ZUAH MÜHÜRLERİ
3.bölüm
SELOHRE ZARALL
Sekiz yol hisarının zirvesindeki daire biçimli geniş kader salonu birbiri üstüne binen tartışma sesleriyle doluydu. Tamamen camdan oluşan kubbe tavan orada bulunan herkese gökyüzündeymiş hissi verecek kadar bulutlara yakındı. Hisar dışarıdan bakıldığında Yüksek bir çember kulenin tepesine tünemiş dev bir örümcek görünümünde inşa edilmişti. Yapıldığı zamanlar o kadar geride kalmıştı ki yapılışına dair masallar bile unutulmuştu.
Örümceğin her bir ayağı gövdesinden sekiz farklı yöne doğru uzanıp sert bir kavisle aşağı doğru inerek havada kıpırtısızca asılı duruyordu. Aslında her bacak geniş birer koridordu ve tam uçlarında aynı salondaki gibi camdan kubbe ile kaplı küçük bir oda bulunuyordu. Koridor boyunca ilerleyen ve hiç aşınmamış olan borular belli noktalarda oldukça kalın çarklarla birbirleriyle bağlantılıydı. Bu çarkların ve boruların ne olduğu insanlık tarihi boyunca bilinmese de kadimler çağında örümceğin bacaklarının hareket ettiğine dair pek çok hikâye ve masal vardı. Küçük olan bu odaların her birinin tam ortasında bir buçuk metre yüksekliğinde tavanla bağlantısı olmayan ve üzerinde her biri diğerinden farklı semboller olan birer sütun yükseliyordu. Sütunların tam üstündeki pürüzsüz yüzeyde yumruk büyüklüğünde bir oyuk vardı. Kadimler zamanında oralarda her ne vardıysa çağlar boyunca artık yerlerinde değildi. Odalarla ilgili bilinen tek şey kullanım amacıydı ve şimdide aynı şekilde kullanılmaktaydı. Kadimlerin başkenti olan Örümcek kalenin kilometrelerce uzanan sınırlarını gözlemek…
Örümceğin gövdesi kader salonu olarak adlandırılıyordu ve başı olan kısım hafif bir eğimle yükselip daralarak tam ortasındaki büyük taht dışında hiçbir şeyin sığamayacağı kadar dardı. Taht geniş salona bakacak şekilde konumlanmıştı ve yirmi beş yıldır kimse oturmamıştı. O zamandan beri bir imparatorluk yoktu ve yüksek lordların her biri kendi krallığını ilan ederek bölgelerindeki kadim kaleleri sahiplendiler.
Örümceğin kuyruk kısmı ise Kadimlerin düşüşünü getiren Zuahlar tarafından kapatılıp sekiz kez mühürlenmişti. Salonda olanların hiç birisi orada nelerin olduğunu bilmiyordu. İmparatorluk asasının alevlenmesini sağlayabilen son İmparator üçüncü Aronril bir keresinde mühürlü kapıyı kırmayı denemiş ve kapıya kuvvet uygulayan herkesle birlikte alev alıp yanarak ölmüştü. İmparatorun ölümünden sonra üvey kardeşi Nendor tahta geçmişti ama imparatorluk asası Aronril’ le beraber sönerek bir daha ışık saçmaz olunca Nendor ve ondan sonraki imparatorlardan bulanık kanlı diye de bahsedildiği oluyordu. Sonraki İmparatorlar asayı sadece sembolik olarak taşımışlardı.
Selohre Zarall engin kader salonun gök ağacından yapılma toplantı masasından uzakta, elini cam kubbenin pürüzsüz yüzeyine dayanmış, içerideki tartışmayı umursamadan dışarıyı izliyordu. Sırtına kadar inen mavi saçları, üzerine gök ağacı resmedilmiş gümüş grisi pelerinindeki ağaç motifiyle aynı renkti. İnsanlara göre oldukça soluk bir ten rengi ve uzun boyu vardı. Çok az kişinin bildiği eski dilden semboller taşıyan zarif bir şekilde işlenmiş yeşil bir deri zırh kuşanmıştı.
Üç yüz metre yüksekliğindeki kuleden örümcek kalenin etrafını çevreleyen iç içe sekiz sur duvar ve bunları birbirine bağlayan en dış surdan hisara kadar uzanan sur yolları, baktığı yükseklikten ortasına düştüğü bir örümcek ağına benziyordu. Tartışan Kralların her birinin kendisinden korktuğunu ve burada istenmediğini biliyordu fakat son imparatorla yapılan anlaşmadan sonra salonda bulunmaya hakkı vardı. Yasa duvarına işlenmiş ve kimsenin çiğneyemeyeceği kanunlardan biri, imparator yasalarını ve anlaşmalarını çiğnemenin cezası yargılanmadan idam edilmekti. Şimdi ortada bu hükmü verebilecek bir İmparator olmasa da birbirleriyle çıkarları çatışan krallar eğer anlaşma bozulursa bu yasayı birbirlerini yok etmek için bahane olarak kullanabilirlerdi.
Yasa duvarı, ilk İmparator Thaldras Pinetalon tarafından kadimlerin yok edilmesinin ardından dikilmişti ve bu olay altıncı çağın başlangıcı kabul ediliyordu. Şimdi ise altıncı çağ sona ermişti. Artık imparator tahtı boştu ve yok olduğu sanılan kadimler zaman dışı salon yıkıldığında açılan geçitleri kapatmak için insanlara yardım ederek tekrar ortaya çıkmışlardı. Sayıları elliyi geçmese de her insanın çocukluk çağlarında anlatılan korku masallarından bildiği kadimlerin tekrar ortaya çıkışı, bu masalların beden bulmuş hali misali tüm krallıklarda korku uyandırmıştı.
“SESSİZLİK LÜTFEN YÜKSEK LORDLARIM”
Herkes bir anlık şaşkınlıkla tartışmalarını bırakıp kader salonuna çıkan merdivenlerde beliren Gümüş Ayak muhafızlarının genç kumandanı Pelias Bellarmin’ e baktı. Hisarın zirvesindeki salona ulaşmanın tek yolu örümceğin kuyruk kısmındaki mühürlü kapının iki yanından bir alt kata inen ve herhangi bir kapısı olmayan bu merdivenlerdi.
Pelias bir süre herkesin ayağa kalkıp kendisini selamlamasını bekledi ama bu beklentisi gerçekleşmeyince çok ta umursamadan örümceğin baş kısmındaki büyük tahtın ilerisinde, toplantı masasındaki herkesten ayrı olan Vekil Muhafız kürsüsüne geçerek oturdu.
“Sen ne cüretle bize lordlar deyip küçümsersin ve Vekil kürsüsüne oturursun” diyen Kimernok Kralı Svondar Urfolk yumruğunu sertçe masaya vurdu. Sinirli bir mizaca sahipti ve giydiği siyah örgü zırhın çelik pulları adamın ruh halini yansıtırcasına öfkeyle birbirine çarparak çınladı. Gür siyah sakalı ve bıyığı yüzünü neredeyse tamamen kaplıyordu.
Svondar’ ın çıkışından cesaret alan Zadoma Kralı Keleth Rhurta “İmparator hisarında bir İfrit Yaratıcısıyla bizi yan yana getirme cesaretini de nereden buluyorsun” dedi. Aşağıda uzanan manzarayı izlemeye devam ederken olan bitene ilgisizliğini koruyan Selohre’ yi kastetmişti ama o bundan pekte alınmış değildi.
Pelias gergin ama hazırlıklıydı. “Kendi topraklarınızda ilan ettiğiniz Krallar olabilirsiniz lakin bu hisarda hepiniz atalarınızın unvanıyla bulunuyorsunuz. Aranızdaki tartışmalardan çok daha önemli sorunlarımız var ve bir zamanlar olduğu gibi tek sancak altında toplanmalıyız.”
“Doğru kelam edersin genç muhafız. Lakin biz buraya Lord kumandanın çağırısıyla geldik. Onun komutanlarındansa bizzat kendisiyle görüşmek isteriz.” Yaz diyarının güneyindeki büyük bir ada olan İrun Gurai Kralı Ukare Caetus ortamdaki gerginliği azaltmak amacıyla tüm akıllarda dolaşan asıl soruyu nazikçe dile getirdi. Kafası tamamen tıraşlanmış ve mavi renk dövmelerle bezenmişti. Küçük halka küpeler neredeyse iki kulağında da boş yer kalmayacak şekilde sıralanıyor, her küpe ayrı bir zaferi temsil ediyordu. Abanoz renkli siyaha çalan ten rengiyle salondaki Selohre kadar farklı görünen Kral Ukare, sağ kolunu ve göğsünü açıkta bırakan ince ipekten beyaz, sade, yöresel bir tunik giymişti. Açıkta kalan göğsünde de birkaç çelik halka kulaklarında olduğu gibi sergilenmekteydi.
“Sizi çağıran Lord kumandan değil bendim.” Diyen Pelias daha önceden kürsüde hazır ettiği mühürlü parşömeni açtı. Okumadan önce bakışlarıyla büyük dikdörtgen masanın etrafında oturmakta olan altı krala kısa bir an baktı. Gök ağacından yapılmış olan Masanın etrafındaki sandalyelerden üçü boştu. Orfelm, Parteu ve Maleon Edros’un armaları boş oturaklarda gözüne çarpıyor toplantınız umurumuzda değil diye haykırıyordu adeta. Etrafında toplandıkları gök ağacından asırlık masanın üzeri tüm yaz diyarının detaylı bir haritasıydı. Her dağ, tepe, orman ve nehir minyatür olarak usta ellerce tıpkı masanın ana gövdesi gibi gök ağacından yapılmıştı. Her sandalyenin önünde masaya bağlı, cilalı yüzeyine ülkelerin armaları incelikle işlenmiş çekmeceler, İmparatorluk zamanında her döngüde düzenli olarak gelen, ait olduğu ülkenin raporlarıyla dolu olsa da artık boştu.
Pelias gerginliğinin sesine yansımamasını umut ederek parşömeni okumaya başladı.
“Ben Gümüş Ayak muhafızları Lord Kumandanı, emrimle manevi oğlum Pelias Bellarmin’i yerime görevlendiriyorum. Bu emir sekiz nüsha hazırlanıp tüm gümüş ayak komutanlarınca kabul edilmiş ve mühürlenmiştir. İmparator hisara dönene kadar tahtın koruyucusu ve örümcek kalenin efendisidir.”
Bir sessizlik ve şok dalgası engin kader salonunu kapladı. Her Kral parşömendeki sözlerin neler getireceğini ölçüp tartıyor, kendilerine bundan bir çıkar sağlamayı planlıyordu adeta. Sessizliği ilk bozan “O halde yeni Gümüş Ayak Lord Kumandanı bir İmparator ilan etmek için mi bizi topladın?” diye soran Kimernok Kralı aksi Svondar oldu.
“Bir imparator seçmek bana düşmez. Hepiniz biliyorsunuz ki İmparator seçilmez doğulur. Biz Gümüş Ayak muhafızlarının görevi tahtı hak etmeyenlerden korumaktır. Taht üstüne oturma hakkı vermek değil.”
İrun Gurai’nin siyahi Kralı Ukare “Genç kumandan haklı fakat maalesef İmparator kanı kuruyalı çok oldu ve bulanık kandan da bir veliaht kalmadı.” Dedi. Odada soylu olmayan tek Kral kendisiydi.
Beruni kralı Marius Eggen “Fikrimce zar zor dengelediğimiz düzeni bozmamak taraftayım” diye araya girdi. Odada bulunanlar içinde en yaşlı olarak ve geçmiş zaferlerinden ötürü herkesin saygı duyduğu bir kraldı. Ayaklarına kadar uzanan değerli taşlarla bezenmiş mintanın üzerine Kırmızı bir pelerin tutturmuştu. Pelerinindeki altın yaldızlı pileler göz alırken, pençelerinde fare tutan kanat açmış bir baykuş sanki uçuyor gibi hareket ediyordu. Kraliyet armasını pelerinini üzerinde gururla taşıdığını açık açık belli ediyordu.
Pelias öfkelenmeye başlamıştı ama şimdi öfkenin değil kelimelerin sırasıydı.
“Birbirinizi gözetlemekten asıl amaçlarınızı unuttunuz. Aranızdaki sürekli çatışmalara düzen mi diyorsunuz? Lord babamın bana daha önce dediği gibi insanlık düşmanları birbirleriyle asla çatışmazlar çünkü amaçları bellidir. Sizler birbirinizi yıpratırken doğuda büyük bir tehlike sürekli büyümekte.”
Aksi Svondar öfkeyle kalkarak “Haddini aşma Pelias. Sen Gümüşayak’ ın oğlu değil sadece oğul yerine koyduğu sokaklarda dilenirken bulup acıdığı sefil bir yetimin büyümüş halisin. Önümüzde diz çöküyor olman gerekirken kalkmış birde akıl vermeye çalışıyorsun.”
Pelias öfkesini bastırmak için dişlerini öyle çok sıkmıştı ki ağzının içinde gıcırdadığını hissetti. “Geçmişte bir yetimdim ve gerektiğinde dilendim. Bunu inkâr etmiyorum. Ama şimdi beş yüz bin gümüş ayak askeri ve halk meclisi tarafından kabul görmüş bir dilenciyim.
“Hahh!” dedi Svondar alayla. “Sen kendini İmparator ilan et ve gör bakalım Orfelm’in altın ordusu kapına dayandığında beş yüz bin askerin o kapıları ne kadar tutabilecek. Kral Nurgrin tahtın kendi hakkı olduğuna inanıyor ve Bulanık Nendor gibi tahta geçmek için fırsat kolluyor.”
“Kendimi İmparator ilan edeceğim demedim.” Dedi Pelias her kelimesini vurgulayarak. “Biz sadece Yaz Yurda hizmet ederiz yönetmeyiz.”
“O halde tahta ben geçmeliyim.” Diye ayağa fırlayan Heridon’un çakal kralı Mernil olan bitene eğleniyormuş gibi neşeli görünüyordu. Gri siyah deri bir zırh kuşanmıştı ve zırhın üstü çakal kürkleriyle kaplıydı. Kirli ve Hırpani görünüşlü adam salondaki en tehlikeli Krallardan biriydi. “Hem Orfelm’ in altın ordusu çakallarımın dişlerinin üzerlerine kapanmasını göze alamaz. Sizlerde beni desteklerseniz itiraz etse bile itirazları gecenin yanındaki gölge gibi kalır.”
“Zafer ordularla olduğundan daha çok zekayla kazanılır. Bence Çakallar beni desteklerse adil bir İmparator olurum.” Bu sefer kendini tahta layık gören Zadoma kralı Keleth Rhurta olmuştu.
“Herkesin önünde bana hakaret ettiğinin umarım farkındasındır. Buradan Zadoma topraklarına giderken dikkat et de bir çakal sürüsüne rastlama.”
“Malean Edros ve Parteu kraliçelerini kendime eş alırsam en büyük topraklarla birlikte tahta oturacak yeterli desteği de alabilirim.”
Ukare’nin bu sözleri hepsini güldürmüş ve ciddiye alınmamıştı.
Bir süre sonra her bir kral ayağa kalkmış taht üstünde hak iddialarını savunmaya başladı. Kader salonunda silah taşıma yasağı olmasaydı çelik kılıçların şarkısının başlayacağını düşündü Salohre. Oysa şimdi Kılıçlar tehditlerdi ve kalkanlar ise sahip oldukları topraklar ve asker sayılarıydı. Hiçbir şey bilmeyen ahmaklar diye düşündü gök ağacı masaya yaklaşırken. Herkes kendi davasına o kadar dalmıştı ki konuşana kadar fark edilmedi. Mavi renk gök ağacı masa insanlara karşı içinde keder, öfke, nefret ve isimlendiremediği daha pek çok duygu doğurmuştu.
“Belki de tahtı eski sahiplerine vermenizin zamanı gelmiştir.” Dedi. Hissettiği duyguların hiç birini barındırmayan şarkı gibi hoş bir sesle.
Tartışma bir anda son buldu. Selohre kendisine aşağılamayla ve nefretle bakan gözleri izlerken Hakkında hiç bir şey bilmedikleri atalarının nefretini taşıyan ahmaklar dedi kendi kendine. “Sadece bir şakaydı” diyerek kimsenin ağzına laf vermeden şehir manzarasını izlediği köşesine ilerledi. Dışarıdan bakıldığında örümceğin gövdesi olan kader salonunun, simsiyah hiçbir ışığı sızdırmaz cam kısmı, içerideyken Arador şehrinin tüm manzarasını gün gibi gözler önüne seriyordu.
Selohre’nin beklenmedik talebinin yarattığı sessizlikten faydalanan Pelias “YETERRRR!” diye bağırdı. “Ben burada birleşmekten bahsederken siz karşımda neredeyse birbirinizin boğazını sıkacaksınız. Bir İmparator seçmeyeceğiz. Zaten kan hakkıyla gelen bir İmparator var” son sözlerini özellikle vurgulayarak söyledi.
“Bu saçmalıklara ayıracak vaktim yok.” Diyen Svondar salondan ayrılmak üzere ayağa kalktı.
“Doğuda büyük bir tehlike var ve Selohre bizi uyarmak için burada.”
“Buz yurdun Kralı donmuş kıçını buraya getirmek için ayıran denizde erimeyi göze alamaz.”
“Buz Yurt artık yok Yüksek Lord Svondar. Tamamen yok edildi.” Dedi Pelias .
Aksi Kral Svondar Urfolk şaşırmışsa bile bunu belli etmedi ama salonu terk etmekten vazgeçmiş olduğu belliydi. Bir küfür homurdanarak yerine oturduğunda Pelias ağzından dökülen bir rahatlama nefesini engelleyemedi.
“Sanırsam tartışmadan önce dinlemeliyiz. Belli ki gerçekten vahim bir konu vuku bulmakta.”
İrun Gurai Kralı Ukare’nin konuşma tarzı diğerlerinin pek alışık olduğu şey değildi. Birçok kelimeyi zor anlıyorlardı.
Selohre her bir Kralı ayrı ayrı süzerek salonda adımlarken sonunda konuşmak için beklediği anın geldiğini gördüğünde Sefiller dedi kendi kendine.
“Zaman dışı salon yıkıldığında ve geçitler açıldığında size yardıma koştuk. Hala var olduğumuzu görmenizi sağlayıp kendimizi tehlikeye atmamız inanın size değer verdiğimizden ya da sevdiğimizden değil, açılan geçitlerden gelebileceklerin bizleri de tehdit etmesindendi. O geçitlerden siz insanlardan korktuğumuzdan daha çok korkuyorduk ve sizlerde korkmalısınız. Yine de geç kalmıştık ve bazı geçitler kullanıldı ve bir tanesini gözden kaçırmışız. Ayıran denizin ortasında bir geçit açık kalmış.” Bir an salondaki kralların dikkatini yeterince çektiğinden emin olmak için durdu. İşte böyle dedi kendi kendine memnunluğunu belli etmeden.
“Gözden kaçan geçidi de kapatmayı başardık ama bu sayımızı kırk sekizden otuz dörde düşürdü. Artık nefes alan sadece otuz dört kadim kaldı.” Sayılarının azlığını özellikle vurguladı Selohre. İnsanlara korku vermek değil kabullenilmekti amacı.
“Siz ifrit yaratıcıları yok ediyorlarsa bırakalım etinler. Sizi neden umursayalım ki. İmparator anlaşması olmasaydı yerinizi Doai muhafızlarına bizzat kendim söylerdim. Duyduğum kadarıyla onlar yarattığınız ifritleri yok etme konusunda oldukça ustalar ve sizi zevkle katlederler.” Diye araya giren Zadoma Kralı komik bir şey söylemişçesine gülerken Selohre’nin bakışlarındaki bir şey bu gülümsemeyi boğdu.
“Geçidi kapatsak bile bunca zaman geçmeyi başaranları durduracak sayıda değiliz. Buz Yurt tamamen yok oldu ve sıra sizin Yaz yurdunuza geliyor.”
“Buz Yurdun yok olduğunu söylersin Kadim efendi lakin doğruluğunu biz bilemeyiz. O kadar uzağa açılacak gemiler inşa edemiyoruz.” Dedi Kral Ukare kulağındaki zafer küpelerini düşünceli bir halde okşarken. Denizdeki en güçlü donanmanın sahibiydi.
“Hepiniz yaşadığımız Zümrüt Sarayın nerede olduğunu biliyorsunuz. Yaz yurt ve buz yurdun arasına giren ayıran denizin ortasında. Ama bu uzun sürmeyecek. Buraya hem siz insanları uyarmaya hem de yaşamak için topraklarınıza sığınma izni almaya geldim.”
Çaresizce diz çöktü ve saygıyla başını öne eğerek devam etti. “Irkım tükenirken bilgeliğimiz yüceldi. İzin verin size yardım edelim. İzin verin gök ağaçlarını yeniden ekelim ve çoğalalım. O zaman gelen tehlikeyi sırt sırta karşılarız. İzin verin yaşayalım.”
Selohre’nin ırkının hayatı için yakarışı aksi Svondar’ı bile biraz etkilemişti. Adam düşünceli bir halde gür bıyıklarını kaşırken “Bize şu tehlikeden bahset Alya” dedi.
Selohre bu kelimeyi bir insandan hiç duymamıştı. İlk insanlar ırkına böyle derdi. Alya. Kadim, bilge, eski dost gibi anlamlara geliyordu. “Yaratılış destanını hepiniz biliyorsunuz.” Dediğinde hala dizleri üzerindeydi. Her kral bildiğine dair bir şeyler mırıldanırken ayağa kalkan Selohre Etkile, Korkut ve Fethet dedi kendi kendine. Bu kadimlerin taktiğiydi. Tüm kralların merakını uyandıracak şekilde etkilemişti. Sadece üç ülke eksikti ama bu o kadarda önemli değildi. Şimdi sıra korkutmaktaydı.
“ Biz kadimler gök ağacındaki kavuklardan ve ardından sizin ırkınız İnsanlar geldi topraktan. İkisinin arasında ifritler çağı vardı. Daha sonra kadimler ve insanlar savaşı başladı ama kalelerimiz sizler için fethedilemezdi. Ama bilmediğiniz şey benim atalarımın yaratılış destanı. Bu kadim kalelerin inşa edilme nedeni ilk insanların düşündüğü gibi onlardan korktuğumuz için değildi. İnsanoğlu bizi korkutamayacak kadar güçsüz bir türdü ve örümcek kale insanlık tarihinin başlangıcından çok önce İfritler çağında inşa edildi. Sakın sözlerimden alınmayın. Nasıl ki siz toprağın çocukları gözünüzü açtığınızda biz çok gelişmiş bir medeniyetsek biz gök ağacının çocukları uyandığında da başka bir gelişmiş medeniyet vardı. Göğün evlatları anlamına gelen Mirvolk dedi atalarım onlara. Siz insanlardan hiçbir farkları yoktu aslında. Yaşlanma dediğiniz hastalıkla doğuyorlardı ve sonunda solup ölüyorlardı ama yine de sizlerden çok farklıydılar. Biz çağlar sonra ilk insanları gördüğümüzde bu nedenle korktuk atalarınızdan ve bu korkuyu yenemeyenlerimiz yüzünden insanların nefretini kazandık.”
Soluklanmak için bir an duraksayan Selohre salonda artık Kralların soluk alışı dışında tek ses olmayışını memnuniyetle karşıladı.
“Bu çağlara yayılmış çok uzun bir hikâye o yüzden olabildiğince kısa anlatacağım. Mirvolklar bizi kudretle doğanlar diye adlandırdılar ve onlar için yeni bir türdük. Bazıları bizden korktu ve yok etmek istedi. Uçan çelik kuşlara biniyorlardı ve bu kuşlar kusursuz avcılardı. Ateş kusuyor saklandığımız ormanları saniyeler içinde yok edebiliyorlardı. Çelikten demirden ve siyah dumanlardan oluşan, güneşten daha fazla ışık saçan gözlere sahip hayvanlara biniyorlardı ve uçarak yer değiştirebilen sarayları vardı. Bizleri yakalayıp laboratuvar dedikleri işkence odalarına sokuyor, kesip inceliyorlardı. Kaçtık saklandık ama yok edilmekten kurtulamıyorduk. Gökyüzü gözleri bizi her yerde buluyordu ve bulunduğumuz anda bize duman topu atıyorlardı. Kısa bir zaman sonra bu toptan yayılan gri dumanları soluyanlar acılar içinde kıvranarak ölüyorlardı. Tıpkı şuanda olduğumuz gibi ırkımız tükenmek üzereydi. Ve o sırada kudretli Rejuven onlarla savaşabilmemizin yolunu buldu. Göğün evlatlarının bizden korkma nedeni. Onların teknoloji adını verdikleri güce karşı evrenin en yıkıcı ve varoluşunu sağlayan güç. Doğanın gücü. Mirvolk’lar doğanın düşmanlarıydı. Ormanları yok ediyorlar, dağları taş evler üretmek için eritiyorlar ve her canlıya hayat veren suları kirletiyorlardı. Rejuven sayesinde yaşam amacımızı anladık. Biz doğanın adaleti ve silahlarıydık. Dağınık kabileler halindeyken toplanıp meydan okuduk. Meydan okuyuşumuz doğanın ayak sesleri gibiydi. Denizleri taşırdık, Toprağı sallayıp taş evlerini yerle bir ettik. Üzerlerine fırtınalar kopararak karlara ve buzlara gömdük. Ardından sizlerin ifritler dediğiniz yaratıkların gök ağaçlarından doğmasını sağladık. Çelik kuşlara karşı devasa yüksek görenleri, çelik hayvanlara karşı Todonları ve daha binlerce çeşit kırma yaratık. Sonunda gücümüz çok azaldı ama göğün evlatları kaybedip uçan saraylarına binerek kaçtılar. Tıpkı kapattığımız geçitler gibi geçitler açarak gökyüzünde kayboldular. Kalanlarımız büyük bir güçle gökyüzünü ve geçitleri bir daha açılmamalarını sağlamak için kapattılar ve Zaman dışı salonla geçitler mühürlendi. Güçsüz düşmüştük ve sayımız azdı. Yarattığımız ifritleri kontrol edebilecek çok az kadim kalmıştık ve ifritler çağı böyle başladı. Ardından gücümüzü kazandık, ifritlerin çoğunu yok ettik, kadim kalelerimizi yükselttik ve ilk atalarınız topraktan türedi. Tıpkı onlara benziyordunuz.”
Selohre sustuğunda herkes bilmedikleri çağlara ait hikâyenin etkisi altındaydı. Öyle yaşayarak anlatmıştı ki Kader salonunda bir çelik kuş belirse şaşırmayacak haldeydiler.
Gümüş Ayak muhafızlarının yeni komutanı Pelias kuşkuyla “Bu size savaşmayı öğreten Rejuven, aynı zamanda sonunuzu getiren ve size karşı savaşmayı bize öğreten Rejuven le aynı kişi mi?” Diye sordu.
“Evet. İmparatorluk asasını yapıp ilk imparatora veren ve bu yaptığı asayla ilk öldürülen kişi. İmparator kadim felaketi anlamına gelen Alyad’rohim dediğimiz asayı ilk Rejuven’i öldürmek için kullandı.”
“Sizden biri neden böyle bir asa yapma ihtiyacı duydu bunu hep merak etmişimdir.”
“Hatalarımızdan ders almamız için. Göğün evlatlarının bizi yok ettikleri gibi bizlerde sizi yok ediyorduk. Toplama kamplarımızda toplayıp kısırlaştırıyor çoğalmanızı ve gelişiminizi sürekli denetliyorduk. Bazıları göğün evlatlarından olduğunuza inandı ve korktular ama Rejuven sizin onlar gibi olmadığınızı öne sürdü. İlk kardeşkanımızı o zamanlar akıttık ve birbirimizle savaşmaya başladık. Tıpkı siz insanların şuan yaptığınız gibi. İnsanoğlu yok olmak üzereydi ve biz sizler için birbirimizle savaşmaya başladık. Bu savaş sonunda insanlık düşmanı olanları yeraltına sürgün ettik ve atalar labirentini yer altı ve yeryüzünü ayıran bir sınır olarak inşa ettik.”
“Alyad’rohim ozaman mı yapıldı.” Diye sordu Svondar. Aksi ruh halini şimdilik bir kenara bırakmış olarak merakla dinlerken.
Selohre bir an tebessüm etti “Asa çok daha sonra yapıldı. Sizin şuan inandığınız ve Tanrısallaştırdığınız Zuahlar döneminden sonra. Ama bu hikâyeler oldukça eski ve uzun o yüzden şimdilik burada bırakıp konumuza dönelim” dedi.
“Şu beni kralları toplamam için uyardığın tehlike” dedi Pelias, asıl konudan yeterince uzaklaştıklarını düşünüyordu. Hikâye ne kadar cezbedici olsa da asıl konu değildi.
“Tüm bu anlattıkların ne kadar zaman önceydi. Hepsini görmüş gibi konuşuyorsun.”
“İki yüzden az Yüz binden fazla yıl oldu ve evet gördüm yaşadım…..pek çoğunu unuttum. Ben ilk gök ağacı Mirhiri’ den doğanlardanım. Şimdi ise Mirvolkların geldiğini gördük. Tıpkı sizlerin bizi yok edemediğiniz gibi bizde onları yok edememişiz.”
Kimse soru soramıyordu. Bunun nedeni akıllarına soru gelmemesinden değil yüzlerce sorudan hangilerini soracaklarına karar verememelerindendi. Selohre Zarall Etkile, korkut ve fethet diye düşündü tekrar. Etkileme bitmişti şimdi korkutma kısmını da bitirdiğine inanıyordu ve geriye sadece Fetih kalmıştı. Önce kalplerini fethedeceğiz demişti kraliçe Selohre’ ye bu görevi verirken.
Pelias düşünceler içinde “Peki bize sunabileceğin, sözlerine inandıracak bir kanıtın var mı?” diye sordu. Aslında Selohre’nin kanıtını biliyordu. Kendisine göstermişti ama bilmiyormuş gibi yapıp diğer krallarla birlikte ilk defa görüyormuş gibi davranacaktı. Selohre böyle söylemişti. Selohre çok şey biliyor olabilirdi ama Pelias da onun bilmediği başka bir şey biliyordu. Kendisi ve diğer krallar anlattıklarından nasıl etkilenmişse Selohre’de aynı şekilde dehşet ve korku duyacaktı.
Selohre zafer kazanmış bir edayla “Alt katta sizin tutsağınız olarak beklettiğim mahkûmun ve eşyalarının getirilmesini talep ediyorum. Mahkûm bir Mirvolk” Dedi.
Krallar kendi aralarında mırıldanırlarken kimse itiraz etmeyince Pelias mühürlü kapının iki yanından aşağı inen merdivenlerin başında duran Gümüş ayak askerlerine bir işaret yaptı. Kısa süre içinde elleri ayakları bağlı bir adam ve dikkatlice tuttukları tuhaf görünüşlü bir çantayla beraber mahkûmu huzurlarına çıkardılar.
Adam yeşil, siyah, kahverengi bir renk cümbüşü olan sıra dışı bir kıyafet giyse de bir insandı. Bunu hepsi görebiliyordu. Adamı ensesinden kavrayan Selohre diz çökmesini sağlayarak “Konuş” dedi.
Pelias şaşırmış numarası yaparak “Dilimizi konuşabiliyor mu?” diye sordu. Buradaki oyun diğer huysuz kralları ikna etmekti ve Selohre tahta açılan kapının onları ikna etmesi olduğunu söylemişti. Kendini beğenmiş salak diye içinden geçirdi Pelias. Tahta geçmeye niyeti olmadığını söylerken ciddiydi.
“Hayat suyu içen herkes bizi anlar ve dediklerini anlarız. Ortak dil hayat suyunda akar”
Adam korkmuş görünmüyordu. “Adım Devran.” Dedi.
Pelias adama küçümseyerek bakarken “Yıldızlara açılan geçitlerden mi geldin?” dedi.
Başka gezegenler Zaman dışı salonun yirmi altı yıl önceki yıkılışına kadar bilinmeyen ve artık tüm kralların geçit savaşlarında zor yollardan öğrendiği bir gerçekti.
“Evet” diye kabul etti Devran. Selohre’ye attığı kaçamak bakışlar korku doluydu. Kader salonundaki herkesten daha çok Selohre’den korkar bir hali vardı.
Kulaklarındaki küpeleri farkında olmadan çekiştiren Ukare hikâyeden etkilenmiş olarak “Çelik kuşlara mı biniyorsunuz” diye sordu.
Sözler Devran’ın oldukça komiğine gitmişti ve kendini tutamadan güldü. “Çelik kuşlar mı? Uçakları kastediyor olmalısınız.”
“Siz ne diyorsunuz bilmiyorum, çelikten kanatları var ve gökyüzünde sizi taşıyorlar mı?”
“Bakın bu saçmalık daha ne kadar sürecek” diyen Devran sırtına yediği bir tekmeyle yüz üstü yere kapaklandı ve Selohre’ nin tehdit edici varlığını tekrar hatırlayarak “Evet” dedi kısaca.
Selohre yere bırakılmış sırt çantasının içindekileri adamın önüne boşalttı. İçinden çıkan her nesneyi adama sorup ne için kullanıldığını anlattırdı. Faz silahı Svondar’ın dikkatini çekmişti. Bir tür işe yaramaz miğfere benzettikleri şeyin gaz maskesi olduğunu ve Selohre’nin bahsettiği duman toplarından yayılan zehirli gazlardan korunmayı sağladığını öğrendiler. Telsiz, mikrofon, otomatik tüfek, tabanca ve ilk defa gördükleri şeyler Selohre’ nin hikâyesinin doğruluğunu hepsine kanıtlamaya yeterdi. Selohre sorgulama işinin bittiğine karar verdikten sonra salondaki en nefret edilen varlık olmayı bir başkasına devretmiş olmaktan memnundu. Mavi saçları, solgun beyaz tenindeki ağaç kabuklarını andırırcasına tırmanan mavi damarları, iki metreyi aşan uzun boyu ve içinde barındırdığı insanların büyü adını verdikleri doğaya hükmetme gücü bir süreliğine de olsa odadakilerin aklından çıkmış onu da kendilerindenmişçesine görmelerine neden olmuştu. Selohre bir sürü yalan ve bir miktar gerçek söylemişti ama orada bulunan kimse yalanları fark etmedi. İçten içe gülümserken Yalan içine bir tutam doğru katılırsa yemesi lezzetli ve iştah açıcı olur dedi.
“Eğer bu kanıtlarda siz Krallar için yeterli değilse denetleme ve kontrol için Zümrüt sarayımıza geldiğinizde onun bindiği çelik kuşun kalıntılarını gösterebiliriz.”
Selohre elindeki kartların hepsini açmıştı. Pelias sıranın kendisine geldiğine karar verdi. Krallar şaşkınlıklarından sıyrılmadan ve Selohre özgüven içinde rahatlamışken kendi kartlarını açma sırası gelmişti.
“Gördüklerinizden sonra doğudaki tehlike ve birleşmemiz konusunda hemfikir miyiz?” diye sordu.
Kader salonuna sessizlik hâkimdi. Ukare her zaman yaptığı gibi küpeleriyle oynarken, Svondar sakalını avuçları arasına almış çekiştirerek düşünüyor, Hırpani çakal kral Mernil ise üstündeki çakal kürklerini çekiştiriyordu. Herkes gergin diye düşündü Pelias.
“Hemfikiriz” diye sırayla hepsi onayladı ve Pelias içinden güldü.
“Karanlığın doğduğu yerde her zaman ışıkta vardır. Tehlike dikkate değer ama bu karanlık zamanda bizim için umut da var. Öncelikle Devran’ı Örümceğin ağı hapishanesine atma kararımı onaylıyor musunuz? Bırakalım orada suçlarından ötürü pişmanlık ve sefalet içinde çürüsün.”
“Hayırr” diye kendini tutamadı Selohre. Böyle anlaşmamıştık der gibiydi daha çok ama Pelias’ın sinsi gülüşü. “O bizim tutsağımız ve Zümrüt saraya götürülmeli” dedi.
“Bizi uyardığın için sana minnettarız Selohre lakin siz kadimlere güvenmiyoruz.” Selohre’ye güvenmediğini açıkça belli ederek Krallar’ın memnuniyetini kazandığını biliyordu. “Kararımı onaylıyor musunuz?”
Bu sefer sessizlik yoktu her Kral onayladığını açıkça belli ederken Selohre içinde kabaran öfkeyi bastırıyordu.
“O halde hüküm verilmiştir.” iki gümüş ayak muhafızı tutsağı alıp götürürken Pelias kürsüden ayağa kalkıp masanın başına yürüyerek “Şimdi diğer konu Gök ağaçlarınız asla yeniden ekilmeyecek ve diyarda görülmeyecek. Böyle bir girişimin varlığı tespit edildiği anda tüm kadimlerin varlığının Quat Doai’ye açıklanmasına karar verdim. Siz kadimlerin tehlikelerine karşı bizimde Doai rahip muhafızlarımız var. Yeniden çoğalmanıza izin vermiyorum ve her zaman olduğu gibi biriniz zümrüt saray dışında haberimiz olmadan görünürse varlığınız yine Doai muhafızlarına açıklanacak. Onaylıyor musunuz Yüksek Lordlarım?”
Selohre ilk başta öfkelenmişse şuan öfkeden alev almak üzere olmalı diye düşündü. Alya’nın ne yapmaya çalıştığını biliyordu. “ Etkile, korkut ve Fethet sizin taktiğiniz değil mi Selohre. Hikayenle hepimizi etkiledin mahkumunla diyara korku saldın ve şimdi dediğin gibi topraklarımızda size izin verirsek sırada Fetih var.”
“Onaylıyorum ve seni destekliyorum. Bir ifrit yaratıcısına güvenmediğini kanıtlayarak gözüme girdin genç kumandan” dedi aksi Svondar. Pelias’a olan öfkesi artık kaybolan Kralın onu bir yetim ve dilenci olarak görmeyi bıraktığı belliydi. Diğer krallarda kararını onaylarken keşke Orfelm Kralı’da burada olsaydı diye düşündü. En önemlisi aslında onu etkilemekti ama çoğunluğu sağlarsa Orfelm’in boyun eğmekten başka çaresi kalmayacaktı.
“O halde hüküm verilmiştir.”
“Biz Alya’lar olmadan Mirvolkların karşısında şansınız olduğunu mu sanıyorsunuz. Sizi sefil böcekler gibi ezecek bir güce sahipler” Selohre öfkeyle konuşmuştu. Öfkesinin asıl nedeni genç kumandandı. Planladıkları gibi hareket etmemişti ve Selohre’nin gizli amacını öyle gözler önüne sermişti ki tüm kralların gözünde Alya’nın kazandığı destek bir anda kaybolmuştu.
“İşte bu noktada yanılıyorsun. Yüksek lordlarım Bir zamanlar Alyalar bu Mirvolk dediklerini yenebilmiş. Bizlerde Alyaları yenebildiğimize göre Mirvolklarıda yenebiliriz.”
Onaylar mırıltılar ve “Haklı” … “Yenebiliriz” gibi sözler salonda yankılandı.
“Bizi yenmenizi kadim asa Alad’rohim sağladı ve asanın gücü neredeyse yarım asırdır kullanılamıyor. Asaya hükmedebilen İmparator kanı kurudu” Selohre son silahını kullanmıştı ve beklediği etkiyi yarattı. Bu sefer Krallar Selohre’yi onaylıyorlardı.
“Sessizlik lütfen.” Dedi yüksek sesle Pelias. Şimdi Selohre’nin taktiğini ona karşı kullanmasının zamanı gelmişti. Etkile, Korkut ve Fethet. Alyayı şaşırtarak etkilemişti ve şimdi korkutması gerekiyordu ve sonra fetih gelecekti. Tüm kralların kalplerini fethedip tekrar yaz yurdu bir araya getirecekti. “Hepiniz Kameria’nın kehanet kitabını biliyorsunuzdur.” Dedi.
“O ki karmaşa ve korkunun şafağında göğün kanatlarıyla gelecek
Hakkı olanı almaya geldiğinde kimse inkâr edemeyecek.
Atalarının mirasıyla buluşunca yıkımı ve kurtuluşu getirecek…”
“Şu an korkunun şafağındayız belki de ve korku daha tam doğmadı. Ataların mirasıyla buluşunca diyor buda kadim felaketi asa Alyad’rohim. Yıkımı ve kurtuluşu getirecek.. Düşmanlarımız için yıkımı ve biz insanlar için kurtuluşu. Başta bu kehanet beni korkutuyordu ama yakın zamanda öğrendiğim gerçekleri bir araya getirince bunun bizim kurtuluşumuz olduğunu anladım. Hepiniz biliyorsunuz ki Alyad’rohim bazı zamanlarda bir gece boyunca hiç sönmeyen bir ışıkla yanıyor ve sonra karanlığına bürünüyor. Eski kütüphanede bir kitapta şöyle yazıyor Asa her yeni imparator varisi tahta hükmedebilecek yaşa girdiğinde o gece boyunca hiç solmadan ışık saçar. Daha sonra babamın notlarını karıştırırken tesadüf eseri başka bir şey okudum. İki yıl önce asa yine bu şekilde ışık saçmış ve ondan yaklaşık olarak yirmi yıl önce tekrar böyle bir olay olmuş. Tüm bunlar bende imparator kanının kurumadığına dair şüphe uyandırdı ve soy takipçileriyle üzerinde uzun zaman çalıştık. Bu güne kadar bende İmparatorluk kanının üçüncü Aronril’le tükendiğine inanıyordum ama tarih bu şekilde değil. İmparator ölüp üvey kardeşi Nendor tahta geçtiğinde Aronril’in eşi Selyes hamileymiş ve Nendor’dan korktuğu için kaçarak Quat Doai ye sığınmış. Bunu Doai rahiplerinin kayıtlarını kontrol ederek doğruladım. Rahipler, siyasetten uzak kalmayı tercih ettikleri için kızı kabul etmemiş ve onu farklı bir kimlikle çizme adasındaki Gurlang köyüne yerleştirmişler ama izlemeyi ihmal etmemişler. Selyes’in bir oğlu olmuş ve adını Zalehrim koymuş. Umut ışığı. Böylece imparator soyu kimliklerini bilmeden devam etmiş. En sonunda Orfelm sınırlarındaki Felikke köyünün lideri Zaleh bu kanı taşıyordu. İki oğlu ve bir kızı olmuş. Yamtar, Alesta ve Esmin. Alesta köyü terk ederek uzun yıllar bulanık imparator ikinci Heldos’a hizmet etmiş. Şimdide diğer soyun gelişimini kısaca anlatacağım çünkü zaten Nendor’ un soyu biliniyor. İkinci Heldos’un iki kızı oldu. Gwen ve Eleida. Büyük kızı Eleidayı Orfelm yüksek lordu Falkas Rayborn’la evlendirdi ve on altı yıl sonra zamansız ölümüyle Orfelm lordu İmparator oldu. Büyük kızı Gwen ozaman yirmi bir yaşında irun gurai’yi yönetirken isyan nedeniyle tahta geçemedi ve kaptan Alesta ile denizlere açılarak kaçtı. Şimdi dikkatle takip edin lordlarım. Alesta abisini yanına aldı ve Gerçek imparator kanı taşıyan Yamtar ve Gwen bu deniz yolculuğunda tanıştılar. Bir şekilde o an hüküm süren İmparator Falkas’ın kızı Mira o zamanlar on beş yaşındayken bu yolculuğa dahil oldu ve kader ağlarını ördü. Hikâyenin gerisi ise biraz daha karışık. Kaderin dörtlüsü zaman dışı salonu yok ettiler ve geçitler savaşının başlamasına neden oldular. Bu nedenle Doai muhafızları tarafından suçlu ilan edilip kaçak yaşamaya başladılar. Gwen’le Yamtar evlendi ve bir oğulları oldu ama Doai muhafızları yerlerini bulmuşlardı. İkisi de öldürüldükten sonra Mira bebeği kaçırdı ve hala Doai muhafızları tarafından aranmakta. Gördüğünüz gibi bu bebek şuan on yedi yaşında ve hem Aronril’in hem de bulanık imparator Nendor’un tarafından tahtın gerçek varisi ve asayı eline verdiğimizde tekrardan gücünü kullanabilirse kehanetteki kurtuluşumuz.”
Selohre bilmediği gerçekleri duyduğunda dehşete düştü. Alyad’rohim i kullanabilecek birisinin varlığı iliklerine kadar ürpermesine neden oldu. Asırlardır planladıkları her şey alt üst olabilirdi.
Krallar şaşkındı ama itiraz eden yoktu. Tıpkı kehanetteki gibi diye düşündü Pelias Hakkı olanı almaya geldiğinde kimse inkâr edemeyecek. “İmparator kanının hala aktığını ve ona atalarınız gibi hizmet etmeyi kabul ediyor musunuz?”
Beruni’nin yaşlı Kralı Marius hem şaşkın hem kafası karışmış bir halde “Söylediklerinin doğruluğunu inkar etmiyorum zira eğer yalansa zaten asa çocuğun ellerinde de bir işe yaramaz. Geriye tek sorun çocuğun yerini ve kim olduğunu bilmediğimiz kalıyor. Ama eğer bulunursa ve gerçekten söylediğin kişiyse kabul ediyorum.”
“Eğitimsiz bir çocuk ve bilinmeyen bir düşman… Eğlenceli olacak Kabul ediyorum” diye onayladı aksi Svondar ve ardından diğer krallar kabul etti.
Ukare merakla “Peki çocuğu nasıl bulacağız. Bir duyuru yapıp on yedi yaşındaki herkesin eline asayı verip test mi edeceğiz?” diye sordu.
“Gerekirse yapabilirdik ama inanıyorum ki buna gerek kalmayacak. Duyduğum haberlere göre Doai rahipleri sonunda Mira’nın yerini bulmuş ve Dammo Mair adında altın güneş muhafızını görevlendirmiş. Çocuğa ulaşmanın anahtarı bu adamı son ana dek takip etmek ve Mira’yı öldürmeden önce durdurmak…” bakışlarını bir köşeye çekilmiş olan Selohre’ye çevirerek “Belki sizlerden biri çocuğun varlığından korkup onu yok etmek isteyebilir fakat böyle bir olay olursa sizi bekleyen sonda çocuğunkinden farklı olmayacak. Irkınızın kaderi çocuğun sağ salim buraya gelmesine bağlı. Her ne olursa bunu siz kadimlerden bileceğim.”
Selohre öfkeyle ayağa kalktı. Bir şeyler demek istedi sonra vazgeçti. Oynadıkları oyunda yenilmişti ama yine de elinde açmadığı tek bir kart kalmıştı. Son çare diye düşündü. Kehanetlere inanıyordu ama bir kehanetin iki yönü olabilirdi. Bu yanına kalmayacak Pelias Bellarmin diye kendi içinden yemin etti ve arkasına bile bakmadan kader salonundan aşağı inen merdivenlerden inerek gözden kayboldu…