"Dünya bir düştür. Evet, dünya. Ah! Evet, dünya bir masaldır."
İhsan Oktay Anar'la birkaç ay önce Yedinci Gün'ü okuyarak tanıştım. İlk olarak yazarın son çıkan kitabını okumak ne kadar doğrudur bilemem ama çok da yanlış bir strateji olmasa gerek. Sonuçta kitaplar birbirinden bağımsız, dilediğimiz sırayla okumak çok daha iyidir.
Puslu Kıtalar Atlası aylardır kitaplığımda okunmayı bekliyordu, ta ki okuma etkinliğimizde ipi göğüsleyen kitap olana kadar. Normal bir zamanda okusaydım eğer kesinlikle üstünde fazla durmazdım. İşte bu yüzden okuma etkinliğinde çıkmasına çok sevindim. Böylelikle sindire sindire, tadını çıkararak, notlar alarak ve gerektiği yerde sözlüğe bakmayı ihmal etmeyerek okudum. Bitirdikten sonra da şunu anladım; İhsan Oktay Anar okumanın tek ve en iyi yöntemi de buymuş. Yedinci Gün'de yapmadığımı Puslu Kıtalar Atlası'nda yaptım ve yazarın kalan 4 kitabını okuduğumda da bu çizgide ilerleyeceğim.
Evet, bu bir ilk roman. Anar, daha sonra kaleme aldığı 5 kitapta da Puslu Kıtalar Atlası seviyesine erişememiş gibi görünüyor. Detaylı araştırmalarım sonucunda edindiğim bilgilere dayanarak söylüyorum bunu. Okurları tarafından tüm kitapları büyük bir ilgiyle okunsa da, içlerinde en beğenileni açık ara Puslu Kıtalar Atlası.
Anar'ın diliyle tanışan hemen herkes günlük konuşmalarda kullanılmayan kelimelerin çokluğundan yakınır. Oysa Anar'ı Anar yapan budur. Biraz zahmetli bir iş olsa da, uygun bir sözlük bulup merakımızı gidermek oldukça işimize yarıyor. Yazar sayesinde kelime dağarcığımızın geliştiği yadsınamaz bir gerçek. Hangimiz günlük konuşmalarımıza Eski Türkçe/Osmanlıca'dan kelimeler serpiştiriyor?
Anar'ın tarih bilgisi, zekası ve hayal gücüyle buluştuğunda ortaya muhteşem bir kurgu çıkıyor. Birçok karakterin farklı gibi görünen hayatları, finale doğru birbirine ustaca bağlanarak kusursuz bir kitabı bütünlüyorlar.
Osmanlı'nın Konstantiniyye'sinde yolculuğa çıkarıyor bizi Anar. Osmanlı yaşantısını eşi benzeri olmayan tasvirleriyle günümüze aktarıyor. Kitabı okurken bir ara aklıma reenkarnasyon inancı gelmedi değil. İhsan Oktay Anar sanki önceki yaşamında Osmanlı'da yaşamış gibi bir izlenim uyandırıyor okurda ve bu durum kitaplarının etkileyici kılınmasında başrol oynuyor elbette. Yeniçeriler, serdengeçtiler, odabaşları, vekilharçlar, sipahiler, karakullukçular... Bu böyle uzayıp gider.
Zamanda yolculuk yapmış gibi hissettim kendimi kitabın son sayfasını da çevirdikten sonra. Kendi tarihimizi kitaplarına malzeme yapan nice yazarlarımız var, yok değil. Fakat hiçbiri bir İhsan Oktay Anar değil, olamaz da. Anar'ı neyin farklı kıldığına ancak bir Anar okuru karar verebilir.
Gelelim kitapta yer alan karakterlere.Uzun İhsan Efendi: Bildiğiniz üzere yazarın tüm kitaplarında İhsan isimli en az bir karakter mevcut. Ve yine bildiğiniz üzere o İhsan adlı karakter İhsan Oktay Anar'dan başkası değil. Çok azdır herhalde kitaplarına kendini malzeme yapan yazar sayısı. Kitaptaki Uzun İhsan Efendi'yi kısaca; 'düşlerle bir alıp veremediği olan kişi' olarak tanımlayabiliriz. Çok mu garip oldu? Yok, hayır, sanmıyorum. Cuk oturdu. Ünlü felsefeci Rene Descartes'in, "Düşünüyorum, öyleyse varım." sözünü kafaya bir hayli takmış durumda Uzun İhsan Efendi. Evet, tüm derdi bu. Bu sözü kendine göre düzenleyen ve dünyanın düşlerden ibaret olduğuna inanan bir zatı muhterem. Bir de düş görmek için uyuyan ve düşerinde dünyayı dolaşan, dolaşmakla kalmayıp, Puslu Kıtalar Atlası'nı oluşturan enteresan bir karakter. Para sıkıntısının olmadığını da ekleyeyim son olarak. Ne kadara ihtiyacı varsa düşünmesi yeterli, anında o miktar cebinde beliriveriyor. Dayısı Arap İhsan tarafından miskin olarak adlandırılıyor. Acı bir sona sahip. Yeniçeriler tarafından gözlerinin oyulması, kulaklarının ve burnunun kesilmesi sonucu içim cız etti.
Bünyamin: Uzun İhsan Efendi'nin oğlu. Bilgi birikimi bir hayli yüksek olan karakter. Babası, zamanında fırsat varken -düşler haricinde- gezemediği yerleri ve yine fırsat varken oğlunun gezmesini istiyor. Bu yüzden onun önünde durmuyor. Kitapta herhangi bir baş karakter bulunmadığından, tüm karakterlerin dünyasını zaman zaman ziyaret ediyoruz. En çok ziyaret ettiğimiz karakter de büyük ihtimalle Bünyamin. Uzun İhsan Efendi'nin hikayeye direkt etkisi dokunan atlası ve düşler ve gerçeklik üzerine düşüncelerini okuduğum bölümler dışında da merakla akıbetini takip ettiğim karakterdi Bünyamin. Ne yazık ki Bünyamin'in de kaderinde acı çekmek vardı. Savaş meydanında aldığı yaralar sonucu yüzü tanınmaz hale geliyor. Üzücü. Ayrıca Ebrehe'nin boğazına takılan lokmayı çıkarmayı başaran Bünyamin'in bir anda kahraman konumuna yükselmesi de son derece ilginç bir detaydı.
Arap İhsan: Bir İhsan isimli karakter daha. Uzun İhsan Efendi'nin amcası oluyor. Betimlemelerden anladığım kadarıyla iri yarı bir ağbimiz kendisi. Kafasında bir tutam saç bırakıp kalan yerleri kazıtmasına gülmedim değil. Hele hele göğüs kıllarına inci boncuk bağlaması... Ama adam tarz yapmış şimdi dalga geçmeyelim, ayıp olmasın. Şaka bir yana, o devirde bunların bir gövde gösterisi olduğunu bilmiyordum. Anar sağ olsun öğrendim. Bunların haricinde bir pazısında "ah minel aşk" diğerinde ise "ve minel garaib" yazan dövmeleri var bu sıra dışı ağbimizde. Zaten kendisini kitabın ilerleyen bölümlerinde görmek pek mümkün değil. Ama hikayede daha çok rolü olsun isterdim tabii ki.
Ebrehe: Ve kitapta en sevdiğim karaktere geldi sıra. Bünyamin bir el-kimya odasına, Ebrehe'nin yanına götürülüyor. Bu odada aralarında geçen sohbete kitapta en sevdiğim bölüm oldu. Ebrehe'nin söylediklerini dönüp dönüp tekrar okudum. "Acaba böyle bir şey gerçekten mümkün olabilir mi?" diye sordum kendi kendime. Hala cevap verebilmiş değilim, orası ayrı. Boşluğun çok büyük bir güç olduğundan bahseden Ebrehe, zamanda yolculuk yapma fikrini Bünyamin'e açıklıyor. Yaklaşan kıyametten uzaklaşmak için bir nevi. Bu bölümde bahsi geçen tezlerin bilim adamları tarafından sorgulanması gerekir. Çok güzeldi yahu.
Alibaz: Okuduğu bir kitabın kahramanı olan Efrasiyab'dan etkilenerek bir okul çetesi kuruyor Alibaz. Arkadaşları tarafından da Efrasiyab olarak adlandırılıyor ve yaptığı eylemler sonunda beyaz bayrak üzerine kırmızı el iziyle tüm Konstantiniyye'ye nam salıyor. Alibaz'ın beni en çok etkileyen yanı, babası yerine koyduğu Uzun İhsan Efendi'nin yeniçeriler tarafından götürüldüğünü öğrendiğinde verdiği tepki. İntikam almaya yemin ediyor. Alibaz'ın sonu da iyi bir sonuca bağlanmıyor. Ölümü çok tatlı bir dille anlatılıyor. Çok etkileyiciydi o kısım.
Bunların haricinde kitabın diğer karakterleri; Zülfiyar, Vardapet, Kubelik, Hınzıryedi, Gülletopuk diye gidiyor. Onlar hakkında da söylenecek şeyler elbette vardır ama ben değinmek istemedim.
Bu kitabın ardından okumadığım diğer 4 Anar kitabını da edinip okuyacağım. Tadı damağımda kaldı desem yanlış olmaz.
Ve son olarak kitapta altı çizilesi kısımlar:"Bir duygu, anlaşılamıyorsa, duygu değildir zaten." -Ebrehe.Uyku nasıl bir şeydi? Hepsinden önemlisi rüya diye bir şey gerçekten var mıydı ve insanlar onu sahiden görebiliyorlar mıydı?Düşlerin, uyku esnasında ruhun bedenden ayrılıp diyar diyar gezdiğine göre, ruhun zaten gidebildiği bu yerlere bir de bedenin kalkıp binbir zahmetle gitmesi abes olurdu.Yaşanılanlar, görülenler ve öğrenilenler ne kadar acı olursa olsun, macera insanoğlu için büyük bir nimetti. Çünkü dünyadaki en büyük mutluluk, bu dünyanın şahidi olmaktı.Bu dünyada insanların korktuğu tek şey öğrenmekti. Acıyı, susuzluğu, açlığı ve üzüntüyü öğrenmek onların uykularını kaçırıyor, bu yüzden daha rahat döşeklere, daha leziz yemeklere ve daha neşeli dostlara sığınıyorlardı. Dünyaya olan kayıtsızlıkları bazen o kerteye varıyordu ki, kendilerine altın ve gümüşten, zevk ve sefadan, lezzet ve şehvetten bir alem kurup, keder ve ızdırap fikirlerinin kafalarına girmesine izin vermiyorlardı. Oysa Uzun İhsan Efendi, dünyanın şahidi olmanın gerçek bir ibadet olduğunu sık sık söylerdi. Her insan şu ya da bu şekilde dünyayı okumalıydı."Rendekar doğru mu söylüyor? Düşünüyorum, öyleyse varım. Oldukça makul. Fakat bundan tam tersi bir sonuç, var olmadığım, bir düş olduğum sonucu da çıkar: Düşünen bir adamı düşünüyorum. Düşündüğümü bildiğim için, ben varım. Düşündüğünü bildiğim için, düşlediğim bu adamın da var olduğunu biliyorum. Böylece o da benim kadar gerçek oluyor. Bundan sonrası çok daha hüzünlü bir sonuca varıyor. Düşündüğünü düşündüğüm bu adamın beni düşlediğini düşlüyorum. Öyleyse gerçek olan biri beni düşlüyor. O gerçek, ben ise bir düş oluyorum."