Elanor'un Şüphe Uyandıran Hikayesi
Bölüm II
Uyandığımda hala koluma ve göğsüme bağlı onlarca kablo vardı. Korkunç kazadan sadece ben kurtulabilmiştim. Buna ne kadar kurtulmak denebilirse tabi. Annemin bana anlattığına göre, kazadan sonra tam iki yıl komada kalmışım. Pancar suratlı tır şoförü dahil, bizi takip eden iki aracın içindeki bütün yolcular da öbür tarafı boylamıştı.
Bütün olayları sakince anlattığıma bakmayın o zamanlar gözümden akan damlaların sayısını saymak, fizyoterapistime gidip gelmek ve bir depresyondan çıkıp diğerine girmekten yaşamayı unutmuş gibiydim. Bir yılım da öylece geçiverdi ve ben on iki yaşında hala kendini dokuzunda sanan bir çocuktum. Sınıfımdakiler çoktan beni sollamış üst sınıflara geçmişlerdi. Ben ise okulda dalga geçtiğim ufaklıklarla sıkıcı dersleri dinlemek zorunda kalmıştım.
Okulumuzdaki her çocuk, daha okumayı yazmayı öğrenmeden benim başıma gelen korkunç olayı ezbere biliyordu. Bunun iki yan etkisi vardı. Herkes bana karşı çok kibar ve mesafeliydi. İkincisi ise herkes ama herkes ben koridorda yürürken bana acıyarak bakmaktan kendini alamıyordu ve inanın bu durum yaşanan olayları unutmam için bana hiç yardımcı olmuyordu.
Tek huzur bulduğum yer çimenlerle kaplı dağ yamacının yanındaki söğüt ağacının hemen altıydı. Burası aynı zamanda Jackie’nin gömülü olduğu yerdi. Her hafta aksatmadan onu ziyarete geldim ve gelirken hep yanımda çiçekler getirdim. Jackie benim hiç açılamadığım ve hiç öpemediğim çocukluk aşkımdı. Yine de ne zaman onu düşünsem, onu bana sevdiren özelliklerini, sarı saçlarını ya da çocukça gülümsemesini değil, göğsüne saplanmış metal parçası ve fışkıran kanları hatırlıyorum.
Dediğim gibi dokuz yaşıma kadar tek derdim zengin piçlerdi. Sonrasında ise başa çıkmam gereken birçok şey oldu. Ailem, yaşadığımız yerde yıprandığımı gördüğünde yıllarca çalıştıkları ve yeni yeni bir yerlere gelmeye başladıkları işlerini istemeden de olsa terk ettiler. Okula tekrar başlamamın üzerinden altı ay geçmemişti ki babam işten eve erken geldi ve valizleri toplamaya başladı. Ben de aynısını yaptım ama lanet olası psikologlarımdan biri babama sıkı sıkı tembihlemişti. Giysilerim dahil sahip olduğum hiçbir şeyi almamam gerektiğini. Bunu sonradan öğrendim tabi. Elinde tuttuğu yeni giysileri ve ayakkabıyı bana uzattı telaşla ve geri kalan eşyaları umursamamam gerektiğini, bir taşıma firmasının geri kalanını halledeceğini söyledi. Bu yeri, Jackie’yi, Bayan Anderson’u, söğüt ağacını ve tüm olanları unutmamı istiyorlardı.
Yeni okulum şehir merkezindeydi. Güzel bir bahçesi ve oldukça kalabalık sınıfları vardı. Beni biraz da torpil yaptırarak hiç değilse onuncu sınıfa kaydettirdiler. Böylece yaş farkını o kadar da fazla hissetmeyecektim.
Okulun yarı yıl tatilinden sonraki ilk günüydü ve ben de diğer her çocuk gibi okula büyük bir heyecanla başlamıştım. Artık acıma dolu bakışlar ve hikayemin teneffüs aralarında anlatıldığı o koridorlar yoktu. İlk iki dersim matematikti ve ben neyse ki bu derste oldukça iyiyimdir. Yeni gelmeme rağmen hemen söz alıp tahtaya bile çıktım. Öğretmenin gözüne girmeye çalışıyordum resmen.
Öğle arası olduğunda merak ve biraz da heyecanla okulun yemekhanesine gittim. Bu sıradan bir durum gibi görünebilir ama küçük bir kasabadan gelmiş benim gibi bir kız için büyük bir olaydı. Yemekhane benim için yeni arkadaşlarımı kazanacağım tek sosyal ortam demekti.
Hemen bir tepsi aldım ve sıraya girdim. Yemeklerin kokusu şimdi bile burnuma geliyor. Mis gibi taze fasülye ve yanında da soslu makarna doldurmuştum tabağıma. Yoğurdumu aldım ve içecek reyonuna doğru seyirttim. Orada önlüğüne elini silmekle meşgul yaşlı ve tombul bir bayan vardı. Kafasını bile kaldırmadan bana ‘Afiyet olsun.’ Dedi.
Nezaketen ben de ona dönüp ‘Teşekkür ederim.’ Dedim
Bunu söyler söylemez yaptığı işi bıraktı ve kafasını dikkatle kaldırıp bana baktı. Ne yani bu şehirli çocuklar aşçılarla hiç konuşmuyorlar mıydı?
‘Sen, ufaklık kaç yaşındasın?’
Eh bu karışık bir durumdu. On iki yaşımda onuncu sınıfa gittiğim duyulsun ve tekrar dedikodular başlasın istemiyordum ve ben de yalan söyleçdim
‘On yaşındayım Bayan…Sinderose’ yakasındaki isimliği okumak biraz zamanımı almıştı.
‘Sanırım bu okula yeni geldin değil mi? Okula kaydını kim yaptı?’
Yavaş yavaş neden kimsenin bu kadına selam vermediğini anlıyordum sanırım. Biraz düşük çeneliydi sanki. Yine de kibarlıktan da olsa cevap verdim.
‘Müdüre Sinderose… Durun bir dakika siz onun yakını mısınız?’
Başını olumlu anlamda salladı. ‘O benim kızım olur evlat. Yemekten sonra onun yanına uğrayıp benden selam söyler misin ona. Günlerimin çok iyi geçtiğini filan anlat. Yaptığım yemekleri hiç itiraf etmese de hep çok sevmiştir. ‘
Anlamsız konuşmalarını dikkatle dinledim ve bu konuşmadan tek bir sonuç çıkartabildim. ‘Neden kendiniz söylemiyorsunuz? Küstünüz mü yoksa?’
‘Eh sayılır evlat. Sen dediğimi yap ve burada oyalanmayı bırak istersen sıradaki arkadaşların sabırsızlanıyor.’ Bana arkamda biriken çocukları gösterdi.
Dönüp baktığımda suratıma şaşkınlıkla bakan, hatta yanındakini dürtüp gülümseyen bir topluluk ile karşılaştım. Bu şehirli çocuklar gerçekten de aşçılarla konuşmuyorlardı sanırım. Omuz silktim ve yemeğimi yemek için iki çocuğun oturduğu masaya gittim. Ben oturur oturmaz çocuklar benden kaçarcasına uzaklaştı. Eh yalnızlığa alışıktım ve sanırım lanetim bu okulda da peşimi bırakmamıştı.
Yemeğimi yedikten sonra anne-kız arasındaki bu ilginç küslüğü bitirmeye kararlıydım ve okulun müdiresinin odasına doğru ilerledim. Kapıyı çaldım tak tak tak…
‘Geel…’ kibar ve aynı zamanda otoriter bir sesi vardı.
İçeriye seri adımlarla girdim ve kapıyı arkamdan kapattım.
‘Şey selam Müdüre Sinderose.’
‘Hoş geldin Elanor bir sorun mu var?’ tek kaşını kaldırarak bana baktı.
‘Hayır şimdilik bir sorunum yok. Annenizle az önce konuşuyordum ve size selam söylememi istedi.’ Cümlemi bitirir bitirmez merakla arkama baktı. Sanki orda birilerini bulmayı umuyormuş gibi.
‘Demek öyle küçüğüm. Peki bu sana selam iletmeni söyleyen bayan nasıl birisiydi tarif edebilir misin biraz?’
Ben de düşünmeden gördüğüm tombul, sevecen, önlüklü kadını tarif etmeye başladım. Tarifimi derinleştirdiğim her cümle ile ilgisi biraz daha artmış, şaşkınlıkla beni dinlemeye koyulmuştu.
‘… ha bir de çok güzel yemekler yaptığını ve sizin onun yemeklerine bayıldığınızı söyledi. Her ne kadar itiraf etmeseniz de… Günlerini çok iyi geçiriyormuş ve mutluymuş.’
Son söylediğim cümle ile neden olduğunu anlamasam da müdüre hanım çok sinirlendi ve titreyen elleri ile çekmecelerden birine uzanıp bir resim çıkardı.
Yüzüme dikkatle baktı ve düşünceli düşünceli benden çok kendisi ile konuşuyormuş gibi devam etti. ‘Yalan söylüyorsun derdim ama detaylı bir tarif yaptığın ortada. Yemekleri konusundaki şu son yorumunu da başkasından öğrenmen imkansız. Ayrıca diğer çocuklarla bunu planlayacak kadar tanıştığını bile sanmıyorum…’
‘Daha kimseyle tanışamadım anneniz hariç. Doğru dediniz.’ Dedim söylediklerinden tek bir kelime bile anlamadan.
Elinde tuttuğu resmi bana doğru uzattı ve gösterdi. Annesinin resmiydi ya da az önce gördüğüm bayanın kıyafetlerine kadar bire bir kopyasıydı.
‘Sana söyleyen kişi bu muydu?’ dedi tereddütle.
Bunda büyütülecek ne vardı anlamıyorum. ‘Evet buydu. Sanırım küsmüşsünüz ya da ona benzer bir şey. Her neyse, ben sizin ilişkinize burnumu sokmak istemem. Sadece bana söyleneni ilettim ve gidiyorum. Bu arada resimde 1997 yazıyor. Şunu söylemeden geçemeyeceğim. Bayan Sinderose bir gün bile yaşlanmamış. Kendisine oldukça iyi bakıyor gibi.’
Beklediğim en son tepki o sert ve otoriter, her zaman kontrollü olan müdire hanımın karşımda hüngür hüngür ağlamasıydı.
Hıçkırıklarının arasından parça parça seçebildiğim kelimeler ise duymayı en son istediğim şeylerdi.
‘Annem… benim sevgili annem… bu resmi çektirdikten …. İki saat sonra …. Kalp krizi geçirip öldü…’