Bölüm 4:“Biliyorsun, bu dünya halen yaşamakta. İnsanlar değil ama başkaları var. Eskiden insandılar, şimdi ise paslanan, çatlayan, kıvranan ve sürünen makineler. Sayıları çok az, çünkü pek çoğu ayrıldılar. Belki senin yüzünden, belki de değil, bunu dert etmiyorum. Sence de onlara bir şans daha vermemiz gerekmez mi? Sen ki Güneş’i çıldırtmasını bildin ve eski haline geri getirdin. Onlara öğretmediğin tek şeydi bu; dinginleştirmek. Güç verdin ama nasıl kullanacaklarını kendilerinin bulmasını istedin. Sanırım bu seni epey saf kılan bir tespit. Öte yandan Cladis, sen muhteşemsin. Gücünü istiyorum, yalvarırım yardım et bana.”
Ve Cladis bir defa daha gülümsedi. Zincirlendiği bu gezegende halen umut vardı. Alice’in kalbinde yatanları görmesine gerek yoktu fakat her şey zaten ortadaydı. Alice bir insandan daha fazlasıydı ama bir insan olmaya çalıştığı da belliydi. İnsan olan yarısına deli gibi asılıyordu. Bunu yapmakta haklı olabilirdi çünkü Cladis onun ruhunun en merkezinde, kendinden bile gizlenmiş bir siyah tüy gördü. En uzak ve köklü anının bıraktığı yaraydı ve Cladis aynı binlerce yıl önce gördüğü gibi, bu kez de “Onun” izini duyumsadı. Kendi türünden birinin işiydi Alice’in Dünya üzerinde olmasının sebebi. Cladis “Ona” güvenmiyordu ama Alice’e güvenebileceğini düşünüyordu. “Daha kötüsünü istesen de yapamazsın” oldu son yargısı, “yaşamsız bir gezegen, bir hiçtir.”
***
Sadece iki yüz gün dönümü geçti ve yeryüzünün ısısı ve radyoaktif ışıması yaşam için uygun seviyelere geri düştüler. Bulutların renkleri mavi ve yeşilden yine eski grilerine ve siyahlarına döndüler. Kaynayan denizler dindiler ve toprak ise parlamaya son verdi. Peki, tüm bu yıkım ve boşta gezinen öldürücü enerji nereye kayboldu? Kim dünyayı binlerce yıl boyunca yemekle meşgul olmuş alevleri söndürdü?
Dağların kemiklerinde gizlenmiş siluetler ilk o zaman ortaya çıktılar. Biricik yıldızlarına ilk başta korku ile baktıysalar da daha sonra derinlerde kilitli sandıklara kaldırılmış özlemleri su yüzüne yükseldi. Belki hissettiklerine “duygu” demek çok doğru olmaz. Ruhları yapaydı ama bunu sorun etmemeyi öğrenmek için binlerce yılları oldu. Metal insanların tek bir amaçları vardı; her ne olursa olsun var olmak.
İki yüz yıl önce dünyayı kasıp kavurmak için gelen ilk güneş atımında canlı nüfusunun çok büyük bir kısmı yok oldu. Pek çoğu, hatta inanmayanlar bile, bunu tanrının gazabı olarak değerlendirdiler. Kadim günlerin efsanelerinde yatan Sodom ve Gomorah’nın izinden gitmekti Dünya’nın yaptığı. Buna rağmen geri kalan az miktarda kayıt, ilk güneş atımının gazabının, bedava ve sonsuz enerji ile başları dönen şirketlerin bir bir çöküşlerinden çok önce olduğunu söyler.
Sonuçta, insanlık ders almadı ve umulmadık bir süpernova’nın tüm gezegeni yerle bir etmesinden bir yıl önce gizlenen tek bir örgüt, dünyanın kemiklerine sığınmayı seçti. Bu bile normal bir süpernova karşısında yeterli olamazdı ancak kimileri ikincil afeti, yani kıyameti, Cladis adlı uzaylının işi olarak gördüler. Dünyanın kalbindeki ateş bile daha soğuk olmalıydı ama yerin binlerce metre altında bile ölmemek için dua eden insanlık, çarpma anından sonra dahi birbirlerine sokuldukları anlarda ölmediklerini şaşkınlık ve buruk bir mutlulukla fark etti.
Onlar zekiydiler, sadece bir avuç olsalar bile yaşama tutunmasını bildiler. Güneşlerini tekrar görecekleri günü beklemeyeceklerdi, geliştiler ve serpildiler. Katı önlemler almaları gerekti ve ruhlarının ilk parçalarını o aşamada kaybetmiş olmalılar. Sadece güçlü ve zekilerin var olmasına izin verildi. Anneler nice fedakarlıklar yapmak zorunda bırakıldılar ve babalar da yaşamaya uygun olan evlatları için çalıştılar.
Genleri ile oynanan ve sadece gerektiğinde üreyen yeni çok uluslu toplum soğuktu. Taştan yürekleri vardı ve kalplerindeki şeytanları ile ikinci bir anlaşmaya girmelerinden önce yapılması gereken sadece tek bir adımları kaldığında, Dr Azelyan’ın soyundan gelen bir kahraman öne çıktı. Adı bu kayıtsız dönemlerin gölgelerinde kaybolmuş olsa da, insanlığın devamını getirecek teknolojiyi tek bir kişinin bulduğu iddia edilebilir. Cladis’in teknolojisi teorilerinin temelini oluştursa da ne Cladis’in getirdiği yeniliklere tamamen bel bağlayarak ne de eskilerin bildiklerinden yürüyerek yürüttü çalışmalarını. Azelyan’ın, Cladis hiç gelmeseydi, bulacağı şeydi belki keşfettiği.
Teorisinin getirdiği yöntem uygulamada basit değildi ve uzun zaman alıyordu, ancak insanlığın ölümsüzlüğünü belli garantiler altına alabiliyordu da. Adı yitik doktorun bulduğu şey, insan olmayı tanımlamak ve onu organik bedeninden ayırarak tamamen özgür kılmaktı. Saf enerji, anı kitlelerini ve düşünceler indekslerini metal kompozit kutuların içinde toplanmış baryonik beyinlere kopyalamanın bir yolunu bulduğunda, metal insanlar doğdular.
Örgüt soğuk kalpli olabilirdi ancak halen dindardı. Pek çoğu kabul etmedi ve organik bir toplum olarak süre gelmeyi tercih ettiler. Bu aşamada söylenenler asılsız olabilirler ancak genel kanı, ölümsüz olmayı seçenlerin bir komplo ile organik olanları tamamen sildiği yönündedir. DNA örneklerini daha sonra kullanmak için kopyaladılar ve geriye kalanlar da çürüyüp gitmeye mahkum oldu.
Yüzey reseptörlerinden büyük bir şok yaşatmaya yetecek bilgiler akmaya başladığında kendilerinin dahi bilmediği bir zaman dilimi boyunca yer altında kalmışlardı. Eski organik görünümlerine içten içe duyulan bir arzu ile kendilerini olabildiğince insansı gösterdiler ve iki bacakları üzerinde yüzeye çıktılar. Buldukları şey, yapay bile olsa, yağ pompalarındaki bir alıcıya dokunmuş olmalı. Anıları hazneleyen çipleri yeni bilgiler ile yeniden üzerine yazıldı ve ancak coşku olarak tanımlanabilecek bir his ile gezegeni incelemek üzere dağıldılar.
Araştırmalar onlardan sadece yirmi dört tane olduğunu söylüyor. Dünyada kalmış son insan topluluğuydu ve elde olanın hepsi buydu. Derinlerde kalan laboratuarlarını geride bıraktılar. Hüzünlü ve kanlı anılar ile dolu salonlar ve koridorlar asla geri dönülmemek üzere kilitlendi ve metal bedenlerin sırrı onların belleklerinde, açık edilmemek üzere mühürlendi.
***
Küre’nin inşaatı onlar için çok uzun zaman almış olmalı. Yirmi altısı birden çalıştı ve kendilerine beyinsiz robot işçilerden bir ordu yarattı. Yeryüzünün neden birden bire soğuduğunu veya nasıl olup da radyasyonun onların baryonik beyinlerini rahatsız etmeyecek düzeye gerilediğini ne kadar araştırdı iseler de bulamadılar. Güneş atımlarının nesiller önce kaydedilmiş korku dolu görüntülerini belleklerinden geri çağırdıklarında ilk yapmaları gereken işe karar vermeleri çok zamanlarını almadı. Tepelerindeki güneş eskisinden daha az parlaktı ve o güzel ayları artık kapkaraydı.
Her şeye rağmen, bunun gibi bir afete karşı bile dayanıklı bir malzemeleri vardı. Binlerce yıllık sürgünleri boyunca boş durmamışlardı. Toz ve topraktan tekrar dirildiler. Demir yumrukları ile dağları yerlerinden oynattılar ve cevherleri daha önce hiç yapılmadığı şekillerde dövdüler. Gerçek bir süpernova da bile tüm dünya eriyip gittiğinde dahi ayakta kalacak kadar sağlam bir küre tasarladılar. Başta onu eskiden ekvatorun olduğu yere, Afrika kıtasının üst yarısına inşa etmeyi düşündüler. Ancak üzerinde daha derin düşündüklerinde ortak bir karar ile Küre’yi Himalaya dağlarının çıplak yüzeyinin en tepesine kurmayı kararlaştırdılar. Yüzey soğumuş olabilirdi ancak okyanuslar halen çok yüksekti ve buzullardan eser yoktu. Er ya da geç buzullar geri gelecekti, halen inşa etmesi kolayken orası mükemmel bir konumdu. Güçlü atımlar ile yaşlanmış bir güneşe en yakın konumu seçerek en verimli enerji kaynağını uzun vadede kullanılabilir kılmayı düşünmüşlerdi. Robotlarının soğuk ortamda daha etkin çalışması da ayrı bir gerçekti.
Afrika çöllerin altında daha önce hiç dokunulmamış toprağı kullandılar ve dev yapıyı sonunda yerden göğe yükseltmeye başladılar. Çöl kumlarının eskiden minik granüllü olan yapısı artık camsıydı ve bu yeni oluşumun ön gördüklerinden daha güçlü olduğunu şaşkınlık ile keşfettiler. Ellerindeki en değerli ve güçlü malzemeleri Küre’nin inşaatı için harcadıkları için içyapıları bu camsı oluşumdan inşa etmeye karar verdiler. Oniks gibi parlayan yüzeyi ile harikulade görünüyordu.
Şehrin dizaynını istedikleri gibi revize edebiliyorlardı. Binalar yerlerinden oynayabiliyor ve arzu ederlerse Küre’nin iç duvarlarında bile konuşlandırılabiliyorlardı. Ancak anılarındaki sevgili şehirlerini bir türlü unutamadılar ve zaten komik sayıda az olan nüfuslarını da göz önüne alarak milyonlarca insanı barındırabilecek bu şehri tek bir düzlem üzerine oturttular. İçeriden dışarısı görünemediği için dış yüzeyin maruz kaldığı tüm ışığı içeriye aktaracak bir sistem oluşturdular ve bilmeyeni için gayet mükemmel bir yapay gök sağladılar. Egoları onlara şehrin tam ortasında yükselecek bir kule yapmalarını söylediğinde, buna karşı duramadılar var olduklarını kendilerine ispatlamak adına sivri ve konik bir kule ile son rötuşu kondurdular.
Tek bir eksikleri vardı, o da şehirde yaşayacak insanlardı. Bunu düşünmeyi olabildiğince göz ardı ettiler. Şehrin kullanacağı su kaynaklarını, fabrikaları, yaşam destek tesislerini ve insanlık dışında gerekli olan canlı topluluklarının yaşam ortamlarını oluşturdular. Sonunda, yapacak hiçbir şey kalmadığında yirmi altısı birden ellerinde kalan insanlığa dair son şeye, yani canlıların DNA örneklerine bakıyorlardı. Ne yapacaklardı? Bilmiyorlardı.
Yetişen tek bir bitki türü bile yoktu. Araştırdılar ve bulabildikleri tek canlı formu gerçekten sağlam bir bakteri ile birkaç on çeşit mutasyona uğramış virüs türü oldu. İki canlı türü de kayıtlarında olan listeler ile uyuşmuyordu. Kökenleri bile muallaktaydı. Peki, o vakit, nereden gelmişlerdi?
Yapay organlar ve boş, yarı yaşar halde bitkisel yaşamda insan bedenleri oluşturabildiklerini keşfettiler. Bunun yanında onların “gerçekten” yaşamasını sağlayamıyorlardı. Bu yüzden önce ilkel yaşam formlarını yeniden diriltmeyi öncelikli projeleri haline getirdiler. Atmosferdeki oksijen halen uygunsuz seviyedeydi. Önce algler sonra da basit bitkileri türettiler. Yer yosunları, yani çimenler kolaydı. Akılsızca, kendi kendilerine büyüdüklerini ve türediklerini keşfettiklerinde yirmi altısı birden tarif edilmez bir mutluluk duyumsadılar. Kadim dinleri, başka bir şeye dönüştü. Onlar için artık tanrı ikinci plandaydı, bir yaşam formunun hayata tutunması ve kendi yolunu hangi zorluk altında olursa olsun çizebiliyor olması onlar için tek yasaydı. Yasaya uymak ve ona yardım etmek için ellerinden geleni yapmaya karar verdiler.
Çok uzun zaman geçti, hem de çok. Alice ve Cladis onların yaptığı her şeyi gözlerden uzakta, sessizce izlediler. Sahneye tekrar ayak basmaları gerekeceği günü bekliyorlardı. İkisi de geçmişten aldıkları dersler ile karışmaktan kaçındılar ve en uygun anı seçmeyi umdular.
***
Nul Uhfre buzlar ile kaplı kara Küre’ye bakıyordu. Çok uzakta ve yüksekteydi, buna rağmen o denli büyüktü ki ufuk çizgisinin çok altında kalan dağ zirvesinin üzerinde, tek başına fark edilebiliyordu. Kızıl güneş doğarken gözlerini kısarak birkaç salise için onun iç ısıtan görüntüsünü izledi. Kızıl güneş, mutantların en büyük başarısıydı.
“Günaydın Nul.” Dedi yanında yatan sevimli oğlan. Sağ başparmağını emmeyi bırakmadan metaller yüzünden isilik olmuş bileklerini kaşıdı. Nul’dan sadece birkaç yaş küçüktü. Nul’un da ondan hiç farkı yoktu ama yine de ona acırken buldu kendisini. İkisi de köleydi.
“Günaydın Askeladd. Parmağını emmemelisin, biliyorsun buralar çok temiz değil.” Dedi her sabah yaptığı gibi. Küçük çocuk biraz utanarak, biraz da istemeyerek denileni yaptı. Çok geçmeden diğer köleler de uyanmaya başladılar. Hava soğuktu ve güneşin ilk ışıkları ile yol almaya başlamaları şarttı. Toplam altı köle için iki muhafız vardı ancak silahlıydılar. Hepsinin önünde hiç konuşmayan ve onları satmaya götüren yapılı tüccar vardı.
Nul daha önce iki defa satıldı. Her ikisinde de genç ve güzel bir kız olması alıcıları kandıran faktör oldu. Ancak her nasılsa onu satın alan iki efendi de er ya da geç ortadan yok oldular. Akrabalar ise onu kötü bir işaret olarak görüp sattılar. Batıl inançlar şaşırtıcı biçimde onun işine geliyordu. Nul ona efendilik edenleri veya sapık dürtülerini söndürmek isteyen insanları sevmezdi. Gerçek şu ki, hem ilk hem de ikinci efendisinin uykularındayken önce gırtlaklarını kesmiş ardından da küçük parçalara bölüp yemişti.
Arkada kalan kemikler ise sokak köpeklerinin ve onların eniklerinin yemeği olmuşlardı. Nul bunu yaparken hiçbir rahatsızlık duyumsamadı. Haklı olduğunu düşündüğü için de yapmıyordu hani, sadece, bu şekilde yapması ona doğru geldi hepsi bu.
İnsan etine karşı özel bir açlık çekeceğinden korktuğu oldu. Bu şekilde mutantların olduğunu her gün işitiyordu. Hatta küçüklüğünde annesi onu bu şekilde korkuttuğunda nasıl kabuslar gördüğünü de hatırlıyordu. Ancak haftalar geçtikten sonra bile diğer insanların yüzlerine gayet masumca bakabildiğinde ve hiçbir pişmanlık hissetmeden konuşabildiğinde kendini güvende hissetti. Dünya da ne kadar çirkin insanlar olsa da güzel insanlar da vardı ve onları rastgele öldürmek ve bunu gizlemek için yemek istemiyordu.
Sonuçta ona efendilik edenler dışında kimseye karşı garezi yoktu. Köle olmak zorundaysa, varsın öyle olsun. Ta ki kimse ona bir zincir takmayana kadar hepsini yiyecekti. Aslında üzerinde düşündüğünde Küre’nin altında yaşayan insanlardan birisi eğer onu satın alacak olursa farklı davranabileceğini fark etti. Yine de bu uzak bir ihtimaldi. Bazen sırf iyilik olsun diye veya tanrılarına karşı bir diyet olması için birkaç zenginin acıdıkları köleleri pazarlardan satın alarak özgürlüğe saldıklarını duyduğu oluyordu. Her köle bu tip şeyler işitirdi ancak Nul, kendisi, hiç buna şahit olmadı.
***
İşte yine bir derme çatma tahta stant da ayakta elleri bağlı dikilmiş gelip geçenin onun ağzını açarak dişlerini incelemesine izin veriyordu. Çiftlik hayvanlarından farkları yoktu. Satın almayacak olsa da sırf yapmayı sevdikleri için onu yoklayan rezil tipler de olayın ikramiyesiydi.
Jordum adlı şehir kısa boylu, sarı tenli ancak sağlam insanların sık görüldüğü bir yerdi. Bu yüzden uzun boylu ve beyaz tenli bir köle herkesin ilgisini çekiyordu. Tüccar diğer dört köleyi gelişlerinin ikinci saatinde satmayı başardı. Onları satmak basitti, yapılı ve genç erkekler her zaman alıcı bulurlardı. Her biri üç dört büyük baş hayvan kadar değerliydi. Öte yandan genç çocuklar ve kadınlar başka bir meseleydi. Güzel ve sağlıklı olanları nadirdi ve ağır iş dışında başka kullanım alanları olurdu. Değerliydiler. Onları her isteyen cebinden birkaç platinyum disk çıkartarak satın alamazdı.
Nul, Askeladd ile yan yana dikilirken onu satın alabilecek bir cüzdan ile kimin ölüm fermanını imzalayacağını merak eder oldu. Askeladd onun kadar şanslı olmayacaktı. Velet sesini yükseltecek kadar bile güçlü değildi. Gerçi Nul da değildi ancak kız vahşi bir dağ panteri gibiydi.
Kalabalık seyrekleşmeye başladığında onca besili tüccarın ve sefil kölenin arasında bir parlama gördü. Diğer her pislik ve kötülükten ayrı, tek başına bir tanrıça gibiydi. Nul on dört yaşındaydı ve o güne kadar eskilerin ‘melek’ diye bahsettikleri şeyden görebileceğini düşlememişti. Ancak melekler varsalar eğer, bu kadın onlardan biri olmalıydı.
Ak saçları belinden ta ayak bileklerine kadar uzanan ve düzgünce tek sicim halinde örülmüş olan kadının yüzünde asil ve güçlü bir ifade vardı. Herkesten, hatta kuzeyin de kuzeyinden gelen sarışın halkın kölelerinden bile uzun boyluydu. Gözlerinde çakan gümüş ışık, ta Nul’un ayakta durduğu onlarca metre uzaktaki stanttan bile görülebiliyordu. Asil kadınlar gibi giyinmemişti, yıpranmış ama temiz deri kıyafetlere kuşanıktı. Sırtında ise, bildiği hiçbir erkeğin onunla saldırı pozisyonu almayı bırak, omuzlamakta bile güçlük çekeceği bir kılıç taşıyordu. Tanrılar aşkına, her yerinde silahlar vardı. Bir arbalet, ok kutuları, kim bilir hangi patlayıcı tozlar ile ağzına kadar doldurulmuş cepler ve sayısız hançer deri kıyafetin her boşta kalan köşesini değerlendirmiş “Ben tehlikeliyim” diye bağırırcasına konuşlanmıştı.
Nul ağzı açık biçimde kadının da ona gözlerini dikmiş, yavaşça yaklaştığını gördü. Kadın hem çok yaşlı hem de çok genç görünüyordu. Yaklaştıkça güzelliği daha da ortaya çıktı. ‘Beni satın alsaydın ve kötü davransaydın bile sana kıyabileceğimi zannetmiyorum’ diye düşündü. Yanından gelen derin bir iç çekiş ilgisini Askeladd’a yönlendirmesine sebep oldu. “Sence şu kadın benim gibi birisini satın alır mı?” dedi çocuk. Nul aynı şeyi düşündüğü ancak çocuk gibi dile getiremediği için utandı. “Belki de Küre’den gelmiştir ha?” dedi kendini bir cevap vermek zorunda hissederek. Nul gözlerini kadının ak saçlarından ayırdığında etrafındaki insanların onu neden görmezden geldiklerini anlamadan çevreye bakındı. Neden görmüyorlardı? Böyle bir varlık ortalıkta gezinirken diğerleri nasıl olur da başka işler ile uğraşırlardı? Bunu nasıl başarabiliyorlardı?
Aniden meydan çığırtkanı tüccarların geri kalan köleleri tek bir ortak stantta toplamalarını beyan etti. Gece bastırmak üzereydi ve satışlar sona ermeliydi. İşte gerçek alıcılar bu anı beklerlerdi. Fiyatların en çok düşeceği zamandı ancak bazen şanslı tüccarların cepleri gereğinden fazla platinle de dolabilirdi.
Nul standından inerken gözleri kadını kaybetti. Belki de hiç orada olmamıştı diye düşündü hüzünle. Sonra Askeladd’ın da onu görmüş olduğunu düşündü. Bu kadını gerçek yapmaya yeterdi. Daha yüksek ve geniş ancak kıyaslandığında sağlam olmayan standa getirildiler. Geriye ikisi ile birlikte on beş köle kaldığını gördüler. Satış uzun sürmeyecekti. Potansiyel alıcılar için bu yıl bolluk içinde geçmiş olmalı diye düşündü Nul. Daha on dört yaşında olabilirdi ancak gözlem yapmaktan geri kalmazdı. Gözleri ak saçlı kadını aradıysa da bulamadı.
On beş kölenin dokuzu genç kızlardan oluşuyordu. Diğerleri ise çocuktu. Bazen aileler hastalıktan yiten evlatları yerine koymak için veya bir çocukları olamadığı için çocuk köleler satın alırlardı. Onlar şanslıydılar. Ancak Jordum da böyle insanlardan sık bulunmazdı. Tek tek her biri satıldı. Çoğu on platin ve birkaç büyük baş hayvan kadar değer kazandı. Öğlen satılsalardı bunun iki katı ödenirdi ancak satıcılar için yine de karlıydı. Sonuçta hava soğuktu ve köleleri besleyip sıcak tutmak bir problemdi. En ufak soğuk algınlığında bile ölen güçten düşmüş insanları ölmekten alı koymak zor bir işti.
Oldukça kilolu bir kadın Askeladd’ı satın aldı. Dört platin ve bir Sahra camı ödediğinde insanlar sessizce kadını baktılar. Sahra camları çok değerliydi ve kadın, diğer üç alıcıyı arkada bırakmak için böylesine bir nesneyi gözden çıkartabildiğine göre bölge kodamanlarından birisi olmalıydı. Bölge halkından değildi. ‘Belki, senin için böylesi iyi olur’ diye düşündü Nul onun ardından. Sıra Nul’a geldiğinde tek başına kocaman stantta, yüzlerce adam ve kadının önünde dikiliyordu. Kızıl güneşin son pembe ışıkları da yok olmak istiyor gibiydi ve onlara acele etmelerini fısıldıyordu.
Nul ona alıcı gözü ile bakanları tek tek izledi. Bakışlarını olabildiğince soğuk ve duygusuz kılmakta başarılıydı. Bir defasında akıl okumakta başarılı mutant militalardan birisi ile karşılaştığında bu ifade çok işine yaramıştı. Kimsenin onun iki efendisini katlettiğini bilmesini istemezdi.
Satıcısı onun reklamını yapmaya başladı, “On dört kış görmüş bu taze bayanın tek bir yara izi bile yok. Gördüğünüz gibi dişleri bembeyaz ve teninin de kuşku götürmez yumuşaklığı gelen ayazda size rahat bir yatak sunacaktır. Saçları Horrandar atlarının yeleleri kadar siyah. Zarksist dilini konuşabilir ve en önemlisi ne biliyor musunuz baylar? Ona hiç dokunulmadı!” diye haykırdı tüm gücüyle. Nul daha önce kıza alıcı gözü ile bakmıyorlarsa bile harta değer bir kitlenin artık ilgisini çekebildiğini gördü. Hepsinin onun içini bulandırdığını haykırmak istiyordu. Tek tek, her birinin kızıl şerbetini boğazlarından akıtmak ve sonunda akmayı kestiğinde etleri ile kendine bir ziyafet çekmek istiyordu. Ne kadar aç olduğunu sonunda korku ile anladı ve esefle kabul etti. Onun açlığı sıradan insanlara karşı değildi. Nul bir avcıydı, sadece en karanlık mahluklar ile beslenen bir avcı.
“İki cam sikke!” dedi reklam çığırtısı biter bitmez dört adım öteden bir jordumlu. Ağzında tek bir diş vardı ve gülümsemesi pekala mekruhtu. Birkaçı hemen kalabalıktan ayrılmaya başladı. Çitanın ani yükselişi hemen hepsinin bütçesini aşıyordu. “Üç Sahra” dedi bir başka ses. Daha baritondu, bir yabancıydı ama kız sesinin kaynağını göremedi. Genelde iki Sahra camı duyulduğunda fiyat platinler ve oniksler ile artardı, o yüzden bu beklenmedik bir artıştı. İnsanlar son fiyatın merakı ile bekleşmeye karar verdiler.
Sinirlenen bodur jordumlu “Üç Sahra ve iki inek” dedi. Beriden bir adam “Hey, Xanu! Üç başlı ineklerini kimse istemiyor!” diye bağırdı ve kalabalık gülmeye başladı. Nul kadını çoktan unutmuş, fiyat dalaşını izliyordu. Onu satacak olan tüccar ise ellerini ovuşturmamak için kendini zor tutuyor gibiydi. “Sekiz Sahra ve bir gümüş!” dedi bir ses gerilerden. Kalabalık aynı anda sessizleşti. Gümüş, işte bu nadirdi. Çoğu insan en iyi ihtimalle onun rengini bilirdi. Gerçek gümüş olduğu iddia edilip de asılsız çıkanların kellelerinin vurulması için genel bir bildirge olmasına rağmen arada sırada birileri gümüş sikkelere sahip olduğunu söylerdi.
Bariton sesli adam kalabalıkta seçilir hale geldi, “Yalancı! Göster kendini, gümüşün varsa göster.” Dedi öfkeyle. Kalabalık gerildi ve sokak başlarında bekleşen militalardan birkaçı fark ettirmeden içlerine sızmaya başladı. Nul eğlenmiyor değildi. Er ya da geç satılacaktı ama bu ahmakların birbirlerini katletmelerini izlemek hoş bir değişiklikti. Bariton sesli adam gümüşlü adamı oracıkta infaz etti. İki milita onun sağına ve soluna geçtiler. İnsanlar korkuyla geriledi. Adam Jordum da korkulan bir yüz başıydı. Adildi ama sert kararları ile ünlüydü.
“Sat artık şu bakireyi, kimse daha yüksek veremez. Kim ki sesini yükseltirse yalan söylüyor demektir” dedi pis bir sırıtışla. Nul artık endişelenmekte özgürdü. Güçlü savaşçılar ile baş etmek zordu. Uykularında tetikte olurlardı ve en ufak hatada sofraya gelecek olan muhakkak kızın etiydi. Aç gözlerinde “Benimsin” diye yankılanan sessiz haykırışa bakmaktan kendini alı koydu. Nul, bunu da atlatacaktı. Sonuçta satıcı onun daha önceki iki efendisinin akıbetinden bahsetmediği için şanslıydı.
“Bu kız bir katil.” Dedi aniden dama tünemiş bir kadın. Jordumlu yüz başı anlamaz şekilde kadına döndü. Kararmaya başlayan hava da çehresi pek seçilemiyordu. Ancak insanlar “Gloria” diye fısıldaştı ki bu insanların onu tanıdığı anlamına gelirdi. Tüccar Nul’un yanında fark edilir bir ses ile küfretti. “Bir izleyici. Ne kadar aptalım, sana bir demir alınlık takmalıydık.” Dedi sinirli sinirli.
Yüz başı şüphe ile kadına bağırdı, “Emin misin Gloria? Böyle bir yaşta hem de? Onu öldürmek zorunda kalırım biliyorsun değil mi?” dedi Gloria’ya sanki ‘ağzını kapalı tut be kadın’ dercesine. “Bu fahişe efendilerinin eti ile ziyafet etmiş ve gecelerce aynı bir şarap gibi kanları ile beslenmiş.” Dedi kendisi de söylediklerinden iğrenerek. Yüz başının bile midesi bunu kaldıramazdı.
Daha az önce infaz ettiği adamın kanının izini halen taşıyan kılcını kınından çekti ve ağır adımlar ile stanta doğru yürümeye başladı. Nul çaresizce ellerine ve ayaklarına baktı. Zincirliydi. Kaçamazdı veya kendisini savunamazdı. Ellerindeki kelepçeleri bile çok güç kaldırabiliyordu. Belki ilk darbeyi savuşturabilirse şaşkınlık anında satıcısına saldırabilir ve anahtarları kullanacak kadar zamanı olması için dua edebilirdi. Çıplak ayakları buz gibi soğuk tahtanın çıtırtısı ile zemini yokladı. Zayıf bir nokta aramalıydı. Kız tek bir an için bile umutsuzluğa kapılmadı. Deli gibi korkuyordu, ölmek istemiyordu, yaşayacaktı ve hepsini yiyecekti. Buna emindi.
Adam stanta çıktı ve kimse bir şey diyemedi. Çenesini kaldırarak kıza tepeden baktı. Aralarında bir adımlık mesafe vardı. Kızın gövdesi kadar kalın sağ kolu ile kılıcını kaldırdı ve herkes o sesi duyduğunda dondu kaldı. “Bir altın sikke öneriyorum.”
Gözlerini kısıp çatık kaşlar ile sesin kaynağına döndü. Yüz başının yüzü kıpkırmızıydı. “Bir satışta üç infaz benim için bile fazla” dedi patlayan bir yanar dağ gibi. “Ortaya çık! Hemen!” dedi ve insanlar onu gördüler. Nul’un kalbi bir an için durmuş olmalı çünkü böylesine güzel bir kaçış fırsatını bile kaybettiğine inanamıyordu. Adam zeminden aşağıya atladı ve tahtalar biraz daha güçlü çıtırdadılar. ‘Üzgünüm ak saçlı bayan, ancak sana bir şey olursa, belki sonraki defa kaçmak için daha büyük bir şansım olduğunu düşünecek kadar bencilim.’ Diye düşündü.
“Doğru duydun çelik kaplı embesil. Kılıcını yağlı etine göm ve domuzların ile çek git. Kız benim.” Dedi aynı billur ses hiç de ona yakışmayan bir şekilde. Kalabalık kadın ve yüz başının etrafında genişçe bir halka oluşturmaya başladı. Gece çoktan çökmüş olmasına rağmen insanlar siyah ayın mor aydınlığında ne olacağını görmek için bekleşiyorlardı. Eğer ki biri köleyi satın alacak olursa, kölenin suçu her ne olursa olsun cezayı sadece sahibi verebilirdi. Bu en çok saygı duyulan yasalardan biriydi. Kadın her ne kadar efsanevi bir elementten bahsetmiş olsa da aksi kanıtlanana kadar askerler Nul’u infaz edemezlerdi. İnsanlar şaşkınlıkla dev kadına ve kılıcına baka kaldılar. Saçlarının ve bakışlarının güzelliği ile pek çoğu ona acımadan edemedi. Kesinlikle ya o, ya da askerler orada can vereceklerdi ve kimse ne kadar silahlanmış olursa olsun bu yenidünya düzeninde bir kadının üzerine bahis oynamadı.
Yine de böyle bir kadının kimse tarafından görülmeden oraya nasıl geldiğini düşünen tek kişi sadece Nul’du. Kadın kimsenin beklemediği bir şey yaptı ve kemerindeki küçük ceplerinden birinden yumruğu kadar büyük ve parmağı kadar kalın, parlak sarı bir obje çıkardı. Bu şeye sikke demek küfür sayılırdı, çok büyüktü. Gerçekten o renkte parlayan hiçbir metal görmemişlerdi. Acaba kadın doğru söylüyor olabilir miydi? Doğru ise kadın öncekinden daha büyük bir tehlike altında demekti. En azından Nul böyle düşünüyordu. Çünkü öyle bir şeyi elde etmek için meydandaki her aç gözlü insan evladı kılıçlarını ve hançerlerini çekebilirdi.
“Halen inanmıyorsanız yüz başı Verninard, size bir düello teklif etmek zorundayım.” Dedi korkuyormuş gibi görünmesi gerekirken sadece canı sıkkındı. Kılıcını uzun sol kolu ile yavaşça sırtındaki kınından çekti. Kılıç en az saçı kadar uzundu. Kapkara bir malzemeden dövülmüş olduğu belliydi fakat kimse ne olduğunu o karanlıkta seçemedi. Nul kadın silahını çektiğinde yüzünde anlık bir ifade yakalamış olduğunu düşündü.’Mutlu?’
İzleyici Gloria çığlık çığlığa tünediği damdan atladı ve insanlara çaresizce bağırmaya başladı, “Kaçın! Canınızı kurtarın, elindeki altın! Canınızı seviyorsanız uzaklaşın!” Sonra nidaları sona ermeksizin en yakın sokağa girerek koşmaya başladı. Daha önce kimse izleyici Gloria’yı böyle delice davranırken görmemişti. Kimdi bu ak saçlı kadın?
[*]İmla ve cümle yapısı kontrolü yapmadım, bozukluklar olabilir ama canım çok sıkıldı ve yayınlamak istedim. Belki 1-2 güne kadar revize edip düzeltirim hatalar varsa.[/*][*]Bu 4. bölüm esasında daha da uzayacaktı ama sonraki bölüme sakladım işin biberiyesini. Aksyionsuz yapamıyorum, denedim olmuyor.[/*]