Görev yerine yeni yeni alışıyordu. Yıllarca yaşamış olduğu, çocukluğunu geçirdiği şehirden kilometrelerce uzakta bilmediği bir kasabada yaşıyor olmasına rağmen göreve başladığı, iki hafta öncesine tekabül eden günden beri gün geçtikçe daha da ısınıyordu bu küçük, yeni dünyaya. Bu sessiz, sakin kasabanın içinde uyandırdığı hissi kelimelere dökmek zor olsa da onun için, en yakını “arınmışlık” olurdu diye düşünüyordu bazen, steril görünümlü gri binaların arasından geçerken.
Güzel bir düzen yakaladığı söylenebilirdi. Normal şartlar altında görev tanımı gereği 09:00 ile 17:00 arası hastanede çalışması gerekiyorken, kasabanın düşük sayıdaki nüfusu ve küçük yerlerdeki o herkesin birbirini tanımasından kaynaklanan rahatlıktan ötürü işlerini biraz daha farklı yürütüyordu. Doğrusu hastanede daha çok vakit geçirebilmeyi istiyordu -sonuçta daha ilk çalışma tecrübesiydi ve hevesliydi- ama yerel halk o kadar sıcak, o kadar anlayışlıydı ki, kendisini yormasına izin vermemişlerdi.
“Sen evine git beyim, biz bir şey olursa seni ararız.”
Sistem buydu. İki haftadır evinde geçiriyordu vaktini. Kitap okuyordu, öğrencilik yıllarından kalma ders kitaplarını karıştırıyordu bazen. Henüz bir hastası olmamıştı, kasaba halkının tamamının sağlığı yerindeydi. Buna her ne kadar pek sevinse de, uzun yıllar süren eğitiminin artık meyve vermeye başlamasını istiyordu.
Bazı günler evinden dışarıya, gezintiye çıkıyordu. Belki de hasta olan birilerinin olabileceğini, fakat henüz iyi tanınmadığı için kendinden yardım istemeye çekinmiş olabileceğini düşünüyordu. Gününün yarısı kadarını adımlarının hafifçe yankılandığı boş yolları, gri, sisli sokakları tavaf ederek geçiriyordu öyle zamanlarda.
Bir gün yürüyüşe çıktığında, akşam saatlerinin geldiği sırada kendisini hastanenin önünde buldu. İsmen hastaneydi evet, ama esasında iki bölümden oluşan ufak bir binaydı. Bir bölümü muayenehane, ameliyathane ve birkaç tane ek odadan, diğer bölümü de morgdan oluşuyordu. Kasabanın diğer binalarından, evlerinden hiçbir farkı yoktu - illa bir fark bulunacak olsaydı, belki diğerlerinden biraz daha griydi denebilirdi sadece.
Daha oraya adımını bile atmamış olduğunu, kendinin şahsına tahsis edilmiş ofisinin kapısındaki plaketi bile görmediğini düşününce, içeriye girmeye karar verdi ve kapıya doğru yöneldi.
Hastane kapısına yaklaştığı sırada bir ses duydu.
“Doktor Bey!”
Bir adam ona doğru koşar adımlarla yaklaşıyordu.
“Hayırdır Doktor Bey, hastanız mı var?” diye sordu adam gülerek. Nezaket belirten bir gülümseme değildi bu, komik bulduğu bir şey varmış gibi kıkırdıyordu.
Yalnızca ofisini görmek istediğini söyledi.
“Yahu sırası mı şimdi Doktor Bey, her zaman görürsünüz. Gelin haydi size bir şeyler ikram edeyim.” dedikten sonra herhangi bir cevap beklemeden, itirazlarına kulak asmadan kolundan tutup neredeyse onu zorla uzaklaştırdı hastaneden.
Her ne kadar dönüp içeriye girmek istese de ve adamın bu davranışının garipliği bu isteği daha da ateşlemiş olsa da, belki henüz muayenehanesinin onun çalışmasına hazır hale getirilmesinde bir gecikme olmuştur diye düşündü ve şimdilik adamın kendisini sürükleyerek götürmesine izin verdi.
Evet, sebebi bu olmalı diye düşündü evine dönerken. (‘Evine sağ salim döndüğünden emin olmak için’ halen eşlik ediyordu adam kendisine.) Adamcağız da kasabasının kötü görünmesini istemediğinden böyle davranıyordu büyük bir ihtimalle.
Durup da düşündüğünde gerçekten de kasabanın genelinde baskın bir düzenli olma, bir katılık hissi vardı. Mezarlığın önünden geçtikleri sırada bu fikrini ispatlar nitelikteki manzarayı inceledi; mezarların hepsi düz bir sıra halinde, yeni işlenmiş gibi tertemiz mezar taşlarıyla insanların sevdiklerinin gömülü olduğu iç karartıcı bir araziden çok bir turistin durup fotoğrafını çekeceği bir sanat eserini andırıyordu. O kadar ki, gelmesinden birkaç gün önce ölüp, yeni gömüldüğünü duymuş olduğu yaşlı bir kadının mezarının bile aralarından kolayca seçilebileceğini düşünmesine rağmen, diğerlerinden ayırt edemedi. Ölüm gibi doğası gereği ani ve öngörülemez bir olgu bile adeta diz çökmüştü bu sıkı düzenin karşısında.
Birden yanındaki adamın sesiyle düşüncelerinden kopup o ana geri döndü.
“Beyim ben dönüyorum buradan. Sen de evine git artık vakit geç oldu.”
Teşekkür ettikten sonra evine doğru yol almaya başladı.
“Önemli değil Doktor Bey ne demek. Sizin hastaneye gitmenize gerek yok şimdi, biz bir şey olursa ararız sizi. Orada ısıtma sistemi yok, elektrik yok, bir şey yok. Evinizde rahat rahat oturun işte yahu.” diye son defa nasihat ettikten sonra -yine kıkırdayarak- arkasını dönüp gitti.
O gece gözüne uyku girmedi. Tıpkı bir tiyatrocunun sahneyi hissedebilmek için sahneye önceden gidip görmek istemesi gibi o da hastaneye girmek istiyordu. En fazla ne kadar kötü olabilirdi göreceği manzara? O an üstünü giyinip oraya gitmeye karar verdi. Bir sanatçı gibiydi o da sonuçta ve o aidiyet hissini yaşamak onun için çok önemliydi. Çıkarken aklına hastanede elektrik olmadığı geldi, kapının yanındaki dolabından el fenerini yanına aldı.
Evinden çıktı, kapısını sessizce kapadı. Bu kadar gizliliğe gerek yoktu evet, gereğinden fazla dikkat ettiğinin farkındaydı ama nedense görülmek istemedi, böylesi daha güvenliydi. Hastaneye giderken yolunun üzerindeki kasaba mezarlığı otoriter, katı bir öğretmen gibi onu seyrediyor hissi veriyordu. Yeterine ilgi çekici görüntüsünün de arkasında insana daha derin, daha kişisel bir mesaj veren ekspresyonist bir tabloydu sanki. Sonunda binanın kapısına vardığında son bir defa çevresine bakındı, kimse yoktu. Kapıyı araladı.
Beklediğinin aksine anormal hiçbir şey yoktu. Ofisi, muayenehane, ameliyat odası, tuvaletler… Hiçbir terslik yoktu. El fenerini yakıp etrafı inceledi, gözüne takılan hiçbir şey yoktu. Ecza dolapları ve ilaç saklama kaplarının bomboş, önlüklerin tertemiz oluşunu, ameliyat aletlerinin ise hiç olmayışını biraz garipsese de binanın yeni olduğunu hatırlayınca henüz gelmemiş olduklarına kanaat getirdi. Hastaneyle ilgili saklayacak hiçbir şeyin olmamasına rağmen yerel halkın onu buradan uzak tutmak için bu denli uğraşmalarına anlam veremedi. Çıkmadan önce morga da göz atmaya karar vererek, koridorun sonundaki demir kapının yolunu tuttu.
Kasabanın morgu tam da beklediği gibiydi, bomboştu. Otopsi masası tertemiz, yine hiçbir tıbbi alet veya herhangi bir ilaç yoktu. Kadavraların saklandığı bölmeleri açtığında ceset yerine neredeyse iki santimetrelik toz katmanları buldu yalnızca.
Aklına bu kasabaya gelmeden hemen önce ölüp gömülmüş olan yaşlı kadın geldi. Morga yerleştirilmediği düşüncesi tam olarak aklına yatmamış olsa da, ölüm sebebi kesinse ve kasabanın alışkanlıklarına göre merhumun otopsi yapılmadan doğrudan toprağa verilmesi daha önce görülmemiş değildi, ama hastanenin bu genel olarak kullanılmamışlık durumu aklına şüphe yerleştirdi:
Bu kasabaya geldiğinden beri hiç birinin ölümüne tanık olmamıştı, hastalık şikâyetiyle gelen bile olmamıştı. Hastanede ilaç bile yoktu ve morga ceset yerleştirileli belki yıllar olmuştu. Bu denli sağlıklı olunamazdı, tıbbi olarak mümkün değildi. Tek bildiği ölüm vakası da o gelmeden hemen önce olmuştu. Kadının mezarını görmeliydi. El fenerini toz ve örümcek ağı kaplı duvarlardan yankılanan bir “klik” sesiyle kapatıp mezarlığa doğru yola koyuldu.
Ay ışığında beyazımsı parlayan mermerleriyle mezar taşları bütün soğukluklarıyla omuz omuza bekliyorlardı onu. Yaşlı kadının isminin olduğu mezar taşını bulur bulmaz çıplak elleriyle toprağı eşelemeye başladı, tırnaklarıyla kazıyordu. Tırnaklarının arasına giren toprak topaklarına aldırış etmeden kazdı, kazdı…
Boş. Bomboştu.
Hiçbir kemik parçası, herhangi bir varlığın çürüme belirtisi dahi yoktu. Buraya kimse gömülmemişti, çünkü kimse ölmemişti. Çıplak elleriyle toprak kazmaktan tırnaklarının çoğu kırılmıştı, geri kalanlarıysa kopmak üzereydi, üstü başı kan olmuştu. Bu kasabada kimse ölmüyor muydu? Bu nasıl mümkün olur? Gözleri hemen önünde duran, artık göz hizasına daha yakın olan parlak mermere takıldı. Gözleri yaşlarla dolarak mezar taşındaki ismin altındaki yazıyı sesli bir şekilde okudu:
“ Araf
2013 - ∞ ”