Bölüm 31 – Krizalit DörtŞu AnBu çalışmalar beni rahatlatıyor. Fiziksel çabanın önemini uzun süredir biliyordum zaten. Ancak, bu bilginin, nasıl desem, tam önemine varamamıştım. Sanki onu içselleştirememişim gibi; sonuçta bir şeyi teorik olarak bilmekle, onu tecrübe yoluyla öğrenmek arasında fark var. Belki de, tecrübenin, işin içine duyguyu katmasındandır.
Tavsiyeler bir kulaktan girer, öbür kulaktan çıkar. Aynı şekilde, nutuklar da asla dinlenmez. Gerçi, bu nutuğun doğasında bir zorlama içermesinden kaynaklanıyor da olabilir. Sonuçta, nutuk atan kişi etkendir ve nutuğa maruz kalan kişi edilgendir. Ancak, bu insanın istekli olarak yaptığı bir durum değildir. Gidip de, nutukçudan kendisini fırçalamasını istememiştir. Bu yüzden, zorlama içeren her durum gibi, nutuk atmak da bir işe yaramaz. Hatta, kişide tam tersi etki yapar ve zorla verilen bu “tavsiye”den daha da uzaklaştırır kişiyi. Bu tepki için, insana ergen ya da olgunlaşmamış gibi yaftalar yapıştırmanın anlamı da yok; zorlama, her insanda bir karşı koyma isteği doğuran bir şeydir. Zaten bu yüzden, zorlamanın her formuna karşıyım ya. Ya da karşıydım... elini bilerek ve isteyerek kana bulamış bir kişi olarak, konuşmaya hakkım olduğunu zannetmiyorum.
Korkuyorum. Tekrar o karanlık dönemime dönmekten korkuyorum; o öfke dolu, kin dolu ve dünyadan nefret eden kişiye dönmek istemiyorum. Yaptığım şeyleri düşündüğümdeyse, içimde hafif bir pişmanlık yüzünü gösteriyor. Başkalarına yaptığım şeyler ve öldürdüğüm kişilere acıdığımdan değil. Kendim, insanı çıldırtacak derecede bir ıstıraba saplanmış olduğumdan.
Bunun çok bencilce olduğunu biliyorum. Bir hümanist, beni bir yaratık ya da canavar olarak nitelerdi fakat bir yaratık değilim. İnsaniyetimi tam anlamıyla kazanamamış olabilirim ama kesinlikle bu hissettiklerim, başkalarının da sahip olduğu şeyler. Bunu biliyorum. Dalınç yeteneğim sayesinde pek çok kişiye dokundum ve zaman içinde, onların aklından geçenleri daha iyi kavradım. İnsanın ne demek olduğunu bulamamış olabilirim fakat hissettiğim kara duygular konusunda yalnız olmadığımı gördüm.
Bu konuda ne hissedeceğimi pek bilemiyorum. Acaba hangisi daha kötü; bu bencilliğimin normal olması mı, yoksa benim insaniyetimi yitirmiş olmam mı?
Konu da bok oldu sanki. Ancak, aklımdan çıkmadan ekleyeyim. Okunarak ya da duyularak elde edilen bilgi ve yaşamak yoluyla elde edilen bilgi arasında dağlar kadar fark var. Bunun temelindeki neden, belki de, tecrübenin o bilgiyi insanın zihnine duygular yoluyla kazımasıdır. Kan ve terle öğrenilmiş, ruhumuza işlenmiştir o bilgi artık. “Benim” olmuştur.
---
Şehirden uzaktaki bol yıldızlı ve kör aylı gecenin altında, geniş çatılı evin salonunda sarı ışıklar yanıyordu. Her zamanki gibi loş havasını koruyan evin merkezindeki bu yerde bulunan bir kişi, hızlı hızlı dolanmaktaydı. Laboratuvar önlüğü hafifçe salınırken, salonda hızla bir oraya bir buraya gidiyordu. Kara gözleri fırıl fırıl kitaplıkları tarıyor ve geniş kütüphanede bir şeyler bulmaya çalışıyordu. Tozdan kapağındaki yazılar zar zor seçilen büyükçe bir cilde uzandı. Sol kolunu kaldırmasıyla beraber, önlüğünün yenindeki kesik gözler önüne serilmişti. Siyah saçlı adam, kitabın üstüne üfleyerek onu temizledikten sonra, hızla başlığını okudu.
“Irosistemler ve Nanobiyom”
Aradığı şey bu olmadığından dolayı, onu geri koymak için yeltense de, odaya giren iki gençle beraber işini yarıda kesmek zorunda kaldı. Genç adamların ikisi de terli ve yorgun görünmesine rağmen, Eiros çok daha bariz bir şekilde yıpranmıştı. Hatta canı epey bir sıkkın görünüyordu. Hızlı iyileşme gücüne rağmen, yüzünün ve bedeninin orasında burasında kesikler ve henüz yeni yeni belirmeye başlamış olan çürükler vardı.
“Neus,” diyen Engar, iki parmağını şakağına getirdikten sonra adama doğrultarak bir selam yolladı ve odasına yollandı.
Yüzünü yıkamak ve tuvalet ihtiyacını gidermek amacındaydı. Zira, antrenman daha bitmemişti. Sadece, kısa bir mola vermişlerdi. Neus'un da yardımıyla hazırladığı program, normal bir insanın uyum sağlamayacağı şekilde doluydu. Ortalama bir kişi yeterince azimli olmadığından ya da psikolojik olarak buna hazır olmadığından değildi bu durum. Gerçi, bu iki nedeni de gözden çıkarmak doğru olmazdı fakat temelinde yatan neden çok daha basitti; normal bir insan, biyolojik olarak bu programı kaldıramazdı.
Bir insan bedeninin kaldıramayacağı kadar yoğun, uzun ve devamlı çalışmalar, kısa dinlenme süreleri, az uyku saatleri ve bedenin kendisini toparlaması için verilmeyen süre... bütün bunların hepsi, bir insanın bir kaç günde iflas etmesine yol açardı. Neyse ki, Eiros her şey olabilse de, bir “insan” değildi.
Engar'ın selamına başını hafifçe sallayarak karşılık veren Neus, elindeki kitabı bir koltuğun üstüne fırlattı ve Eiros'a yaklaştı. Kendisini incelemeye başlamış olan Neus'u rahatsız etmemesi gerektiğini hisseden Eiros, meraklı gözlerle ona bakmakla yetindi. Vücudundaki her bir yarayı ve çiziği inceleyen Neus, ardından yüzüne de şöyle bir baktı.
“Vücudunun sol tarafında çok yara var. Engar baskın olan sağ eline güvenmemeyi mi öğretiyor sana?” diye sordu.
“Açık bulduğu yerlere yüklendiğini söylüyor. Sol elimi bir türlü kullanmayı öğrenemedim,” diye yanıtladı, Eiros.
“Öğrenemezsin de zaten. Sen bir sağlaksın,” diye cevapladı beyaz önlüklü adam ve devam etti “Ama bu açığını kapamayı öğrenmeye başlamışsın.”
“Nereden anladın?” diye sordu, adamın düşünme şeklini merak eden Eiros.
“Kendinden de bulabilirsin, Yıldırım. Sadece, iyileşmenle bir alakası olduğunu söyleyebilirim,” diye sırıtarak cevap verdi Neus.
Eiros, onun ne demek istediğini düşünedursun, adam, tekrar kütüphaneyi karıştırmaya dönmüştü. Kara gözleri hızla etrafı tararken, arada bir Eiros'a da yöneliyordu fakat düşüncelere dalmış olan genç bunu fark etmedi.
Alt dudağının yanını dişleyerek bir süre düşündükten sonra, aydınlanmış bir edayla Neus'a çevirdi başını.
“İyileşme hızımdan!” diye, heyacanla konuştu.
“O-hoo, nereden anladın?” diye sordu, adam.
“Yaraların farklı hızdan iyileşmesinden. Normal bir insandan çok daha hızlı iyileşebiliyorum. Bu yüzden yakın zamanda aldığım yaraların iyileşme oranına bakarak, hangisinin daha yeni ve daha eski olduğunu anlayabilirsin. Aslında bunu diğerlerinde de yapabilirsin fakat aradaki fark ancak günlerle ölçülebilir olduğunda işe yarıyor. Gözüne bir hafta önce yumruk yemiş bir kişiyle, üç gün önce yemiş birisi arasında fark olur. Benim durumumdaysa, saatler bile yaranın durumunu etkiliyor.”
“Doğru,” diye onu onayladı adam “Ama atladığın bir kısım var. Dediklerin bütün yaralar için geçerli değil. Ezilme gibi, morluk yaratan yaralarla hesaplama yapmak daha sağlıklı. Kesiklerin iyileşme mekanizması daha farklı olduğu için, senin durumunda bile düzgün bir ölçüt yaratmıyorlar. Oysa morluk ve çürükler böyle değil. Dikkat edersen, sen de böyle olduğunu göreceksindir; vücudundaki morlukların kimi daha yeni ve hafif, çoğunluğuysa çoktan kararmış ve iyileşmenin rengine bürünmüş. Bu ayrımı aklından çıkarmasan iyi olur.”
“Anladım,” dedi, genç adam.
“Pekala. O zaman neden Engar'ın sana kılıcının kabzasıyla vurduğunu açıklayabilir misin?” diye sordu, Neus.
Gündelik bir sohbet ediyormuşçasına bir rahatlığa sahip olan adamın ruh hali, birdenbire değişivermişti. Kaba ya da tehditkar değildi fakat hissedilir bir otoriteye sahipti. Eiros, bu değişime şaşırmıştı çünkü adamın hep saman altından su yürüten bir tip olduğu hissine sahipti. Gerekli gördüğünde otoritesini konuşturmayı da bildiğini unutmuştu. Bir daha bu hatayı yapmaması için, kendine salıkta bulundu.
“Bilmiyorum. Benden pek hoşlandığını düşünmüyorum,” diye bir itirafta bulundu.
“Öyle mi?” diye sordu, adam.
Uykusuzluktan dolayı altı morarmış, kömür parçasına benzeyen gözlerini kısmıştı. Bir ya da iki saniye devam eden bu durum, Eiros'a çok uzunmuş gibi geldi. Bu sorgulamadan rahatsız olmuştu.
“Neyse! Öyle diyorsan öyledir. Gençler arasında olur öyle şeyler,” diye, tekrar rahat haline dönerek geçiştiriverdi.
Gevşeyerek bir soluk koyuvermek istese de, bunu yapamadı Eiros fakat en azından, küçük gerginlik geçmişti. Yine de, diye düşündü, bunu yapmaya hakkı yoktu. Engar gibi, o da, kendisine boş yere gözdağı vermişti. Bunu anlayamıyordu işte. Bir insan, neden durduk yere böyle bir şey yapma ihtiyacı duyardı ki?
Fareyle oynayan bir kedinin sadistliğine benzetiyordu bu durumu. İnsanlar, güç kullanmaktan hoşlanıyor olmalıydı. Kendisinin başkalarından üstün olduğunu hissettirmenin verdiği hazzı istiyorlardı herhalde.
“Bak,” diyordu kedi, fareye “Ben, seni korkutabilir ve senin acı çekmeni sağlayabilirim. İstersem, bu benim gücümün dahilinde. Ancak, seni yemeyeceğim çünkü ben güçlü ve üstünüm. Yapamayacağımdan değil gerçi... sonuçta, bir lokmaya bakarsın. Pençelerimin keskinliğini ve dişlerimin sivriliğini görüyor musun? Gerekirse ya da öyle arzu edersem, onları her an sana batırabilirim. Senin o acınası kuyruğunu bir savuruşumla kesebilir ya da küçük başını, kuvvetli çenemle kolayca ezebilirim. Bunu bil işte. Bu dünyadaki konumunu bil.”
Eiros, zaten gergin olan bedeninin daha fazla stresle dolduğunu hissetti. Ruhu iki uçtan acımasızca çekilerek gerilmişti sanki. Kalbi, tekrar, düzensizce çarptı ve göğsü sıkıştı. Anlam veremediği bir şekilde sinirlenmişti. Şakaklarından soğuk terler boşanıyor ve elleri titriyordu. Öfke, ona ileri atılmasını ve bağırıp çağırmasını söylüyordu. İsterse, daha önce yapmış olduğu gibi, bu kişileri...
“Neden böyle bir şey yaptın?” diye sordu, Neus'a.
Onu kıracak bir şey yapmak istemese de, sesi sert çıkmıştı. Gerçi, o an bunu umursadığı söylenemezdi. Boğazına kadar gelmişti artık. Önüne gelen herkesin, kendisini tehdit etmesinden sıkılmıştı.
“Ne yaptım?” diye bir soruyla, sakince karşılık verdi adam.
“Beni neden tehdit ettin? Sana neden yalan söyleyeyim? Ayrıyetten sana ne!?” diye, son cümlesinde bağırdı ve ekledi “Engar ile olan biten, onunla benim aramda.”
Bağırışlar üstüne salona giren Engar'ı fark etmemişti genç adam. Elinin tekiyle, ıslak başının arkasını kurulamakta olan kumral genç, bir köşede durmuş ve olan biteni izlemeye koyulmuştu.
“Anladım,” diye yanıtladı, Neus.
Yüzünde ne bir karşı çıkış ne de bir öfke belirtisi vardı. Sanki, kendisine bağırılmış olmasından hiç rahatsız olmamıştı. Hayır, bu yanlış olurdu. Adamın ciddiyetine ve şaşırmamışlığına bakılırsa, bunu bekliyordu.
Söyleyeceğini söylemiş olan Eiros, yavaşça yatıştı ve solukları düzene girdi. Bakışlarının sertliği yok oldu ve kan akışı normale döndü. Sinirden dolayı başlamış olan, başındaki zonklama da epey bir azaldı. Ancak, kalbinin hala çok iyi hissettirdiği söylenemezdi. Çarpıntıları bir gelip bir gidiyor ve midesini bulandırıyordu.
Kendisini iyi hissetmiyordu. Yorgundu ve gücü çekilmişti. Ne yapıyordu ki zaten burada? Doğaüstü bir yerde ve tanımadığı insanlar arasında, bilmediği bir amaç uğruna kendini “geliştirmeye” çabalıyordu.
Bir şey demeden, kendisini koltuklardan birisine bıraktı ve gözlerini kapadı. Yorulmuştu. Çok yorulmuştu... başı hala zonkluyordu. Kalbi, arada bir ağzından çıkacakmış gibi sapıtıyordu. Bu değişimler, gelgitler onu tüketmişti.
Bir süre öyle durdu. Etrafındaki insanların fısıldaştığını duyuyordu. Arada bir, yanından geçen birisinin hışırtısı ve ayak sesleri kulağına çalınsa da, umursamadı. Daha doğrusu umursayamadı. Ayların biriktirdiği gerginlik yüzünden, sanki sonunda içinde bir şeyler kopmuş ve amacını kaybetmiş gibiydi. Amaçsızlığın ve yenilginin getirdiği huzur onu doldurmuştu. Ancak, tabii ki de bu durum böyle süremezdi.
“Eiros,” diyen bir kızın sesini duydu.
Gözlerini açınca, karşısında Kueti'yi gördü.
“Efendim?” diye sordu, bitkince.
“Kalk yatağına git,” dedi kız, yumuşak bir sesle.
“Tamam,” diyen genç, ona uydu.
Bir dakika sonra, üstünü başını değiştirmeden yatağına uzanmış ve uykuya dalmıştı. Kueti, Eiros'un odasından çıkmadan önce ses yalıtımını açmıştı. Böylece, salonun ortasındaki koltuklara dizilmiş üçlünün konuştuklarını duyamayacaktı.
“Sana bunu kaldıramayacağını söylemiştim,” dedi, Engar, onaylamaz bir tonda “O çok zayıf.”
“Zayıflığın olduğu yerde, aynı büyüklükte bir güçlenme potansiyeli vardır,” diye yanıtladı, Neus “Hem senin ses çıkarmaya hakkın yok, sevgili Engar. Kabza darbelerini gördüm. Sadece gerçekten sinirlendiğinde böyle davranırsın.”
“Onun gibi kendisini beğenmiş ve çocukça patlamalar yaşayan birisini sevmemi bekleme benden,” diyen Engar, pek de sinirlenmişe benzemiyordu.
Daha çok, rahatsız olduğu bir durumu doğallıkla ifade eden birisinin basitliğine sahipti; bunları içine atarak, kendisini zehirlemesine izin vermeyen bir kişinin doğallığına.
“Ona bir şans ver, Engar,” dedi, lafa giren Kueti “Kötü birisi değil.”
“Kötü birisi değil mi?” diye sordu, şaşıran Engar “Adam kaç kişiyi öldürdü. Bana, onun iyi birisi olduğunu söyleme.”
“İnsan hayatta kalmak için pek çok şey yapabilir,” diye, sade bir yanıt verdi bunun üstüne, kız.
“Peki komşusuna ne diyeceksin? Hadi Ugi'yle olan savaşında apartmandakiler kazayla öldü ve konakladığı semtte yaptıklarını da oradakiler hak ediyordu. Peki komşusuna ne diyeceksin? Tek suçu kaba olmak olan, masum bir sivilin öldürülmesini de savunacak mısın?”
Kız, bir süre sessiz kaldı. Onun bu sessizliğini yenilgi olarak algılayan Engar, tartışmanın bittiğini düşünse de, yanılıyordu.
“Tek bildiğim, buradaki hiç kimsenin yaptığı her şeyle gurur duymadığı,” dedi.
Engar tam cevap verecekti ki “Buzlu çay!” diyen Neus'un, heyecanlı bağırışıyla yerinden sıçradı. Kueti de, aynı şekilde hazırlıksız yakalanmıştı. Engar yumruğunu sıkmış ve bedeni sıçramak üzere gerilmişti. Kueti'yse, belindeki korumalıkta olan silaha uzanmıştı. Ancak, gelenin Neus olduğunu hemencecik anlayan ikili, rahat birer soluk koyuverdi.
“İnsanların ödünü koparmak hoşuna gidiyor, değil mi?” diye sordu, metal tepsideki fırfırlı pipetlerle donatılmış bardaklardan birine uzanan Engar.
“Kim demiş,” diyen Neus, bıyık altından güldü.
Kueti de uzanarak, kendisine bir bardak aldı. Adamın ne ara salondan kaybolduğunu ve ne ara geri geldiğini anlamamıştı. O kadar derin mi tartışıyorlardı ki, ne o ne de kendisi bunu fark edememişti? Bu seferki iş vereni ve yarattığı ortam gerçekten... farklıydı.
“Çok derin konuşuyordunuz, sizi bölmek istemedim,” diyen adam, kendisi de bir bardak kaparak tekrar koltuğa yerleşti.
“Sen ne diyorsun?” diye sordu, Kueti.
“Neye? Yıldırım konusuna mı? Bence o artık, kendi kendine çözüldü,” diye yanıtladı adam, süslü pipetle derin bir yudum alarak.
“Bu kadar basit mi yani?” diye sordu, içecekten bir yudum aldıktan sonra konuşan Engar.
“Hemen hemen evet,” dedi, çok basit bir şeyi açıklıyormuş gibi davranan Neus “İçindeki öfkeyi yönlendirmeyi bırakıp yüzleşmesi gerekiyordu. Bugünkü davranışı ona bir şeyleri gösterecektir.”
“Neus, yeni katıldığım için yöntemlerini çok iyi bilmiyor olabilirim ama dediğin sence de biraz fazla uçuk değil mi?” diye, bu sefer Engar'a katıldı genç kadın “Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?”
“Fark etmemiş olabilirsiniz fakat Yıldırım buraya geldiğinden beri daha bir açık ve azimli davranıyor... ona gerektiğinde duymaya ihtiyacı olan şeyleri söylediysem de, övgüyü tamamen üstüme alamam. Yanlış anlamayın, çok güzel bir iş çıkardım,” dedi, kara gözleri gururla parıldayarak “Ama sandığının aksine, içinde onu yönlendiren bir şeyler var. Hayatına devam etmesini sağlayacak bir şeyler.”
“Soyut safsata ve hümanist saflık,” diye geçiştirdi, Engar.
“Hayır, kesinlikle hümanizm değil,” dedi, Neus “Beni daha iyi tanıyor olman gerek, Engar.”
Bunun üstüne, genç adam hafifçe güldü. Önlüklü adam haklıydı. Düşüncesiz davranarak, çok saçma bir şey söylemişti.
“Şimdi ne olacak peki?” diye sordu, Kueti.
“Biz yapabileceğimizi yaptık. İhtiyacı olan 'itkiyi' sağladık. Gerisi Yıldırım'a kalmış bir şey. Kesinlikle durumu iyiye gidecektir demiyorum fakat isterse bunu yapabilir. Ancak, önündeki yol çok çetrefilli ve uzun olacaktır. Belki de hiç bitmez,” dedi Neus.
Üçlü, aynı anda buzlu çaylarından birer yudum aldı.
“Bana bu konuda yardımcı olduğunuz için teşekkür ederim.”
“Biz bir şey yapmadık ki,” diye yanıtladı, Engar.
Cevap vermeyen Neus, kalktı ve hızla dışarı yollandı.
Aklına sonradan gelmiş gibi, küçük bir ekleme yapmayı da unutmamıştı.
“Bardaklarınızı mutfağa bırakmayı unutmayın!”
---
Kapıyı arkasından çekerek çıkan adam, rüzgarın nazik dokunuşunu yüzünde hissetti. Gözlerini kapayarak, kollarını yana açtı ve anın keyfini çıkardı.
“Kendinden pek bir memnunsun bakıyorum,” diye bir ses duyuldu.
Arkasını dönme ihtiyacı duymayan adam, bu kişinin kim olduğunu biliyordu. Yugiera'dan başkası değildi. Kapının yanındaki koltuğa oturmuş olan kadının yanında, bir içki bardağı duruyordu. Uzun bacaklarını rahatça uzatarak olduğu yerde yayılmıştı.
“Neden olmayayım ki?” diye yanıtladı, kara ormana bakan adam.
“Hakkını vermem gerek,” diye itiraf etti Yugiera “Olayı bu kadar iyi idare edeceğini düşünmemiştim.”
“Bu kadar yıldan sonra, benden hala şüphe mi ediyorsun?” diye sordu, dönerek onun yanına oturan Neus.
“Hayır. Benimkilerin daha uyanık olmasını beklerdim,” diyen kadın, içkisinden bir yudum aldı.
“Gözünden hiç bir şey kaçmıyor,” diyen adam, sırıttı.
“Ne sandın?” diyen Yugiera, bardağı adama uzattı “Özlem çeken Kueti ile o çocuğun yakınlaşmasını sağladın ki Eiros birileriyle iletişim kurabilsin. Bir yandan da, Engar ile aralarında sürtüşme olacak bir ortam yarattın. Sivrizeka Engar da buna dünden razıydı... gerçekten utanç verici. Böyle aptalları takımıma aldığıma inanamıyorum.”
“Onlara bu kadar yüklenme, senin dışında birisinin fark etmesi pek zor olurdu,” dedi, yakalandığı için artık bir şey saklama ihtiyacı duymayan adam “Biraz daha karışık tabi. Yıldırım'ın önce bir insanla etkileşmesi gerekiyordu. Bu yüzden, Engar'dan önce Kueti'yle tanışmasını sağladım. Gerçi o kızın konuşmaya istekli olup olmadığını kestiremiyordum fakat aramıza yeni katıldığı için, kendisi gibi 'yabancı' biriyle daha kolay bağ kurdu.”
“Her zamanki gönlü bol ve düşünceli tavrınla, iki yalnızı bir araya getirdin yani,” diye iğlenedi, kadın “Peki ya Engar?”
“Güçlü ve göz korkutan birisi. Eğer aralarında bir gerilim olsa, Yıldırım asla ona karşı çıkamazdı. Engar'sa, ona yüklenmeye dünden razıydı. Burada, benim de devreye girmem gerekti. Patlamaya hazır hale gelmişken daha rahat bir çıkış yolu sunmalıydım ona. Ben de öyle yaptım. Bastırılmış öfkeye sahip herkesin yapacağı gibi, sorunun ana kaynağına yönelmek yerine, daha az tehditkar ve kendisine daha yakın gördüğü kişiye yöneldi.”
İnsanları nasıl yönlendirdiğini rahatça anlatan adamda, en ufak bir vicdan azabı yoktu. Yugiera, onun bu yanından rahatsız oluyordu. Kim bilir kendisini kaç kez manipüle etmişti. Ancak, adamın sadece bu özelliğiyle yargılanamayacağının da bilincindeydi.
“Şimdi ne olacak peki?” diye bir soru yöneltti, adama.
“Diğerlerine söylediğim gibi; Yıldırım, ilerlemek istiyorsa gerçekle yüzleşmeli ve bir şeyleri denemeye başlamalı,” diye yanıtladı.
“Eğer bunu yapamazsa?” diye sordu, uzun kadın.
Kadının elindeki içkiyi kapan Neus, ondan bir yudum aldı ve önünde uzanan geceye baktı. Göğün sınırında belli belirsiz görünen kara bulutlar yakınlaşmaya başlamıştı. Hala ufkun köşesinde olsalar da, eninde sonunda buraya varacakları barizdi.
“Bu ülke... ve bildiğin gibi, başka pek çok yer, karanlığa düşecek,” dedi, sözleri kadar kara bir tonla “Tabii, bunu ona söyleyemeyiz. Henüz değil.”