İşte bölüm 3!
BÖLÜM 3
O halimle nasıl yapılabilirse, o kadar düzgün gülümsemeye çalıştım. Bu sesin hangi ağızdan çıktığı hakkında bir bilgim yoktu. Ona burada olduğumu belli etmek için bir ses çıkarmak istedim. Ancak ağzımdan sadece bir inilti çıkarabildim. Bunun bile başarı olduğu yönündeydi fikirlerim.
Sonra karanlıkta ayak sesleri duydum. Sesin şiddeti gittikçe artıyordu, ki bu da birinin yaklaştığını gösteriyordu. Saygıyla karışık heyecanla bekledim. Onun kurtarıcım olduğunu düşünüyordum. Yüce bir Prey geliyordu düşüncelerime göre. O an sadece bunları düşünebiliyordum. Doğru düzgün bir şeyler düşünmek konusunda hala başarısızdım ve göz yaşlarım içindeyken birisi gelince onun Tanrı tarafından gönderildiğini düşünmeye başlamıştım. Ne kadar aptalca bir düşünce.
Sonunda karanlıktan birisi çıkmıştı. Yanıma geldi. Nefes alış verişlerini duyabiliyordum. Ancak başımı o yöne çeviremiyordum. Üzerime eğildiğini hissettim. Nefesi ekşimiş bir şeyler yemiş gibi kokuyordu. Sonra yüzünü gördüm. Önüme geçmişti.
Her ne kadar bir Prey’in esmer tenine sahip olsa da yüzü soluktu. Ve yara izleriyle kaplıydı. Tamamen yara iziyle kaplıydı. Bu kadar çok yara izine nasıl sahip olmuş acaba, diye düşündüm. Tahmin yürütemiyordum.
Gözleri yosun yeşiliydi. Ve yüzü merakla kırışmıştı. Her zaman neşeli olan birisiymiş gibi görünüyordu. Bana bakarken de gülümsüyordu zaten.
“Beni duydun, zor olmuyor mu?” dedi. Cevap vermeye çalıştım ancak başaramadım. Yine ağzımdan bir inilti kaçtı. Karşımdaki sanki hareket edemediğimi yeni anlamış gibi bana baktı. “Ah, konuşamıyorsun tabi! Ne kadar da aptalım. Dur sana yardım edeyim.” Sonra ellerini koltuk altıma soktu ve beni ayağa kaldırdı. Tam o anda da bırakacaktı ki başımı zorlukla iki yana sallamayı başarabildim. Mesajı almış olacak ki, bir kolumu omzuna attı ve ilerlemeye başladı. O ara kıyafetlerine bakma fırsatını da buldum. Ve bu Prey’in hiç de beklediğim gibi biri olmadığını anladım.
Bir tür dilenciydi, bu kesindi. Kıyafetleri yırtık pırtıktı. Tişörtü o kadar yıpranmıştı ki, ilk halindeyken hangi renk olduğunu anlamak çok zordu. Yerdeyken pek dikkat edememiştim, ancak saçları keçe gibi düz ve simsiyahtı. Ancak zeki bir çehresi vardı. Bu belliydi.
O an ilk kuşku tohumları içimde yeşermeye başladı. Niye bu adamın bana yardım etmesine izin veriyordum ki? Belki de beni bana zarar verebilecek kişilerin yanına götürüyordu. Kim bilir?
Bunları düşünmeme rağmen devam ettim. Çünkü beni bırakır bırakmaz düşeceğimi biliyordum. Bu yüzden devam ettim. Edebileceğim kadar ettim. En sonunda, sokağın dibinde küçük bir yere vardık. Burası, eski ve dokunsan dağılacakmış gibi duran kilimlerden oluşan küçük bir yerdi. Kurtarıcım oraya doğru geldi ve yavaşça beni yere bıraktı. Aslında bu sert bir hareket değildi ancak acıtmıştı. Ağzımdan bir inilti daha kaçıverdi.
“Ah yapma, bu sadece duygu yoğunluğunun bir yan etkisi.” Dedi kurtarıcım beni şaşırtarak. Bir dilencinin bu tür kelimeler kullanması normal miydi? ‘Duygu yoğunluğu’ ya da ‘yan etki kelimeleri pek bu tür insanlar tarafından kullanılmazdı. Yüzümdeki şaşkın ifadeyi anlamış olacak ki alayla güldü.
“Böyle bir şey beklemiyordun, değil mi? Sana öğreteceğim çok şey var çocuk, çok şey!” Bu garip tavırları her ne kadar merak uyandırıcı olsa da uykum gelmişti ve göz kapaklarım adeta kurşundandı. Kendimi tutamadım ve uykuya daldım.
Uyandığımda kendimi çok daha iyi hissediyordum. Sabah olmasını umuyordum ancak buraya güneş ışığı gelmiyordu. Hem de hiç. Ciddiyim. Güneş ışığı buraya sıçramıyordu. Ama nasıl? Bunu öğrenmeliydim. Kısa bir denemenin ardından ayağa kalkabildim. Ardından da düzgün bir şekilde yürüyebildiğimi fark ettim. Yavaş yavaş ilerlemeye başladım.
Bir süre yürüdüm. Karanlık olduğu gibi sis de vardı ve gittikçe kalınlaşıyordu. Bunun nedenini anlayamıyordum. Kafam hala allak bullaktı ve olanlara anlam yükleyemiyordum. İlk olarak neredeydim? Bu büyük bir sorundu. Nerede olduğumu bilmeyerek, güneş ışığının giremediği bir yerde dolanıyordum. Başım dertte gibi görünüyordu.
Ve beni buraya getiren kişi kimdi? Şimdi neden yoktu? Bana neden yardım etmişti? Hepsi bir muammaydı.
En sonunda caddeye varabilmiştim. Dün geceden pek bir şey hatırlamıyordum ve her ne kadar burada hırpalanmış olsam da güzel bir yerdi.
Geniş ve upuzun bir caddeydi. Her iki tarafında da cıvıl cıvıl dükkanlar sıralanmıştı. Cadde Prey kaynıyordu. İnsanlar dükkanlara girip çıkıyor, birbirleriyle konuşuyorlardı. Herkes mutlu görünüyordu. Kimsenin beni gördüğünü sanmıyordum. Ya da görüp önemsemiyorlardı.
Tam o anda birisi kolumu çekiştirdi ve beni sürüklemeye başladı. Arkamı döndüğümde onun dün geceki Prey olduğunu gördüm. Yüzünde katı bir ifade vardı ve bana kızmış görünüyordu. Geri geldiğimizde beni sertçe kilimlerin üzerine attı. Sonra da yüzünü benimkine doğru yaklaştırdı ve bağırmaya başladı.
“Sana buradan gidebilirsin dediğimi hatırlamıyorum!” diye kükredi. Neden bu kadar sinirlendiğini anlamıyordum. Kötü bir şey yapamıştım ki. Sadece caddeye bir göz gezdirmiştim. Bir şeyler söylemeye çalıştım fakat söyleyemedim. Boğazımı temizledim ve “Ne yaptım?” dedim kısık bir sesle.
“Bundan sonra, ben söylemedikçe asla buradan çıkmayacaksın!” diye cevap verdi bağırarak.
“Biliyorsun, sana muhtaç değilim. İstediğim zaman buradan çekip gidebilirim.” Diye karşılık verdim. Bu söylediğim ona etki etmiş gibiydi ki, durdu. Sonra gülmeye başladı. İlk başta kısık sesle, sonra kahkaha atarak. Bir süre karnını tutarak kahkaha atmaya devam etti. Neler döndüğünü anlayamıyordum ve bu beni sinir ediyordu.
“Dene de gör, çocuk.” Dedi sesindeki bariz bir alayla. Aslında bir nebze haklıydı. Gidecek bir yerim yoktu. Nerede olduğumu da bilmiyordum. Kısacası, çaresizdim.
“Neredeyiz?” dedim sesimdeki titremeye engel olamayarak. Bana baktı, yüz ifadesi yumuşamıştı. “Gerçekten nerede olduğunu bilmiyor musun?” diye sordu. Yutkunarak başımı iki yana salladım. Gözlerini gözlerime dikti. Sanki içime girmek istiyor, beni çözmeye çalışıyordu. Sonuç olarak soruma yanıt vermedi ve elini uzattı.
“Haydi gel, sana buraları gezdireyim. Bu arada ben Tap.” Dedi.
O yüce serüvenim işte böyle başladı.