Gölge Savaşları: Son Ejderha
Bölüm 1
Kainatın en sakin köşesinde, canlıların yaşadığı tek gezegen Aldovel’de, serin bir yaz günüydü. Kıtayı baştan başa dolaşmış olan, yola çıkarken hafif bir meltem, yolculuğunu tamamladığı ormanda sert bir rüzgara dönüşen o esinti ağaç dallarını sallıyordu. Ormanın girişindeki bir meşe ağacı, bu rüzgara boyun eğip palamutlarından birkaçını yere dökünce, etrafta başıboş gezen bir sincap palamutu yakaladı. Ormanın gizli bir köşesindeki huzurlu yuvasına doğru yola koyulan sincap, yaşadığı sakin ormana ve ormandaki canlılara göz diken kartalı farkedemedi. Ve o kartal, sincap ormandaki açıklığı geçmek üzereyken, kanatlarını iki yanına sabitleyip dalışa geçti, sincapı yakaladı. Kartal sincapın taze etiyle beslenirken, keskin kulakları, yakınlarda bir hışırtı yakaladı ve sincapın ölüsünü güçlü gagasıyla kavrayarak kanatlandı. O esnada ormanda yolculuk etmekte olan Durin’in üstünden uçarken, sincaptan damlayan kan yere inişe geçti.
Durin omzuna damlayan kanı görünce bir an irkildi. Etrafına bakınarak kanın nerden geldiğini anlamaya çalışırken, üstünde uçan kartalı gördü. “Muhtemelen bir hayvanın leşini taşıyordu.” diye düşündü. Geçmekte olduğu açıklığın, mola vermek için iyi bir yer olduğuna karar vererek, çimenlerin üzerine kendini bıraktı. Oturduğu yerde çantasını sırtından çıkartarak içinde yiyecek bir şeyler aramaya koyuldu. Önceki akşam kalan son jambonunu ve biraz Fedro yapımı ekmeği yemişti. Ama ekmekten biraz daha kaldığını tahmin ediyordu. Kuru kuru da olsa, aç gezmekten iyi olduğunu düşünüyordu.
Tam 13 gündür yaya olarak yolculuk ediyordu. Daegis Ormanı’na yolculuk etmeye karar verişinin üzerinden ise 1.5 ay geçmişti. Orman ve ormanın koruyucusu hakkında dinlediği efsanevi hikayeler, onu buraya çekmişti. Anlatılanların doğruluğunu tam olarak kestiremiyordu, çünkü şehirlerde insanların normalde 1 olan şeyi 2 gibi anlatmakta üstüne yoktu. Karanlığın yaratıklarının istila ettiği Artık Olmayan Şehir’le medeniyetin arasında duran Daegis Ormanı, defalarca goblinlerin, nigsembraların ve trollerin saldırısına uğramış ama ormanın koruyucusu tarafından geri püskürtülmüştü. En azından hikayeler böyle söylüyordu.
Çantasının derinlerinde bir parça daha bayat Fedro yapımı ekmek bulunca rahatladı. Karnı bu kadar açken, zaten yeterince başarısız olduğu avlanma işiyle uğraşmak ona epey zaman kaybettirecekti çünkü. Ekmeği, bacağında gizlediği küçük bıçağını çekerek dilimlemeye koyuldu. En sevdiği bıçağıydı bu. Geldiği yer olan Essodier’de, ünlü silah imalatçısı Hameron Usta’dan satın almıştı. Aynı şekilde belinden sarkan kısa kılıcı da Hameron Usta yapmıştı. Adam çeliği veya herhangi bir metali işlerken, boş bir ovaya bakıp şiir yazıyor gibi çalışıyordu. Ortaya çıkan silah ise aynı bir kahramanlık öyküsünün ilk cümlesi gibi hissettiriyordu. Tabi Durin henüz o öykünün devamını yazmaya başlamamıştı. Eğer her şey istediği gibi giderse, bu ormanda o öyküye başlamayı planlıyordu.
Dilimlediği parçalardan birini çiğnerken, ormanı seyretmeye başladı. Açıklığın bittiği yerde uzun boylu ve geniş gövdeli Ainnar ağaçları başlıyordu. Bulundukları kıtada en çok yetişen ağaçtı bu. Yeşil yapraklarının arasında, küçük kuşların besin kaynağı olan ufak mor meyveler yetişiyordu. Küçük bir çocukken, dere kenarından topladıkları kamışların bir ucundan bu meyveleri doldurup, diğer ucundan üfleyerek birbirleriyle savaştıklarını hatırladı. Doğduğu ve büyüdüğü yer olan Essodier’in köylerinde bu oyun, çocuklar arasında çok popülerdi.
Ağzındaki dilimi yuttuktan sonra önündeki dilimlerden bir diğerine uzandı. Tam o sırada bir ses duyduğunu zannederek durdu ve etrafına bakınmaya başladı. Bir gürleme gibiydi... Yada bir homurtu...
Bir süre hiç hareket etmeden hatta soluk alıp vermeden bekledi. Başka ses duymayınca kendisini tehdit eden bir şey olmadığına karar verip tekrar yemeğine döndü. Muhtemelen ormanın iri cüsseli hayvanlarından biri, kendini rahatsız eden daha küçük bir hayvanı yanından uzaklaştırmak için gürlemişti. Ekmeğinden bir ısırık daha aldığı sırada aynı sesi tekrar duydu. Bu kez daha yakından gelmişti. Hemen ayağa fırlayarak kılıcını çekti. Diğer elindeki ekmeğin kalanını da ağzına tıktıktan sonra, yerde kalan diğer ekmekleri çantasına doldurdu. Çantasını sırtına asarken bir yandan da geri çekilmeye başladı. Artık o sesi çok net duyabiliyordu. Dev bir yaratığın gürleme sesiydi bu. Ama emin olduğu tek şey, bunun bir hayvan olmadığıydı.
Geri çekilirken açıklığın bittiği yerdeki uzun Ainnar ağaçlarının sağa sola sallandığını farketti. Bir şey ona veya bulunduğu yere doğru yaklaşıyordu. Kılıcını sıkıca kavrayarak düşmanını beklemeye başladı. Önündeki son ağaç kümesi de aralandığında, açıklığa çıkan şeyi tarif edecek bir kelime bulamıyordu. Neredeyse o ağaçlar kadar uzun ve gövdesi ağaçlardan daha kalın yeşil bir yaratıktı bu. Bedeni sarmaşıklarla sarılıydı ya da zaten sarmaşıklardan oluşuyordu. Sadece sarmaşıklar da değil... Bataklık otları ve yosunlar da vardı üzerinde. Kendini, bildiği bütün duaları ederken ve tanrısı Muialger’e yalvarırken buldu.
Karşısında tiksindirici, ama bir o kadar da huşu uyandıran bir şey vardı. Korkuyordu, bir yandan da heyecan içindeydi. Daha önce hiç görmediği, anlatıldığını duymadığı bir varlıkla yüz yüzeydi. Yaratık, ağır hareket ediyor, ama her adımında yerde hafif bir sallantı yaratıyordu. Ormandaki tüm bitkiler, o geçerken korkuyla kenara çekiliyorlardı sanki. Çimenler bile, gövdelerini yere yatırmış ve halı gibi dümdüz olmuşlardı yaratığın önünde.
Yaratık, sarmaşıktan kollarını iki yanında sallayarak ağır adımlarla açıklığın ortasına doğru yürümeye devam ediyordu. Yüzünün ortasında, içinde göz olmayan boş göz yuvaları Durin’e doğru çevriliydi. Kükreyerek üstüne geliyordu. Durin panikleyerek bir gerçeği farketti. Böyle bir yaratıkla savaşması, savaşsa bile hayatta kalması mümkün değildi. Burası, yolculuğunun bittiği yerdi. Burası, henüz yazamadığı hikayenin ilk ve son cümlesiydi. Burası, öleceği yerdi...
Aniden başka bir ses duyunca düşüncelerinden ve şok halinden sıyrıldı. Az önce yaratığın çıktığı yerden, 1.90 boyunda bir adam koşarak açıklığa dalmıştı ve yaratığın üzerine doğru koşuyordu. Arkaya doğru uzattığı iki elinde de ucu kıvrık kılıçlar tutuyordu ve koşarken adeta süzülüyor gibiydi. Yaratık onun farkında değildi. Dev kolu, Durin’i ezmek üzere havaya kalktığında, o kolun gölgesi altında duran Durin gözlerini yumdu. Bir saniye sonra gölge üzerinden çekilmişti ve Durin hala hayattaydı. Gözlerini açınca adamın yaratığa yetiştiğini ve gözüyle takip edemediği bir hızda salladığı kılıçlarıyla yaratığı parçaladığını gördü. Aldığı her darbede, vücudundaki ot ve sarmaşık parçaları etrafa yayılıyor, kopan her parçasının yerini anında yenileri alıyordu.
Garip adam bir küfür sallayarak geri çekildi ve yaratığın doğrulmasını izledi. Önlerden hafif seyrelmiş saçları olan, sağ gözünün üstünden başlayıp yanağına kadar inen bir yara izi taşıyan hafif ince yapılı bir adamdı. Bu sıradan görünüşüne rağmen gözlerinde korkutucu bir ifade taşıyordu. O kılıçları bu kadar seri sallayabilmek için daha kaslı olmak gerekeceğini düşünüyordu Durin. Ama tam önünde, bu tezi anında çürümüştü.
Yaratık doğrulup gürledi ve kollarını adama doğru salladı. Adam yana sıçrayarak yuvarlandı ve hemen ayağa kalkarak yaratığa doğru atıldı. İki bacağının arasından takla atarak geçtiği esnada, yaratığın kolları ikinci kez az önce adamın durduğu yeri dövdü. Adam hızlıca dönerek, arkasına geçtiği yaratığın sırtına zıplayarak iki kılıcını birden yaratığa sapladı. Kılıçları saplayıp çıkararak yaratığın sırtından boynuna tırmandı. Adamı üzerinden atmaya çalışan yaratık debelenirken, adam kılıçlarını iki yana açarak seri bir biçimde yaratığın kellesini uçurdu. Hemen arından geriye doğru sıçradığında, yaratığın bedenini oluşturan otlar ve sarmaşıklar çözülmeye başlamıştı. Yerde yaratıktan arta kalan otlardan oluşan dev bir yığın meydana gelmişti. Adam kılıçları ellerinde Durin’e döndü.
“Umarım, ormanıma gelişinin geçerli bir sebebi vardır.” dedi keskin bakışlarla. Hep mi böyle baktığını, yoksa kızgın olduğu için mi kendisini yiyecek gibi gözlerini diktiğini anlayamayan Durin, özür dilercesine başını öne eğdi. Hala yaratıkla karşılaşmanın verdiği şoku ve bu adamın kılıçla adeta dans eder gibi yaratığı yok edişinin verdiği şaşkınlığı üstünden atamamıştı.
“Sizi zor durumda bıraktıysam özür dilerim. Buraya ormanın koruyucusunu aramaya geldim. Ve sanırım onu buldum.” Bu “O” olmalı diye düşünüyordu. Tüm o hikayelerde bahsi geçen, hatta o hikayelerin kahramanı olan adam bu olmalıydı. O korkunç yaratığı adeta avlamıştı. Durin altına kaçırmamak için kendini zor tutarken, o yaratıkla dövüşmüş ve onu yenmişti.
“Ormanın koruyucusu falan değilim ben. Sadece rahatsız edilmek istemiyorum.” Ayağıyla yaratığın parçalarını dürtükledi. “ Ve bu elemental beni rahatsız ediyordu.”
Demek yaratığın adı elementaldi. Daha önce elementallerle ilgili bir hikaye duyduğunu hatırlat gibi oldu. Ama o hikayede yaratıklar farklı anlatılmıştı. Gövdesi ağaç gövdesi gibi olan, insan boyunda yaratıklar olarak geçiyordu onlar. Normalde hikayeler abartılırken, elementallerde tam tersini uygun görmüştü şehirliler heralde.
“O... kılıçlarınla yaptıkların... Bu nasıl bir kılıç tekniği? Hayatımda ilk kez böyle bir şey görüyorum. Ve emin ol çok fazla kılıç ustası ve kılıç dövüşü gördüm.” Son cümleyi biraz övünerek söylemişti. Essodier; demircileriyle olduğu kadar, kılıç ustalarıyla da ünlüydü.
“Görmemiş olman çok normal. Çünkü bu tekniği dünya üzerinde kullanan başka kimse kalmadı. Ben ve bir başkası daha var. Şimdi konunun özüne dönmeye ne dersin?” Konuşmaya dalmışken durulan bakışları, tekrar sertleşmişti. “ Buraya neden geldin?”
“Söyledim ya! Buraya seni bulmaya geldim. Seninle yolculuk etmek istiyorum Ormanın Koruyucusu!” Adama doğru bir adım attı, Durin. Adam anında kılıçlarından birini, ikisinin arasına kaldırarak onu durdurdu.
“Ben yolculuk etmiyorum. Burası benim yaşadığım yer ve sen şu an yaşadığım yere izinsiz girmiş bir böceksin. Seni ezmemi istemiyorsan, geri dönmeni tavsiye ediyorum.” Bakışları tartışmaya yer vermeyecek kesinlikteydi. Sağ gözünün üstündeki yara izi de, o bakışların yarattığı baskıyı azaltmaya hiç yardımcı olmuyordu doğrusu. Gözlerini devirerek Durin’e baktı. “ Ayrıca bana bir daha Ormanın Koruyucusu deme. Geldiğin şehir hangi haltsa, oraya geri dön ve oradaki insanlara Daegis Ormanı’nın misafir kabul etmediğini söyle. Eğer izinsiz girmeye kalkacak olurlarsa, Liam Graederen’in onları hoş karşılamayacağını da belirt.
Arkasını dönerek, açıklıktan ormana doğru yürümeye başladı. Kılıçlarını sırtındaki kınlarına takarak ağaçların önüne geldiğinde Durin ona doğru hareketlendi.
“Dur! Tam 15 gündür buraya yolculuk ediyorum. Bana söyleyebileceğin bu kadar mı?” Hayal kırıklığına uğramış biçimde kollarını havaya kaldırıp bacaklarına vurdu. Liam duraksayarak, omzunun üstünden geriye baktı.
“Onlara Gölge Savaşı’nın yaklaştığını, kehaneti takip edenlerin bir araya gelmesi gerektiğini söyle. Ve şunu da ekle:
Dünya karanlığın üzerine yürüyecek,
kalkanlardan yansıyan ışıklar,
gölgeyi yerin dibine gömecek.
Kahramanlar bir araya gelip,
dünyanın sonunu getirecek.”
Kendini Liam olarak tanıtan adam, ağaçların içinde kaybolduğunda, Durin ne diyeceğini bilemiyordu. Tek bildiği şey, işittiklerinin çok çok önemli olduğuydu. Hemen geri dönmesi ve bunu tüm insanlığa anlatması gerektiği gerçeğinden başka bir şey düşünemiyordu. Hayatında hiç koşmadığı kadar hızlı koşarak, ormanın çıkışına yöneldi. Kehanetin gerçekleşme vakti gelmişti...
Devam edecek...