Okuma etkinliğinde Frankenstein çıktığında sevinmiştim. Frankenstein‘ın film(ler)ini izlemedim ve kitap hakkında da hiçbir bilgim yoktu okumaya başlamadan önce. Bu yönden iyi oldu benim için. Her zaman önce kitap! Ve şimdi artık kitabını okuduğuma göre, sıra film(ler)de.
Sonuç olarak bence bu kitapta asıl canavar Victor Frankenstein'ın ta kendisidir. Yarattığı masum yaratık değil...
İhsan abinin yorumundaki şu iki cümleyle başlamak istiyorum. İlk cümle doğru, ikincisi de dolaylı yoldan doğru aslında. Şöyle ki, Victor Frankenstein çok sinir bozucu bir karakter, yanlışları doğrularından fazla. Düşünmeden hareket ediyor ve bunun doğurduğu sonuçları da kitabın sonunda hep beraber görüyoruz.
Her şeyden önce, belirli bir süre harcayarak ve akademik hayatının çok daha iyi olabilmesi için çabalayarak yaratmış olduğu canlıya biraz daha nazik davranabilirdi Victor. Bir anda kin beslemeye başlamak ve belli bir süre sonra düşmanı olarak görmek ne demek yahu? Olacak iş değil yav. Bu kadar da küstah olunmaz ki! En azından iletişim kurmayı deneseydi her şey çok daha iyi olabilirdi. Belki de masum bir canlı olacakken kana susamış bir caniye dönüşüverdi bu yaratık. Bunun tek sorumlusu Victor’dır. Sorumsuz Victor!
Victor küçük bir çocuk gibi, sadece bir şey yapmak istiyor ama sonuçlarını düşünmüyor. Cansız bir şeye hayat vereceksin sonra? Sonrasını hiç düşünmedi.
Eco da güzel bir şekilde özetlemiş bu durumu. Dediğim gibi, sorumsuz Victor tam olarak ne yaptığının farkında değildi ve farkına vardığındaysa iş işten çoktan geçmişti.
Bir de sizlere sormak istediğim bir konu var. Zaman kavramını kitap boyunca net olarak anlayamadım. Victor ne kadar süre yaratığı canlandırmak için çalıştı ya da yaratık canlandıktan ne kadar süre sonra kardeşinin ölüm haberini aldı? Bu süreçleri okurken ne kadar zaman geçtiğinin farkında olamadım. Genelde sürecin sonuna gelindiğinde, geçen zamandan bahsediliyordu ve ancak o zaman anlaşılıyordu. Ben mi çok dikkat ederek okumadım yoksa zaman kavramı biraz karışık mıydı?
Zaman kavramına ben de takıldım biraz sanırım. Kitabı okudum bitti, evet, fakat zaman konusunu tam olarak kavrayamadım. Şimdi sakin kafayla oturup şu mektupları falan detaylı bir şekilde inceleyeceğim.
Türkiye Derken?
Kitabın yazıldığı dönem bakımından Osmanlı İmparatorluğu hala ayakta, fakat Türk nüfusun yaşadığı yerden Türkiye diye bahsediliyor? Bu bir çeviri hatasıysa nasıl bir hatadır?! Değilse, o zaman Türkiye deniyor muydu o.O? Osmanlı olması gerekmiyor mu?
Notlarıma yazdığım bir noktaya ilk olarak Hazal abla değinmiş. Okurken bir anlık şaşırmama ve 'acaba yanlış mı hatırlıyorum?' diyerek kitabın yazılış tarihine tekrar bakmamı sağladı bu "Türkiye" meselesi;
Bir soru gördüm cevaplayayım... Osmanlı Devleti'ne ait resmi kaynaklarda devletin adı Devlet-i Ali Osman'dır. Fakat yabancı kaynaklarda her zaman Türkiye olarak geçer. Osmanlı daha çok hanedan ismidir. 1923 Türkiye Devleti'ni Türkiye Cumhuriyeti yapmıştır...
cemaziyel sayesinde hem sorunun cevabını hem de bilmediğim bir şey öğrenmiş oldum, teşekkürler.
Kitapta bir paragraf çok dikkatimi çekti, o da şudur;
“Bütünüyle mutlu değillerdi. Genç adam ve arkadaşı sık sık bir köşeye çekiliyor ve ağlıyor görünüyorlardı. Mutsuz olmaları için hiçbir neden göremiyordum, ama bu beni derinden etkilemişti. Eğer böylesine güzel yaratıklar acı çekiyorlarsa, kusurlu ve yalnız bir varlık olan benim perişan olmam pek de garip değildi. Ama bu nazik yaratıklar niye mutsuzdular? Şirin bir evleri vardı ve her türlü lükse (bana göre öyleydi) sahiptiler; soğuk olduğunda onları ısıtacak ateşleri ve acıktıklarında yiyecekleri lezzetli yemekleri vardı, çok güzel giysileri vardı ve dahası her gün sevgi ve nezaket dolu bakışlarla birbirlerinin dostluk ve muhabbetine sahiptiler. Gözyaşları ne ima ediyordu? Gerçekten acıyı mı ifade ediyorlardı? Başta bu soruları yanıtlayamıyordum, ancak sürekli dikkat ve zaman, ilk başlarda bana muamma gelen birçok görünümü açıklığa kavuşturdu.”Yaratılan canlının kendi ağzından yaşadıklarını anlattığı bölümde bu paragrafta geçen izlenimleri çok dikkatimi çekti. İnsanların neden mutsuz olduğunu/olabileceğini sorguluyor, anlamaya çalışıyor. Ve yine paragrafın içinde bulunan şu bölüm çok daha ilginç aslında;
Eğer böylesine güzel yaratıklar acı çekiyorlarsa, kusurlu ve yalnız bir varlık olan benim perişan olmam pek de garip değildi.
Düşünebiliyor musunuz Victor'ın bu yaratık üzerindeki etkilerini? Kendini kusurlu ve yalnız bir varlık olarak tanımlıyor. Okurken üzüldüğüm bir nokta oldu burası. Ah Victor, hep senin suçun! Nasıl bir şeysin olum sen? Hiç vicdanın yok mu senin? Senin yaratıcın sana aşık olma, bir eş bulma imkanı verebiliyorken, senin yaratmış olduğun bu yaratığı hiçe sayıyor olman, olacak iş mi? Ayıptır ya, bir de yaratıcı olacaksın. Tüü.
Bakın burada ne diyor Victor;
“Değiştirilemez kötülüklerin yaratıcısıydım ve her gün yarattığım canavarın yeni bir kötülük yapacağı korkusuyla yaşıyordum.”E senin suçun be abicim, hiç sızlanma boşuna.
Kulak verin Victor'a! Bakın burada sarf etmiş olduğu cümleye;
“Ne yazık! Doğru kehanette bulunmuştum ve yalnızca tek bir ayrıntıyı atlamıştım, düşündüğüm ve korktuğum bütün acıda, maruz kalmaya mahkum olduğum kaderin yüzde birini dahi kavrayamamıştım.”Evet, işin farkına varıyorsun belki ama çok geç be Victor'cum. Atı alan Üsküdar'ı geçti.
Çok derin bir kitap aslında Frankenstein. Satır aralarına serpiştirilmiş çok ince göndermeler, dönemin politik, siyasi ve dini konularına değinmeler var. Yine bir örnek verecek olursam, "Hristiyan kadın ol," sözü çok derin anlamlar içermekte bence. Okuyup geçilecek cinsten değildi. Bu yalnızca bir örnek, ki benden önceki yorumlarda bahsedenler de olmuş sanırım.
Bakın, yazarımız Mary Shelley'nin mutsuz olanlara bir de çağrısı var;
“Evet, ağlayın mutsuz olanlar, ama bunlar son gözyaşlarınız değil! Yine cenaze yası tutacaksınız ve sızlanmalarınızın sesi yine, yeniden duyulacak!”Neyse efendim, okuma etkinliğimizin ilk adımına güzel bir kitapla giriş yapmış olduk. Oldukça karmaşık, derin ve herkesin okuması gerektiğini düşündüğüm bir kitap oldu Frankenstein. Okurken çok zevk aldım ben (Victor'a kızdığım bölümler hariç tabii). Etkinliğe katılmayanlar da en kısa sürede okumalı bu kitabı. Hazal ablaya da teşekkür etmek istiyorum, bu güzel uygulama için.
Son olarak kitapta geçen hoş bir sözle bitireyim yorumumu.
“Bilginin ne garip bir doğası var! Bir kez yakaladı mı, yosunun kayaya tutunduğu gibi tutunuyor akla.