemişti, böylece olur da Wenona yuvarlanırsa tutabilirdi.
Gecenin tam yarısında, tüm evrenin donmuş olduğu o var olmayan saatte, Wenona aniden gözlerini açtı. Kendisini neyin uyandırdığını bilmiyordu. Kıpırdamadan çevresini dinledi. Dëwain’in ağız şapırtısından başka ses yoktu. Bir umutla yattığı basamaktan aşağıya sarkan saçlarına bakmak için başını çevirdi. Hala açık pembeydiler. Sıkıntıyla iç çekti kız. Böyle aciz hissetmek... Ve sonra esintideki garipliği fark etti. Wenona, hava akımının birkaç metre aşağıda büküldüğünü, iki kola ayrıldığını anlayacak kadar deneyimliydi. Şimdi başı yana dönükken ve gözleri karanlığa ancak alıştığından, ağaçların arasındaki bir açıklığı fark etti. Esintiyi doğru yorumladığını gördüğü için ne hissetmesi gerektiğini bilemiyordu. Gün boyunca tek bir açıklık görmemişlerdi ve gecelemek için durdukları bu yerin de merdivenin geri kalanından faksız olduğuna emindi. Ama işte ağaçların arasında, ancak bir kişinin sığabileceği genişlikte bir açıklık vardı. Wenona tereddüt etti. Dëwain’i uyandırmak için uzanıp koluna dokundu. Fakat elf derin uykudaydı. Wenona’nın parmaklarını bir sinek sanmış olacaktı ki eliyle savuşturdu. Wenona derin bir nefes alarak doğrulup oturdu. Çevreyi, bu kez o açıklığa odaklanarak, bir kez daha dinledi: O yöne doğru esen havadan başka hiçbir şey...
     Yavaşça ayağa kalktı ve elfin öteberisine bakındı. Sonra sinirle hatırladı: silahlar aşağıda kalmıştı. İçinden küfrederek, heyecanı her adımda yükselerek açıklığın önüne geldi.
Ağaçlar, tıpkı merdivendeki gibi, burada da bir kubbe oluşturmuşlardı. Bir patika kıvrılarak ilerliyor, karanlıkta birkaç metreden ilerisini açık etmiyordu. Yerden düzensizce fırlamış ağaç kökleri yüzünden çukurlarla doluydu.
     Wenona tekrar dönüp Dëwain’e baktı. Tek başına gitmesi aptallık olacaktı. Elfi uyandırmalı, açıklığı göstermeliydi. Fakat sonra, Wenona tam geri dönmeye karar verdiğinde, kırbaç gibi şaklayan dallar bedenini sardı ve onu patikaya çekti. Wenona sertçe yere düştü ve dallardan kurtulmak için nafile çırpındı. O mücadele ettikçe dallar daha da sıkıyordu ve kız biraz sonra nefes alamaz hale geleceğini anladı. O zaman kendisini saldı ve dallar da aniden onu bıraktılar. Kıtırtılı sesler çıkararak toprağa geri çekildiler. Wenona hemen ayağa fırladı ve arkasını döndü. Sonra yüreği ağzına geldi. Boğazına bir yumru sıkıştı ve kız yutkunsa da gitmedi. Açıklık kapanmıştı.

     Dëwain gözünü açtığında elf görüşü her zamankinden daha net ve hızlıydı. Bu yüzden bir an bile gecikmeden fark etti: Zakamura’da değildi.
     Hala taş bir zeminde yatmaktaydı. Fakat geniş, oval şekilli bir odadaydı. Yerdeki mermerlerin üzerleri pek çok zarif çizgiyle karmakarışıktı. Elf tanıdık bir şey çıkarmaya çalıştı fakat faydası yoktu. Hayatında ilk kez böyle şekiller görüyordu. Mermerin yüzeyine çizilmiş olmalarına rağmen sanki dünyanın dibine kadar devam eden incecik yarıklar izlenimini veriyorlardı. Bu göz aldanmasıyla daha da şaşıran elf başını kaldırıp bulunduğu yeri anlamaya çalıştı. Elf yeteneğine tezat şekilde görüşü çok kısaydı. Birkaç metreden sonrası elf için zifiri bir karanlıktı. Yer ve duvarlar bu karanlığın içinde hafifçe kayboluyorlardı. Sanki tüm evren o karanlığın başladığı yerde bitiyordu. Soğuktan tutulan kaslarını ovalayarak ayağa kalktı yavaşça. Başını kaldırıp baktığında odanın bir tavanı olmadığını gördü. Duvarlar gitgide eğriliyor, tepede birleşiyorlardı. Tekrar önündeki karanlığa dönerek alışkanlıkla elini kılıçlarına attı. Alışkın olduğu gibi belinin iki yanında iki kın buldu elleri ve Dëwain kılıçlarını çekti. Fakat hayretle bunların kendi katanaları olmadığını gördü. Sağ elinde hayatında daha önce hiç görmemiş olduğu bir tür kılıç vardı. Demir sırtlı ve çelik ağızlıydı. Keskin tarafı iç bükeydi ve kabzasında bir balçak yoktu. Dëwain bunu nasıl savurması gerektiğini anlayamadı ve sol elindeki kılıca baktı. Bu, bir palaydı. Kıvrımlı bıçağı mithrildendi ve ay gibi parlıyordu. Kabzasının bir tarafında ikinci bir bıçağı daha vardı, Dëwain bunun, uzun bıçağın sıkıntı yarattığı yakın dövüşlerde kullanılacağını hemen anladı. Fakat bu kılıçlar neden ondaydı? Ve neredeydi?
     Bu soruları aklından geçirdiği an ileriden, o hiçliğin içinden bir hareket sezdi. Gözlerini yeni silahlarından ayırarak ve omurgasından yükselen korkuya karşı gelerek olduğu yerde durdu. Oradaki şey iyi değildi, bu kesindi, ama elf ne olduğunu öğrenmek istiyordu. Bu isteği dizginleyemezdi. Yavaşça tüm aklı o karanlıktaki şeyle doldu. Oradaki şey elf için her şey demekti. Hayat ve ölüm demekti.
Karanlık titredi. Bir şeyin, uzun boylu bir şeyin etrafını sardı. Sonra bir pelerine dönüşerek yavaşça açılmaya başladı. Dëwain olduğu yere mıhlanmıştı. Hiçbir kasını oynatamıyor, hiçbir şey düşünemiyordu. Pelerin tamamen açıldı ve sahibini çıplak bıraktı. Bu, en yakın tabirle, bir erkekti. Teninin parlaklığı elfin palasını söndürdü. Yüzünün çehresi, çarpıcı güzelliği korucunun aklını alevlendirdi. Üç metrelik boyu ve sırtından çıkan kanatların heybeti Dëwain’i ezdi. Elf olduğu yerde büzüştü.
     "Kaderinde olmadığı halde yüce yazgılar aramak günahtır!"
     Dëwain kulaklarını hissedemiyordu. Ses, kafasındaydı. Kılıçlarını düşürerek başını ellerinin arasına aldı. Dönüp kaçmak istiyordu ama hareket edemiyordu. Bakmak istemiyordu ama göz kapakları kapanmıyordu. Sonra kanatlı figür büyümeye başladı. Göğsü hızlı şişti. Ağzı cehenneme açılan bir yarıktı sanki. Dëwain gitmesi gerektiğini biliyordu. Nedenini, nasılını anlayamıyordu ama bunun son olduğunu, bunun kötü olduğu biliyordu. Sonra o şişkin göğüste biriken şey o ağızdan fışkırdı ve Dëwain’i yuttu. Elf tarifsiz bir acıyla yere yığıldı ve gözlerine inanamayarak siyah bir sıvıyla kaplı olduğunu gördü. Biraz sonra bedeninden dumanlar çıkmaya başladı ve elfin etleri eridi. Eriyen Dëwain o siyah sıvıya karıştı ve yerdeki şekillere doldu. Bilincini kaybetmeden önceki son düşüncesi göz yanılması sandığı o incecik çatlaklardan sızacağı ve dünyanın dibine dek süzüleceğiydi.

     Wenona, sesi kısılana dek seslendikten sonra, Dëwain’in gelmeyeceğini anladı ve çaresiz, patikada ilerledi. Bir ses, bir hareket için tetikteydi. Gerçi yapabileceği bir şey olduğundan değil ama yılların deneyimiyle alışkanlık edinmişti. Ve hiçbir şey yapmadan, aptalca yürümekten iyiydi. En azından kız böyle kendini avutuyordu.
     Ne kadar yürüdüğünü bilmiyordu, zaman kavramını yitirmişti. Patikadaki ışık hiç değişmiyordu. Attığı her adım bir öncekinin aynısıydı. İlerleyip ilerlemediğinden bile emin değildi. Daireler mi çiziyordu yoksa?
Wenona’ya asırlar gibi gelen bir süreden sonra ileriden bir ışık göründü. Çok silik, çok pisti. Ama yine de bir ışıktı ve Wenona hızını artırdı. Biraz sonra, yerden fırlamış kökler yüzünden takıla tökezleye koşuyordu. Sonunda patika çimen kaplı bir açıklıkla bitti. Oldukça geniş bir alandı. Ağaçların dalları birbirlerine yetişemediğinden gökyüzü görünüyordu. Fakat bu, Wenona’nın bildiği gök değildi. Bir yandan da onun için var olmuş tek göktü. Kız niçin böyle düşündüğünü anlayamadı ama hissettiği şeyden emindi.
     Gökte tek bir kırmızı gezegen vardı. Gezegenin tam ortası delikti ve içerisinde fokurdayan, pembe bir madde vardı. Bu maddeden yayılan ışık çevreye dağılmıyor, bir huzme halinde çimenliğin tam ortasına iniyordu. O huzmenin içerisinde kadın olabilecek birisi, bir şey duruyordu. Derisi sayısız yarayla bezeli, kızıl saçları esmeyen rüzgarda dalgalanan, yerden fırlamış ağaç kökleri etrafında dans eden kadın Wenona’ya baktı. Yüzündeki gülümseme Wenona’yı hasta etti. Hayatında gördüğü en korkunç sırıtmaydı. Acıyı haz olarak algılayan bir varlığın ifadesiydi. Wenona izlerken kadının karnı şişmeye başladı ve Wenona onun hamile olduğunu anladı. Nasıl anladığını bilemiyordu, sadece bilgi beynine kazınmış haldeydi. Işık huzmesindeki kadın kendi karnına baktı ve çılgınca güldü. Etrafındaki dallar da ona eşlik ederek danslarını hızlandırdılar. Hızlandıkça kadına darbeler indirir oldular. Kadının bedeninde yeni yaralar açtılar. Yaralardan kan akmadı. Gökten aniden yıldırımlar düşmeye başladı ve yaralara doldu. Kadın daha da yüksek sesle kahkaha attı.
     Wenona gözlerinden yaşlar aktığını fark etti. Eğer böyle devam ederse bebek ölecekti. Kendisine engel olamadı ve ileriye atılarak haykırdı, "Yapmayın! Lütfen! Ona zarar vermeyin!" Dallar durdular. Kadın Wenona’ya baktı. Yüzünde ifade yoktu. Sonra dallar daha da hızlı darbelerle, bu kez doğrudan kadının karnına indiler. Wenona elem içinde yere çöktü. Yapabileceği bir şey olmasını diledi, bebeği kurtarabilmek için her şeyi yapardı.
Çok geçti. Son bir darbeyle kadının şiş karnı yarılıp açıldı. Siyah bir sıvı yarıktan akarak deydiği yerdeki çimleri tutuşturdu. Etrafı ateşle sarmalanmış kadın derin bir nefes verdi ve başını kaldırıp tepesindeki gezegene baktı. Kollarını kaldırarak onun ışığıyla yıkandı. Dallar nazikçe kadının yarık karnına girdiler ve Wenona’nın hayatında gördüğü en güzel yaratığı, bir bebeği, bir kızı sarıp çıkardılar. Kadının kolları gibi yukarıya yöneldiler. Bıraktıklarında bebek düşmedi. Işık huzmesinin içinde, kadının kollarının arasında ve dalların tekrar başlamış olan danslarının ortasında asılı kaldı. Ağlamıyordu. Işığın içinde, sanki katı bir zemindeymiş gibi ayağa kalktı ve hüzünlü gözlerle Wenona’ya baktı. Wenona, hıçkırıkları boğazını delerek, ellerini uzattı. Çaresizlikten delirmiş halde, üzüntüden titreyerek bekledi. Fakat bebek ona gitmedi. Gözlerini kapadı ve ışığın içinde yükselip gökteki gezegenin ortasındaki deliğe girdi. O pembe maddeyle kaplandı. Pembe madde bebeği bir cüppe gibi sardı ve o artık bir bebek değildi. Beyaz saçları pasparlaktı. Teni süt gibiydi. Gülümsüyordu. Ardından her şey karardı.

     Dëwain ve Wenona ayını anda, çığlık çığlığa uyandılar. İlk olarak birbirlerinin hala orada olup olmadığına baktılar. Gözleri nerede olduklarını, güneşin çoktan doğmuş olduğunu, Abbot’un orada olduğunu görmedi. Sadece birbirlerinin yanında olduklarını gördüler ve aniden sarıldılar. Wenona titremeye başladı ve elf kendi korkusunu geri itmeye çalıştı. Kendisi kötü durumdayken nasıl dostluk edebilirdi?
     Dakikalar sonra, Wenona’nın titremesi, elfin dehşeti dindiğinde ayrıldılar ve niçin bu kadar korkmuş olduklarını hatırlamadıklarını fark ettiler. Dün gece yatmışlar, şimdi de uyanmışlardı. Garip hiçbir şey yoktu. İkisi de bakışlarını yukarıya, merdivenlerin zirvesine çevirdiler. Ne olduğunu bilmiyorlardı ama buradan mümkün olduğunca çabuk çıkmak zorunda olduklarına karar vermişlerdi. Ve bir daha dönmek isteyeceklerini de hiç sanmıyorlardı. Tıpkı buradan geçmiş olan diğer gezginler gibi.
Wenona dayanamayarak sordu, “O gün, Calaelen’in kalesine geldiğinde, hiç umudun var mıydı, gerçekten?”
Dëwain bir saniye düşündükten sonra “Hayır,” diye yanıtladı, “Ama ben elfim.”

Çevrimdışı sartan

  • *
  • 14
  • Rom: 0
  • “Kendimi arıyorum, demek ki varım…”
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hempa | 6
« Yanıtla #9 : 09 Ekim 2011, 14:24:42 »
6. Bölüm

     Başkeşiş Iorgos, Zakamura Tapınağı’nın her daim açık tutulan güney kapısından yavaş adımlarla çıkarak avluda, Keşiş Morgun’un yanında durdu. Tıpkı onun gibi gözlerini merdivenlere dikti ve beklemeye başladı. Günün son ışıkları iki keşişin yüzlerini yumuşak gölgelerle örtmüştü.
     "Yukarıya devam etmeye karar veren birileri olalı iki yüz yıldan fazla oldu," dedi Morgun. Ses tonu ifadesizdi, yüzü de öyle. "Ne yapmamız gerektiğini düşünüyorsunuz?"
     "Bilgelik arıyorlar. Bulacaklar."
     "Anka’nın gösterdiklerini biliyorsunuz. Daha önce hiç böylesini göstermemişti. Bu ikisinde kadere karşı bir isyan var. Tapınağımıza felaket getirecekler."
     "Takdir Anka’nındır, olacak olan olur."
     "Fakat kadın..?" Seste iğrenme vardı.
     Soru havada kaldı. İki keşiş de rahatsızca kıpırdandılar. Birkaç dakika sonra Başkeşiş sessizliği bozdu, "Bilgeliği hak etti. Geri çeviremeyiz." Başkeşiş yüzünü tekrar ifadesizleştirdi. "Kadının felaket getirmemesi için dua edeceğim."
     Başkeşiş dönüp tapınağa girdikten sonra disiplinini bir kenara bırakarak fısıldadı Morgun, "Kadınlar her zaman felaket getirir!" Sonra tekrar duygularını kapattı ve beklemeye devam etti.

     Dëwain ve Wenona kısa öğlen molalarını bitirerek tekrar tırmanmaya başladılar. Şehrin duvarlarına yaklaşırken hissettikleri o sükunet, tırmandıkça çok daha yoğun bir şekilde geri gelmiş, akıllarındaki tüm şüphe ve endişeleri silmişti. Sadece tek bir his kaybolmak bilmiyordu: geçen gece kötü bir şey olmuştu.Wenona, Dëwain’e daha önceki ziyaretinde böyle bir his olup olmadığını sorduğunda cevap alamamıştı ve elfin üzerine gitmemeye karar verdi. Uyandıkları anda bile ne olduğunu hatırlayamamışlardı. Herhalde Dëwain, bunu daha önce yaşamışsa bile tamamen unutmuştu. Bu yerde mantık ötesi bir şey vardı.
     Güneş, geriye yorgun bacaklar ve ağrıyan sırtlar bırakarak uzaklaştığında ve ışık iyice azaldığında Wenona elfin koluna girdi; basamakları ayırt etmek zorlaşmıştı kız için. Elbette Dëwain bir elf olarak ışığın azaldığını bile fark etmemişti henüz. Bu yüzden aniden koluna giren Wenona’ya merakla ve hafifçe gülümseyerek baktı. Bu bakışının karşılığı ise böğrüne saplanan bir dirsek oldu. Fakat sonra Wenona da gülümsedi. Zirveye bu kadar yakınken herhangi bir şey için sinirlenmek çok zordu.
     Dëwain Abbot’u tekrar dinlenmeye göndermiş, böylece gün boyu ikisi yine baş başa kalmışlardı. Elf, bu kadar zaman geçirdikten sonra ve etrafta ilgilenecek pek bir şey de yokken, kızın gizemini aşabileceğini ummuştu fakat çabaları boşa çıkmıştı. Wenona kendisiyle ilgili tek kelime etmemekte kararlıydı.
     Nihayet merdivenler bittiğinde ikili durup soluklandılar. Elleri dizlerinde, başları önlerine eğik halde bir dakika beklediler. Sonunda doğrulduklarında az ileride, ellerini cüppesinin yenlerinde kavuşturmuş, yüzünde babacan bir gülümsemeyle kendilerine bakan keşişi, Hermann sandılar. Anlaşılan keşişler, tanınmamak için muhafızların miğferlerine ihtiyaç duymuyorlardı. Adam kendisini Morgun olarak tanıttığında bile Dëwain ve Wenona şüpheyle birbirlerine baktılar. Ama daha bakışlarını birbirlerinden ayırmadan yüzlerine tekrar huzur yerleşmişti. Böylesine kutsal ve güzel bir yerde şüphe gibi zehirli duygulara yer yoktu.
     Kendisine Morgun diyen keşiş kollarını kucaklayacakmış gibi kaldırdı fakat ikiliye yaklaşmadı. Her ikisinin de yüzünü inceledikten sonra, "Hoş geldiniz gezginler, maceracılar, bilgelik arayanlar! Dağın sizleri sınadığını biliyorum; tırmanmak zahmetlidir. Burada yorgunluğunuzu silip süpürecek bir dinlence bulacaksınız," dedi. Ardından sol eliyle arkasındaki yapıyı işaret etti ve dönüp yürümeye başladı.
     Dëwain ve Wenona adamı takip etmeden önce bir saniye için birbirlerinin yüzlerine baktılar ve aynı soruyu gördüklerinde buradaki ağır sükunetin akıllarını köreltmediğinden emin oldular. "Sınamak" derken neyi kast etmişti keşiş? Merdivenlerden bahsetmiş olmalıydı fakat başka bir şey mi vardı? O his... Hayatta kalmaya kararlı her maceracı gibi güvenlerini, bilgileri ve hisleri arasında dengelemeyi ihmal etmeyeceklerdi.
     Avlu, üç yandan bitişik ağaçlarla çevrili, günün son ışıklarıyla altın gibi parlayan bembeyaz taş döşeli bir yarım daireydi. Kuzey cephesi bir surla bitiyordu. Dëwain bu duvarın dağ boyunca dolandığını hatırladı. Burası gerçekten de muazzam bir yapıydı. Surun ortasındaki kapı ise aşağıdakine karşıt şekilde ardına kadar açıktı.
     Kapıyı geçtiklerinde ikinci, daha küçük bir avluya çıktılar. Bu kez her taraf duvarlarla çevriliydi ve karşılarındaki kapı yine ardına kadar açıktı, gezginleri bilgeliğe çağırıyordu.
Dëwain ve Wenona Morgun’u koridorlar ve merdivenler boyunca takip ettiler. Sonunda yedigen şekilli bir odaya vardılar. Oda yumuşakça ışıklandırılmıştı, şamdanlardaki mum alevleri yavaşça titriyordu. Uzun, ahşap masanın üzerindeki her türden yiyecek, ikiliye açlıklarını hatırlattı. Masanın iki yanı boyunca on üç keşiş oturmuş, sessizce ve gülümseyerek bekliyordu. Dört sandalye boştu. Morgun onları masanın başına götürdü ve orada ayakta bekleyen, üzerindeki cüppenin odadaki tek farklı cüppe olmasından Başkeşiş olduğu anlaşılan adama takdim etti. Başkeşiş’in davetiyle ikili masanın kenarında, Başkeşiş’in yanındaki kendilerine ayrılmış sandalyelere oturdular. Morgun da yerine geçtikten sonra en son Başkeşiş Iorgos oturdu.
     "Bedeninize sizi buraya kadar taşımış olmasının karşılığını dilediğinizce yiyerek ödeyiniz gezginler, lütfen çekinmeyin, bunu hak ettiniz." Başkeşiş diğer keşişleri kaba kılacak kadar nazik bir gülümsemeyle konuşuyordu. Dëwain adama öyle hayran bakıyordu ki Wenona masanın altından ayağına basmak zorunda kaldı; elfe işi ciddiye almasını daha kaç kez söylemek zorunda kalacaktı!? Ne var ki düşüncelerinin ayıklığına rağmen yüzünün gülümsediğini, gözlerini Başkeşiş’ten alamadığını bilemezdi. "Sorularınız bu akşam, bu sofrada cevaplanacaktır, bilgeliğimize ortak olacaksınız."
     İkili ağırdan alarak tabaklarını doldurdular ve daha da yavaşça yemeye başladılar. Kendilerini kaba ve uygunsuz hissediyorlardı. Kendilerine böyle davranıldığı için utanmış bir halleri vardı. Fakat zaman geçtikçe endişelerini bir kenara bıraktılar. Keşişler çok sıcak davranıyor, tek tek hatırlarını soruyorlardı.
Wenona tabağını yarıladığında çatalını yavaşça masaya bıraktı ve Başkeşiş’e dönerek, belki de hayatında ilk kez, çekingence konuştu, "Sorularımızın bu sofrada cevaplanacağını söylemiştiniz efendim."
     Başkeşiş kafasını yemeğinden kaldırarak masaya göz gezdirdi. Sonra ellerini kavuşturarak Wenona’ya döndü. "Ne öğrenmek istiyorsun kızım?" Adamın ses tonunun ahengine ve o babacan tavrına karşı koymak çok zordu. Fakat Wenona bir an sonra yutkunmuş ve çenesini yukarıya kaldırarak, kontrollü bir ses tonuyla sormuştu, "Dağılış’ı anlatabilir misiniz? Bu konuda çok çeşitli hikayeler var ve hangisinin doğru olduğunu öğrenmeyi arzuluyorum."
Dëwain şaşkınlıkla, küçük bir ses çıkardı ama hemen kendisine hakim oldu. Wenona’nın büyücülerle ilgili bir şeyler soracağından çok emindi. Şu kız yine onu şaşırtmayı başarmıştı. Diğer keşişler de yemeyi bırakmışlar, dikkatle konuşmayı bekliyorlardı. Iorgos, bu konuyu daha önce yüz kez anlatmışçasına, hatırlamak için hiç duraklamadan başladı.
     "Bundan on bin yıl önceydi. İkinci Yaratım olarak bilinen ırklar otuz bin yıldır Daetrûn’deydiler ve gelişmelerinin zirvesine çıkmışlardı. Her şey iyi niyet ve adanmışlıkla başladı fakat hırslarının yıkım getireceğini bilmiyorlardı.
     "Elfler ve insanlar uygarlıklarını çok genişletmişler, tüm Daetrûn’ün kaderine hükmeder olmuşlardı. Diğer ırklar onların idaresinde yaşıyorlar, onlara hizmet ediyorlardı. Cüceler insanların, orklar elflerin yanındaydı. Bu rekabet binlerce yıl barış içinde sürdü gitti. Fakat derinlerde fark edilememiş bir tehlike büyümekteydi. İnsanlar hala gerçek amacı hatırlıyorlar ve tanrılarla bütün olmaya çalışıyorlardı ama elflerin içi kıskançlık ve hırsla doluydu. Yüzlerce yıllık ömürlerine rağmen hiçbir elf bir insan kadar yükselemiyordu.
     "İnsanlar tanrılara o kadar yaklaştılar, öyle çok takdirlerini kazandılar ki sonunda Tanrıça Anka onlara kendi kutsallığını bahşetti. Onun yolunda yükselenleri kutsadı ve bu insanlar yarı-anka oldular; ilk yarı-tanrılar.
     "İnsanların bu başarısına karşılık elfler mistik sanatlarının doruk noktasına ulaşmak için kibrin en büyüğüne kapıldılar. Reyk Diyarı’nı paylaştıkları Ejderhaları, İlk Yaratım’ın son kadim kalıntılarını avlamaya, ehlileştirmeye çalıştılar. Ejderhaların yıkıcı gücüyle kendilerinden geçen bu elfler, Ejderha Süvarileri, Ankalara savaş açtılar.
     "İnsanlar karşı koyamıyorlardı, elflerin elde ettiği güç Tanrıça’nın kutsamasından daha büyük çıkmıştı. Umutsuzluk anında bir anka, Zul’assar, daha yüce bir tanrının gücünü kazanmanın, katliamdan kurtulmak için tek çare olduğuna inanarak Tanrıça’yı terk etti. Kendisini sürgün etti ve daha güçlü bir tanrı bulmak için yollara düştü."
     Wenona yerinde kıpırdandı. Dëwain kızın merakının Zul’assar olabileceğini düşündü. Bu bir efsane, bir masaldı. En azından elf için bu geceye dek öyle olmuştu. Ve herhangi bir insan Zul’assar’ı niçin arardı ki? Başkeşiş’in daha hızlı anlatmasını diledi. Adamda en ufak bir heyecan belirtisi yoktu.
     "Yolculukları uzun yıllar sürse de sonunda onu aradığı kaynağa götürdü. Gardach’a, kadim cüce dağına vardığında orada bir karanlık hissetti. Cücelere sorduğunda hiçbirinin oraya, Kuyu’ya yaklaşmadığını öğrendi. Zul’assar artık bir anka olmasa da cüceler o çağlarda insanlara itaat ederlerdi. Daetrûn üzerinde dört kuyu olduğu söylenir; karanlık, kötücül bir güçle doludurlar. Bir tanesi Gardach’tadır. Cüceler onu Kuyu’ya götürdüler ve Zul’assar orada Leke’lendi. Kuyu’ya girdi ve dışarıya çıktığında artık başka birisiydi. İlk kara-ankaya dönüşmüştü.
     "Siz sormadan söyleyeyim kızım..." Sorusu ağzına tıkılan Wenona oturuşunu dikleştirdi. "... Kuyu’daki bir tanrı değildi, çok daha kadim bir varlıktı. Ne yazık ki bu, bizler için dahi gizemini koruyor.
     "Zul’assar Meekatharra’ya dönerek kendisine yandaşlar topladı. Leke’nin gücü gerçekten de Tanrıça’nınkinden üstündü. Ejderhalar bir bir öldürüldüler. Kara-ankalardan bulaşan Leke pullarını döktü ve açıkta kalan etleri eriyerek aktı. Bu pullar Varopingaldin’in sularına karıştı ve o günden beri o nehrin suyu gümüş rengi aktı.
     "İnsanlar savaşı kazanmışlardı fakat tanrıların takdirini kaybetmişlerdi. Tanrılar İkinci Yaratım’ı lanetlediler ve onları Daetrûn’den sürdüler. Her ırk için bir gezegen yarattılar ve ırkları bu gezegenlere gönderdiler. Daetrûn’ün çevresine üç ay yerleştirdiler: Elfler için Narogin, cüceler için Luminor ve orklar için Bolkar. İnsanları ise, önü alınamaz araştırıcılıklarıyla Daetrûn’ü erken bulmaları içine evrenin uzak ucuna Dünya’ya gönderdiler. Irklar birbirlerinden yeteri kadar uzak dururlarsa hırslarının dineceğini düşündü tanrılar. Tasarlandığı gibi insan ırkı Daetrûn’e en son döndü. İşte bu sürgüne Dağılış denilir. Her halktan ancak bir avuç kişi Dağılış’tan önceki uygarlığı hatırlamakta artık."
     Başkeşiş sonunda anlatmayı bitirdiğinde Dëwain kendi aptallığına şaşırdı. Bolkar! Kız elbette Bolkar’ı öğrenmek istiyordu!
     Fakat Wenona elfi bir kez daha şaşırtarak sordu, "Narogin’de elflerin lanetlendiğini duymuştum. Bu doğru mu?" Dëwain’e kaçamak bir bakış attı ve tekrar Başkeşiş’e döndü. Dëwain’in yüzü kararmıştı. Konunun gittiği yönden hiç hoşlanmamıştı. Bu, pek çok elf için bir korku masalından öte değildi ama şimdi bu kabus Dëwain için gerçeğe dönüşmek üzereydi.
     "Drowlar..." Başkeşiş Iorgos başını elemle öne eğdi. "Drowlar Leke’lenmiş bir elf ailesiydi, Drowinaseras’lar, İlk Ejderha Süvarileri. Bu ailenin lideri Marmaduc adında bir elf prensiydi. Zul’assar ile yaptığı bir savaşta Leke’ye bulaşmıştı. Narogin’e sürgün edildikten sonra diğer elf ailelerinden uzaklaştırdı ailesini. Zul’assar’da gördüğü o yüce güce ulaşmayı istedi ve aile dehşetengiz bir ayin gerçekleştirdi. Daetrûn’deki kuyulardan bir tanesini Bolkar’ın üzerine boşalttılar. Bu yıkım onların lanetlenmesine sebep oldu ve kanlarını Leke ile takas ettiler. Bolkar o günden sonra zamanda geriye gitmeye başladı ve sonunda içinde hayat barındıramayacak kadar ilkelleşti. Bugün artık sadece bir lav küresi. Öyle güzel bir gezegen ve öyle soylu bir ırk için çok elem bir kader." Başkeşiş Bolkar’dan bahsederken bir an için huşuya kapıldı, sesinde ilk kez bir duygu emaresi hissedildi.
     Dëwain konunun dönüp dolaşıp Bolkar’a gelmesinden etkilenmişti. Wenona göründüğünden daha da kurnazdı. Fakat kızın soruları bitmiş görünüyordu. Sadece kütüphaneye girebilir mi diye sordu ve ertesi gün tapınakta bir gezinti ayarlanması sözünü alarak yemeğine döndü. Dëwain kendi merakları içinde yemeğine devam edemedi. Burada tam olarak ne yapıyorlardı? Wenona neden drowlarla ilgileniyordu? Bir insan drowları nasıl bilebilirdi ki!? Sonra aniden aklına başka bir şey geldi. Başkeşiş’e dönerek önce boğazını temizledi, sonra da cesaretini toplayıp konuştu.
     "Merdivenleri tırmanırken garip bir şey yaşadık. Gece bir kabus gördük sanırım. Fakat hatırlayamıyoruz ve ben rüyalarımı asla unutmam. Bu konuda bir şey söylemeyecek misiniz?"
Sofraya buz gibi bir hava hakim oldu. Keşişlerden bazıları kendilerini tutamayarak kızgınlıkla, anlaşılamaz şeyler fısıldadılar. Wenona hayretle Dëwain’e baktı, elften böyle bir hareket beklememişti. Kendisi dahi bunu sormaya cesaret edememişti. Elfin cesur mu yoksa aptal mı olduğuna karar veremedi. Sakinliğini koruyan tek kişi Başkeşiş’ti. Bilmişçe gülümsedi.
     "Bu güne dek bu tapınağa birçok gezgin geldi ve gitti. Her biri öyle bir gece yaşadı fakat bugüne dek hiç kimse bunu sormamıştı. O olayı hatırlıyor olmanız bizleri çok şaşırttı." Bir süre susarak ne söylemesi gerektiğini düşündü. Diğer keşişlerin yüzlerindeki sessiz itirazlara aldırmadan cevapladı, "Gördüğünüz bir kabus değildi; kehanetti. Gördükleriniz geleceğin temsili ve bunlardan kaçma şansınız vardı. Fakat sizler kaçmayı değil devam etmeyi seçtiniz; aşağıya dönmediniz, yukarıya devam ettiniz." İkiliye sırayla baktı ve sonra her ikisine de hitap ederek kendi tabağına doğru konuştu, "Birlikteliğiniz Daetrûn’e yıkım getirecek ve bu yıkımda en ağır çileyi siz ikiniz birbirinize çektireceksiniz. Birlikte olmamalısınız."
     Açıklama karşısında Dëwain sadece yutkundu. Adamın deli olduğunu haykırmakla koşup kaçmak arasında bocalıyordu. Wenona’ya baktığında kızın derin düşünceler içerisinde olduğunu gördü. Fikirden dehşete düşmüşse bile belli etmiyordu ve Dëwain kızın bu kadar soğukkanlı olmasından rahatsız oldu. Neden sonra Başkeşiş ellerini çırptı ve Dëwain ve Wenona’nın irkilmesine sebep oldu.
     "Bu rahatsız edici gerçeğe kafanızı takmamanızı öneririm gezginler. Gelecek her zaman açık değildir ve bazen en bilge olanlar dahi her şeyi doğru şekilde göremezler."

     Yemek bittiğinde tüm keşişler ayağa kalktılar. Dëwain ve Wenona da bir saniye sonra onlara uyarak yerlerinden kalktılar. Hareketleri yavaş, kafaları dalgındı. Iorgos’un sözleri zihinlerinde durmaksızın dönüyordu.
     "Sizler için bir oda ve banyolar hazırladık gezginler. Şimdi gidip dinlenin."
     "Bir oda mı?" Wenona düşüncelerinden sıyrılarak şaşkınca adama baktı. Dëwain rahatsızca kıpırdandı. Bu konuda Wenona’yı uyarmalıydı. Yine unutkanlığı tutmuştu. Bunun için azar işiteceğine emindi.
     "Lütfen adetlerimizi tartışmayın kızım. Bir kadının tapınakta yalnız kalmasına müsaade edemeyiz; keşişlerimiz bakirlik yemini etmişlerdir."
     Şimdi Wenona’nın gözleri kısılmıştı ve dudağını kemiriyordu. Dëwain içinden, kızın sakin olması için dua etti. Bu kokuşmuş geleneklerin yeryüzünden ne zaman temizleneceğini merak ediyordu.

     Morgun gezginleri önce banyoya sonra da odalarına götürüp yemek odasına geri döndüğünde tartışmanın çoktan başlamış olduğunu gördü.
     "... büyütüyorsunuz kardeşlerim?" diyordu Iorgos, "Biliyorsunuz; hatırlamayacaklar."
     "Emin olabilir miyiz!?" Konuşan keşiş hayrete düşmüş bir halde sesini yükseltti. Sonra kendisini topladı ve uygun olduğu üzere saygıyla konuştu Başkeşiş’e, "Efendim, geleneklere saygım büyüktür fakat bu gezginler daha öncekilere benzemiyorlar. Anka daha önce hiç kimseye bu kadar büyük kaderler göstermemişti. Bunlar sıradan maceracılar değiller. Ya bu kez unutmazlarsa, ya bu ikisi hatırlarlarsa?"
     "Durumun farklılığının farkındayım Simmernon. Ama bildiğin gibi, hepinizin bildiği gibi, Anka’nın buyrukları keskindir. Tapınak’a gelen gezginlerin tüm sorularına cevap verilmelidir. Daha önce de dediğim gibi: takdir Anka’nındır."
     Keşişler daha fazla tartışmadılar. Her biri odalarına doğru gitmek üzere koridorlara yöneldiler. Aralarında bir fısıldaşma olmadı, keşişler böyle bir saygısızlığı kendilerine yakıştıramazlardı. Fakat şüphe pek çoğunun aklında alev gibi yanmaktaydı. Anka’nın alevleri gibi, diye düşündü Morgun, onları kabul etmek bir hataydı.

     Morgun kapıyı arkasından kapayarak odadan ayrıldığında Wenona hala banyodan sonra elbisesinin yerine bırakılan kimononun kaşındırdığından şikayet etmekteydi. Keşişler yolculuğun kirini taşıyan kıyafetlerini almışlar, yerlerine tertemiz, bembeyaz kimonolar vermişlerdi. Elf, kokmaya başlayan gömleğinden ve çamurlu pantolonundan kurtulduğuna seviniyordu fakat zırhı üzerinde değilken kendisini çıplak hissediyordu. Bunu Wenona’ya söylediğinde kızın suratsızlığı birkaç dakikalığına geçmiş, adamla alay etmişti; Dëwain o kumaş yeleğe zırh mı diyordu cidden? Elf, bir korucunun zırhının çevikliği olduğunu söyleyerek itiraz ettiyse de Wenona ciddiye almamıştı.
     Dëwain çantasını köşeye fırlatarak etrafına bakındı. Oda, bir keşişe uygun şekilde, bomboştu. Dar bir pencere, pencerenin altında bir şömine, duvara asılı bir gaz lambası ve yerde bir döşek. Hepsi bundan ibaretti. Dëwain odaya bakınırken Wenona yanından hışımla geçerek kendisini döşeğe attı. Rahatsız olduğundan yakındıktan sonra Dëwain’e baktı ve adamın yüzündeki düşünceli ifadeyi görünce, "Aman sen de elf!" dedi umursamazca, "O yobaz heriflerin zırvalarına inandığını söyleme bana." Sesini değiştirerek alay etti, " ‘Gelişiniz kıyametin ayak sesleri gibi!’ Saçmalık."
     Bu sözler Dëwain’i rahatlatmazdı ama kızın ses tonu elinde olmadan gülümsemesini sağladı. Kaslarını esnetirken esnedi ve nerede yatacağına karar vermeye çalışarak odaya bakındı. Duvarla döşek arasındaki boşluğa pelerinini serebileceğine karar verdi. Fakat çantasına yöneldiğinde Wenona onun niyetini anladı ve kolundan tutarak döşeğe, yanına çekti. "Saçmalama elf, orada her yanın tutulur. Döşek geniş, yanımda yatabilirsin."
     Dëwain çekingence kıza baktı. İki gece önce kızı kollarına alarak uyumuştu ama o zaman farklıydı. Şu anda bunu yapmak uygunsuz geliyordu. Yine de itiraz etmedi; Wenona ile tartışacak enerjisinin olmadığını hissediyordu. Kız iyi geceler diledi ve sırtını dönüp uzandı. Dëwain de yanına uzandığında o uygunsuzluk hissinin kaybolup gittiğini fark etti. İnkar edemezdi; bu yeni tanıdığı genç kadın ona huzur veriyordu. Fakat bir dakika sonra tek kolunun üzerinde doğruldu ve Wenona’yı izlemeye başladı. Geçen gece hastalanmamıştı ama yine de garip bir şey yaşamışlardı. Dëwain, kızın bununla bir ilgisi olduğunu sanmıyordu ama yine de o huzurla uyamadan gözünü kapamayacaktı.
Wenona dayanamayarak sordu, “O gün, Calaelen’in kalesine geldiğinde, hiç umudun var mıydı, gerçekten?”
Dëwain bir saniye düşündükten sonra “Hayır,” diye yanıtladı, “Ama ben elfim.”

Çevrimdışı sartan

  • *
  • 14
  • Rom: 0
  • “Kendimi arıyorum, demek ki varım…”
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hempa | 7
« Yanıtla #10 : 12 Ekim 2011, 01:10:21 »
7. Bölüm


     Güneş ışığı, doğuya bakan odayı sabahın erken saatinde doldurdu. Pencereden gelen, havadaki ince tozları parlatan huzme tam da ikilinin üzerine vuruyor, pencerenin iki kanadı arasındaki geniş parmaklığın gölgesi Dëwain ve Wenona’nın tam ortasından geçiyordu. Gece sırt sırta vererek uyumuşlardı ama şimdi yüzleri birbirlerine bakıyordu. Battaniyenin çoğu Wenona’nın üzerindeydi, Dëwain sadece bir ucunu sımsıkı avucuna almıştı.
     İkili, yüzlerine gelen ışıktan sakınmak için yatağın ortasına doğru kaydılar. Dëwain ağzını şapırdattı ve Wenona esnedi. Kapalı gözkapaklarındaki pembe lekelerden kurtulmak için biraz daha ilerlediler. Şimdi birbirlerinin nefeslerini yüzlerinde hissediyorlar, uykunun mahmurluğu içinde artık gölgeden çok bu sıcak nefes için yanaşıyorlardı. Dëwain, tam da burnuna gelen hoş ten kokusuyla gülümsemişti ki alnına bir şey çarptı. Gözlerini açtığında Wenona’nın yüzünü kendisininkinin hemen önünde buldu. Neredeyse dudakları birbirine değecekti. Elf, kızın uyanmaması için yavaşça hareket ederek doğruldu ve uyku mahmurluğunu atmak için gözlerini ovuşturdu. Ayağa kalkarak camdan dışarıya baktı. Zakamura Dağı’nın doğu yamaçları hızla alçalıyor, ufka doğru yeşil çayırlar daimi uzanıyordu. Manzara, şehrin azametli surlarıyla bölünüyordu.
     Dëwain döndü ve duvardaki gaz lambasının tepesine tünemiş Abbot’a gülümsedi. Kendisinin dahi tam duyamayacağı kadar alçak bir fısıltıyla sordu, “Demek hepsini unutacağız ha? Hiç sanmıyorum. Sen ne dersin dostum?” Akıllı kuş, elfe kurnazca baktı. Sonra tüyleri, ardındaki duvarın rengini aldı ve hayvan tüm gözlerden gizlendi. Aynı anda Dëwain arkasında bir hareket hissederek hızlıca döndü.
     Wenona gerinerek doğruldu, battaniyeyi üzerinden fırlatıp attı ve kısık gözlerle odaya baktı. Sonunda Dëwain’i görünce gülümsedi.
     “Ne dikiliyorsun orada?”
     “Aman!” Dëwain hızlıca arkasını döndü ve kendisine engel olamayarak kıkırdamaya başladı.
     Wenona sinirle döşeğin üzerinde ayağa kalktı. “Komik olan ne korucu?!”
     “Önün…” diyebildi elf, sırtı, zorlukla bastırılan bir kahkahayla sarsılıyordu.
Wenona başını indirdiğinde Dëwain’in neye güldüğünü hemen anlayıverdi: gece kuşak çözülmüş, kimononun önü serbest kalmıştı; tabii Wenona’nın göğüsleri de. Kız hemen arkasını döndü ve üzerini düzeltti. Sonra da sinirle Dëwain’in omzunu tutup adamı kendine çevirdi. Yanakları kızarmaya başlarken tısladı, “Yine de gülecek bir şey yok!”
     Dëwain kendisini tutması gerektiğini biliyordu. Ağzını açmamalı, kendisini asıl güldüren şeyi söylememeliydi. Fakat bu Dëwain’di ve bir elfin huyu pek zor değişirdi. Kıkırdamasını güçlükle durdurarak, becerebildiğince ciddiyetle konuştu, “Sağ taraftaki daha küçük gibi geldi.”
     Odadaki hava, camdan içeriye bir tundra fırtınası girmiş gibi soğudu. Dëwain’in başı önüne eğikti. Wenona bir süre konuşmadı. Sonra sadece gürültüyle iç geçirdi ve dönüp kapıyı açtı. “Sapıklığın bittiyse başlayalım, ha elf? Buraya bir iş için geldim ve oyalanmaya niyetim yok.”

     İkili kahvaltı boyunca da konuşmadılar. Wenona elfi görmezden geliyor, Dëwain ise kızla konuşmaya utanıyordu. Yaptığı şeyin, söylediği şeyin aptallık olduğunun kendisi de farkındaydı. Köydekiler hep günün birinde düşüncesizliğinin ve patavatsızlığının, sonunu getireceğini söylerlerdi. Dëwain bu sabah onlara hak vermeyi ciddi ciddi düşünüyordu. Ama bir yandan da kafasındaki minik ses şöyle demeyi sürdürüyordu: ‘Kadınlar da pek alınganlar.’
     Keşişler kahvaltıda yoktular. Sadece üç keşiş gezginler ve Başkeşiş için birer tepsi getirmişler, sonra da çekilmişlerdi. Gündüz ışığında ve diğer keşişler de yokken oda Dëwain’e çok büyük görünüyordu. İlk başta burasının akşam yemek yedikleri yer olduğundan şüphe etmişti fakat korucunun dikkatli gözleri çoktan Tapınak’ın kaba bir haritasını çıkarmıştı ve burası kesinlikle dün gece yemek yedikleri odaydı.
     Başkeşiş de sessizdi. Dëwain adamın neden ikisiyle birlikte kahvaltı ettiğini anlayamadı ama yine de memnundu; bugün Wenona ile yalnız kalmayı hiç mi hiç istemiyordu.
     Sonunda tatsız kahvaltı faslı bittiğinde odaya yine Morgun girdi. Eşikte durarak ikiliyi yok saydı ve Başkeşiş’e hitap ederek konuştu, “Kütüphaneler ve galeriler ziyaret için hazır Iorgos Kardeş.”
     Başkeşiş bu haberle gülümsedi ve neşeyle ellerini çırptı. Adamın bu garip neşesi Dëwain ve Wenona’nın bir an için birbirlerine bakmalarına sebep oldu. Fakat bu kez anlayışlı ve muzip bakışma kısa sürdü. Hemen gözlerini kaçırdılar. Dëwain kızın daha ne kadar kızgın kalacağını merak ediyordu; Huysuz-Wenona bir noktadan sonra katlanılmaz olacaktı.
     “Bugünü verimli geçirmenizi ve bakacağınız bölümleri itinayla seçmenizi öneririm gezginler. Ne yazık ki kurallarımız yarın sabah Tapınak’ı terk etmenizi gerektiriyor. Bilgeliğimize sadece bir günlüğüne ortak olabilirsiniz. Şimdi Morgun sizi kütüphaneye götürecek.” Wenona’ya dönerek sordu, “Önceliğinizin bu olduğunu söylemiştiniz, değil mi kızım?” Wenona gülümseyerek başıyla onayladı. Sonra da Morgun’un yanına doğru hareket etti. Dëwain takip etmek için hızlıca yerinden kalktı ve Başkeşiş’e başıyla kısa bir selam vermek için bir saniye oyalandıktan sonra Wenona ve Morgun’un peşinden koşturdu. Onlara yetiştiğinde Wenona’nın yanında yürümeye çalıştı. Wenona dönüp bakmadı fakat Dëwain kızın yüzünde bastırılmış bir gülümseme gördüğünü sandı. Bu düşünceyle kendisi de gülümsedi ve kızın yanında kalarak Morgun’u takip etti.
     Merdivenlerden indiler ve koridorlardan geçtiler. Dëwain görünürde etrafıyla ilgilenmiyor, dalgınca yürüyordu. Fakat gerçekte göz ucuyla, geçtiği her koridoru, koridordan ayrılan her yönü ve o koridorların ayrıldığı diğer yönleri inceliyordu. Kafasındaki kaba haritayı mümkün olduğunca detaylandırmaya çalışıyordu. Bunu özel bir sebeple yapmıyordu. O bir korucuydu, bu bir içgüdüydü. Wenona ise gerçekten de dalgınca yürüyor, gözlerini Morgun’un geniş sırtından ayırmıyordu. Dëwain onun kütüphanede ne aradığını merak ediyordu. Başkeşiş’e doğrudan sormaya çekinecekleri bir şey kalmamıştı; Dëwain en büyük tabuyu yıkmıştı. Wenona her neyin peşindeyse bunun bilinmesini istemiyordu –bu dağın başındaki unutulmuş adamlar tarafından bile.
     Kütüphaneye vardıklarında masalardan birine oturmuş kitap okumakta olan bir keşişle karşılaştılar. Morgun ikisine dönerek “Hangi konuda bilgi arıyorsunuz?” diye sordu. Eliyle kütüphanenin yüksek raflarını işaret etti, “Pek çok konuda pek çok bilgi yazılıdır. Keşiş Khalil size yardım edecektir.”
     Dëwain tezcanlı bir şekilde lafa girdi, “Ben aslında kılıç koleksiyonuna bakmayı istiyorum. Sonra zırh koleksiyonuna, ardından seraya ve sonra da…” Dëwain cümlesinin ortasında bir an için Wenona’ya baktı ve kızın yüzünde rahatlama belirtisi gördü. Fakat Wenona’ya onu izlediğini belli etmeden tekrar keşişe döndü. “Muazzam bir antik silah koleksiyonunuz var, öyle değil mi? Ve bir de ender bulunan şifalı bitkiler yetiştirdiğiniz bir bahçeniz?”
     Morgun gülümseyerek, “Evet,” dedi, “Dağılış’tan önce dövülmüş, ruhu olan silahlar ve tanrıların lütfu olan şifayı barındıran otlar… Beni takip ediniz.” Wenona’ya dönerek ekledi, “Akşam yemeği saatinde geri dönüp sizi alacağım kızım, biliyorsunuz tapınakta–”
     “Yalnız dolaşamam, evet, tamam.” Wenona bu kez sinirli bir sesle söylememişti. Açıkça umursamıyordu. Çoktan bir raftan kapkalın bir kitabı indirmiş, sayfalarını çevirmeye başlamıştı. Dëwain kendisini aniden bir ikilemde buldu. Fakat sonra seçimini kolayca yapıverdi: kendisi zaten unutkan biriydi, en azından unutmayacak birinin bu ayrıcalıktan faydalanması gerekirdi, haberi olmasa bile. Morgun’un peşinden ayrılmadan önce odanın tavanına kısa bir bakış attı. Orada, avizenin tepesinde korucudan başka hiç kimsenin göremediği bir kuş vardı.

     “Aradıklarınızı bulabildiniz mi gezginler?”
     Zakamura’da gün bitmiş, şamdanlardaki ve avizelerdeki mumlar yakılmıştı. Tekrar tüm keşişler ve iki gezgin büyük odada toplanmış, mükellef bir sofraya oturmuşlardı.
     Wenona ağzındaki lokmayı yuttuktan sonra cevapladı soruyu. “Evet. Merak ettiğim pek çok soruya cevap buldum Başkeşiş, kütüphaneniz gerçekten çok geniş.” Iorgos memnuniyetle Wenona’ya gülümsedi. Ardından Dëwain’e döndü.
     “Ben de çok şey öğrendim efendim, özellikle Yattakan* adlı bıçağa bayıldım. Keşiş Barttel,” başıyla masanın uzak ucundaki bir keşişe selam verdi, “birkaç kez savurmama izin verdi. Öyle bir kılıç isterdim, yanına da bir pala!” Kendisine engel olamayarak ellerindeki hayali kılıçları savurdu korucu. Fakat masadakilerin, özellikle de Wenona’nın, onaylamaz yüzlerini görünce utanarak kollarını indirdi.
     “Ah, elbette, Yattakan.” Başkeşiş anılara dalmış gibi göründü. “O tip bir kılıcı kullanan sadece tek bir kabile vardı. Doğudaki bozkırlarda yaşarlardı. Çok maharetli savaşçılardı. Yazık, artık yoklar. Ve kılıcı savurmayı bilen tek kişi de Barttel.”
     Yemeğin devamında Başkeşiş Wenona’ya ilgilendiği konuları sordu ve Wenona da tüm soruları rahat bir tavırla cevapladı. Kız keşfettiklerini anlatırken mutlu görünüyordu ve Dëwain kurnazca sırıtmamak, Başkeşiş’in yüzüne karşı gülmemek için kendisini zor tutuyordu. Dëwain bir rehber olarak ilk kez doğru bir iş yaptığına karar verdi.

     Odalarına çekildiklerinde Wenona’nın tüm akşam boyunca takındığı sevecen tavır aniden kayboldu. Yüzünde kızgın bir ifadeyle kendisini döşeğe attı. Kollarını da açarak uzandı ve tavana bakarak konuştu, “Adi herif!”
     “Kim?” Dëwain yalandan bir merakla, alaya alarak sormuştu.
     “Kütüphaneci, Khalil mi neyse işte, kütüphanedeki bir bölüme girmeme izin vermedi. Başkeşiş’in anlattıkları da yarı safsata yarı halk hikayesi. Bilmediğim hiçbir şey öğrenemedim şu lanet tapınaktan.”
     Dëwain döşeğe, Wenona’nın yanına oturdu ve sırıttı, “Biliyorum.” Kızın şaşkın bakışına ise omuzlarını silkerek şöyle cevap verdi, “Kılıcın kınını bildiği gibi. Burada gerçek bilgeliğe ulaşmaya izin vermezler. Hepsini kendilerine saklarlar.”
     “Öyleyse beni neden buraya getirdin ki!?” Dirseklerinin üzerinde doğrularak çatık kaşlarını Dëwain’in yüzüne yaklaştırdı kız. “Sana ödeme falan yapmayacağım, çok ciddiyim.”
     “Yapacaksın.” Dëwain kaykılarak kızın yanına uzandı. “Birkaç saat uyuyup dinlenelim, hanımım. Sizi aradığınız bilgeliğe götüreceğim. Keşişler izin vermiyorlarsa biz de izin almayız.”
     İkili, sabahki soğukluğu unutarak birbirlerine gülümsediler. Bu gece Zakamura keşişleri bu iki gezginin öncekilere gerçekten de hiç benzemediklerini zor yoldan öğreneceklerdi.

*: "Yattakan" diye kullandığım kelimenin aslı "yatağan"dır. İsmin mümkün olduğunca yakın olması fakat tam da aynı olmaması gerekiyordu. Bunun sebebi Daetrûn'ün genel kurgusu ile ilgilidir (bir isim binlerce yıl içinde ve farklı dilleri konuşan kişilerin ağzında değişmeden kalamaz). "Yatağan" adı verilen silah, Denizli'nin Yatağan ilçesinde üretilen ve yeniçerilerin ek silah ya da yedek silah olarak taşıdıkları bir kısa kılıçtır. Yapısı itibariyle diğer tüm kılıç çeşitlerinden oldukça farklıdır ve kullanımı zordur. Açıklamadan çıkaramayanlar http://tr.wikipedia.org/wiki/Yata%C4%9Fan_(k%C4%B1l%C4%B1%C3%A7) açıklamaya bakabilirler.
Wenona dayanamayarak sordu, “O gün, Calaelen’in kalesine geldiğinde, hiç umudun var mıydı, gerçekten?”
Dëwain bir saniye düşündükten sonra “Hayır,” diye yanıtladı, “Ama ben elfim.”

Çevrimdışı sartan

  • *
  • 14
  • Rom: 0
  • “Kendimi arıyorum, demek ki varım…”
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hempa | 8
« Yanıtla #11 : 15 Ekim 2011, 19:37:34 »
8. Bölüm

     Birkaç saat uyumaya karar vermişlerdi fakat ikisini de uyku tutmuyordu. Bir süre sonra Wenona doğrulup bağdaş kurdu ve Dëwain’i de kalkması için dürtükledi.
     “Yeterince beklemedik mi? Aradığım şey bir kitap ve o kütüphanede çok fazla kitap var. Bir an önce başlamam gerekiyor.”
     “Bir an önce enselenmemiz gerekiyor mu demek istiyorsun?” Dëwain yine de doğrulup kızın karşısına oturdu. Wenona sabırsızca gözlerini devirdi. Ayağa kalkarak pencereden dışarıya, geceye baktı. Dëwain onun niyetini anlayarak kızın henüz sormadığı soruyu cevapladı, “Daha gece yarısı bile olmadı.” Bunun üzerine Wenona odada volta atmaya başladı. Dëwain kızın heyecanlı anına denk getirmenin sevinciyle sordu, “Aradığın şeyin tam olarak ne olduğunu söylersen işimiz kolaylaşacak, biliyorsun, değil mi? Hala benden saklayacak mısın?”
     Wenona adımının ortasında durdu ve keskin gözlerle Dëwain’e baktı. “Bolkar’ın yaratılışında kullanılan bir büyü kitabını arıyorum. Mutlu oldun mu?”
     “Tüy gibi hafifledim.” Dëwain aralarındaki bu sessiz savaşı kazanmanın gururuyla sırttı.
     “E? Hangi raf, hangi kitap?” Alayla sordu Wenona, elfin buna cevap verebileceğini sanmıyordu. Dëwain ayağa kalkarak camdan dışarıya bakındı bir süre. Hala dışarıyı izleyerek cevapladı, “O kitabın bir raf numarası yok.” Wenona bu kaçamak cevaba burun büktü ve voltasına devam etti.

     Sonunda gece ilerlediğinde ve ay zirveye vardığında Dëwain duvarın dibindeki çantasından siyah pelerinini çıkararak sırtına attı. Çantasını orada bırakarak kapıya yöneldi. “Şu ihtiyar kaçıkların dünyadan gizledikleri şeyleri öğrenelim.”
     Odadan sessizce süzüldü elf. Çizmeleri sert taşta bile hiçbir ses çıkarmıyor, üzerindeki giysiler hiç hışırdamıyordu. Wenona da elinden geldiğince dikkatli ilerliyordu fakat korucunun hayli gerisinde kalıyordu. Dëwain’in her köşe başında kızı beklemesi gerekiyordu.
     Sonunda kütüphanenin önüne geldiler ve Wenona, “Lütfen gıcırdama!” diye fısıldayarak kapının kulpunu tuttu. Fakat Dëwain durmamış, koridor boyunca ilerlemeye devam etmişti. Wenona’nın arkasında olmadığını hissedince dönüp eliyle gelmesini işaret etti.
     “Sen nereye gittiğini sanıyorsun?” diye kızgınca fısıldadı Wenona, yanına vardığında Dëwain’in kolunu sıkarak. “Kütüphaneyi geçtin.”
     “Aradığın türden bir şey orada bulunmaz, yasak kısımda bile,” diye cevapladı elf. “Fakat yolumuzun üzerinde benim aradığım şey var ve önce onu alacağız.” Sertçe çekerek kolunu kızdan kurtardı ve başını köşeden uzatıp yan koridoru incelemeye başladı. Burası gündüz ziyaret ettiği silah koleksiyonlarının ve demirci ocaklarının bulunduğu kısımdı. Her tarafın yarı duvarlarla, eşyalarla, gömme fırınlarla dolu olduğunu görerek memnuniyetle sırıttı; gerektiğinde saklanacak çok yer vardı. Eliyle kıza gelmesini işaret etti yine, geriye dönüp bakmadan koridora saptı ve hızla ilerlemeye başladı. Wenona önce kızgınlıkla geldikleri yöne baktı. Sonra dönüp çaresiz, elfi izledi. Korucunun ufak hesapları peşinde koşturmak istemese de burada dikilmek neye yarardı ki zaten.
     Dëwain, gereksiz olduğu halde, adeta bir çocuğun oyun oynaması gibi, her duvarın ve tezgahın arkasına bir saniyeliğine pusarak koridoru geçti ve ocakların duvar diplerine sıralandığı büyük açıklığa vardı. Dëwain ne zaman bir şeyin dibinde çömelse sırtındaki pelerin şeffaflaşıyor gibi görünüyordu. Bu işi böyle ciddiyetsizce yaparken bile gizlenmedeki yeteneği belli oluyordu. Wenona, yüzünde küçümseyici bir ifadeyle, sanki lüks bir bulvarda gezermiş gibi yürüyerek geçti koridoru. Dëwain sabırsızca, yerinde sallanarak bekledi kızı. Wenona, elfin yanına vardığında, çevreye bakınmaya başladı. Nerede olduklarını hemen anladı ve sıkıntıyla gözlerini devirdi. Ona göre tüm bu metal yığınları zaman kaybıydı.
     “Senin silah sevdandan sıkılmaya başladım,” dedi tehditkarca. “Unuttuysan hatırlatayım: emirleri ben veriyorum.”
     “Emir vermek mi?” dedi Dëwain, neredeyse alayla. Sonra tekrar ağzını açtı ancak konuşmadı. Gözlerini kapayarak bir şeyleri hatırlamaya çalışır gibi bekledi.

     Odadalar. Keşişler şüphelendi. Başkeşiş ‘sahanlığa’ gitti. Diğer keşişler Tapınak’a dağılıyorlar.

     Bir ses duymuş gibi kulak kabarttı. Wenona da, bir şeylerin altına girip saklanmaya hazır, bir işaret bekledi korucudan. Ancak göründüğü kadarıyla ikisinden başka kimse yoktu. Ve Wenona herhangi bir ses de duymamıştı. Sonra Dëwain heyecanla fısıldayarak kadının omzuna dokundu. “Bu taraftan.” Koşan birinden beklenmeyecek bir sessizlik içinde hızla boşluğu aştı ve doğu tarafındaki bir raf sırasına gitti. Wenona önce olduğu yerde kalıp elfi beklemeyi düşündü. Ama sonra merakına yenildi ve o da raflara doğru ilerledi. Dëwain’in uzanıp bir silahı aldığını gördü. Önceki ziyaretinde elfi adeta büyüleyen garip kılıçtı bu. Görünürde hiçbir büyülü özelliği yoktu. Nadir bulunan metallerden yapılmış da değildi. Yine de insana garip bir his verdiğini kabul ediyordu Wenona. Elf kılıcın kabzasını kavradı ve elinde nasıl durduğuna baktı. Hafifçe sallayarak, sanki böyle bir silahı anlayabilecek biriymiş gibi tarttı.
     “Adı neydi?” Wenona, kendisine hayret etse de, elfin bu kadar ilgilendiği bir kılıcı öğrenmek istediğini fark etti.
     “Yattakan. Barttel’in anlattığına göre tüm Daetrûn’deki tek kopyaymış. Fark ettiysen keskin tarafı içeride, yani bir palanın tam tersi. Uç tarafı orta kısımdan daha ağır: zırhları balta gibi parçalayabilir. Bunların bir çiftine ‘kelle koparan’ denirmiş. Yazık, sadece bir tane var. Kullanması büyük ustalık gerektirirmiş çünkü gördüğün üzere kabzayla bıçak arasında balçak yok, yani kendi elini kesebilirsin,” diye cevapladı Dëwain kılıca büyülenmiş gibi bakarak. Wenona, kendi kendisine, “Sadece adını sordum, geveze,” diye fısıldadı sinirle. Sonra Dëwain aniden silkelenip kendisine geldi ve bir başka raftan uygun kını alarak kılıcı içine koydu. Dönüp kıza baktı ve, “Buradaki ziyaretimiz sona ermek zorunda, gidiyoruz,” dedi sert bir biçimde.
     “Hayır!” Wenona’nın sesi fısıltıyı aşmıştı. “Bu keşiş cennetine silah çalmak için gelmedim ben. Kütüphanelere geri dönüp aramalıyız.”
     “Bak,” dedi Dëwain. İkna etmek için sesini anlayışlı bir tonda tutuyordu, “Aradığının gerçekten de önemli bir şey olduğundan hiç şüphem yok. Ancak bir sorun var: odamızda olmadığımızı öğrendiler. Şu anda bizi arıyorlar. Yakalanırsak ne olacağını ikimiz de biliyoruz. Sana söz veriyorum: beni izlersen seni aradığın şeye götüreceğim. Sadece biraz sabret. Aradığın şey hayatından daha mı değerli?”
     Wenona cevabı biliyordu. Öyleydi. Açıkçası hayatının anlamı aradığı bilgiyle eşdeğerdi. Aklında başka sorular da vardı ancak şimdi cevaplar için zamanları yoktu. Sebebini bilmiyordu ama böyle anlarda elfe güvenmemek mümkün görünmüyordu. “Tamam,” dedi ciddileşip yüzüne hesap yapan bir ifade yerleşerek, “Eşyalarını alamayacağının farkındasın, değil mi, muhtemelen orada bizi bir tuzak bekliyor olacak.”
     “Sorun değil, o yayı kendim yapmıştım ve katanalar da aile yadigarıydılar gerçi ama bu kılıç tüm kaybıma değer,” dedi Dëwain. “Ya sen? O elbise pek güzeldi.”
     Dëwain’in muzip gülümsemesine burnu havada bir tonla cevap verdi kız, “Elbise için üzülecek kadar basit kadınlardan değilim ben, korucu.” Fakat Dëwain yürümek için dönünce Wenona’nın gözleri sıkıntıyla kısıldı, şehrin kapısı önünde bıraktığı çanta gelmişti aklına. Pek değerli kağıtlarını geride bırakmıştı. Onca zorlukla topladığı tüm o bilgiler… Buradan çıktığında gidip hala orada mı diye bakabilmeyi ummuştu. Dëwain bir el hareketiyle gelmesini işaret ettiğinde kafasını salladı ve kaybını düşünmemeye çalıştı. Daha sonra üzülürdü, şu anda dikkatli olmalıydı.
     İlerlemeye başladılar. Koridora vardıklarında Dëwain bu kez hiç de çocukça olmayan bir tavırla fırınlardan birisinin içine saklandı ve Wenona’yı da hemen yanına çekti. Sessiz olmasını işaret ederek kulağını duvara dayadı ve gözlerini kapadı. Wenona korucuların toprağı dinleyebildiklerini biliyordu fakat bir binayı dinleyebileceklerini hiç düşünmemişti.

     Baca yukarıya doğru on dört metre yükseliyor. Üçüncü metrede bir yarık var. İç avluya açılıyor.

     Wenona, korucunun işini zorlaştırmamak için nefeslerini bile yavaşlattı. Hazırlıklı olmak adına kimonosunun kollarını sıvadı ancak sonra hüzünle hatırladı. Burada yapamazdı. Kendisini çok güçsüz ve çaresiz hissetti. İlk kez kendi güvenliğini sağlayamayacağını fark etti. Yanındaki elfe güvenmek zorundaydı. Yine de, dönüp, duvarı dinlemekte olan genç adama bakınca, hayretle fark etti: belki de bu kadar çaresiz hissetmesi gerekmezdi. Sonra Dëwain neşeyle gözlerini açtı ve başını yukarıya kaldırdı. Baca metreler boyunca yükseliyor, gece karanlığında ucu görünmüyordu.
     “Buraya doğru geliyorlar. İki dakika sonra burada olacaklar.”
     Kapana kısıldıklarını belirtmiş birisine göre Dëwain hiç de sıkıntılanmış görünmüyordu. Bacadan çıkmayı düşünüyor olamazdı, değil mi? Elf, Wenona’nın ne düşündüğünü anlamış gibi kıza muzipçe göz kırptı ve “Saçmalama,” dedi. Sonra sürünerek dışarıya süzüldü ve sergilenen miğferlerden birini alarak kafasına geçirdi. Geri dönüp Yattakanı kının içinde Wenona’ya uzattı. Sonra çizmelerini çıkardı ve içlerinde gizli iki hançeri çekti. Wenona’ya kurnazca göz kırptığında kız somurttu. Kendisi çantasını tümden bırakmak zorunda kalmıştı ve elf içeriye silah mı sokmuştu! Dëwain ayağa kalkarak hançerleri sıkıca kavradı ve zıplayıp içlerinden birini baca duvarına sapladı. Sonra kendisini yukarıya çekerek diğerini bir kaya çatlağına soktu. Bu şekilde bir süre tırmandı. Wenona telaşla koridora bakındı. Elf çok fazla ses yapıyordu. İleriden gelen telaşlı ayak seslerini duyabiliyordu. Dönüp panikle Dëwain’e baktı. Seslenmeye cesaret edemeyerek sıçrayıp zorlukla ayağına dokundu dikkatini çekmek için. Dëwain aşağıya baktı ve Wenona anladı. Göz göze geldikleri bir saniye içinde sessizce beklemesi ve elfe güvenmesi gerektiği kızın aklında belirdi. Bunun Dëwain’in yaptığı bir çeşit akıl etkileme olduğundan şüphelenmesi gerektiği mantığının kenarlarında dolaşıyordu ama kız bunu yok saydı. İçgüdüleri elfin bakışı ile aynı şeyi söylüyordu.
Sonunda Dëwain, elf gözlerinin seçtiği o boşluğa gelince durdu. Tırmanmaktan yorgun düşmüştü ve tek eliyle tutunamayacağının farkındaydı. Bu yüzden kafasını boşluğa doğru uzattı ve deli gibi sallamaya başladı. Miğfer biraz sonra elfin sivri kulaklarından kurtuldu ve bir şangırtıyla boşluktan içeriye yuvarlandı. Metrelerce döne döne inerken çıkardığı ses baca sistemi boyunca yankılandı ve sonunda birkaç saniyelik sessizliğin ardından son bir şangırtıyla son buldu. Dëwain hançerleri sökmekle zaman kaybetmedi ve aşağıya atladı. Hızla çizmelerini giydi ve Wenona’nın elini yakalayıp onu da peşinden sürükleyerek koridorda deli gibi koşmaya başladı. Wenona ne yaptıklarından emin değildi ama elfe uydu ve yavaşlatmamak için bacaklarının elverdiğince hızlı koştu. Kimseyle karşılaşmadılar. Keşişler gitmişti.
     Birkaç köşeyi döndükten sonra ikisi ayrı yönlere gidecek oldular ve neredeyse yere düşeceklerdi. Wenona dönüp kızgınlıkla, “Çıkış bu tarafta şapşal herif!” dedi. Dëwain ise sadece gülümsedi ve “Henüz çıkmıyoruz, sen daha aradığını bulamadın,” diye karşılık verdi. Wenona sinirle bir nefes verdi ve daha önce hiç gitmedikleri bir merdivenden yukarı katlara çıktılar. Issız, yıllardır kullanılmamış gibi görünen bir sahanlığa vardılar. Önlerinde bir kapı falan yoktu. Merdivenler bir duvarla bitiyordu.
     “Cidden cinnetliksin.”
     Wenona, bu kadar sinirli olmasa, durumla alay edip gülebilirdi. Fakat Dëwain onu umursamadı ve duvarı omuzlamaya başladı. Wenona tamamen şaşkına dönmüş bir halde, dönüp kendi başının çaresine bakmayı düşünürken, “Gel de yardım et!” dedi elf. Wenona tam da asla böyle aptalca bir şeye bulaşmayacağını ve geri döneceğini söyleyecekti ki duvar kaymaya başladı. Dëwain yorgun bir nefes verip dinlenmek için dizlerine doğru eğilirken duvar kaymaya devam etti ve sonunda bir geçidi gözler önüne serdi. Dëwain dönüp kendini beğenmiş bir yüzle Wenona’ya önden gitmesi için reverans yaptı ve alayla sırıttı. Wenona da sanki başından beri bunun olmasını beklemiş gibi azametle yürüdü. Dëwain de peşinden geldiğinde duvar tekrar yerine oturdu.
     Wenona çevresine bakınmaya başladı. Yıllardır kullanılmayan bir yer için hayret verecek şekilde az ileride, yanan bir meşale duvara asılmıştı. Dëwain ilerleyip meşaleyi aldı ve yukarıya kaldırarak ışığı genişletti. İçeride ne olduğunu başta anlayamadı Wenona. Havada bir sis vardı ve her şeyin üzeri örümcek ağlarıyla kaplanmıştı. Meşale hariç; o, yeni görünüyordu. Sonra fark etti zar zor, ileride bir sıra raf ve üzerlerinde kitaplar vardı.
     “Eğer aradığın burada da değilse,” dedi Dëwain küçük mağarada gezinerek, “hiçbir yerde değildir.”
     Wenona mutlulukla kitaplara doğru yürüdü ve rastgele birini çekerek incelemeye başladı.
     “Söylesene, o kılıçta bu kadar ilgini çeken nedir?”
     Dëwain’in sesi bir yığın şangırtının arkasından cevapladı, “İçbükey tarafı keskin.” Bu açıklamayla Wenona’nın bir kaşı şüpheyle kalktı. Dëwain bir saniyeliğine dönüp Wenona’ya baktıktan sonra tekrar yığına dönerek eşelemeye başladı. “Hep böyle bir kılıç istemiştim. Ve tabii bunu tamamlayacak bir pala… Ah, işte bir tane var –vay, hem de mithril!” Wenona elindeki kitabı öylece yere bıraktı ve başka bir tane alarak, hızla sayfalarını çevirmeye başladı. Dëwain elinde meşaleyle yaklaşarak ışığı Wenona’nın incelediği kitaba doğru tuttu ve sanki rahat bir sohbet ediyorlarmış gibi devam etti, “Küçükken bana da köyümdeki herkese verildiği gibi bir takım katana verdiler. Büyük olanı gayet iyi kullanabiliyordum ancak kısa olan sorun oluyordu. Zamanla sol elimdeki kılıcın keskin tarafının içte olmasını istediğimi fark ettim. Bir keresinde gizlice demircinin dükkanına girip içini bileylemiştim. Güzelim katana ziyan olmuştu, babam çok kızmıştı. O kılıcı kınından hiç çıkarmıyorum farkındaysan, cidden berbat durumda. Dün bu Yattakanı görünce aradığımın bu olduğunu anladım. Elime çok iyi oturacağından eminim. Ya sen?” Merakla kıza baktı, “Aradığın burada mı?”
     “Evet.” Wenona tam da elf sorduğu anda aradığı başlığı bulmuştu. Fakat gümüş rengi bir parlaklık dikkatini dağıttı. Başını çevirdiğinde parlaklığın elfin yeni palasından geldiğini fark etti. Bıçağı mithrildendi, üzerinde bilmediği çeşitte rünler kazılıydı, parlaklık da bu rünlerden geliyordu. Kabzanın altında ve tutulduğunda elin üzerinde kalan kısımda birer küçük bıçak daha vardı. Neden sonra gözünü silahtan alarak yere oturdu ve okumaya başladı. Gözlerini sayfadan ayırmadan, aynı anda okumaya da devam ederek sordu, “Burayı nasıl bildin? Çıkışın tutulduğunu söylüyordun ama kimse yoktu. O miğferi attığın yere mi gittiler yani? Bu çok ezik bir numaraydı, yemelerine şaştım doğrusu.”
     “Ben de,” dedi Dëwain kızın yanına oturarak, “Keşişleri zeki sanırdım. Esas amacım buranın girişindeki sahanlığı temizlemekti; bu meşaleyi burada nöbet tutan keşiş yakmış olmalı. Bizi bulamadıklarında ilk önce burayı korumak isteyeceklerini düşündüm. Aslında pek umudum yoktu ama aklıma da başka bir yol gelmedi. Her neyse, sonuçta yakalanmadık.”
     “Diğer sorudan kaçıyorsun,” dedi kız kurnazca, “Burayı nasıl bu kadar iyi biliyorsun? Seni tanıyora benzeyen tek bir keşiş bile yoktu. Daha önce buraya gelip de kimseye görünmemiş olman imkansız.”
     “Sen benim sorularıma hemencecik cevap vermemiştin, değil mi, hanımım?” dedi Dëwain aynı kurnazlıkla. “Bırak bu da benim sırrım olsun.” Tekrar yeni bulduğu pala ile ilgilenmeye başlamıştı bile.
     “Sen bilirsin,” diye umursamazca cevapladı kız. Konuşmayı bıraktı. Yazanlar ilgisini çekmeye başlamış gibiydi. Hızlıca sayfayı çevirdi. Bu hareket Dëwain’in kitaba bakmasına sebep oldu. Kızın gözlerinin kayarcasına eski harflerin üzerinde dolaştığını gördü. Dëwain okuyamıyordu fakat Wenona’nın okuyabildiğine de emin olamamıştı. Sonra Wenona pervasızca sayfayı çekip kopardı ve kitabı öylece yana bıraktı. Sayfayı katlayıp belindeki kuşağa sıkıştırdı ve gülümseyerek Dëwain’e baktı. Kızın gözlerinde yeşil ışıklar dans ediyor gibiydi. Anlaşılan gerçekten de önemli bir şey bulmuştu. Artık her neydiyse.
     “Demek muradına erdin,” dedi elf. “Neyse. Buradan gitmeliyiz.”
     “Hayır,” dedi Wenona bıçak gibi bir sesle. “Önce bir şeye daha cevap vermen gerekiyor. Odamızda olmadığımızı nasıl anladılar? Durduk yere gece vakti neden gelmişler ki? Daha da önemlisi sen bunu nasıl anladın?”
     Dëwain bir saniye düşündükten sonra “Abbot’u önlem olarak odada bırakmıştım, o söyledi,” diye cevapladı. “O kuşla aramda zihinsel bir bağlantı var.” Wenona’nın şüpheli bakışlarını fark edince de “Hey, unuttun galiba, ben korucuyum,” dedi. Başını sıkıntıyla sallayarak ayağa kalktı ve geldikleri tarafa doğru ilerledi. Wenona da peşinden koştu ve duvarla arasına girerek elfi durdurdu.
     “Yine sorudan kaçıyorsun,” dedi artık sabrı kalmadığını belirten bir sesle, “Odamıza neden geldiler? Dëwain! Cevap ver!”
     Elf teslim olmuş bir şekilde kızın yüzüne baktı ve “Birisi seni arıyormuş,” dedi. “Geç saatte gelmiş ve ortalığı birbirine katmış. Keşişlerle dövüşmüş ve yakalanmış. Sorduklarında da senin adını vermiş. Seni görmek istiyormuş. Bütün bildiğim bu.”
     Wenona duygularının yüzüne yansımaması için büyük bir çaba göstermek zorunda kaldı. Danita mı gelmişti? Hayır. Bu olanaksızdı. O kadın buraya giremezdi. Bu yüzden bu iş Wenona’ya kalmamış mıydı zaten? Kız emindi; gelen başkasıydı. Yüzüne zoraki bir gülümseme yerleştirdi.
     “Yine senin köylüler olmasın?” Alayla adamın omzuna vurdu.
     “Hayır.” Dëwain çok ciddi görünüyordu. “Dedim ya, seni arıyormuş.”
     “Adı!?” Wenona bu kez kontrolü bir kenara bıraktı ve ellerini Dëwain’in omuzlarına koyup adamın gözlerine bakarak sordu, “Kimmiş? Kuş, adını öğrenememiş mi?”
     “Üzgünüm,” dedi Dëwain, “Bütün bildiğimi söyledim Wenona.” Meşaleyi yere attı ve çizmesinin topuğuyla basıp söndürdü.
     Wenona elfin doğru söylediğini biliyordu. Öyleyse kimdi? Başka kim Wenona’yı arıyor olabilirdi ki? Onu tanıyan ve hala nefes alan başka kimse yoktu. Bu durum sinirini bozuyordu. Bunun iyi bir şey olamayacağını hissetmeye başlamıştı. Üzerindeki tozu silkeledi ve sertçe duvarı omuzladı. Koca taş deminkinden çok daha hızlıca kayıp çekildi ve Wenona yine önden gitti. Birbiri ardına koridorları geçti ve az önceki kavşağa vardıklarında sollarındaki koridordan keşişlerin bağırışlarını işittiler. Durup düşünmeden sağdaki koridorda koşmaya başladılar. Dëwain hızlanarak Wenona’nın önüne geçti ve palasını önünde tutarak ilerlemeye başladı. Diğer elinde hala sönmüş meşaleyi taşımaktaydı. Wenona sıvanmış kollarına baktı. Sonra da elinde tutuğu garip kılıca. Bir kez daha elfe güvenmekle kendisini aciz hissetmek arasında gidip geldi. Ne var ki bu konuda çok uzun düşünemedi. Dëwain ani bir dönüşle bir kapıyı açtı ve Wenona’yı da kolundan tutarak içeriye çekti. Kapıyı çarparak kapadı ve keşişleri durduracağını umduğundan değil de alışkanlıkla kilidi çevirdi.
     İkili birkaç saniye durup soluklandılar. Geldikleri yer bir yatak odasıydı. Tam da bir keşişin yaşayacağı şekilde, dekoratif olmaktan alabildiğine uzak, mobilyasız, soğuk bir tarzdaydı. Yerde bir halı, duvarda bir tablo yoktu. Odadaki yegane eşyalar yerde duran bir döşek ve köşedeki ayaklı şamdandı. Taş duvarları bölen bir şömine ve hemen üzerindeki pencere dışında her tarafı aynı görünüyordu. Bir kutunun içindeymiş hissi veriyordu. Kendi yattıkları odadan bir farkı yoktu. Wenona Tapınak’ın ne tarafında olduğunu bilmediğini fark etti; tek başına buradan çıkamazdı. Dëwain koşup pencereyi açtı ve sarkıp iki kat aşağıdaki avluya baktı. Wenona da yanına gelip sıkışarak son umutlarının da kayıp gittiğini gördü.
     Aşağıda, taş döşeli iç avluda altı keşiş vardı. Başkeşiş de aralarındaydı ve elinde Dëwain’in şaşırtma için kullandığı miğfer vardı. Adam miğferi yukarıya kaldırdı ve yaşından beklenmeyecek gür bir sesle, “Buradan çıkış yok, hırsızlar!” diye bağırdı, “Bizleri bu basit numarayla kandıracağınızı sandınız ancak yanıldınız. ‘Dingin bir aklın kurnaz bir zekadan daha üstündür.’ O demirci kanadından pek çok çıkış vardır, orada izinizi kaybettirebilirdiniz ancak bulunduğunuz odanın hiç çıkışı yok. Günahlarınızın bedelini ödeyecek–!”
     Dëwain keşişin lafını bitirmesini beklemedi. Elindeki sönmüş meşaleyi avluya fırlattı ve Wenona’yı geri iterek pencereyi hızla kapattı. Koşup ayaklı şamdanı aldı ve ters olarak kapının koluna dayadı.
     “Çıkış olup olmadığını göreceğiz, dingil akıllı!”
     “Faydası yok. Bizi kapana kıstırdılar. İşimiz bitti.”
     Dëwain Wenona’yı dinlemedi. Gözlerini kapadı ve yine sadece kendisinin duyduğu bir sesi dinliyor ya da bir şeyleri hatırlamaya çalışıyor gibi göründü. Wenona bu kez bir faydası olacağını sanmıyordu. Yine de elfin konsantrasyonunu bozmadı. Fakat sonra koridorda birbiri ardına kapıların açıldığını duydu. Sıra birazdan bu odaya gelecekti. Sıradan, ahşap bir kapıya dayanmış dandik bir şamdan hiçbir keşişi uzun süre tutamazdı. Wenona panikle Dëwain’i sarsmaya başladı. Artık elfin bir şey yapması lazımdı. Bu durumda her ne yapılabilirse.

     Odaların hepsi şömine bacalarıyla bağlı. Koridor boyunca karşılıklı dizilmiş on sekiz oda var. Koridorun batı ucu güney ve kuzey koridorlarına bölünüyor. Her birinde on ikişer oda var. Her bir koridor aşağı katlara inen merdivenlerle bitiyor… Dışarıda, koridorda, dört keşiş var. Geceleri tapınakta sadece on beş keşiş oluyor. Üçünü kadın yaraladı. Beşi hala iç avluda, Başkeşiş ‘sahanlığa’ dönüyor… Muhafızlar güney kapısının dışındaki surlarda bekliyor.

     Dëwain aniden gözlerini açtı ve şömineye seğirtti. “Biraz üstün başın pislenecek saygıdeğer hanımım, idare edeceksin artık.” Sesini, içinde oldukları duruma göre akıl almaz bir şekilde yüksek tutmuştu. Yere eğilip emekleyerek şömineye girdi.
     Wenona inanamayarak elfin poposuna baktı bir süre. “Cidden, baca numarasını tekrar yiyeceklerini sanmıyorsun herhalde.” Dëwain cevap vermedi. “Dëwain, bu işe yaramayacak,” içgüdüsel olarak fısıldamıştı, “Hey! Sana diyorum.” Ayağıyla Dëwain’i sertçe dürttü.
     Elf, kızgın, gecikmeden dolayı memnuniyetsiz bir yüzle geri çıktı ve, “Eğer sen kapıdan girecek olan dört keşişle dövüşmeyi tercih ediyorsan diyecek bir şeyim yok,” dedi. Sonra da tekrar bacaya girerek duvardaki çatakları yoklamaya başladı. Wenona, çaresiz, peşi sıra şömineye girdi.
     İçerisi beklediğinden daha genişti. İkisi ayakta, her ne kadar vücutları fazlaca yakın olsa da, eğilip bükülmeden durabiliyorlardı. Dëwain zorlanarak pelerinini çıkardı ve Wenona’nın sırtına attı. “Bunu giy. Gizlenmene yardımcı olacaktır.” Palasını da uzatınca Wenona’nın iki eli de dolmuş oldu. Dëwain kafasını kaldırıp bir süre inceledikten sonra kollarını uzatıp bir yerlere tutundu ve tırmandı. Bacakları Wenona’nın kafasıyla aynı hizaya gelince durdu. Ayaklarını açarak iki yana dayadı ve öyle dengede durdu. Aşağıya eğilip ellerini Wenona’ya uzattı. Kılıçları kimonosunun belindeki kuşağa sıkıştıran kız, nasıl olup da bu şekilde saçma sapan saklanarak kurtulabileceklerini bilemese de elfe uydu ve uzatılan elleri kavradı. Dëwain kızı çok zorlanmadan çekti. Gücü narin vücudundan beklenmeyecek kadar çoksa da göründüğü kadar hafifti. Kızı kendi seviyesine kadar çıkardı ve ellerini koyabileceği yerleri gösterdi. Uygun olan yerler Dëwain’in arkasında kalıyordu. Wenona iç çekerek adama sımsıkı sarıldı ve ucu ucuna duvardaki oyukları bulup tutundu. “Ayaklarını belime sarmalısın. Ellerimle de tutunmadan ikimizi uzun süre taşıyamam.” Wenona fazlaca yakın olduğu yüze sinirle baktı. Bu kadarı da fazlaydı. Fakat sonra kapının kırılma sesi geldi. Dëwain elleriyle Wenona’nın kalçasını kavradı ve kızı yukarıya itti. Wenona da elfin istediği şekilde durdu. Şimdi pelerin Wenona’dan daha uzundu, Dëwain’in ayaklarına kadar geliyordu. Dëwain, ellerindeki son saniyede, zar zor duyulan bir fısıltıyla, kıza bacaklarını gerçekten sıkı sarmasını söyledi. Wenona bu isteğe uydu ve tatsızlık verici bir sertlik hissetmemeyi umdu. İkili, kalplerinin atışlarını boğazlarında hissederek ve Zakamura’nın geleneksel kimonolarının ne kadar ince kumaştan yapıldığını düşünmemeye çalışarak, iki keşişin kafalarını uzatıp baktıklarını duydular. Keşişlerden birisi bacadan tırmanmış olabileceklerini söyledi. Diğeri bu kadar da salak olamayacaklarını belirtti. Sonra başka bir keşiş, odanın dışından seslenir gibi boğuk gelen bir sesle, hırsızların her zaman salak olduklarını, hep aynı bayat numaraları kullandıklarını söyledi. Son keşişin içeriye koşan ayak sesleri geldi. Adamın camı açıp aşağıya, avludaki keşişlere bağırdığını duydular, “Yukarı gelmelisiniz, hırsızlar bu kez sahiden bacaya girdiler! Dördümüz tüm odaları tutamayız!”
     Ardından karışık ayak sesleri duydular. Wenona anlayamadı ancak Dëwain ayırt edebildi. Üç keşiş odadan çıkmışlar, koridor boyunca koşmuşlardı. Bir tanesi kuzeydeki, diğeri de güneydeki merdivenleri tutmuştu. Üçüncüsü doğuya yönelmiş, Dëwain ve Wenona’nın bu koridora geldikleri tarafı tutmuştu. Ve dördüncüsü de odanın önünde, yüzü karşı kapıya dönük bekliyordu. Dëwain bir kez daha emin oldu ki o çok şanslı birisiydi. Yüzüne kurnaz bir gülümseme yerleşti. Wenona bu gülümsemeyi yanlış yorumlamış olmalıydı ki elfe onu boğazlayacakmış gibi bakıyordu. Dëwain de hemen Wenona’nın boynundaki pelerini çözdü. Pelerin aşağıya düştüğünde hiç de umulmayacak şekilde dümdüz açıldı ve tek bir toz dahi havalandırmadı. Wenona’nın şaşkın bakışlarına gözleriyle aşağıyı işaret ederek karşılık verdi Dëwain. Wenona, artık işin mantık sınırlarından çoktan çıktığını düşünerek, pervasızca elfi bıraktı ve pelerinin üzerine indi. Şaşırarak çizmelerinin hiç ses çıkarmadığını fark etti. Hemen bir saniye sonra da Dëwain indi ve Wenona’yı yere çekerek pelerini üzerlerine battaniye gibi örttü.
     Şimdi, şöminenin karanlığında, normal gözlere görünmeleri mümkün değildi. Wenona neden beklediklerini anlamıyordu. Beklemekle ne elde edeceklerdi ki? İşte, kapıda tek bir keşiş vardı. Bu koftiden savaşçı bile tek bir keşişi alt edebilirdi herhalde. Fakat Dëwain’in bakışları Wenona’nın gözlerini yakaladı ve kız bir kez daha sadece gözlerine bakarak ne yapmaları gerektiğini anladı. Öyle, kucak kucağa, pelerinin altında oturarak ve birbirlerinin gözlerinden başka hiçbir şey göremeyerek birkaç dakika beklediler. Sonunda koridorda yaklaşan pek çok ayağın sesi yankılandı. Dëwain yavaşça hareket etmeye başladı. Wenona da elfi şaşırtarak ona uymayı başardı. Birlikte, birbirlerinin hareketlerini tamamlayarak, şömineden dışarı süzüldüler. Açık pencerenin önünde, Dëwain arkada Wenona önde, durdular. İkisi de derin bir nefes çektiler ve tek bir an sonra kendilerini gerisingeri şöminenin üzerindeki pencereden aşağıya bırakmışlardı.
     Daha düşmeye başlamadan Dëwain ellerini uzatıp Wenona’nın kuşağındaki palayı çekti ve alt katın penceresinin önündelerken ahşap pervaza sapladı. Diğer eli Wenona’nın elini yakaladı ve yakına çekti. Elbette bu şekilde havada asılı kalamadılar, pervaz çatırtıyla kırıldı ve kılıç ahşaptan kurtularak Dëwain’in elinden fırladı. Ancak hızlarını yeterince kesmelerini sağlamıştı. Sertçe de olsa yere bacaklarının üzerinde konmayı başardılar.
     Dëwain yerden palayı kaptı. Wenona üzerlerinden uçup gitmiş kıymetli pelerini almayı düşündü ancak pelerin gece rüzgarına kapılmış, uzak tarafa savrulmuştu. Dëwain de pelerini umursayamayacağını belirtircesine hala tutmakta olduğu Wenona’nın elini sıktı ve koşmaya başladı. Dış avluya açılan kapıları ittiler ve serin gece havasına çıktılar. Kuzeye doğru uçsuz bucaksız uzanan dağlar ve her yönde birkaç yüz metre aşağılarında başlayan yemyeşil orman parlak ay ışığında özgürlüklerinin müjdecisi gibiydi.
     “O pelerini nereden buldun? Postumuzu ona borçluyuz.”
     “Dağılış öncesinden kalma, her korucuda bulabileceğin bir şey değildir.” Elfin sesi sıkıntılı geliyordu. Wenona da daha fazla soru sormadı.
     Dëwain öne geçerek Wenona’nın belindeki kından Yattakanı çekti. Hızlıca bir taşın üzerine çıktı ve gidebilecekleri bir yol bakınmaya başladı. Bu sırada Wenona da elfin sırtına dayandı ve Dëwain’e kız kendisini koruyormuş gibi geldi. Şaşkınlığının dikkatini dağıtmasına izin vermese de aklından geçirmeden edemedi, kız onu nasıl korumayı düşünüyordu ki? Basit bir araştırmacı, sıradan bir gezgin… Kılıç tutmayı bile bilmiyordu, değil mi, öyle söylemişti. Bir rahibe değildi, bir büyücü değildi. Peki bu cesaret nedendi? Elinde boş bir kınla orada dikilip gelecek olanı karşılamak?
     Wenona sırtını elfe yasladı ve gözlerini kapılara dikerek göğü yeniden hissedebildiğini fark etti. Evet. Oradaydı. Uzaktı. Üzeri örtülmüştü. Ama yine de tekrar oradaydı ve kızın içine akıyor, damarlarında geziyor, parmak uçlarını karıncalandırıyordu. Sıvanmış kollarına baktı. Yüzünde kendinden emin bir ifadeyle parmaklarını esnetti, hareketini engellememesi için boş kını yere bıraktı ve ellerini kapılara doğru uzattı. Neden hala ortaya çıkmamıştı? Lanet olsun! Kim gelmişti? Kim olursa olsun; Wenona burada daha fazla kalamazdı. Gitmesi lazımdı. Omzunun üzerinden gözünün kenarıyla Dëwain’e baktı. Dudaklarında tehlikeli bir gülümseme vardı.
     “Buradan ayrıldıktan sonra batı diyarına gitmeyi düşünüyorum elf. Tekrar rehberlik etmek ister misin?”
     “Neden olmasın, altın varsa ben varım.”
     Wenona neşeyle kıkırdadı. “Çabuk ol. Birazdan burası senin altından kalkamayacağın kadar kalabalık olacak. Beni koruyamayacaksın.”
     “Gerçekten bu kadar çabuk mu gitmek istiyorsun?” Dëwain yolu belirlemişti. Taştan aşağıya atladı ve Wenona’nın yanında durarak yeni kılıçlarını, dengelerini hesaplamaya çalışarak sağa sola savurdu. Tavırları rahattı. Kapılardan çıkacak keşişlerden artık korkmadığı belli oluyordu. Burası dışarısı, korucunun doğal alanıydı. “Daha seni arayanın kim olduğunu öğrenmedin.” Kılıçları çaprazlayarak önünde tuttu. Bir şekilde gerçekten de eline oturuyorlardı.
     “Bence kuşunun kafası karışmış, beni arayan kimse yok.”
     Dëwain cevap vermedi. Kapılardan hala kimse çıkmamıştı. Dönüp koşmaya başladı. Wenona da arkasını kontrol ederek yavaşça takip etti. Elf hızlı ilerledi ve sonunda bir patikanın başına vardı. Patika bile değildi aslında. Sadece taşlar yamaç boyunca çoğunlukla iki yandaydı ve ortada da hızlıca yürünebilecek bir aralık vardı. Yamacın aşağısı ormanla birleşiyor, ağaçların gölgesinde yitip gidiyordu. Ağaçlara bir varabilirlerse tamamen kurtulmuş olacaklardı. Dëwain bir ormanda asla yakalanmayacağını biliyordu. Sonra, tam Wenona’ya bakmak için dönmüşken bir ses duydu. Bir kadın sesiydi. Dëwain’e oldukça kaba gelen bir aksanla, elfin anlayamadığı bir şey bağırmıştı, “Wenoryn!”
     Wenona adımının ortasında dondu kaldı. Titreyen bakışlarını zorlukla omzunun üzerinden geriye çevirdi.
     Oydu; Wenona’nın şu hayatta görmeyi umduğu en son kişi.
     Wenona ne yapacağını, ne diyeceğini bilemez bir halde öylece durdu. Kapılardan birkaç keşiş koşup çıktılar. Oluk oluk kan akan karınlarını tutarak yere yığıldılar. Bir genç kız, sarı saçları ay ışığında parlayarak ve üzerinde kendisine ait olmayan kan lekeleriyle, elinde kocaman, kanlı bir balta taşıyarak Wenona’ya doğru koştu. Yüzünde ve mavi gözlerinde pek çok ifade vardı kızın. Mutluydu. Üzgündü. Heyecanlıydı. Korkmuştu. Üzgündü. Çok üzgündü. Pişmandı.
     “Gerden isher karu Wen. Fer kera goren misat! Mihorna.” 
     Wenona cevap vermedi. Kız sonunda yanına vardı. Önünde durdu. Baltasının kenarından damlayan kan Wenona’nın çizmelerini kirletiyordu ama Wenona farkında değil gibiydi.
     Dëwain Wenona’nın bu konuşmayı daha sonra kendisine tercüme edeceğinden şüpheliydi. Hemen zihniyle Abbot’a uzandı. Kuş daha elf bağlantıyı kurduğu anda cevap verdi: yedi metre üzerlerinde aniden ortaya çıkmıştı. Neredeyse aynı anda da kuşun ve korucunun zihinleri bağlandı. Dëwain, dikkatle, aklında yanan kelimeleri dinledi: Her yerde seni aradım Wen. Ben sana haksızlık etmişim! Affet.
     İki genç kadın, derin nefeslerle göğüsleri şişip inerken, gözlerinde acı ile birbirlerine bakarken aynı görünüyorlardı. Dëwain ikisinde de aynı yüz hatlarının olduğunu fark etti. İfadeleri farklıydı ancak parça parça bakıldığında aynı kalıptan çıkmış gibilerdi. Bedenleri çok farklıydı. Wenona’nın sıska sayılabilecek bedenine karşılık bu yeni kız oldukça kaslıydı. Bir kadın için fazla kaslıydı. Ancak kadın olmaktan önce savaşçı olan kadınlarda görülebilecek bir şeydi. Ancak barbar kadınlarda görülen bir şey. Wenona’nın umursamadan geride bıraktığı elbiseleri bir Eirilën düşesinin giyeceği türdendi. Diğer kızın üzerindeyse kaba bir kurt kürkünden ve delik deşik bir deri etekten başka bir şey yoktu. İki kız gece ile gündüz gibi farklıydılar. Ama bir şekilde benziyorlardı. Sonra, hayretle, bir şeyi daha fark etti elf; barbar olduğunu düşündüğü kızın sağ bileğinde bir ip, üzerinde de aralarına boncuklar dizilmiş üç trol dişi vardı.
     Wenona tıslayarak konuştu, Dëwain kızın sözlerini işitemedi fakat yine zihninde anlamlar belirdi: Beni nasıl buldun?
“Nas parnar birendar hurrer a magikan.” Büyücü cesetlerini takip etmek zor değildi. Sonra yumuşak, şefkatli bir sesle konuştu barbar kız, “Mihorne karu rohi, Wen?” Beni zaten affetmedin mi, Wen? Ardından bilekliğini kopardı ve dişlerden birini Wenona’ya uzattı. Uzatılan dişin tam ortasında çentikli bir çatlak olduğunu gördü Dëwain. Wenona’nın yüzünde acımasız bir ifade belirdi. Trol dişini koparırcasına aldı kızın elinden. Yüzünde tiksintiyle yere çarptı ve çizmesinin topuğuyla ezip zaten çatlak olan dişi ikiye ayırdı. Başını kaldırıp zehir yeşili gözlerini kızınkilere dikti. Yüzünde merhamet yoktu.
     “Lazenbeth lazrender karu–gore!? İsher korsudmer!” Sen haktan ne anlarsın!? Senden nefret ediyorum! Wenona’nın sözleri üzerine sarışın kız baltasını düşürdü ve diz çökerek başını eğdi. Wenona kızın tepesinde kızgın bir dağ gibi dikildi. Barbar kızın dudakları sessizce bir kelimeyi şekillendirdi. Abbot, ses çıkmadığından, anlayamamıştı. Dëwain ise sadece bir tek ses duydu, Wenona’nın alaycı bir tonla tekrarlar gibi söylediği tek bir kelime: “Hempa”. Ardından Wenona’nın gözleri irileşti ve avucunu açarak yerdeki baltaya baktı bir anlığına. Dëwain geri dönmeye yeltendi. Fakat tam o anda kapılardan keşişler ve arkalarında da muhafızlar çıkıverdi. Başkeşişin emriyle ellerindeki kısa yaylara oklar gerdiler.
     “Wenona! Okçular!” Wenona uyarıyla birlikte başını kaldırıp baktı. Ellerini yukarıya, göğe uzattı ancak bakışları baltaya geri döndü. Kız bir konuda tereddüt içindeydi. Sonra yerde diz çökmüş olan kız Wenona’nın hareketini fark etti ve dönüp arkasına baktı.
     Yaylar serbest kaldı.
     Dëwain yere çekmek için Wenona’ya doğru atıldı.
     Kız yerden kalkarak geniş bedeniyle Wenona’nın önünde dikildi.
     Wenona’nın elleri yanlarına düştü. Hiçbir tepki vermedi. Kaçmadı. Oklar etraflarında vızıldarken Dëwain’in çekmesiyle geriye, elfin kollarına devrildi. Göğsüne saplanmış altı okla bir çığlık atarak sarışın kız da Wenona’nın üzerine düştü. Üçü, her biri ayrı bir inanmazlıkla yerde kaldılar. Wenona titremeye başlamıştı. Aniden haşin bir çığlık attı. Seste bıkmışlık, usanmışlık vardı. Kız, üzerindeki taze cesedi tekmeleyerek yana fırlattı. Kalkarak yamaçtan aşağıya takıla tökezleye koşmaya başladı. Dëwain ona eğilmesi için bağırdı. Oklar üzerlerine yağmur gibi iniyordu. Wenona, tamamen şans eseri, aralarından koşuyordu. Sonra Dëwain, Wenona’nın dinlemediğini anlayarak, okçulara döndü ve telaşla, içinden işe yaraması için yalvararak büyüyü söyledi. Çok denemişti. Abbot’u, kutsal yoldaşını bulduğunda umudunu tazeleyerek tekrar denemişti. İşe yaramamıştı. Hiç başaramamıştı. Şimdiye dek… Yerden hızla kökler fırladı ve okçuların arasında rastgele savrulmaya başladı. Bazıları okçulara çarparak düşmelerine sebep oldu. Diğerleri adamların dikkatlerini dağıttı. Oklar kesildi. Dëwain neredeyse işe yaramadığının farkındaydı. Her bir okçu için bir kök çıkması, her kökün bir okçuyu sarıp sıkması gerekiyordu. Yine de elf şu anda minnettardı. Kalkarak Wenona’nın peşinden koşmaya başladı.

     Yamaç ağaçlarla bezenip de gür yapraklar Zakamura’yı gözden gizlediğinde Dëwain bir ağacın gövdesine yaslandı ve yorgunluktan boğazı acıyarak kalan son nefesiyle, testere gibi bir sesle bağırdı, “Wenona!”
     Kız durdu. Fakat elfin yanına gelmedi. Biraz sonra arkasını döndü ve Dëwain’in yüzüne baktı. Yüzü yaşlarla sırılsıklamdı. Saçları Zakamura’ya gelmeden önce olduğu gibi kıpkızıldı. Tüm bedeni, Dëwain’in ne olduğunu öğrenmek için yanıp tutuştuğu bir hisle, zangır zangır titriyordu.
     “Ne oldu? Wenona, o kimdi? Seni arayan, keşişlere saldıran oydu, değil mi?”
     Wenona cevap vermedi. Yüzündeki ifade aniden değişti. Dëwain kim oluyordu ki Wenona ona cevap verecekti? Dëwain ona Zakamura’da eşlik etmek için tutulmuş basit bir rehber değil miydi? Eh, Zakamura’da değillerdi. Belindeki kuşağa uzandı Wenona. Bir kese çıkardı. İçinden altın paraların şangırtıları duyuldu. Keseyi Dëwain’e fırlattı kız. Kese elfin göğsüne çarpıp ayaklarının dibine düştü.
     “İşte ücretin korucu.” Ses duygudan yoksundu. “Yollarımız burada ayrılıyor.” Dönüp ormanın içinde koştu.
     Gecenin kendisiymişçesine gölgeden yapılmışa benzeyen ve aynı zamanda rengarenk bir kuş, Abbot, gelip korucunun omzuna kondu. Korucu fark etmiş görünmedi. Bakışlarını o pembe-kızıl parıltının kaybolduğu noktadan ayırmadı.
Wenona dayanamayarak sordu, “O gün, Calaelen’in kalesine geldiğinde, hiç umudun var mıydı, gerçekten?”
Dëwain bir saniye düşündükten sonra “Hayır,” diye yanıtladı, “Ama ben elfim.”

Çevrimdışı sartan

  • *
  • 14
  • Rom: 0
  • “Kendimi arıyorum, demek ki varım…”
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hempa | Son Söz
« Yanıtla #12 : 19 Ekim 2011, 17:29:17 »


     Wenona yavaş adımlarla limanda ilerlerken eski hatıraları geride tutmaya çalışıyordu. Suyu seviyordu kız. Kendi ülkesinde böyle bol bulunmazdı. Tuz kokusunu da severdi. Fakat burada, Gwenore Nehri'nin kıyısındaki limanda tuz kokusu yoktu. O kokuyu ilk duyduğunda daha önce hiç olmadığı kadar özgür hissettiğini anımsıyordu. Yine de mutlu olduğu söylenemezdi. En son bir gemiye bindiğinde başına gelenler unutulması kolay şeyler değildi. O hainin böyle aniden ortaya çıkması da her şeyi yeniden netleştirmişti. Eski hayatı... Eski acıları... Eski amaçları... Evet. Wenona'nın bir amacı vardı, değil mi, uğruna onca çileye göğüs gerdiği bir amaç. Ve bunca çabadan sonra şimdi vazgeçecek değildi.
     Başını kaldırıp önünde yükselen, güneşi kesen pruvaya baktı. Geminin ön tarafına yerleştirilmiş birbirine sarılmış bir kadın ve erkeği gösteren heykel de Wenona'ya kıskandırıcı bir sırıtışla baktı. Kız önce umursamaz bir hıhlama çıkardı ve yürümeye devam etti. Ama biraz sonra durdu. Neden şimdi böyle hissediyordu ki? Başını kaldırıp omzunun üzerinden tekrar heykele baktı. Kadın ve adam, ikisi de kılıçlarını çekmişler, görünmeyen bir düşmana karşı uzatmışlardı. Heykelin oldukça garip göründüğünü düşündü Wenona. Erkeğe odaklandığında erkek kadını koruyormuş gibi duruyorlardı. Fakat kadına odaklanınca da bu kez kadın erkeği koruyormuş gibi göründü. Heykelin yanına kakılmış metal harfleri okudu: İkiz Kılıçlar; teknenin adı buydu. Kafasını sallayarak tekrar yürümeye başladı. Gemiden iskeleye uzanan köprüyü geçti ve güvertede ilerledi. Tayfalardan birisi önünü kesti ve biletini görmek istediğini söyledi. Wenona adama bir an bile bakmadan cebinden buruşuk bir kağıt çıkardı ve açık bekleyen ele tutuşturdu. Yanından önemsemeden geçerken tayfanın gözlerini üzerinde hissetti ve ister istemez elleri eteğinin kıvrımlarını düzeltmeye başladı. Elbisesi açık pembe ve eflatun renklerin bir cümbüşünden oluşuyordu ve eskisinin aksine boğazına kadar kapalıydı. Fakat kısa eteği bunu önemsiz kılıyordu. Bu yeni elbiseye alışması biraz zaman alacak gibiydi. Yine de, Zakamura'dan sadece üzerindeki kanlı ve yırtılmış kimonoyu alabilerek kaçtıktan sonra, çıplak kalmadığı için memnundu. Ve, her ne kadar çok sevse de, eski elbisesi küçük gelmeye başlamıştı. Bu, kabul etmeliydi ki, üzerine daha iyi oturuyordu. Neden sonra başını sallayıp bu düşüncelerden uzaklaştı. O, bütün derdi nasıl göründüğü olan basit kadınlardan değildi ne de olsa.
     En öne geldi ve iskele tarafındaki küpeşteye yaslanarak ufka kadar uzanan ormana baktı. Tam on beş gün önce o ormanın ötesindeki bir yerde yanında birisiyle birlikte güzel zaman geçirmişti. Bunun tehlikeli bir hatıra olduğunu biliyordu. Hata etmişti. Elfle hiç yakınlaşmamalıydı. Bu anı daima önüne çıkacak, kararlılığını azaltacaktı. Gözlerini kapadı ve başını aşağıya eğdi. İskeleye vuran dalgaların sesine odaklandı. Bu sesi sevmekten vazgeçmeyi düşündü. Bu sesi duyduğu her seferinde işler daha da kötüye gidiyor gibiydi. Karanlık ruh halinden sıyrılmak için sinirle bir nefes verdi ve dalgaları görmek için gözünü açtı. Nehrin akıntısıyla kıyıda köpüklenen sular pek yükselemeseler de arada bir iskelenin tahtalarını ıslatıyorlardı. Liman ve iskele nehre bakan kısımlarda yosun kaplıydı. Fakat tüm bu görüntülerin üzerine taştan bir sınır düşmüştü. Pruvadaki erkeğin kılıcı Wenona'nın görüşünü tam ortadan bölüyordu. Garip hissettiren heykele bir kez daha bakmak için küpeşteden öne doğru eğildi. Gerçekten de figürlerden hangisine bakarsa o daha güçlü, diğeri aciz görünüyordu.
     "Heykel bence de oldukça ilgi çekici ama kafa üstü düşmeye değecek kadar da değil."
     Wenona duyduğu sesle irkildi. Doğrulup geri dönme dürtüsüne karşı koydu ve küpeşteden ayrılmayarak omzunun üzerinden baktı. Hayal görüp görmediğinden emin olmaya çalıştığı birkaç saniye boyunca yüzünde aptal bir ifade belirdi. Bu aptal ifadeyi bozmadan mırıldandı, "Dëwain?"
     "Güzel elbise, eskisi epey yıpranmıştı ve sana küçüktü. Ama itiraf etmeliyim dar olması daha çekici gösteriyordu." Elleriyle kendi hayali göğüslerini sıktı. Fakat sonra gözlerini kısarak, iğneleyici bir sesle konuştu, "Eğer böyle eğilmeye devam edersen teşhirci olduğunu düşünmeye başlayacağım." Wenona hemen doğruldu ve Dëwain'e doğru bir adım attı. Dëwain de, yürüyüp kızın yanına geldiğinde ellerini beline koydu ve "Cidden, rehberin olmadan nereye kadar gidebileceğini düşünüyordun?" diye sordu sırıtarak.
     Wenona dürüstçe cevapladı, "Düşünmüyordum. Sadece gidiyordum." Sonra başını öne eğdi ve kısık sesle konuştu. "Sana yalan söyledim Dëwain. Her konuda, tüm birlikteliğimiz boyunca."
     "Ne olmuş?" dedi elf çileden çıkaran bir umursamazlıkla, "Zaten benden de rehber olmaz."
Wenona anlam veremeden genç adama baktı.
     "Seninle karşılaştığımızda köyümden ayrılalı üç gün olmuştu. Zakamura'ya hayatımda ilk kez seninle gittim. Aslına bakarsan Xuyang'ın ne batı ne doğu ne de güney taraflarına hiç gitmedim. Yaptığım ilk yolculuk evimden güneydeki o koruya kadardı ve en uzun yolcuğumsa henüz Zakamura'dan buraya kadar."
     "Ama her şeyi biliyordun. Tüm yolları, hanları... Zakamura'yı biliyordun!"
     "Abbot biliyordu." Dëwain, tıpkı ilk karşılaşmalarında yaptığı gibi, parmağını göğe kaldırdı ve teknenin orta direğinin tepesine tünemiş kuşu gösterdi. "Zakamura'yı haritada bile bulamazdım. Tüm yolculuk boyunca kuşun söylediği yöne yürüdüm. Zakamura'daki ilk gecemizde de sen uyuduktan sonra onu keşif yapması için çağırdım."
Wenona bir saniye için aşağılanmış hissetti. Elf o gece onu sadece bu yüzden izlemişti demek ki. Sonra bu küçük düşürücü düşünceyi bir kenara bıraktı. Kendisini böyle ezdirecek değildi.
     "Peki," dedi Wenona gülümseyerek, "Öyleyse ödeşmiş sayılırız. Ah, hayır, hiç de ödeşmedik!" Yüzü aniden inandırıcı olmayan bir kızgınlık tavrı aldı. "Sana verdiğim ücreti geri istiyorum korucu." Elini uzattı ve avucu açık bekledi. Dëwain iç çekerek belindeki keseyi aldı ve Wenona'nın açık avucuna boşalttı. Sadece bir tane gümüş para düştü keseden.
     "Hayat pahalı. Bir altın oraya, üç altın buraya derken nasıl eksildiğini hiç anlamıyor insan. Tabii senin kaybettiğin kının parasını da ücretimden düşüyorum. Ha, bir de diğer kılıca çok güzel, işlemeli falan bir kın yaptırdım. Özel yapım kınların kaça mal olduğunu bir duysan... Resmen soygunculuk!"
Wenona gülse mi bağırsa mı karar veremediği bir hayret içerisindeyken az önce biletini alan tayfa yanlarına geldi ve Dëwain'in omzuna dokundu.
     "Gemide biletsiz bir yolcu olduğunu duydum. Bu, siz değilsinizdir, değil mi, beyim?"
Dëwain şaşkınca bir tayfaya bir Wenona'ya baktı. Sonra yüzünde kusursuz çözümü bulmuş birisinin ifadesi belirdi ve Wenona'nın avucundaki gümüş parayı alıp tayfaya verdi. Nihayet, sanki gayet güzel bir iş yapmış gibi, sırıtarak Wenona'ya döndü.
     Wenona daha fazla dayanamadı. Kahkahayı bastı ve geriye doğru küpeşteye yaslandı. O kısacık anda hayatını değiştirecek bir karar verdi. Yaşadığı onca ihanete rağmen bir kez daha umut etti kız. Belki de birisi onu gerçekten sevebilirdi. Birisi onu gerçekten umursayabilirdi. Gülümseyerek elfe baktı. Dëwain de yanına gelerek aynı şekilde dirsekleriyle küpeşteye yaslandı ve sanki teknenin sahibiymiş gibi bir tavırla güverteye göz gezdirmeye başladı.
     "Çok geciktin. Ormanda pek iyi yol alamıyorsun, değil mi? Limandaki tek handa çıkan talihsiz bir kavga yüzünden haksız yere dışarı atıldım. Ayrıca ikimiz için arama emri çıkarmışlar ve başımıza da ödül koymuşlar, biliyor muydun? Her birimiz için beş yüz altın! Bence çok havalı! Gaddarol yüzünden olduğunu sanmıyorum, o deli keşişlerin işidir kesin. Neyse, bu yüzden gemide yatmaktan başka çarem kalmadı. Neyse ki batıya yelken açacak tek bir gemi vardı da yanlış gemide olmak konusunda endişelenmem gerekmedi. Sen gelene kadar tayfalardan kaçınacağım diye en dipteki kamarada saklandım. Çok nemliydi, her tarafta küf vardı. Bir ara ciddi ciddi çürüyeceğimi sandım. Her neyse." Sahte bir öksürükle boğazını temizledi ve resmi bir şekilde sordu, "Batıya vardığımızda ne yapacağız hanımım, neden gidiyoruz?"
     "Artık senin işverenin değilim elf, seni kovdum. Çok geveze ve sorumsuzsun." Dönüp adamın yüzüne baktı. Dëwain de ona döndüğünde devam etti. "Bu yüzden sana bir şey açıklamam gerekmiyor." Dëwain kabul eden bir ifadeyle tekrar güverteyi inceleme işine döndü. Wenona da başını kaldırıp göğe baktı. "Ve senin de bana ‘hanım' demen gerekmiyor. Hem," uzanıp elfin omzuna bir yumruk attı, "biraz gizem bu yoldaşlığa heyecan katmaz mı, dostum?" Son kelimeyi söylerken sesinin titrememesi için, zorlama çıkmaması için; doğal, doğru bir şekilde telaffuz etmek için çok çaba harcamıştı ancak yine de ses tonundaki yürek burkan değişim Dëwain'in yüzünü ciddileştirdi.
     "Sormayacağımdan emin olabilirsin Wenona," dedi elf. Sonra mizacı aniden değişti ve kurnazca sordu, "Zakamura'nın en büyük sırrını öğrenmek ister misin? Niçin gördüğümüz rüyaları hatırlayamadığımızı, o garip sükuneti, muhafızların çelişkili hallerini, etraftaki bitkilerin cüceliğini..?" Wenona'dan ses çıkmayınca sanki çok basit bir şey söylüyormuş gibi devam etti. "O duvarların arasında zaman durgundur. Keşişler Dağılış gününde, eski bilgeliğin unutulmaması için duvarların arasındaki zamanı durdurmuşlar. Yani orada yaşadıklarımız bizim var olmamızdan çağlar öncesindeydi. Bu yüzden hatırlayamıyoruz."
     Wenona hafızasını yokladı ve rüya dışında her şeyi hatırladığını fark etti. Şüpheyle Dëwain'e baktığında korucu tek bir kelime söyledi sırıtarak, "Abbot." Kız bir süre bunu düşünür gibi ciddi bir yüz ifadesine büründü. Fakat sonra, sanki bu bilgi hiç ilgisini çekmiyormuş gibi tekrar yüzü asıldı. "Yine de..." çekinerek yutkundu, "Sana yalan söyledim. Gerçekten kim olduğumu –ne olduğumu öğrenmek istemiyor musun?"
Dëwain küpeşteden ayrılarak kızın önüne geldi ve çenesini narince tutarak yüzüne bakması için zorladı. Wenona'nın gözlerindeki karanlığa rağmen apaydınlık gülümsedi genç adam.
     "Wenona, insan karşısına çıkan kişiyi eğer severse bir anda sever ama sebebini uzun süre anlayamazmış. Aramızdaki bu sevginin sebebini hemen öğrenmek gibi bir arzum yok. Kolay cevaplanan sorulardan sıkılırım. Sadece seninle birlikte dolanmak ve cevabın gelmesini beklemek istiyorum. Bir de," gülümsemesi genişlerken göz kırptı, "ilk gecemizde hikayeni anlatacağına söz verdin zaten."
     Wenona kendisine engel olamadı, olamazdı, olmak da istemiyordu zaten. Elfe sımsıkı sarıldı ve yüzünü omzuna gömdü. Dëwain de ona sarılınca elfin omzuna gömülü dudakları bir gayret cesaret ederek gülümsedi kızın. Dudakları, nereden geldiğini anlayamadığı bir ıslaklık hissetti elfin omzunda. Wenona bir kez daha gülümseyebilmesinin yalan bir umut sonucu olamayacağından emindi. Kız, yüreği patlayacak gibi hissederken, inanamayarak aklından geçirdi: bu kez birisi onu gerçekten umursuyordu. Bu kez, ilk kez, mutlu olabilirdi. Bir de o omuzdaki ıslaklık... Galiba gözüne toz kaçmıştı.

     İki dost heykellerin kılıçlarına oturmuş, teknenin alçalıp yükselişiyle ayaklarını soğuk nehre değdirirken, bir adam, kendi ırkına göre yanlış derecede kara tenli birisi, sanki ikilinin ayaklarına değen su kendi bedenine bulaşmışçasına ter içinde doğruldu yatağında. Zihninde beliren çöl görüntüsünden, aldığı haberin sevincinden titriyordu. Uzun zamandır bunu beklemişti. İşlerin yolunda gideceğinden emin değildi ve eğer en ufak bir terslik olursa dosdoğru cehenneme, sevgili tanrısının yanına gideceği kesindi.
     Yatağından çıktı ve masasının üst çekmecesini açtı. İçinde pek çok parşömen vardı. Oldukça eski görünüyorlardı, pek çok delik ve yırtık göze çarpıyordu. Yine de okunabilir durumdaydılar. Sayfaları karıştırırken gülümsemesi genişledi. Hepsini toplamak çok zahmetli olmuştu ama sonunda tamamlanıyordu. Son sayfa da yoldaydı.
     Cadıyı ele geçirmesine çok az kalmıştı.
Wenona dayanamayarak sordu, “O gün, Calaelen’in kalesine geldiğinde, hiç umudun var mıydı, gerçekten?”
Dëwain bir saniye düşündükten sonra “Hayır,” diye yanıtladı, “Ama ben elfim.”