Uyarı yapmayı unuttuğumu yeni farkettim. Herkesten özür dilerim. Argo bol miktarda mevcuttur hikayede. Tamamen empati yaparak yazdığım bir hikaye ve o yüzden gerçekçi olsun istedim.
***
Gece epey ilerlemişti, gözlerim uykuya yenik düştüm, git artık yat dese de, geyik muhabbeti çok koyuydu, yatmak istemiyordum. Üçüncü fincanını devirdiğim kahve, uykumu bertaraf etmek yerine çişimi getirmekten başka bir işe yaramamıştı. İstemeye istemeye veda edip, kapat butonuna tıkladığım bilgisayar, kapanmak için biraz düşündü. Hep böyle yapıyordu zaten. Açılırken ayrı kapris, kapanırken ayrı kapris... Değiştirmek için vakit gelmişte geçiyordu ama param kıymetliydi açıkçası. İnceldiği yerden kopana kadar ben ona, o bana eziyet etmeye devam edecektik.
Yatak odasına gitmeden önce, mutfağa uğrayıp uğramamak huşunda kısa bir muhasebe yapmam gerekmişti. Metabolizmam ve kuruyan dudaklarım su içmen lazım derken, kahvenin tıka basa doldurduğu karnımdan gelen lıkırtılar “yer yok” diye bağırıyordu. Tüm gün çay ve kahve ikilisiyle giderdiğim sıvı ihtiyacı nedeniyle, böbreklerimin yakın zamanda “ yeter da” diyeceğini çok iyi bildiğimden, susuzluk çekmesem bile aklıma geldikçe, zorla da olsa bir bardak su içmeyi adet haline getirmişliğim, beni mutfağa sürüklemişti. Koca bir bardak suyu fon dip yaptıktan sonra kıçımı kaşıya kaşıya ve açamadığım gözlerim nedeniyle körlemesine yatak odasının yolunu tutmuştum. Serçe parmağımı kapının kenarına vurduğumda, tarif edemeyeceğim bir acıyla açtım gözlerimi, küfür kıyamet ve inlemeler eşliğinde kendimi yatağa atıp, zavallı serçe parmağımı şefkatle ovuşturmam acımı biraz hafifletmiş olsa da, “kırıldı mı lan acaba?” sorusunun cevabını bulmakta zorlanıyordum. Kırılmamış kopmuştu adeta, uyuşuk parmakla yatağa girip, kafamı yastığa koymamla uyumam garip bir ironiydi aslında.
Terbiyesiz bir otomobil sürücüsünün kornası derin bir kederle uyandırmıştı beni. Uykumu alamamış olmanın kederi ile, kalkıp işe gitmek, Everest dağına tırmanmak gibiydi ama bir dakika ;
“ Bugün Pazar….” Hemen pozisyonumu değiştirip tekrar gömülmüştüm yorganın altına. İçimi kaplayan huzurla tekrar uykuya daldım.
Derinden gelen konuşmalar bir kez daha uykumdan ayırırken beni, Pazar sabahını sokakta yüksek sesle konuşarak geçiren bu münasebetsizlere iki çift laf söylemek için zar zor kalkmıştım yataktan. Perdeyi araladığımda birkaç teyzenin ahlar vahlar eşliğinde bol el kol hareketli ve sallanmalı muhabbetine tanık olmuştum. Camı açıp şarlamadıysam, sırf yaşlarına hürmetimdendi. Tekrar yatağa dönüp yorganın altına gömülsem de, gittiği yerden dönmeyecekti uykum. Birkaç dönme hareketinden sonra, kalkmaya karar vermem sabah dokuzu yirmi geçeye denk gelmişti.
Çişimi yaptıktan sonra, elimi yüzümü yıkamak için elimi attığım musluk iki damla aktıktan sonra o garip öğürme sesini çıkarınca keyfim kaçmıştı. Pazar Pazar suyu kesenin kulaklarını çınlatmamak elde değildi. “ Sabah duş alacağız, tuvalete gireceğiz kıçımızı neyle yıkıcaz lan .bneler” sitemimi benden başka kimse duymadığı için herhangi bir gelişme olmadı su konusunda. Lavabodan ayrılırken ortalığı kaplayan sidik kokusu, “ sifonu çekmediğimi “ burnuma burnuma sokunca, geriye dönüp sifona bastım. Tangır tungur ses haricinde bir şey olmayınca, sağlam bir küfür daha savurdum.
Çay demlemek için semaveri fişe takıp, su ilavesi yapmak istediğimde günümün ters gideceğini iyiden iyiye hissetmiştim. Damacanadaki son suyu da gece yatarken içip, bir kısmını da yere döktüğümü hatırlamam yardımcı olan şey, mutfak halısının kenarındaki ıslaklık olmuştu. Çeşmeden gelmeye devam eden fısıltılar,” istikamet market ” diyordu. Üşendim.
Kahvaltıyı erteleyip, tv’nin karşına geçip biraz daha şekerleme yapmaya karar vermiştim. Televizyonu açıp, koltuğa kuruldum. Pazar günü bile izleyecek bir şey bulmanın mümkün olmadığı ulusal kanallarımızı sırayla ekarte edip, müzik kanallarından birini ninni niyetine açmaya karar vermişken, ekranda gördüğüm ve birkaç saniye sonra idrak edebildiğim görüntüyü bulabilmek için kumandanın düğmesine hızlı hızlı basmam gerekmişti. Garip görüntü muhtemelen helikopterden çekilmişti. Uzay mekiğinden canlı yayın yapan tv kanalı henüz yoktu. Gariplik yayının şeklinde değil, kendisindeydi.
Yeşiller yerli yerinde olmasına rağmen maviler yoktu. Bir ağacın dallarını andıran amazon nehrinin yerinde yeller esiyordu. Kurumuş nehir yatağı siyah bir balçıkla kaplanmıştı. Hemen akabinde değişen görüntülerde bu sefer, civardaki insanların kıyafetlerine bakarak Hindistan olduğuna kanaat getirdiğim bir yerde, yine kurumuş bir nehir yatağı ve etrafta şekilden şekle giren, secdeye varan insanlar görülüyordu. Sanırım Ganj nehriydi burası ki yanılmadığımı anlamam, ekranın altındaki bantta beliren Hindistan etiketiyle olmuştu. Televizyonun sesini açmayı akıl ettiğimde, bunun yine bir Roland Emmerich filminin fragmanı düşünüyordum. Adam dünyanın anasıyla halvet olmaktan zevk alıyordu ne de olsa. Dünyanın başına örmediği çorap kalmamıştı filmlerinde.
Görüntü yine değişip devasa bir uçurum girince kadraja irkildim. Alt bantta Niagara şelalesi yazısını okuduğumda bunu bir film fragmanı olmadığını anlamam zor olmadı. Spikerin “ Dünyanın her yerinde anlaşılmaz biçimde sular yok oluyor” cümlesi “Hass…tir” haykırışımla birbirine girmişti. Fıslayan çeşmelerin sebebi belli olmuştu ama hala “ Tüm dünyada mı?” sorusu aklımdaydı. Sorumun cevabı yine ekranda belirdi.
İstanbul boğazı, animasyonlardakine benzer biçimde karaya oturmuş gemilerle ve teknelerle doluydu. Köprüler altlarındaki denizin nereye gittiğini anlamaya çalışan insanlarla dolup taşmış, trafik durmuştu. “ Telefon nerde lan” diye arayışa girmişken kapanan televizyona bir süre bakakalmıştım. Elektrik düğmelerinin aşağı yukarı hareketlerinden de cevap alamadığımda elektriklerin gittiğini anladım.
“ Hay a…na koyim. Noluyo lan?”