Kayıt Ol

Hiçkimse; Sonsuzluk Gözesi

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Hiçkimse; Sonsuzluk Gözesi
« : 21 Eylül 2015, 08:53:43 »
Günaydın:
Size Ejder Avcısı Hiçkimsenin bir denemesini daha gönderiyorum. Bu öyküyü yetmiş beşinci ayın konusu Yamyam başlığı için yazmıştım. Nefes nefese yetiştirmeye çalışsamda cuma sabahı geldiğimde seçkinin yayınlandığını gördüm. Bir umut diyerek mail gönderdim ama olmadı sanırım. Her nekadar sürci lisans ettiysem affola. Eleştirilerinizi bekliyorum... Umarım beğenirsiniz...

SONSUZLUK GÖZESİ
O zamanlar on yedi onsekiz yaşında bir delikanlıydım. Ufak tefek  ve zayıf bir yapım vardı. Adını sonradan öğrendiğim, doğudaki uzak kolonilerden birinden geldiğimi söylediler. Dağların arasında, yabanın ortasında yoksul bir köyde doğmuşum. Annemi hayal meyal anımsıyorum. Bana babamın yiğit bir asker olduğunu söylemişti. Ben doğduktan bir süre sonra gitmiş ve bir daha dönmemiş. Beş altı yaşlarındayken köye gelen askerler tarafından götürüldüm. Merkez hükümeti zaman zaman ücra yörelerdeki köyleri kasabaları dolaşırlar kendilerine zeki ve yiğit çocuklar alırlardı. Ben de o çocuklardan biriydim. Daha doğrusu yiğit değildim, ufak tefek bedenim buna açıkça engeldi. Zeka konusuna gelince, bir ışık, bir işaret görmüş olmalılar ki yüzlerce fersah yol alıp Başkente götürmüşlerdi beni. Yıllar yılı başkentin bir çok biriminde görev yaptım. Tapınaklarda, kütüphanelerde, okullarda yardımcı eleman olarak görevlendirildim. Ve bir gün özel görev için seçilmiş bir gurup askere yardımcı eleman olarak görevlendirildiğimi söylediler. Bu seyahatte başıma gelenler bir insanın kaderine yazılabilecek en iyi yazıydı ya da en berbat yazı. Bir taraftan bakınca Tanrıdan gelen bir nimet bir armağandı ama diğer taraftan bakınca kimsenin üzerine almak istemeyeceği bir lanetti.
Bir sabah apar topar denebilecek şekilde yola çıktık. Yani demek istediğim ben takıma katıldığımda onlar hazırlıklarını yapmışlardı. Ben dahil dokuz kişilik bir manga oluşturmuştuk. Ordumuzun en iyi askerlerinden yiğit bir komutan, yedi seçkin asker ve askerlerin yardımcısı sayılabilecek bir uşak veya hizmetkar yani ben. Yanımızda olan ama bizlerden olmayan bir yabancıda vardı. Küçük birliğin komutanı başta olmak üzere kimsenin saygıda kusur etmedikleri bir konuktu yanımızda gelen yabancı.  Ne aradığımız konusunda takımın hiç birinin bir fikri yoktu. Sadece aradıklarını biliyorlardı ne aradıkları konusundaysa tek bilgi sahibi bizimle beraber gelen uzun boylu zayıf yabancıydı. Beyaz tenli adam aramıza başkentte katılmıştı, soylu biri olduğu her halinden belliydi. Yabancının üzerinde neredeyse hiç kirlenmeyen beyaz bir giysi vardı. İnce mat bir kumaştan dokunmuş elbise olan ve orta yaşı çoktan geçmiş birinin bizimle yolculuk etmesi önceleri bizleri tedirgin etse de zamanla aramızda bir gölge gibi dolaşan kimseyle konuşmayan bu kişiye alışmıştık. Yola çıkmadan ama görev bildirildikten sonra ustam, hocam olan Usbol Efendinin söyledikleri aklıma gelmişti. “Gözünü dört aç özellikle de yabancıya dikkat et” demişti.
Önce güneye yönelmiştik. Bindiğimiz yelkenli ordumuzun küçük, hafif ama hızlı yelkenlilerinden biriydi. Dost rüzgarların şişirdiği boyundan büyük bir yelkeni ve havanın dingin olduğu zamanlarda da çekebileceğimiz beş çift kürek vardı. Birkaç saatlik gün batısı yolundan sonra teknemiz uygun rüzgarlar arayarak burnunu doğuya çevirmişti. Küçük sapmalar olsa da pruvayı kah kuzeye kah batıya çevirse de çevirse de asıl hedefimiz olan doğuya gitmekten vazgeçmemiştik. Yolu konuğumuz olan, beyazlar içindeki uzun ve zayıf yabancı gösteriyordu. Elinde sadece kendinin baktığı ama ara sırada olsa Komutan Ketasa’yla paylaştığı boz renkli deri bir harita vardı. İri bir elden daha büyük olan bu haritayı bir kenara çekilip göğsünde sakladığı özel bir kılıftan çıkarıyor ve inceledikten sonra yerine koyuyordu. Aslında içlerinden biri veya en yetkili ve en bilgili olan Ketasa baksa da pek bir şey anlamıyordu. Bilmediği sembollerle doluydu küçük deri parçası. Övünmek gibi olmasın ama ben baksaydım haritaya eminim bir anlam verebilirdim çizgilere ve sembollere. En sevdiğim yanlarımdan biri de merakımı gizleyebilmektir. O yüzden komutan ve yabancı haritayı çıkardıklarında yanlarına yaklaşmak ve meraklı olmak istememiştim.
   Haftalar süren yolculuktan sonra genişliği yüzlerce adım olan bir ırmağın çamurlu sularının masmavi okyanusa döküldüğü kıyıya varmıştık. Nehir ve deniz birbirine karışıyordu. Nehrin nerede bittiği veya denizin nerede başladığı belli olmuyordu. Kıyılar, yeşilin her tonunu barındıran ormanlarla doluydu. Dev ağaçlar bir duvar gibi her iki aynı da kaplıyordu. Sahile yanaşıp demir attığımızda güneşin lacivert sularının üzerinde batmaya yaklaştığı saatlerdi. Sekiz güçlü kol ve ben kürek gücüyle ırmağın içine girdik ve ağaçların dallarının suları okşadığı küçük bir girintiye teknemizi bağladık. İki üç asker kestikleri kola dallarla yelkenliyi gizlemeye çalıştılar. Yarım saat sonra başarmışlardı da. Orman, indikleri geniş ince kumlu sahilin hemen bitiminden denizin yirmi adım ötesinden başlıyordu.
O akşam kumsalda kocaman bir ateş yakmış, iki askerin vurduğu ceylanla karnımızı iyice doyurmuştuk. Uzaklardan dünyamızı ziyarete gelen prenses yıldızı gökyüzünde asılı gibi duruyordu. Ben, yani manganın ikmal görevlisi Kıdara tüm hünerimi göstermiş, kahramanlara iyi bir akşam yemeği hazırlamıştım. Yola çıktığımızdan beridir yedimiz ilk taze etti bu yemek. Kalanları da diğer günler için hazırlamış ve sırt çantasına koymak istemişti. Komutan Ketasa buna izin vermemişti, ne de olsa önümüzde her türlü avın bolca olduğu bir orman vardı. Ben yine de kalan etlerin iyi parçalarını kızartmış, tuzlamış ve avın derisine sararak kumsalın bitip ormanın başladığı yere kazabildiği kadar derine gömmüştüm. Mütevazi hazinemin olduğu çukurun üzerine de vahşi hayvanlar kazamasın diye kocaman bir kaya kondurmuştum. Bu kaya aynı zamanda gömünün olduğu yeri belli eden bir işaret olacaktı. Ertesi sabah daha güneş doğmadan, ırmağın okyanus yönündeki sol kıyısından ilerlemeye başlamıştık.
   Takımımız sık ağaçlara, ağaçlarla birleşen sarmaşıklara, kısa boylu çalılara aldırmadan, ilerliyordu. Diğerlerinin yanında çocuk gibi kalıyordum bu nedenle onlara yetişmem çok zor oluyordu. Özellikle de ihtiyacımız olan ıvır zıvır taşıdığım ağır sırt çantası yüzünden geride kalıyordum. Gerçi diğerlerinin de yükleri vardı. Uzun kılıçlar, sadağı dolu oklar özellikle de pirinçten yapılmış örgü zırhları işlerini zorlaştırıyordu. En rahatımızsa bir türlü kanımın ısınmadığı yabancıydı. Ve bu şekilde iki gün yol aldık. Çoğu zaman ırmağın hemen yanlarda bıraktığı çamurda yol alıyorduk. Askerlerden biri niçin bir sal yapmadığımızı sorduğunda güçlü akıntıya karşı sekiz küreğin yetmeyeceğini söylemişti komutan Ketasa. Bu fikri dönüşte kullanabileceğimizi keseceğimiz ağaçlardan bir sal yapabileceğimizi de eklemeyi unutmamıştı
   O gün, yani yürüyüşümüzün üçüncü günü de sorunsuz bir şekilde tamamlanmıştı. Efendi Koyo ki kendisi yol uzadıkça bizlere yaklaşmaya başlamıştı, güneş tam tepelerindeyken verdikleri molada haritasını çıkarmış, komutanımız Ketasa’ya doğru yolda olduğumuzu söylemişti. Üç gün boyunca, ilk defa tanıştığım sekiz askere yaklaşmaya çalışmış ne kadar yolumuz kaldığını öğrenmeye çabalamıştım. Hemen hepsinden ne kadar yollarının kaldığını bilmediklerini söylemişti. Ya gerçekten bilmiyorlardı ya da ağızları çok sıkıydı. Yolun durumu hakkında bilgi alamıyorsam ne aradığımız sorusunu sormaya gerek yoktu. Akşam yaklaştığında nehrin ağzı belirgin bir şekilde daralmaya başlamıştı. Kıyıdan biraz içeride genişçe bir çimenlik bulduk ve orada kamp yapmaya karar vermiştik.  İyice yorulmaya başlayan askerler memnuniyetsizliklerini iyice dışa vurmaya başlamışlardı. Haksız sayılmazdılar, savaşmak için eğitim almış bedenler haftalardır yollardaydı ve kılıçları kınlarında paslanmaya başlamıştı. Ben de ateş yakabilmek için kuru dallar toplamaya çıkmıştım. Sırası gelen iki askerde oklarını ve sadaklarını alıp avlanmaya gittiler.
   Uzun boylu yabancı ne zaman baksalar uyanıktı ve çevresini gözlüyordu ve o akşamda beyazlı adamın gözleri açıktı. En yakın ağacın üzerine bir nöbetçi bırakarak ateşin çevresinde uykuya daldılar.  İlk iki saat vukuatsız geçmişti ama ikinci nöbetçi nöbetini devraldıktan yarım saat kadar sonra tırmandığı dalda çevresini kolaçan eden yanık tenli denizci avına yaklaşan bir yılan gibi kampa yaklaştı. Yabancının başı hemen döndü sürünen gölgeye doğru. Daha komutanının bedenine dokunmamıştı ki “Bende duydum sesleri dedi fısıltıyla.    Meydanda yanan ateş sönmeye başlamıştı. Konuk kenarda yığılı duran dallardan bir kaçını daha sönmeye yüz tutmuş alevlere bıraktı. Birkaç dakika geçmeden çevre kızıl dilli alevlerle aydınlandı. İşte o zaman çevrelerinde hareketlenen kara gölgeler oldu. Zaten hassas bir şekilde uyuyan diğerleri de uyandılar. Bu gölgeler kendilerini harekete geçiren alarm zilleri olmuştu.
   Ertesi sabah kampın çevresini dolaştığımızda çocuktan daha büyük çıplak ayak izlerine rastladık. “Patava” lar dedi beyaz adam dudakları hafifçe yukarı kıvrıldı cılız bir gülümsemeyle. Komutan Ketasa’ya dönerek “Doğru iz üzerindeyiz. Bunlar kendilerini bu ormanın sahibi gören Patava’lar” dedi. “Hedefe biraz daha yaklaşmış olmalıyız.” Komutan çevrelerini saran adamlarına dönerek “Dikkat edin bu kabile Yamyam bir kabiledir. İnsan etini sever ve sizlerinde tadına bakmak isteyecektir” iri kıyım askerler boğuk seslerle güldüler ama aralarındaki zayıf bedenli olan ben korkuyla ürpermiştim. Elim gayri ihtiyari belimdeki kısa kılıca gitti. “Merak etme delikanlı, insan etini severler ama üzerimize saldıracak kadar da cesur değiller. Zayıf bir anımızı bulasıya kadar bizi uzaktan izleyeceklerdir. ” Komutanımız benim yani aşçılarının korktuğunu anlamıştı. “Korkuyor musun?” diye sorulduğunda da “Kim kendi etinin dişlenmesinden hoşlanır ki” diyerek soruya soruyla karşılık vermiştim.
O günde yürüyerek geçti. Büyük beyaz yelkeni olan kibar teknemizi onun samanla doldurulmuş şiltelerini özlemiştim. Akşama doğru nehrin çatallaştığı yani iki kocaman akarsuyun birleştiği yere varmıştık. Kollardan biri, büyük olanı hafifçe sola, gün batısına dirsek yapıyordu. Diğeriyse keskin bir köşe yaparak gün doğusuna yöneliyordu. Lord Koyo’nun yüzü gülmeye başlamıştı. Ne arıyorsak bulmak üzere olmalıydık.
Hangisini izleyeceğiz, Ketasa bizlerin yanında soru sormaktan çekinmediğine göre gerçekten hedefe yaklaşmış olmalıydık. “Hiç birini, ikisinin arasından yürüyeceğiz”  Uzun boylu yabancı biraz durdu, düşündü “Bir günden az bir yolumuz kaldı. Ağaçların arasında genişçe bir boşluğun olduğu bir yerde kamp kurmaya karar vermiştik.
   O akşam ateşin başından biraz uzakta, alevlerin kırmızılığının siyaha dönmeye başladığı bir noktada Ketasa ile Lord Koyo fısıltıyla konuşuyordu. Bir durum değerlendirilmesi yapıldığı belliydi.  İkisinin de başı bir ara yukarıya karanlık gökyüzüne çevrildi. Yıldızlarla bezenmiş tabloda uzun kuyruğuyla bir nişan gibi duran prenses yıldızına baktılar uzun uzun. Eskilerin söylediğine göre ışıktan uzun kuyruğu olan bu yıldız bir insan ömrü süresinde gelir dünyamızı ziyaret ederlermiş. Yani şimdi prenses yıldızını gören çocuklar ömrü yeterse ancak yaşlandıklarında bir kere daha görebilirlermiş,  oda Tanrının kendilerine bahşettiği hayat yeteri kadar uzun olursa. Lord Koyo işlerin tahmin ettiklerinden daha iyi gitmesinden kuşkulanmaya başlamıştı. Aslında bu durum diğerlerini de her an tedirgin uyumaya alışkın olan askerleri de rahatsız etmeye başlamıştı.
Komutan Ketasa’dan sonra en yetkili er olan Hateva bu durumu yakın arkadaşı olan Ketasa’ya sorduğunda “Az bir yollarının kaldığını ve kısa bir zaman sonra dönebileceklerini” söylemişti.  Onca savaşa katılmış kıdemli asker “Tam olarak aradığın nedir? Dediğinde “Sıra kocaman bir kaya bulmaya geldi. Kulağıma çalındığı kadarıyla bir vahşi hayvan kellesine benzeyen bir kayaymış bu. “İki nehrin birleştiği bir yerden çok uzakta değilmiş bu köpek kayası” demişti. Evet, kendilerine söylenenler dışında guruba kılavuzluk eden Efendi Koyo da hedeflerine yaklaştıklarını biliyordu. Ve yolun bu kadar rahat olması, isyancı yabanilerden bir ses seda çıkmaması kendilerini izledikleri konusundaki kuşkularını arttırıyordu. Bir gece önce gördükleri vahşilerin gölgelerini dikkate almadığı belliydi. Haa, bir de günler önce yelken direğinin üzerindeki nöbetçi uzaklarda bir yelkenli gördüğünü iddia etmişti ama o yelkenliyi nöbetçiden başka gören olmamıştı. Teknenin baş konuğu saatlerce çevrelerini incelemiş bırakın yelkenliyi bir sandal veya kayık bile görememişti. Krallığın ve uygarlığın başkenti olan adanın sürekli izlendiğini, barbarlarca gözlendiğini biliyorlardı. Yola çıkan küçük gurubun ne aradığını biliyorlardı o halde neden peşlerine düşmemişlerdi.
   O gece ormanda olmaması gereken sesleri bir kere daha duyduk, bu Patava’lar iyice acıkmış olmalıydılar. Çevremizde dolanan vahşi hayvanların seslerine alışmıştık ama bu sesler garip bir dille yapılan fısıltıları andırıyordu. Genizden gelen seslerin yoğun olduğu ve benim bilmediğim bir dil olmalıydı. Her bir usta asker olan manga durumu kavramıştı ve alışkın oldukları şekilde nöbetçileri ikiye çıkarmışlardı. Biri uyanık olduğunu belli eden ateş başında oturan ve görünen nöbetçi, diğeri daha uzakta sessizce yüksek bir ağaca tırmanan görünmeyen nöbetçiydi.
   Gecenin sabaha dönmeye başladığı ve uyuyanların en çok keyif aldığı saatlerde, nöbetçi duyduğu seslerin çoğaldığını söyledi. Hemen yanında uyuyan ben aralık bıraktığım gözlerimi tamamen açmıştım.  İlk sesleri duyduğumdan sonra birkaç dakika geçmişti ki sessiz alarm tüm birlik kıpırdamasa da uyanmış, askerler uzandıkları yerde gözlerini açmışlardı. Ormanın içine daldığımızdan beri askerler her an baskına uğrayacaklarmış gibi hazır yatıyorlardı. Gözlerimi sönmeye yüz tutan alevlerin uzağına kaydırdığımda avına yaklaşan yılan gibi sürünerek çevremizi saran kara gölgeleri gördüm. İlk darbeyi hemen yakındaki çam ağacının üzerinden düşmanın üzerine atlayan asker vurdu. Can tatlı tabii acı dolu bir çığlık ormanda yankılandı. O çığlık uzanmış hazır bekleyen askerlerin kurulu yay gibi sıçramalarına yetti. Tenleri geceden daha siyah sayısız yerli çevremizde peydahlanmıştı. Evet bir baskın olacaktı ama yaklaşan gurubun bu kadar kalabalık olması beni şaşırtmıştı. Çekilen kılıçlar gecenin zifirinde şimşek gibi parlamıştı. Ve dokuz kişi ve on sekiz kollu savaş makinası çalışmaya başlamıştı. Acı ve nefret kusan bağırışlar birbiri arkasına gelmeye başlamıştı. İlk yıkılansa gurubun benden sonra en genci olan Tatama’ydı. O zaman hava ıslık sesiyle uçuşan küçük okları fark ettik. Birkaç dakika sonra çevremiz sayısız cesetle dolmuştu. Tatama’nın peşinden bir başka yiğit kısa boylu çok konuşan Velata yere yığıldı. O zaman okların zehirli olduğu aklıma gelmişti. Gündüz olsa belki pan zehir hazırlardım ama şu an yediğimiz baskını savuşturmaktan başka gayemiz yoktu. Havada daha güçlü bir ıslık sesi duyuldu ve ardından ileride bir ağaç üzerinde tüner gibi duran bir beden yere yuvarlandı. Sabah olduğunda bu işi yapanın kim olduğunu görmüştük. Bizlere saldıranların büyücüsü diyebileceğimiz süslü çok süslü başlığı olan yaşlı biriydi. Yaklaşın beş dakika sonrasında bir bağırış bir nara duyuldu ve bizlere saldıran kara adamlar geldikleri gibi sessizce ağaçların ardında kayboldular.
   Üzerinde taşıdığım ve yatarken hemen yanı başıma koyduğum meşin çantayı açtık. Yiğitlerden biri alevleri canlandırmıştı. Yaralı çoktu ama onların sıyrıktan ve önemsiz kesiklerden öte hayatiyeti yoktu. Alevli bir dal alan Ketasa ve Lord Koyo ölen yerlilerin arasında dolandılar ve kendi aralarında fısıltıyla konuşmaya başladılar. Kamp yeri çevresinde tam on yedi ceset vardı. İkinci yaralanan Velata’nın yarası hafif sayılırdı ama Tatama’nın durumu ciddiydi. Kendi ellerimle hazırladığım merhemi yaralarına sürdüm ve ateşin yanında uzanmalarını sağladım. Komutan Ketasa savaş düzeni almamızı söylediğinde gökyüzünün siyahı lacivertten maviye dönmeye başlamıştı. Kısa bir araştırmadan sonra yakınlarda olan mağara bulduk ve orayı karargah haline getirdik.
   Lord Koyo, saldıranların isyancılar tarafını tutan kabilelerden biri olduğunu söyledi. Krallığın etkisinin hissedilmediği bu yerlerde uygarlığın ulaşmadığı ulaşamadığı vahşiler vardı. Ve Lorda bakılırsa bu ormanlarda yaşayan bazı kabileler insan etini yerlermiş. O gün kraliyet kitaplarında okuduğum yamyam kelimesiyle ciddi olarak karşılaşmıştım. Şimdi kendimizi onlardan korumamız gerekiyordu.
Hepimiz iyi kötü toparlanmıştık. Ağaçların arkasından yükselmeye başlayan güneş içimize umut serpmeye başlamıştı. Özgüvenimiz yerine gelmiş yabancı bir diyarda da olsak vahşilere karşı kazanacağımıza emindik. Yaralı askerlerden biri sırtını asırlık ağaç gövdesine dayamış dinleniyordu. Gözleri kapalıydı ve nefes alışverişi biraz daha düzelmişti sanki. Diğeriyse hala kendine gelememiş öylece derin bir uykuda yatıyordu. Yaranın üzerine sürdüğüm merhemi bir kere daha sürdüm. Birde kendisi için çantamda taşıdığım bitki özlerinden bir nektar hazırladım. Ölmeyecekti ama ne zaman iyileşeceği belli değildi.
Komutan iki askere bir sedye hazırlamalarını istedi ama ben hastanın sedye ile taşınamayacak kadar ağır yaralı olduğunu söyledim. Lord Koyo ile kısa bir görüşme yaptılar Aldıkları karar yola devam etmekti. Hedefe bu kadar yaklaşmışken vaz geçmek olmaz demişti yabancı. Ve guruptan bir askeri yiğit Hekapa’yı ve beni yanında bırakmaya karar verdiler. “Yamyamlar bizi izlemeye devam edeceklerdir sizin burada olduğunuzun bile farkına varmazlar. Bizlerde en geç iki güne kalmaz geri döneriz” dedi Az konuşan Yabancıysa “Eğer iki gün bu gece ve yarın gece bekleyin, ertesi sabah hala dönmemişsek yelkenliyi sakladığımız yere geri dönersiniz” dedi. O zaman kafamda kütükleri birbirine bağlayıp sal yapmak fikri yerleşti. Çevrede yeteri kadar ağaç ve bu ağaçları birbirine bağlayacak sarmaşık vardı. Bizi kısmen koruyacak bir yere bırakıp öylece uzaklaştılar. Üç kişi, hafif yaralı bir asker, bir uşak, birde kendinde olmayan yaralı öylece kalakalmıştık. Komutanımızın son sözleri “Bir ceset kadar sessiz olun” olmuştu.
   Bir gün önceden kalan soğuk etlerle karnımızı doyurduk. Hekapa birkaç noktaya tuzaklar kurmak için uzaklaştı. Ardından yanında durak küçük bıçağını uzun bir dala sapladı. Nehrin akıntısının azaldığı bir yerde balık tutmaya gitti. Özellikle de kendinde olmadan yatan arkadaşı için iyi besinlere gereksinim olduğunu biliyordu. O geldikten sonra ben azalan şifalı otlarımı tamamlamak için ormanın kıyısında dolanmaya başladım. Ne kadar uzaklaştığımı bilmiyordum ama bulmayı umut ettiğim şifalı otlardan çevrede pek yoktu. Yürüdüm ve tekrar yürüdüm. Her ağaç dibini, her gölgeliği araştırıyordum. Kalabalıklar içinde tanıdık yüzler arayan adamlara dönmüştüm. Topladığım numunelerin yeterince olduğuna kanaat getirince geri dönmeye karar verdim. İşte o zaman birbirine çok benzeyen ağaçlar arasında yönümü kaybettiğimi anlamıştım. Bazen eğilerek bazen sürünerek ilerliyor ama arkadaşlarımın yakınına varmak yerine bilmediğim yerlere ulaşıyordum. Bir an öyle oldu ki nehrin sesini bile duymaz olmuştum. İşte başıma ne geldiyse o zaman geldi.
    Eğildiğim yerden doğruldum. Çakımla kestiğim son bitki ender bulunan bitkilerden biriydi. Körpe yapraklarından toplamış çantamın bir gözüne doldurmuştum. Kersa çiçeği genelde dağların eteklerinde yetişen soğuk iklim bitkisiydi ama burada nasıl olup ta yeşermişti bir türlü anlam veremiyordum. Hafif oval koyu yeşil yapraklarını kaynatır da içerseniz kaybettiğiniz enerjiyi geri kazanmanıza fırsat veriyordu. Kaynattığınız yaprakları lapa haline getirirde yaraya üzerine sürerseniz yaradaki cerahati çekip alıyordu. Sevincim sözlerle anlatılmazdı. Eğer o lapayı yapabilirsem Tatama diğerleri dönmeden ayağa kalkardı. Çömeldiğim yerden doğruldum işte o zaman kaybolduğumu anladım kafamı kaldırıp baktığımda gökyüzünü görememiştim ki güneşi görebileyim. Nefesimi tuttum çevreyi dinledim ama günlerdir yanında yürüdüğümüz nehrin bile sesini duymuyordum. İçgüdülerime güvenip yürümeye başladım. Birkaç dakikalık yürüyüş kafamın iyice karışmasına sebep olmuştu. Etrafımı görebilmek için yüksek bir ağaca tırmanmaya kara verdim. Bin bir uğraşla alt dallara çıktığımda hala manzara değişmemişti. Sağım solum, önüm arkam hep yeşildi. Sarmaşıklar, gövdeler, kökler yer ve gökler hep yeşildi. Tam daldan inmek üzereydim ki bir yüz adım ötede kocaman bir kaya gördüm. Üzerine çıkmak daha kolay olacaktı…
   Yanına yaklaştığımda kayanın hayvan kafasını andırdığını gördüm. Hemen hemen iki insan boyunda bir kayaydı ve uzaktan bakıldığında hakikatten kurt başını andırıyordu. O kadar ki kayanın üzerindeki düzlükte iki çıkıntı vardı ve kulak şeklindeydi. Kötü haberse oradan da bir şey görünmüyordu. Kayanın diğer yönünden aşağı indiğimde yorgun ayakları su birikintisine dalmıştı. Dikkatli bakınca kayanın toprakla birleştiği yerden su sızdığını gördüm. Serçe parmağından daha küçük bir yarıktan akan su minik bir gölet oluşturmuştu. Eğildim, bir avuç alıp dilimi değdirince suyun tadını beğenmiştim. Damlalar ağzımın içinden boğazıma tatlı tatlı kayarken ne kadar susadığımın farkına varmıştım. İçtim, içtim kanasıya kadar doyasıya kadar içtim, içtikçe içesim geliyordu. Ne olur ne olmaz diyerek yanımdan hiç ayırmadığım küçük kırbamı da doldurdum. Kuru bir yer bulup sırtımı kayaya dayayınca yorgunluğumun etkisiyle kendimden geçmiştim.
    Ne kadar uyuduğumu bilemiyorum ama bağırışlarla uyandım. Sesin geldiği yöne seğirttiğimde aslında kamp yerimizden çok uzaklaşmadığımı anlamıştım. Korku ve telaş aklın düşmanı olan bu iki kardeş bana oyun oynamışlardı. Üç dakika sonrasında arkadaşlarımı bıraktığım yere varmıştım. Daha sonra çok daha sonra düşündüğümde bu duruma bir anlam verememiştim. Onca zaman dolandıktan sonra nasıl olmuşta tekrar aynı yere varmıştım. Kocaman bir daire çizmiş olmalıydım. Tabii o an bunları düşünecek zamanım yoktu. Rengi kuzguni siyah olan üç adam üç yarı çıplak adan iki arkadaşın başında dikiliyordu. Zavallı Tatama’nın durumunda bir değişiklik yoktu ve kıpırdayacak mecali yoktu. Hekapa ise belli ki gafil avlanmıştı. Bir süre ne yapmam gerektiğini düşündüm. Yalnızca üç kişiydiler ve iyi bir plan yaparsam onları haklayabilirdim. İşin iyi tarafı yamyamlar kendilerine o kadar güveniyorlardı ki arkadaşımı bağlama gereği duymamışlardı. Hekapa ise kendi kendine şarkı söyler gibi konuşuyordu ”Neredesin a uşak gelde kurtar bizi” diye… Mesajın bana olduğunu anladım ve harekete geçmeye kara verdim.
   Yerden yumruk büyüklüğünde sert bir kaya aldım, eskiden beridir elim doğrudur ve iyi atışlar yaparım. Iskalarsam diye bir iki tane de yedek olarak ayaklarımın dibine bıraktım. İlk atışım isabetliydi ama yeterli değildi. İri kaya adamların omzunu sıyırıp ileriye düşmüştü. Acele diğerini elime aldım, ve olduğunu anlamadan diğeri de elimden çıkmıştı. Bu daha iyi bir atıştı ve taşın geldiği yöne dönen ikinci yerlinin göğsüne çarptı. Hekapa da harekete geçmişti birkaç saniye sonrasında durum tersine dönmüş adamlar yere yığılmıştı. Hafif yaralı deneyimli asker Patava’ların silahlarını almış kısa bir vuruşmadan sonra üçünü de yere sermişti. Diğerleri arkadaşlarını merak edip geri dönmeden oradan uzaklaşmalıydık. Arayışlarını sürdüren yedi kişiyi iki gün beklemeden geldiğimiz yoldan geriye dönecektik. Eğer bekleyeceksek yelkenlinin yanında daha güvende olacaktık. Yine de benim hekimlik damarım ağır basmıştı. Az önce bulduğum tatlı su pınarını bulup Tatama’nın yarasını tımar etmeliydim. Temiz su kaynağı olabileceğini düşünerek ve de yanımda taşıdığım deri tulumu doldurmak için az önce bulduğum tatlı su pınarına dönmeyi teklif ettim. İkimiz iri bedeni zorla da olsa yüklendik ve çalılar arasından geri Kurt kayasına döndük.
   Hekapa daha uzaktan görür görmez kayayı tanımıştı. Bir sevinç çığlığı attıktan sonra kendini tuttu. Ama ben kayanın dibine vardığımda o ince yarığı ve yarıktan akan suyu bulanmadım. Cebimdeki bezi çıkarıp az önce hayal meyal hatırladığım çatlağın olması gerektiği yerdeki su birikintisine daldırdım. Akan su kesilince toprak içiyordu suyu anlaşılan. Yumuşak bezi genç askerin yarasına sürünce derin bir inilti geldi, canı yandığı belliydi. Az önce topladığım Kersa yapraklarını, bulduğum granit parçasıyla usul usul ezdim, dudaklarım hafif kıpırdıyor dualar ediyordum. Hazırladığım bulamacı yaraya sürdüm, kayanın dibindeki yavaş yavaş kurumaya başlayan su birikintisinin dibinde toplanan çamurla da bir güzel sıvadım. Bulabildiğim bez parçalarıyla sardım. İş beklemeye ve yamyamların arasından sessizce uzaklaşmaya kalmıştı.
Ben tedavimi ilkel şartlarda yaparken Hekapa’da dallardan ve sarmaşıklardan basit bir sedye yapmıştı. Beklemeden yola çıktık. Bir gün öncesine kadar akıntıya ters nehrin yukarısına doğru gidiyorduk. Şimdi akıntı yönünde geldiğimizden çok daha hızlı ilerliyorduk. Dönüşümüz gelişimizden çok daha çabuk olmuştu. Hekapa arkadaşını sedyeye yatırmış sürüklüyordu. Tüm ısrarlarıma rağmen Tatama2yı taşımama izin vermedi. Güneş gökyüzündeki milyonlarca yıldır bıkmadan usanmadan yaptığı devri tamamlamış ormanın ulu ağaçlarının ardında kaybolunca bir mola verdik. İyi ki de mola vermiştik zavallı ayaklarım bu zayıf bedenimi taşıyamayacak hale gelmişti. Üç beş kişinin saramayacağı gövdeye sahip ulu bir ağacın dallarına tırmandık. Sarmaşıklara bağladığımız yaralımızı çıkarmak işin en zor bölümüydü. Hayvanların ürkünç seslerine aldırmadan uykuya daldık. Uyumadan önce yaptığım son iş hala kırbamda kalan o tatlı suyu içip bitirmek olmuştu. Sabahleyin büyük bir sürpriz bizi bekliyordu…
Gözlerimi açtığımda ışık dalların arasından direk gözlerime geliyordu. Ama uyanmama neden olan ışık değil de Tatama’nın dürtmesiydi.  Birkaç saat öncesine kadar kendini bilemeyecek kadar zehirlenmiş olan adam sanki hiçbir şey olmamış gibi karşımızdaydı. Sürdüğüm merhemin iyi geldiğini düşünüyordum. Lakin Hekapa’nın tedirginliği sürüyordu ve tekneye varmadan hatta eve varmadan geçmeyecek gibiydi. Öyle ki yemek yememize bile izin vermeden yola koyulduk. Yolda tanıdığımız meyvalarla karnımızı doyururuz demişti. Geçtiğimiz her yer iyice tanıdık gelmeye başlamıştı. Yolda, başımıza neler geldiğini anlattık Tatama’ya “Ya bizlere ihtiyaçları varsa” bu soru bizimde kafamıza takılan bir soruydu. “Bize Ketasa’nın verdiği emirler bu, gideceğiz ve tekneyi yola çıkmaya hazır hale getireceğiz.” Akşamı yine bir ağacın yüksek dalında geçirdiğimizi söylemeye gerek yok tabii.
Ertesi gün öğleye doğru uzaklardaki laciverti farkettik. Gün batmadan da koyumuz diyebileceğimi küçük girintiye varmıştık. Tekneyi iyi gizlediğimiz belli olmuştu. Ne aradığını ve nereye bakacağını bilen biri görebilirdi ancak. Ben hemen beş altı gün önce diktiğim taşı aramaya başladım. Bulmam zor olmadı. Birkaç dakika sonrasındaysa midelerimiz bayram ediyordu. Tekneyi hazır hale getirdik ve kıyıdan uzakta güvenli bir açıklıkta demir atıp beklemeye başladık. Güvertede bir nöbetçi bırakıp uykuya daldık. Sırtımı güvertenin meşe kerestelerine verdim, gözüm ufka yaklaşmış Kraliçe yıldızındaydı. Güvenli bir yerde olmanın verdiği huzurla ve dalgaların hafif sallayan ritmiyle uyumam çok zor olmamıştı.
Kaç saat uyuduğumu bilemiyorum ama karmakarışık rüyalar gördüğümü anımsıyorum. Rüyamda Kurt kayası vardı. Kurt kayasının hemen dibinde, kayanın toprakla birleştiği yerde küçük bir yarıktan hafifçe sızan su vardı. Hekapa’nın fısıltısıyla uyandım. Kocaman elleri ses çıkarmayayım diye ağzımı kapamıştı. Diğer eliyle yüz adım kadar uzağımızdaki sahili gösterdi. Tatama’da uyanmış aynı noktaya sahilde ellerinde meşalelerle dolanan gölgelere bakıyordu. Korktuğumuz başımıza gelmişti ve yerliler bizi bulmuştu.  Ayakta duran Tatama  bir küfür savurdu. Arkadaşına eğildi ve eliyle hareket halindeki zayıf ışıkların arasındaki bir gölgeyi gösterdi. Patava’ların bir esiri vardı. Biz neler olduğunu anlamaya çalışırken de bir kano suya indirilmiş ve hızla teknemize yaklaşıyordu. Ben komut beklemeden yelkeni çektim. Karadan esen rüzgar tekneyi sarsmaya başlamıştı. Rüzgarla şişen bez tekneyi bağından kurtarmak alıp, götürmek istiyordu.
İnce uzun kano, bordomuza beş on kulaç kala durdu. Ayağa kalkan bir gölge elinde yağlı çıradan yanan bir dal tutuyordu. Kısa boyu, tıknaz gövdesi, belirgin bir kamburu ve geceden daha kara, kapkara bir yüzü vardı. “Siz yelkenlidekiler hemen teslim olmazsanız esirinizi diri diri Patava’lara vereceğim. Belki bilmezsiniz ama beyaz adam en sevdikleri yemek” dedi.
“Homtu” Tatama’nın ağzından bu söz küfür gibi çıkmıştı. Derin karanlıkların efendisi olan Bho’nun baş yardımcısı. İşte o zaman Kıdara kadim kitaplarda, adı her türlü fenalıkla bir tutulan ismin bir efsane olmadığını anlamıştı. “Sizde bana ait bir şey var, onu da istiyorum” Neyi kastettiğini anlamamışlardı üç adam öylece birbirine baktı. Onlar lafa dalmışken kıyıdan yelkenliye doğru yaklaşan diğer kanoları fark etmemişlerdi. Her birinde üç dört savaşçı olan irili ufaklı kanolar iyice yaklaşıyorlardı. Tatama hafice eğildi, bunlar beni öldü biliyorlar ben Lordu kurtarmaya gidiyorum, ardından kuzeye gideceğiz. Demir alın ve yerlileri peşinizden sürükleyin dedi. Ardından diğer yandan sessizce suya girdi.
Hekapa, Kıdara, sen ne kadar ok varsa buraya getir dedi fısıltıyla ve Karanlığa dönerek “Bizde sana ait hiçbir şey yok. Esirde senin olsun, adamlarına afiyet olsun, ne yapayım ben yabancıyı. O ara ben bulduğum tüm okları güvertenin yanına sinmiş olan savaşçının yanına yığdım. Yine fısıltıyla ikinci komut geldi. Yavaşça Demiral. Bir dakika sonrasında uzun zaman bağlı kalan hayvanların özgürlüğe kavuştuğunda yaptığı gibi gövde ileri atılmıştı. İşte o an gecenin karanlığını yırtan öfkeli bağırışlar duyulmaya başladı. Güverteye yağmur gibi ok yağıyordu. Hekapa, güverte kaplamalarının arasından ölüm oklarını göndermeye başlamıştı. Gecenin karanlığında da olsa güçlü yayından çıkan okları hedeflerini şaşmaz bir şekilde buluyordu. Birkaç dakika sonrasında rüzgarın etkisiyle ara iyice açılmaya başlamıştı. Patava’ların okları kısa düşmeye, karanlık sularda kaybolmaya başlamıştı. Homtu’nun başarısızlığı kabullenmekten başka çaresi kalmamıştı. İğrenç çığlığı öfkesini dışarı salmış ormanda yankılanmıştı. Ve ardından da gerçeği kabullenip geri döndüler.
Kanoların yelkenlilerini takip ettiğini gören Tatama kulaçlarını hızlandırdı ve kıyıda duran esir ve başındaki iki yerlinin uzağında karaya çıktı ıslak gölge hızla ormana daldı. İki yerli açıkta olanları izlemekle meşgulken saldırdı ve ikisini de saf dışı bıraktı. Beyazlar içindeki yabancının da bu kurtuluşta faydası olmuştu. Bir dakika sonrasındaysa ormanın içerisinde kaybolmuşlardı. Kambur prens Homtu karaya çıktığında esirinde kaçtığını görünce iyice delirdi ve gece boyu avını kaçırmış yaban hayvanları gibi öfkeyle bağırdı.
Ertesi gün, nehir ağzından kuzeye doğru ağır yolla seyretmeye başladık. İkimizin de gözleri ormanı tarıyordu. Akşamın alacası çökmeye başladığında kıyıda bulunan uzun bir ağacın dalları arasından bir parıltı gördük. Birkaç saniye sonrasında bir defa daha gözlerimizin içinde parladı ışık. Herhalde kılıcının yansımasıydı gözlerimizin içine dalan. Ardından kıyıya yanaşmaya başladık. Kumsalda iki adam bizleri bekliyordu.””
“Bütün bu olanlar senin başına geldi öyle mi?” Ses tonunda açık bir alay vardı. “Evet dedim ya o zamanlar onsekiz yaşında toy bir delikanlıydım. “Diğerlerine ne olmuştu” Hikayeyi başından beri dinleyen genç adam sormuştu bu soruyu.  “Komutan Ketasa, Hateva ve diğerleri yerliler tarafından öldürülmüşler. “Peki aradıkları neymiş” bu soruyu saçma bulmuştum. “Cevap vermek istemiyorum. Eğer sana Sonsuzluk Gözesinin pınarının peşindeymiş ve prenses yıldızının çıktığı yılda Tanrıların armağanı olarak yer yüzünde akarmış o göze. Kadim efsanelere göre sürgünde olan prenses yıldız olarak gökyüzünde dolaşır ve arada bir dünyaya yaklaşırmış. İşte onun yaklaştığını gören sevdiği  ağlarmış birkaç gün. Bazen bir göze bşr pınar olup sızarmış toprağın üzerine. Onların sevgisinin ölümsüzlüğü o sudan içene geçermiş.” Uzun bir sessizlik oldu. Genç adam tekrar konuşmaya başladı…
“Peki rahip sence bu öykü kraliyet duvarına asılmalı mı” beklediğimiz o ilgiyi çeker mi?
“Orasını hiç bilemeyiz? Kayıp, yıldız taşı, kambur prens, Meşe Asa, Kaos Günü ve diğerleri olmadı Yine de benim bu anlattıklarımı okuyan birileri olacaktır elbette… Hadi bakalım çok geç olmadan yola koyulalım…

"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark