“Görmek yaratmanın başlangıcıdır.”
Henri Matisse
1
Bembeyaz çarşafların içinde gömülmüş yatarken yan yatağımdaki kadının yüksek bir binadan düşüyormuşçasına attığı çığlıklarla uyandım. İşin aslı, “gibi” kelimesi fazlaydı. Kadın gerçekten de rüyasında yüksek bir binadan düşüyordu. Doktorların söylediğine göre hep gördüğü rüyaydı bu. Kadın çalar saat gibiydi. Her sabah dokuzda muhakkak çalardı. Diğer zamanlarda da yan yatağımda tik-tak’lamaktan başka yaptığı bir şey yoktu. Hiç konuşmaz sadece sallanır dururdu. Diğer herkes gibi rahatsız edici bir baş ağrısından öte değildi.
Odam birçok hastane odasına göre oldukça güzel ve temizdi. Benim yattığımın hemen yanında dışarıya bakan bir penceresi olan iki yatak, yanlarında ikişer komodin, iki koltuk, tıbbi malzemeler, iki eşya dolabı, içinde ne olduğunu bilmediğim bir dolap, duvarlarda iç açıcı olduğunu düşündükleri tablolar ve pencere kenarındaki saksıda sadece solmak üzere olan yeşil yapraklardan oluşan bir çiçek vardı. Zaten kaldığım hastane o zamanlar Paris’de bu kadar yatağı olan sayılı hastanelerdendi. İyi bir aileden olduğum için (burada kastım kocamın cüzdanının yükte ağır olması) beni buraya yatırmışlardı. Oysa umurumda değildi. Güzel kokan hastane odaları veya zengin koca istemiyordum. Hiçbir şey bana zevk vermiyordu. Şişeye kapatılmış bir sinek gibiydim. Olmak istediğim yer bu dünyada değildi.
“Size söylüyorum olması gereken yer burası değil. Aklından problemleri var. Bir başka enstitüye gönderilmeli. Bu kaçıncı intihar teşebbüsü biliyor musunuz? Anlatamıyor muyum?” kısmak için ne kadar uğraşılsa da bu sesi tanırdım. Nasıl unuturdum? Katlimin gerekliliğini bana her gün sevgi dolu bakışlarıyla vurgulayan insanın sesini problemli aklımdan nasıl çıkarabilirdim?
“Sir, önce yaralarının iyileşmesi lazım. Ondan sonra şartsa elbette sevk ederiz. Gerekli müdahaleler yapılmadan buradan çıkamaz.”
“Hayatım! Uyandın mı? Günaydın.”
Yatakta doğrulduğumu fark etmiş olacak ki hemşireyle konuşmasını kesip o iğrenç siyah ayakkabılarıyla odayı arşınlamaya başladı. Bense yüzümü yatağımın hemen yanındaki pencereden bir an bile olsun çevirmedim.
“Bugün nasıl hissediyorsun kendini?”
“Sizinle konuşmayacak gibi hissediyorum.” Görmesem de yüzünün düştüğünü anlık sessizliğinden anlayabiliyordum. “Kazada kasıt olmadığını görevlilere söyledim. Hala ne istiyorsunuz? Beni rahat bırakın rica ederim.”
“Sevgilim neden böyle yapıyorsun? İstediğim şey sensin. Neden seni mutlu edemiyorum? Neden kimse seni mutlu edemiyor? Hiç kimseyi sevmiyorsun. Hayattan bu denli nefret etmenin sebebini bana, kocana anlatmayacaksın da kime…”
“Eğer resmi kâğıtlara bu kadar önem veriyorsanız öyle olduğunu sanmaya devam edin. Ancak ben sizin eşiniz değilim. Israrlarınıza karşı koyamayıp teklifinizi kabul ettiğim güne lanet ediyorum.” Bunu söylerken yüzüne baktım ama şu yakışıklı yüzü beni bir nebze bile çekmiyordu. Kolumdaki sargılı yarayı okşamaya başladı.
Tanrım, ne kadar da basit bir adamdı? O kadar şekilciydi ki sokakta satıcılık yapan güzel bir kıza âşık olup onu eşi yapmıştı. Ve bunu zengin ve soylu ailesiyle mücadele edip sadece kızı yanına yakıştırdığı için yapmıştı. Evet, o zamanlar güzeldim. Hastane yatağının içinde bile öyleydim. Omuzlarıma dökülen kızıl saçlarım, deniz yeşili gözlerim, beyaz tenimin üzerinde seyrekçe serpilmiş pembe çillerim, yuvarlak vücut hatlarım bana bir bakanın dönüp tekrar bakmasına sebep oluyordu. Ama bunların önemi yoktu, çünkü ne yazık ki ben sevebilen bir insan değildim. Hatta sevgiden nefret eden bir insandım. Akıl hastası? Evet, belki akıl hastasıydım. Ömrüm boyunca değer verdiğim kimse olmadı. Belki birçok kızın hayal ettiği son noktadaydım. Çok yakışıklı ve çok zengin bir adamla evliydim. Ama ben yine de bu dünyada boğulmaktan kurtulamıyordum.
“Beni ne kadar üzüyorsun. Biraz olsun benim olamaz mısın? Bana ne yapmam gerektiğini söyle. Ama böyle yapma rica ederim. Kendini benim arabamın önüne attığında dünyam durdu sandım.” Ellerini saçıma attı. Bense daha keskin olsun diye her gün bilediğim bakışlarımı dikmiştim ona. Bana dokunmasına bile tahammülüm yoktu artık.
“Seni öyle özledim ki. Eğer arabayı durduramayıp üstünden geçseydim neler olabileceğini düşünmek bile istemiyorum. Lütfen sevgilim, kabul et senin bu hastalığını tedavi etmeleri için bir yere göndereyim. Sadece birkaç ay kalır çıkarsın. Ben yine her gün seni görmeye gelirim. Eğer beni biraz olsun sevebileceksen, biraz olsun yaşamaktan mutlu olacaksan her türlü önlemi almaya razıyım.”
“Ben razı değilim. Her gün buraya gelip beni ikna etmek için kendinizi yormayın. Eğer dinlenmemi ve huzur bulmamı istiyorsanız lütfen beni yalnız bırakın. Ben sadece tek başımayken huzurluyum. Birilerini sevmek falan da istemiyorum. Beni ilk gördüğünüzde de ben farklı biri değildim. Alışın artık.”
Normal bir insan olsaydı karşısındaki bu bakış yüreğini parçalayabilirdi. Ama benim içimde herhangi bir duygu kıpırtısına sebep olmuyordu. Benim içim her zaman hareketsizdi. Hiç rüzgarı, hiç dalgası yoktu. Zaten bu yüzden kirliydim. Dalga sularımı temizleyebilirdi, ama yokluğunda kir eksik olmazdı. Bu sebeple içim kokuyordu. Hem de çok kötü kokuyordu.
O an gözüm kapıdan bizi dinleyen cılız erkek çocuğuna takıldı. Altı, belki en fazla yedi yaşında gibi görünüyordu. Ama benim iki keskin okuma hedef olduğunu kavrar kavramaz korkup kaçtı.
Gözlerimi devirip yüzümü tekrar pencereye çevirdim. George da hiç ses çıkarmadan biraz daha saçlarımı okşayıp gitti. Bir daha hiç gelmemesini umdum. Ben kirli denizimde tek başıma boğulurken yanımda teferruat istemiyordum. O ise bir başka baş ağrısı olmak konusunda çok ısrarcıydı.
2
Ertesi güne yepyeni bir çığlıkla uyandıktan sonra tekrar gömüldüğüm beyazlıktan çıktım. Neden bu kadar beyazdı ki çarşaflar? Ben bu beyazlığı hak etmiyordum. Doktorlar önlüklerindeki beyazlığı hak etmiyordu. Bu renk onları korkanlara ve çocuklara daha mı saf ve temiz gösteriyordu? Hiç sanmıyorum.
“O adam sizi rahatsız ediyorsa sizi ondan kurtarabilirim Madame.”
Bu cılız ve cinsiyetsiz sese dönüp bakınca karşımda dünkü küçük erkek çocuğunu gördüm. Koltuğa oturmuş yere yetişmeyen zayıf bacaklarını sallıyordu. Cevap vermedim.
“Ben resim yapmayı çok seviyorum Madame. Ben resim yapınca gerçek oluyor. Denemek ister misiniz? Büyükannem kimseye söyleme dedi. Ama bence biz arkadaş oluruz o yüzden size söylemek istedim.”
“Arkadaş mı? Benim arkadaşa ihtiyacım yok ufaklık. Başım çok ağrıyor. Hadi sen hangi odada kalıyorsan oraya git. Bak yandaki kadın da gürültüden hiç hoşlanmaz.” Bu çocuk daha dün benden korkmamış mıydı? Arkadaş olmak da nereden çıkmıştı ki?
Çocuk dönüp kadına baktı. Sanki kadının kızacak biri olup olmadığını ölçmeye çalışıyordu. Ama kadın her zamanki gibi sallanmaktan başka dünyevi bir şey yapmıyordu.
“Ama o sallanma oyunu oynuyor. Hey, belki sizin için bir resim yaparsam arkadaş olmama izin verirsiniz!” dedi çocuk ve koşa koşa odadan çıktı. Resim yapar mı yapmaz mı umurumda değildi. Ama odadan çıkması beni memnun etmişti.
Daha sonra doktorum geldi. O yalancı beyaz önlüğüyle. “Nasılsınız bugün bakalım?” bacaklarıma dokunmaya başladı. “His var mı?”
“Yok. Hala hissetmiyorum. Bir daha da hissedeceğimi sanmıyorum.”
“Öyle demeyin Madame. Hôpital de l'Hotel-Dieu hastalarını iyileştirmeden bırakmaz. Sizi yürüteceğiz merak etmeyin. Ve istemediğiniz sürece sizi Akıl Hastalıkları Enstitülerinden birine göndermeyeceğiz, bu konuda da rahat olun.” Halbuki ben zaten rahattım. Nereye gönderildiğim önemli değildi. Ben huzuruma kavuşmak için yaptığım sayısız başarısız denemelerimi gözden geçirip yeni yollar arayacaktım bulunduğum her yerde.
Doktor hemşireye talimatlar verdikten sonra beni selamlayıp çıktı. Hemşire de sargılarımı açıp yaralarımı temizledi ve tekrar sardı.
Küçük adımların koşma sesinin akabinde küçük çocuk tekrar odaya girdi. Elinde bir kağıt ve bir defter, yüzünde de kocaman bir gülümseme vardı. “Bakın Madame, sizin için resmi yaptım!”
Kağıdı alıp resme baktım. Aslında bunu bile yapmaya enerjim ve isteğim yoktu. Ama eğer bakmazsam ağaç gibi başımda dikilecekti. Ben de mecburen çocuğun farkında olmadığı şantajını kabul ettim. Kağıtta bir pencere ve pencerenin önünde güzel sağlıklı ve yeşil bir çiçek vardı. Çizimi çok iyi denemezdi, ya da bilmiyorum. Belki yaşına göre çok iyidir. Ama güzel boyamıştı. Bakışlarımı kağıdın üstünden kaldırıp çocuğa kaydırdım. Ağzı kulaklarında yapacağım herhangi bir yorumu bekliyordu. Ama ben o sevinsin diye gösteri yapamayacak kadar çok nefret ediyordum insanlardan. Kağıdı hareket etmeyen küsmüş bacaklarımın üstüne koyup hiçbir şey söylemeden başımı tekrar pencereye yönelttim.
“Beğendiniz mi? Evet, tam oradaki çiçeği çizdim. Sanki ölecekmiş gibi duruyor. Ölürse yazık olur Madame. Ama merak etmeyin, ben onu iyi çizdim. İyileşecek.”
“Sence ölmek kötü bir şey mi?” Çocuk başımı çevirmememi yanlış anlamıştı. Ama önemli değildi. Belki sadece kendimle konuşmak istiyordum. Bu da fark etmezdi. Düşünmekle arasındaki tek fark ses tellerimi kullanmak için beynime küçük bir emir vermekti.
“Bence kötü bir şey. Büyükannem ölmek istemediğini söylerken ağlamıştı. Şimdi o yan odada yatıyor. Hastalığı varmış. Ölmesini istemiyorum. Çünkü ölürlerse beni yetimhaneye gönderirler. Benim adım Jean-Claude. Sizin adınız ne Madame?” Nefret ettiğim ismim sonunda yine dudaklarımdan dökülmek istiyordu. Bakışlarımı kiliseden ayırmadım. Zira bu dünyada güzel olan nadir şeylerden biriydi bu katedral.
“Elise.”
“Biliyor musunuz, ben orada yaşıyorum.” İşte bu ilgimi çekmişti. “Nerede? Notre-Dame?”
“Evet Madame. Büyükannem orada temizlik yapıyor. Yani büyük savaş bittiğinden beri. Ben de onunla beraber kalıyorum. Belki iyileştikten sonra bir gün gelirsiniz? Büyükannem hastalanınca onu getiren Louis çok güzel piyano çalar, onu dinlersiniz. Onu tanıyor musunuz? Louis Vierne? Onu çok kişi tanıyor.”
“Evet, duymuştum. Hey, Jean-Claude. Ölüm o kadar da kötü bir şey değil.” Tekrar pencereye döndüm. “Hatta bence huzur verici bir şey. Ben ölmek istiyorum ama kimse bana izin vermiyor. Elimde olsa ömrümü büyükannenin ömrüne katıp bu dünyayı terk ederdim. Hem madem resimlerin gerçek oluyor, neden büyükanneni iyileştirmiyorsun?”
“Çünkü büyükannem bana söz verdirtti. Bunu benim için kullanmayacaksın dedi. Nedenini anlayamadım. Ama verdiğin sözü tutmamak büyük günah Madame.”
“Evet, tabi…” İçimi çektim ve gözlerimi kapattım. Çocuk artık gitmeliydi. Düşüncelerime dalmak istiyordum. Kafamda bir şeyler, yeni şeyler tasarlamalıydım. Yeni çıkış yolları aramalıydım bu labirentten kurtulmak için. Çocuk pencereye yaklaştı.
“Bizim odamızdan nehir daha fazla görünüyor. Arkadaş olduğumuza göre belki gelip bakarsınız?”
“Benim bacaklarım tutmuyor. Yürüyemem yani. Ben nehri görmüyorum bu açıdan. Sanırım görebilmek için ayağa kalk…” Çocuğun ayaklarımın üstündeki örtüyü kaldırmasıyla şok oldum. Hiç çekinmiyordu. Ödem toplamış ayaklarımı sergilemekten hiç hoşlanmadığımdan örtüyü elinden sertçe kaptım ve kaşlarımı çatarak yüzüne baktım. “Ne yapıyorsun sen? Arkadaş falan değiliz!” Korkmuş olmalıydı. Ama lanet olsun korkmamıştı. Keşke o gün korkup defolup gitseydi ve bir daha asla gelmeseydi. Bu küçücük çocuk için böylesi çok daha iyi olurdu. Daha sonraları durup düşündüğümde keşke dedim. Keşke o an onu kovsaydım. Ama olacakları nereden bilebilirdim?
“Bunu da düzelteceğim Madame. Artık arkadaş olduğumuza göre sizi yürütmek istiyorum. Çünkü odamıza gelip bizim penceremizden bakmalısınız.” Gülümseyerek odadan çıktı. Acaba beni duymamış mıydı? Gözlerimi kapattım ve uyumaya çalıştım. Ama uyurken aklımdan Jean-Claude’un gülümseyen yüzünü atamadım.