Otel satın aldık deyince, bizimkiler nispet olsun diye tanıdık tanımadık kim varsa aramış. Beni ve ağabeyimi öve öve bitirememişler. Neymiş efendim, biz saraylarda yaşayacakmışız, denizin altında evimiz olacakmış da, uzayıp gidiyor. Hal böyle olunca taliplerimiz de artma oldu. Evde kalan ne kadar bekar kadın varsa bize talip oldu- yetmiş yaşındaki birinin, bana talip olması gurur vericiydi.
Bizim adımıza kurbanlar kesildi, dualar edildi. Biz de yaşananları sessiz sedasız izledik. Bizim otel kırık dökükmüş, içinde de zararsız hayaletçikler yaşıyormuş desek bitti her şey. Diri diri gömerler bizi. Ne yapalım sustuk biz de.
Ama en kötüsü daha başımıza gelmemişti. Otel aldığımızı duyan mahalleli, başka başka hayallere kapılmış; toplamışlar sülaleyi, atlamışlar arabaya, buraya geliyorlarmış. Kim bilir ne düşündüler de öyle geliyorlar. Altından şelaleler akan otel mi, deniz manzaralı otel mi, sahilleri karı kız kaynayan otel mi hayal ettiler bilemeyeceğim.
Madem misafir gelecek, hazırlık yapmadan olmaz tabii. Otelin içindeki bütün çöpleri, halıları, tahtaları, çorapları, sigara ve bira şişelerini attık. Ağabeyim sağ olsun yardımcı oldu. Odaların tozunu aldı. Ama az kalsın boğuluyordu-yardımına ben yetiştim.
Otelin korkuluklarını da tamir edebildiğimiz kadarıyla bıraktık. En sonunda şöyle bir baktığımda; içi boş bir otel kalmıştı geriye. Bir oteli, otel yapan şeyler yoktu biz de. Mesela yatak. "Yatak yoksa, otelde kalmanın manası ne?" diye güzel bir soru sordu ağabeyim. "Bu millet nerede yatacak?"
Ben de çok zekiyim ya, aklıma bir fikir geldi. "Gidelim mobilya mağazasına hemen, yatak, yorgan, halı ne varsa alalım gelelim," dedim.
Ağabeyim kaşlarını kaldırdı, şaşkın şaşkın bana baktı.
"Lıkır, senin kafan yerinde mi? Nasıl gideceğiz şimdi oraya? Hadi gittik, o kadar şeyi alacak para var mı biz de?"
"Abi, ne yapayım ya? Kafam durdu."
"Durmasın, Lıkır. Dikkat et, durmasın. Çünkü o zaman saçmalıyorsun."
"Tamam, durmaz."
O anlarda felaket çanları çalmaya başladı. Öten kornalar, çalan davullar zurnalar eşliğinde bir yığın araba girdi otelin bahçesine. Bütün mahalleli toplanmış, yanlarında çalgıcı da getirmişti. Belki on, belki on beş araba. Başka zaman olsa iyi. Ama şimdi, ben ve ağabeyimi boğazlamak için yeterli.
Terlemiştim. Öyle ki terden ellerim ve kollarım kaşınıyordu. Ağabeyimle misafirlerin yanına koştuk ve bavulları indirmelerine yardım ettik. Bavulları öyle doldurmuşlardı ki, neredeyse patlayacaktı. Belki evi de içine sığdırmaya çalışmışlardır diye düşünmeden edemedim.
Yüzümüze bakıp bakıp kocaman sırıtıyorlardı. Kimse oteli görmemiş miydi yoksa? Kollarını sıvayan yoktu. En sonunda beklediğim soru gecikmeli olarak geldi. Küçük çocuklardan biri sormuştu.
"Otel şu çöplüğün ardındadır?"
Çöplük? Bizim oteli çöplük olarak görüyordu. Bu kadar insan oteli nerelerde arıyordu anlamadım. Gökte mi? Karşısınız da zaten.
Elimle çöplük dediği yeri gösterdim. "İşte, otel burası," dedim gülerek.
Çocuk babasını yanına koştu. "Babo, otel vardır ya." Babası sırtını döndü. "He?"
"Aha bu çöplüktür otel."
"Vıy!"
Babası başını çöplüğe çevirdi. Tabii diğer mahalleliler de otelin aslında hiçte hayal ettikleri gibi olmadığı gördü. Davullar zurnalar kesildi. Mahalleli üstümüze doğru gelmeye başladı.
"Otel nerdedir? Böyle otel mi olur?" diye bağırıyorlardı.
Bende biraz terbiyesizce konuştum. İstem dışı çıktı ağzımdan sözler. "Ulan sanki hayatınızda otel gördünüz!"
Keşke söylemeseydim böyle. Daha da dellendi bunlar. Bagajlardan silahlar çıkartılmaya başlandığını görür gibi olunca ağabeyim; "Bunlar aşiret. Kaç lan kaç!" diye bağırdı.
Ağabeyim saniyeler içinde tüydü. Tabii ben öylece donakaldım. Terden sırılsıklam olmuştum. Başım da dönüyordu. Gözlerim kayıyordu. Mahalleli de sarmıştı etrafımı, bana beddua ediyordu. Sözleri gök gürlemesi gibi geliyor, kulağımda çınlıyordu. Kızarmıştım. Kulaklarım alev almıştı. Bana bi` şeyler oluyordu. "Ahhh bayılıyor galiba," dedi biri. En son duyduğum şey bu oldu. Sonra gözlerim karardı.
Beğenilirse devamını yazarım.