2
İki haftalık bebeğin başını vücuduna denkleştirip kefenlemişti köy ahalisi. Kan durmamıştı ama. Beyaz kefenin her yanında leke leke kendini gösteriyordu. Tepeş, uzun uzun baktı minik cesede. Yüzyıllardır insan kanı içmemişti, huzuru ancak böyle bulacağını bildiği için bırakmıştı bu kötü alışkanlığı. Ama insan kanı başkaydı. Son bir aydır doğru dürüst kan içmeyen Tepeş için kendini kontrol etmek çok zordu şu an. Ama tuttu kendini, bedeninin ihtiyaçları düşüneceği en son şeydi. Bir hayvan gibi değil bir insan gibi yaşaması için bu gerekliydi. Ağlayan babaya baktı. Bebeğin anası bayılmıştı, köy kadınları onu eve götürüp yatırmışlardı.
“Başınız sağ olsun Selim. Allah size, diğer çocuklarınıza uzun ömür versin.”
Tepeş bu dileği söyledikten sonra, kısa ve huzurlu bir ömrün kıymetini bilmeyen insanoğlunun ne kadar aptal olduğunu düşündü. Uzun bir ömür. Güzel bir istek değildi. Huzurlu bir ölüm nasip etsin Allah hepimize, diye geçirdi içinden. Canı yanan baba, yorgun ve kabullenmiş gözlerle Tepeş’e baktı. Bu gözlerde en ufak bir nefret yoktu.
“Sağol Tepeş emmi, kusura bakma, ben biliyorum senin yapmadığını, anlattım muhtara da. Ama dinlemedi. Sen benim Yusuf’umu ölümden döndürdün, sen cana kıyamazsın, bilirim.”
Tepeş, o günü hatırladı. Yusuf, Selim’in en büyük oğlu, zatürre olmuş ateşler içinde yanmıştı. Kendi kendine yeten, dış dünyayla bağı kesik bu dağ köyünde gripten bile ölüyordu çocuklar. Kar yolları kapamasa bile en yakın ana yola ulaşmak için altı saat yürümek gerekiyordu. Tepeş domuz avına çıktığı zaman dağlardan şifalı otlar topluyor, bunları güzelce kavanozlara yerleştiriyordu. Adı iyiden iyiye hekime çıkmıştı. O gün de birkaç otu karıştırıp kaynatmış, iki günde iyi etmişti Yusuf’u.
“Müsaade edersen ben yavruya bir bakmak istiyorum Selim, sabiyi bir iblisin öldürdüğünden şüphe ediyorum.”
Selim başını eğdi. Tepeş yaşlı dizlerini büküp çömeldi ve kefeni yavaş yavaş açtı. Gördükleri yüreğini sıktı, damarları burkuldu. Bebeğin göğsünün derisi parçalanmış, kaburgaları kırılmıştı. Eskiden kalbin olduğu yerde kocaman kara bir delik vardı. İlona ölü evine gitmişti bu sırada. Tepeş yanında duran bir köylüye, İlona’yı çağırmasını söyledi. Kefeni örttü. Selim’e sarıldı sıkı sıkı. Selim bir kez daha ağladı. Bağıra bağıra. Her çığlıkta bir yanıyor bir sönüyordu adam. Daha kaç yıl için için yanacaktı, kim bilir. Yarım saat evvel öfkeden kızaran köylülerin bu görüntü karşısında eli ayağı kesildi, donakaldılar. İlona geldi. Gözleri nemliydi.
“Buyur efendi, hangi iblisin işi bu, anlayabildin mi?”
“Albastı bu belli ki İlona. Çocuğun yüreği alınmış. Tek hamlede. Albastı gibi çok güçlü bir iblis yapabilir bunu ancak.”
“Benim de aklımdan o melun geçti. Ayşegül uyanıp konuşunca iyice emin oldum. Selim kuyunun ağzını kapamaya çıktığı sıra Ayşegül uykuya dalmış bir süre. Sonra üzerine bir ağırlık gelmiş. Gözlerini açınca kapkara, kocaman bir şeyin göğsüne çöktüğünü görmüş. Kadıncağızın çığlığı boğazında kalmış, sesi çıkmamış. Elleri ayakları tutulmuş. Bismillah çekip Nas suresini okuduktan sonra ağırlık yok olmuş ama o dev varlıkla birlikte Ayşegül’ün yanı başında yatan kundaklı bebek de yok olmuş. Feryat figan ağlamış, bağırmış, kocasıyla bebeğini aramış, çok geçmeden de cansız bedenini bulmuşlar.”
Tepeş, düşündü taşındı ve muhtara aklından geçenleri anlattı. Bir albastı iblisi muhtemelen ormanın içindeki bataklığa denk gelmişti. Orada bir süre pislikle beslenirken lohusa kokusu almıştı. Kokunun izini köye kadar takip etmiş, sonra da bebeği kaçırıp yüreğini yemişti. Tek bebek yüreğiyle doymazdı o kara şeytan. Köyde iki hamile kadın daha vardı. Birkaç güne doğuracaklardı. Onlar doğurmadan albastının saklandığı yeri bulup öldürmeliydi onu. Muhtar da biliyordu az çok albastı efsanelerini ama adı üstünde efsaneydi bunlar. Yine de tüm bu olanlar o iblise işaret ediyordu. Muhtarın içindeki nefret alevi harlandı.
“Ne yapalım Tepeş efendi? Sen söyle biz yapalım. Kurtar bizi bu kovulmuştan!”
“Ne yapsak bilmiyorum muhtar. Bu iblis çok güçlüdür. Öyle silahla, bıçakla olacak iş değil. Elimizi çabuk tutmalıyız. Sabaha kalmamalı bu iş. İzi silinir yoksa bu melunun. Gündüz oldu mu ben de yardım edemem. Gücüm kuvvetim de yok ki boğup atayım canı çıkasıcayı. Eskiden olsa gözünün yaşına bakmazdım.”
Muhtar, başını önüne eğip uzun uzun düşündü. Tepeş efendi ile yaptığı o uzun sohbetlerden bir satır, zihninin donuk sayfalarında birinde ışıl ışıl parladı. Muhtar bu satırları tekrar tekrar okudu. Üzerini çizdi. Tekrar okudu. Kafasını sallayarak aklından çıkarmaya çalıştı o sözleri. Sonunda ikna etti kendini.
“Tepeş efendi. Bir çare geldi aklıma. Sen bana, yıllar evvel insanı kanıyla beslendiğini söylemiştin. İnsan kanı bambaşka bir güç veriyor, demiştin…”
“Olmaz muhtar o dediğin. Ben insan gibi yaşamak istiyorum. Geçmişte çok cana kıydık. Bu toprağın atalarının kanı elimize, dilimize bulaştı. Ama artık huzur istiyorum. Varsın susuz kalayım, aç kalayım.”
“Hemen kestirip atma Tepeş efendi. Başka çare mi var? Gün doğmadan şu belayı savalım köyümüzden. Yardım et bize, hı?”
Tepeş, İlyona’ya baktı. İlyona, yaşlılığın yükünü taşıyamayan kocasının elini tuttu.
“Muhtar haklı Tepeş, başka çare yok.”
Tepeş çaresiz gözlerle muhtarın teklifini kabul etti.
3
Muhtar ahaliyi topladı ve yüksek bir taşın üzerine çıkıp herkese olan biteni anlattı. Bebeği neyin öldürdüğünü, onun nerede saklanıyor olabileceğini, onu ancak Tepeş’in öldürebileceğini ve bunun için de köyün sağlıklı gençlerinden kan toplanması gerektiğini bir bir anlattı.
Muhtar kara kara bu iş için kimleri seçeceğini düşünürken, köyün gençlerinin neredeyse hepsi, kız erkek demeden gönüllü oldular kan vermeye. Dağlarından bu belayı savmaları için kanlarını feda etmeleri gerekiyorsa, edeceklerdi.
Tepeş çabucak eve gidip hacamat zembereğini ve cam fanuslarını getirdi. Yüzyıllardır şifa niyetine kullandığı aletlerini ilk defa kendisine besin elde etmek için kullanacaktı. Gönüllü gençleri köyün en büyük evine topladılar. Kimisi bacağını, kimisi sırtını açtı. Tepeş zemberekle gençlerin bedenlerine çizikler atacaktı. Çizikler ne çok derin ne de çok hafif olmalıydı. Derin olursa kan durmayabilir, kişi kan kaybından ölebilirdi. Çizikler hafif olursa, kan hızlı ve yeterli çekilmezdi. Vakit dardı. Işık yetersizdi. Tepeş ve İlona o güne kadar inandıkları tüm tanrılara dua ettiler ve işe başladılar. Tepeş çizikleri atıyordu. İlona ise bir tele sarılmış pamuğa ispirto döküyor, pamuğu gaz lambasının alevine tutuyordu. Daha sonra, alev alan pamuğu cam bir fanusun içinde gezdiriyor, çiziklerin üzerine kapatıyordu. Isınan cam fanusun içinde bir basınç oluşuyor, bu basınç çiziklerden kan çıkmasını sağlıyordu.
Cam fanuslar yavaş yavaş kanla dolmaya başladı. İlona, dolan fanusları bir sürahiye boşalttı. Gençlerin yaraları Tepeş’in hazırladığı bir ot karışımıyla sıvanıp temiz bez parçalarıyla örtüldü. Birkaç gün içinde yaralar kapanacak, geriye belli bellirsiz hacamat izleri kalacaktı.
Tepeş ve İlona terden sırılsıklam olmuştu. Yaptıkları işin zorluğunun yanında sürekli bir irade savaşı içinde kıvranmışlardı. Her şeyi bir kenara bırakıp gözleri önünde akan taze, sıcak kanı kana kana emmemek için kendilerini zor tuttular. Şükür ki o kötü geceyi daha da kötü kılacak bir olay yaşanmadı. Tepeş ve eşi bir kez daha, insan sevgisiyle ve insan olma özlemiyle dolup taştıklarını insanlara kanıtlamışlardı.
Muhtar, herkesi evden çıkardı. Zaman gelmişti.
“Tepeş efendi, senden şüphe ettiğim için affet beni. Şu gördüklerimi yapabilen bir upir, cana kıyamaz.”
“Dert etme muhtar, sen bizlere güvenmeyen ne ilk ne de son insansın. Hadi hemen işimize bakalım. Albastının izi silinmeden peşine düşmeliyim.”
İlona heyecanla öne atıldı.
“Ben de seninle geleceğim bey. Tek başına yollamam seni.”
“Olmaz İlona, kanı içtikten sonra albastıyı alt edebileceğime eminim. Sen burada kalıp köyü koru, ne olacağı belli olmaz.”
İlona üzüntüyle kabul etti hayat arkadaşının isteğini. Tepeş eşine sarıldı ve kanla dolu sürahiye doğru ilerledi. Sürahiyi aldı. Bir bardağa kan doldurdu. Yavaşça ağzına götürdü bardağı. Burnuna gelen kokuyu zevkle içine çekti. Ciğerleri genişledi. Omuzları dikleşti. Bir yudum aldı. Diline değen kan onu ürpertti. Dilinin asırlardır kuru kalan minik parçaları kanı sünger gibi emdi. Birkaç yudum daha aldı. Bardağı yarılamıştı. Boğazından aşağı yavaş yavaş akan yoğun ve sıcak kan tam tersi bir etki yaratarak vücudunu serinletti. Tepeş’in sırtı düzelmeye başladı. Gözleri açıldı. Kalbi hızlanmaya başladı. Saç dipleri karıncalandı. Kan mideye ulaştı, mide suyuyla karışıp çalkalandı. Tepeş’in karnına bir ağrı girdi. Çığlık attı. Düşecek gibi oldu. Muhtar ve İlona bir adım öne atıldı. Tepeş yeniden doğruldu. Kasılan midede kan seyreldi, kıvamı azaldı. Su gibi akışkan hale gelen kan ince bağırsak tarafından hızla emildi ve Tepeş’in durgun kanına karıştı.