KOLEKSİYONCU
-5-
Kapı aralık bırakılmıştı. İçerisinde ne olduğunu bilmediğim, ne gibi anılar sakladığını kestiremediğim kapıyı yavaşça ittirerek binaya girdiğimde gözlerime inanamadım. Etrafta, raflara dizilmiş sayısız kitap vardı. Duvarlar insanın içini ısıtacak şekilde canlı renklere boyanmıştı. Her yere kitap okuyabilmek için düzenlenmiş masalar ve kapalı odalar yerleştirilmişti. “Eğer buraya başka bir amaç için gelmemiş olsaydım, oturur saatlerce kitap okurdum” diye hayıflandım. Sonra da ayrılırken birkaç kitap almaya karar vererek ilerlemeye devam ettim fakat attığım her adımda, az önceki güzel duyguların yok olup geriye sadece mutlak korkunun kaldığını hissedebiliyordum. Ne ile karşılaşacağımı bilmeden ilerlemek beni korkutmaya başlamıştı ama geri dönemezdim. En kısa sürede yukarı kata çıkmalıydım. Asansörü kullanabilirdim, ışıklarına bakılırsa hala çalışıyorlardı ama onlara binmek gibi bir niyetim yoktu. Kapalı ve dar alanlar benim için her zaman ürkütücü olmuştur. Merdivenlere doğru yöneldim.
Yukarıya tırmanırken attığım her adımda yukarıda karşılaşacağım insanı düşündüm. Benden başka yaşayan en az birisinin olduğunu bilmek güzel bir duyguydu ama hastalıklı olduğunu düşündüğüm beynimin karşı bir tez oluşturması çok uzun sürmedi: Ya diğer insanların hepsi başka bir yere gittiyse ve sadece burada ben kalmışsam ya da ben aranan bir kişiysem? Eğer böyle bir şey varsa veya ben diğer insanlarla gitmemişsem, yıllarca yalnız yaşadığımı da dikkate alırsam, pek de sevilen birisi olmayabilirdim. Kafamdaki saçma olduğunu düşündüğüm bu fikirden de kurtulmaya çalışarak üst kata ulaştım. Burada da hepsi aynı hizada sıralanmış dolaplara binlerce kitap yerleştirilmişti. Dolapların aralarında da masalar vardı. Eskiden bir kütüphane olduğundan artık emin olduğum bu binadaki görünen herşey, kanala doğru bakan masaların üzerinde duran bir gazete hariç, normaldi. O, sanki bulunması için özenle oraya bırakılmıştı. “Belki de okuyan kişi kaçarken öylece bırakıp gitmiştir,” diye düşünebilirsiniz ama öyle görünmüyordu. Öyle ya da böyle bana geçmişten bir kesit sunacağı kesindi. Yaklaştım.
Gazete, cebimdeki fotoğraftan bir gün sonrasına aitti. Ana sayfada gördüğüm yazı ise beni dışarıdaki soğuk havadan daha çok titretti:
‘Yüzyılın bilim adamı olarak tanınan B. Emre Erbay, geçen yıl ortaya çıkan virüse karşı başka bir virüs geliştirdiklerini ve bunun olası bir salgına karşı kullanılabileceğini açıkladı.’
Duygularım birbirine girmişti. Avazım çıktığı kadar bağırmak istiyordum. Her şeyi hatırlıyordum. Zihnimde parçaladığım, daha sonra birleşmesine izin vermemek için defalarca çalıştığım, unutulası anılarımın hepsi gözlerimin önünden geçiyordu. İnsanların acılar içinde can vermeleri, ailelerin parçalanışı, her bir acı hatıra mızrak gibi kafama saplanıyordu. Sendeleyerek düşmek üzereydim ki sağlam bir kolun beni kavradığını hissettim. Bir başka canlı tarafından böyle tutulmayalı bir yıl geçmişti. Hiç hatırlamasam belki de bunun büyük bir lütuf olduğunu düşünebilirdim. Kolun sahibi beni yavaşça yan taraftaki sandalyeye oturturken kendime lanetler yağdırıyordum.
“Yine gelmişsin.”
Evet, yine gelmiştim. Her defasında gelip tekrar unuttuğum yere yeniden gelmiştim. Karşımda yıllarca beraber çalıştığım, küçüklüğümden beri arkadaş olduğum; onca acıya inat dayanmış, güçlü bir tanıdığım oturuyordu. Kelimelerimin ağzımdan çıkmasına izin vererek -ki istediğim hemen çekip gitmekti- konuşmaya başladım.
“İnsan, gerçeklerden kaçmayı başarabilir mi sence?”
Mustafa da benim gibi bir bilim adamıydı. Benim aksime inançları daha sağlam olan bir tipti. Şüphenin belli belirsiz yansıdığı yüzüne hızla bir gülümseme yerleştirip bana cevap verdi.
“Hayır, fakat gerçekleri duygularıyla yorumlayarak hataya düşebilir. Tıpkı senin beş yıldır yaptığın gibi.”
“Ali nerede?”
“Öldü.”
Bu işin sonunda yine unutacağımın tesellisiyle yutkunarak sözlerime devam ettim.
“Belki de unutmak bu yüzden en güzeli kardeşim, acılardan sıyrılmanı sağlıyor.”
“Farkında değil misin Emre? İnsan sadece ve sadece gerçekten unutmak istediklerini unutabilir. Dünyanın en mükemmel unutma ilaçlarını kullansan da geriye buraya geliyorsun. Bu senin için yeterli bir sebep değil mi?”
“Henüz değil.”
“Artık senin suçun olmayan olayları sahiplenmekten vazgeçmelisin. Dünya için iyi bir şey yaptığını zannediyor ama yanılıyorsun. Bizler sadece insanız. Dünyanın sahipleri değiliz, buranın sadece misafirleriyiz.”
“Evet, burada misafiriz fakat bu nasıl yaman bir çelişkidir ki misafir bunları yapar? Emaneti iyi kullanabildik mi, misafir olduğumuz yeri temiz tutabildik mi, bize verilen yeteneklerle burayı güzelleştirebildik mi, yoksa yeteneklerimizi çirkinleştirmek için mi kullandık?”
Mustafa’nın sessizliği karşısında, uzun zamandır konuşmaya susamış olmamın da etkisiyle, konuşmaya devam ettim.
“Bizler kaynaklarımızı israf ettik, doğayı kirlettik, var olan virüsleri geliştirerek insanlarımızı hasta ettik. Senin eşin, benim eşim, oğlum... Hepsinin ölümüne biz sebep olmadık mı?”
“Emre, kendini ne kadar suçlu hissettiğini biliyorum fakat bu sadece senin suçun değildi. Şu an insanların birçoğu bağışıklık kazanmış durumda. Ayrıca virüs geliştirme programları da yasaklandı. “
“ Bunu duyduğuma sevindim.”
“Benimle gel Emre. Diğer insanların götürüldüğü güvenli bölgeye gidebiliriz.”
“Hazır olduğumu zannetmiyorum.”
Mustafa ile birlikte saatlerce sohbet ettik ama beni kendisiyle birlikte gitmeye ikna edemedi. En sonunda kendisi vazgeçerek yanımdan ayrılırken çantasından çıkardığı bir paketi bana verdi. Ayrıca unutmak için icat ettiğimiz haplardan da getirmişti. Sımsıkı sarılarak vedalaştık. Paketi evde açmamı isteyerek yanımdan ayrılırken geri döndü,
“Bu arada, sana koleksiyoncu diyorlar,”
Sustum. O da başka bir şey söylemeden gitti. O ayrıldıktan kısa bir süre sonra ben de binadan çıktım. İlaç etkisini gösterene kadar bir ay sürem vardı. Üç haftalık bir yürüyüşün ardından eve ulaşacaktım. Geride anılarımı ve nefret ettiğim hayatımı bırakarak yola çıktım.
-Bir ay sonra-
Odalar dolduracak kadar çok kitabın ve büyükçe bir masanın kenarındayım. Masanın üzerinde yarı açılmış bir paket var. İçinden “Yol” isimli bir kitap ve üzerine iliştirilmiş bir not çıktı. ‘Canım kardeşim, inşallah yolunu bulursun,’ yazıyor ama ben adımı bile bilmiyorum ki?
-SON-