Uyku zayıf bedenleri ölümü prova etme yöntemidir. Markov'un uyumaya ihtiyacı yoktu. O zayıf değildi, zayıflığın anlamını ellerinde solan hayatlarda görerek kazımıştı zihnine. Uyku lanetliydi. Uyku kötüydü. Uyku kalenin kapılarını sonuna kadar açtığınız kuşatma anıydı. Gözlerini her kapatışında karanlığın yerini alan acı çığlıklarına, görmemek için kendisini bildiği her şeyden soyutladığı yüzlere ve asla dinmeyen alevlere çırılçıplak koşmaktı uyumak. Hayır, Markov'un uykuya ihtiyacı yoktu.
Bir yaprak hışırtısı onu asla dinmeyen düşüncelerinin arasından sıyırdığında tapınağın bahçesindeki heykellere taş çıkartacak bir ifadesizlikle doğrulmuştu. Davetsiz misafirleri sevmek gibi bir huyu vardı Markov'un. Davetsiz misafirler iyiydi; paranoyaklığının gerekliliğini ona kanıtlar, kendisine yöneltilen bakışlardaki delilik emaresinin aslında ne kadar işe yarayabildiğini gösterirdi onlar. Markov'a kendini iyi hissettirirlerdi. Geliş amaçları değildi önemli olan; yere bir yaprak bırakmak için mi yoksa boğazını parçalamak için mi geldiği bir şeyi değiştirmezdi. Önemli olan gelmeleriydi. Her zaman gelirlerdi.
Sınav... Evini terk ettiğinden beri kısa zaman dilimlerini planlayarak ilerlettiği hayatındaki bir sonraki aşamaydı bu. Hayatta kalmasının yeterli olacağı bir test. Basit geliyordu kulağına aslında; bunu her gün tekrarlamıyor muydu sanki? Odasının köşesinden her an fırlayabilecek avcılara, kapatamadığı penceresine ya da gözlerini kapattığı dakikalara güvenmesi yeterliydi belki de. Tüm bu bilgileri, testleri, öğrenimleri ve egzersizleri onu sadece ve sadece hayatta kalmaya alıştıran şeylerdi. Ayaklarının dibinde çatırdayan köprünün çatlaklarına basmamayı öğreniyordu o. Karşısına çıkıp onu körpüden aşağıya atmaya çalışacak olanları parçalamayı, o parçaları çatlaklara tek tek sokup üzerlerine basmayı ve altında alev alev yanan uçurumla alay etmeyi öğreniyordu. Öğretmeye çalıştıkları şey bu değilse bile öğrendiği buydu. Ve o köprüden vaktinden önce düşmeye hiç ama hiç niyeti yoktu.
Daimi paranoyasının getirdiği temkinlilikle yerdeki yapraklara dokunmadan yanlarından geçti. Odasının kapısını açtıktan sonra daima yaptığı gibi bir kaç saniye içeride bekledikten sonra üzerine atlamaya hazırlanan hiç kimse olmadığına emin oldu ve gereksiz bir gülümseyişin kıvırdığı çatlak dudaklarını yalayarak sarmal merdivenlere çıktı. Eskimiş pabuçlarının bastığı her basamaktaki taş zemini iki kez yoklayarak defalarca indiği bu dar merdivenden aşağı inerken düşündüğü tek şey arkasında onu takip eden biri olup olmadığıydı.
Markov kendisini dünyaya gösterme zahmetine katlanmaktan bıkmayan güneşin tekrarladığı bu bilindik oyunu izlemek üzere manastırın bahçesine çıktı. İnsanlarla konuşmak onu tatmin etmediğinden bu karlı haziran sabahını kimseyle paylaşmak istemiyordu. Sadece karların üzerinde bağdaş kurup oturmayı, gün boyunca bulutların arkasında korkakça saklanacak güneşi görebildiği kadar görmeyi ve her güzel şeyin ne denli kısa sürdüğünü bir kez daha idrak ederek gününü alıştığı karamsarlıkla geçirmeyi düşünüyordu. Yaklaşan sınav için herhangi bir kaygısı yoktu, boş olan midesi ya da son günlerde daima kırmızı olan yorgun gözleri için de. Sadece kendi zihnine, asla tam olarak keşfedemeyeceği o engin araziye kapanmak ve sabah meditasyonunu yapmak istiyordu.
Bugünün eleneni mi? Markov hala hayattaysa ne önemi vardı ki?