Veis'in Arayışı 2. Bölüm:
Geniş hanın içindeki tozlu katran lambalarının turuncumsu ışığında ona şefkatle bakan kalabalığın yüzleri huşu ve gurur ifadesinin karışımı ile örtülüyken, kendisine göre can-ı gönülden bir hakkaniyetle konuşuyordu büyücü.
“Aziler’in, yani tanrılarımızın ve imanın ışığıyla aydınlatıldığımızdan beri hepimizin yaşamı, benliği huzurla doldu. Bizler Araf’taki Mevtalar Nehri’nde boğulan iblislerin karşısında bir kalkan gibiyiz. Yeşermeye çabalayan hastalıklı tohumları helak ederek koruyoruz Ulu Dünya'yı. Onların Anatolya'ya serpilmesine, kök salmasına müsaade edersek, bizi de onlar gibi sefil ve karanlık bir hayat bekleyecektir.”
Kalabalıktan coşkulu haykırışlar yükseldi. “Öldürün onları!”
“Yakın pislikleri!”
“Yok edin iblisleri!”
Yaşlı adam elleriyle onların uğultularını susturmaya çalıştı. “Canınız bildiğiniz bu kasaba halkından birkaçı Ak Su’yu gönüllerinde istemediler. Yani imanın ışığını bedenlerinde arzulamayan bu insan görünüşlü mahlûkatlar, bu tohumlardan olduklarını zikretmiştirler,” diye haykırdı Vaiz kalabalık arasından sesini duyurabilmek için. Ellerini göğe kaldırdı ve “Kutsal olan Aziler’in adıyla!” diye bağırdı.
“Aziler kutsasın!” diye karşılık verdi kalabalık.
“Getirin canileri!” dedi Vaiz sımsıkı dişleri arasından. Yaşlı ve uzun boylu adamın kırışıkları mavi gözlerinin kenarında son buluyordu. O kadar zayıftı ki, üzerindeki beyaz cüppe olmasa ince bir dal gibi görünecekti neredeyse. Yer yer dökülmüş kısa saçları ağarmış da olmasına rağmen çehresinden akan kibir onu gençleştirmiş bile sayılabilirdi.
Kalabalık ikiye ayrılınca toplantı yüzünden hanın duvar kenarlarına çekilen masa ve sandalyeler göründü. Havada küf kokusu vardı, uzun zamandır bu yere el değmemiş gibiydi. Zaten yakın gelecekte bu eşyalar da önemini yitirecekti, Aziler'e hizmet için gerekli olmayan eşya, ev, hayvan veya insanlar yok edilecekti.
İki iri yarı adam ortaya çıktı, elleri ve kolları bağlanmış bir kadınla, küçük bir kızı yerde sürükleyerek getirdiler. Korkuyla inleyen orta yaşlı kadın elbiselerinden de anlaşıldığı üzere köylü biriydi. Çiçek desenli uzun eteği çamurla kaplanmış, entarisi yırtılmıştı, altından giydiği kazağı olmasa çıplak bedeni gözükecekti. On yaşlarındaki küçük kızın dehşetle açılmış yeşil gözleri loş ışığın altında bile ışıldıyordu. Ancak ses çıkaramayacak kadar korkmuş görünüyordu.
Vaizin önüne getirdiklerinde, onları dizlerinin üstüne çöktürdüler.
“Biz sana ne yaptık ha? Bizim ne suçumuz var?” dedi kadın öfkeyle karışık. Elleri arkadan kalın iplerle bacaklarına bağlı olduğu için yerinden kıpırdayamıyordu.
“Aziler’e inanmayan hiç kimse masum değildir,” diye karşılık verdi Vaiz. Sonra kalabalığa dönüp, kollarını, onları kucaklarcasına açtı. “Gördünüz mü işte? Kendisini savunuyor bir de. Hem bir kâfir hem de…”
“Ben kâfir değilim,” diye bağırdı kadın. “Bizim kendi inancımız var, bizler…”
“Tek doğru ve gerçek yol Aziler’in inancıdır. Diğer bütün inançlara mensup olanlar, doğru yoldan saptıranlar tarafından Araf’tan bu dünyaya gönderilmiş olan gazabı içerek büyüyenlerdir. Bu yüzden Ak Su’yu içmeye gönüllü olmazlar.”
“Ben eşimi bir yaz evvel kurban verdim vebaya,” diye karşılık verdi kadın. “Ama bu benim inancımı köreltmedi.”
“İşte duyuyorsunuz,” dedi Vaiz ibret olurcasına kadını işaret ederek. Parmaklarının arasına aldığı saçlarını geriye doğru taradı. Şefkatin kusulmuş haliyle onları izleyen insanlara göz gezdirdi. “Bu kadın ve çocuk hâlâ sahte tanrılara, doğru yoldan saptıranlara tapıyorlar.”
“En azından çocuğu kurtaralım,” dedi Muhtar Ragıp Efendi. Ellisini geçmiş yaşlı bir adamdı. O da diğerleri gibi vebadan ölmemek için Ak Su’yu gönüllü olarak içmişti.
“Evet,” dedi Vaiz Mehmet onu onaylarcasına avuçlarını önünde birleştirerek.
Kadın buna itiraz edecek oldu, ama iri adamlardan biri onun ağzını bir bezle tıkadılar.
“Evladım,” dedi büyücü ellerini belinde birleştirip küçük kıza doğru eğilerek. Adamın onunla konuşmasına şaşırmış gibi vaize doğru başını kaldırdı kız. Tozlu yanaklarındaki gözyaşlarının derin izleri yüreğinin altında yatan dehşeti uzaktan da olsa hissettiriyordu. “Sen de tanrıların, Aziler’in büyüklüğünü, ihtişamını görmek istemez misin? Büyük Aydınlanma'nın bir parçası olmak istemez misin?"
Onu sadece gözleriyle uyarabilen annesine doğru baktı kız. Başını sağa sola salladığında iki yandan örgü yapılmış kısa saçları yüzüne vurdu.
Vaiz belinden uzun bıçağını çıkardı ve kızın annesinin boynuna götürdü. “Eğer Ak Su’yu içmezsen annenin boğazını keserim.”
Küçük yüzünü ellerine gömen kız hıçkırıklarla “Ne- olur- büyük efendi- yapma!” diyebildi.
“O zaman Ak Su’yu iç ve imana gel,” dedi Vaiz neredeyse hırlayarak.
Nergis inledi. Annesine bir şey olmasındansa ölmeyi yeğlerdi. Daha önce ona bu ilacın ne yaptığını anlatmıştı annesi. O bunu pek anlamamıştı, tek bildiği bu vaiz denen insanların korkunç kişiler olduklarıydı. Fakat şimdi başka bir çaresi yoktu. “Eğer içersem, anneme zarar vermeyeceğine yemin eder misin? Tanrıların adına,” diye ekledi hemen.
“Evet, yemin ederim,” dedi vaiz yüzündeki zafer edasını ifşa eden menfur bir tebessümle. “Eğer Ak Su’yu içersen annene hiçbir şey yapmayacağımıza söz veriyorum.”
Nergis’in başka bir çaresi yoktu. Ellerini çözdüklerinde, içinde bembeyaz, ışıklı bir sıvı olan küçük bir şişe uzattı yaşlı adam ona. Kız annesinin yalvaran elâ gözlerine son kez baktı ve şişeyi bir dikişte bitirdi.
Göğsü aniden ortaya çıkan ıstırabın yangınıyla dolarken öğürdü, ancak kusmadı. Gözlerine kabir karanlığı çöküverdi, bedeninin hâkimiyetini yitirdiğinde yüz üstü yere devrildi. Artık Nergis'e ait her şey yok oluyordu, onun anıları, onun sevdiği veya sevmediği insanlar yoktu. Ak bir ışık doldurdu ruhunu, onu daima seven hatta her şeyden çok sevenlerin olduğunu biliyordu o ışığın içinde. Onları neredeyse duyacaktı, hem çok yakındılar, hem çok uzak; hem gerçek, hem yalandılar.
İçinde onların pırıltılarını görür gibi oldu. Tüm geçmişini yok eden bu ak ışık yüreğine parça parça, kopuk kopuk tutkular yakarır oldu.
Sonunda Nergis ağlamaya başladı, nasıl bu kadar aptal olabilirdi? Annesinin sözlerine kanmıştı; bu muhteşem ışık onun her şeyiydi, onu var eden, onu ölesiye seven sadece onlardı. Zihninde onların şefkatli fısıltılarını duyabiliyordu. Gözlerini tekrar açıp yeniden doğrulduğunda birisinin onu kucakladığını fark etti.
Annesinin bağlarını çözmüşlerdi. Kadın oturdukları ahşap zeminde ona sarılmıştı ve sessizce ağlıyordu.
Nergis hiddetle kendini geri çekti. "Sen!" dedi annesine. Kadın yarı şaşkınlık, yarı korkuyla ne yapacağını bilemez halde kızına baktı. "Sen!" diye bağırdı Nergis bu defa ayaklanarak. İpler bacaklarına dolanmıştı, bu yüzden tökezledi. Vaizin işaretiyle kalabalıktan iki kişi onun bağını bıçaklarla kestiler.
"Sen bana yalan söyledin!" diye bağırdı Nergis kadına.
Annesi neredeyse nutku tutulmuş halde sordu. "Ne yalanı?"
"Bana Vaiz Efendi'nin ve Ak Su'yun kötü olduğunu söylemiştin," dedi Nergis; göğsünden ciğerleri sökülecek kadar kuvvetle soluk alıp veriyordu. "Aziler'in kötü olduğunu söylemiştin, bana zarar vermek istediklerini söylemiştin. Tanrılar benim her şeyim hâlbuki."
"Sana ne oldu böyle?" diye sordu annesi dehşetle, yaşlı gözleri vaizi buldu. "Ona ne oldu? Kızıma ne yaptınız?"
"Her şeyin doğrusunu ve gerçeğini görmeye başladı," dedi vaiz kendinden memnun bir edayla. Kalabalıktan onaylama sesleri yükseldi. "Senin gibi varlığıyla her şeyi zehirleyenlere bunu göstermek bizim borcumuz. En azından kızını kurtarmayı başardık. Ölmeden önce söyleyeceğin son bir şeyin var mı kadın?"
"Onu öldürmeyeceğinize yemin etmiştiniz," dedi kız şaşırarak. Kollarını göğsüne kavuşturmuş, annesine büyük bir kinle bakıyordu. Zihninde o güzelliğin sesini duyabiliyordu hâlâ. Onun benliğini yiyip bitiriyorlardı. Nergis artık sadece onlar için vardı. "Yemininizi bozmanızı istemem yüce efendi."
"Evet, onu öldürmeyeceğime yemin etmiştim," dedi vaiz sırıtarak. "Ama senin onu öldürmeyeceğin konusunda bir şey söylemedim."
Küçük kızın yüzüne dehhaş bir tebessüm yayılırken az önceki hayat dolu yeşil gözleri, şimdi fersiz ve soğuktu. "Ben mi öldüreceğim?" diye tısladı kız neredeyse kendisine ait olmayan bir sesle. Bıçağı vaizin elinden kaptığı gibi annesinin üzerine sıçradı. Hayrete uğrayan kadının feryatları hanın ıssız duvarlarını tırmalarken olanları en arkadan izleyen Baş Veis'in de ağzı sulandı. Ne zaman vahşet görse karnı acıkırdı. Zaten aç olmadığı zaman yok gibiydi.
Biraz sonra kahverengi küçük örgülerine kadar annesinin kanıyla yıkanmış olan küçük kız elindeki bıçağı bırakarak vaizin ayaklarına kapandı. "Beni affedin Vaizim," dedi incecik bir sesle. "Bu kötülüğün var olmasına dayanamadım. Tanrılarıma hakaret etmişti bu pis kadın."
"Affedilecek bir şey yok," diye yanıt verdi vaiz kızın başını okşayarak. Gözleri terk edilmiş bir evin pencerelerini andıran kadının cansız bedenini götürmeleri için başıyla kasaba halkına işaret etti.
"Gerçekten etkileyiciydi, büyücü," dedi Baş Veis en sonunda dayanamayarak. Bütün kafalar onun devasa bedenine çevrilince bazıları yüzlerinde korku, bazıları da huşuyla ona odaklandılar.