7. Bölüm – Kan Ormanı
Gece geldiğinde bile, açık hava sayesinde askerler gayet mutluydular. Ormanın tepesine, görülmeyecek şekilde tahta platformlar yapmışlar ve düşmanları bekliyorlardı. Sugg Vua Savaş klanının davullarını ve dehşet verici çığlıklarının bu kadar yaklaşmış olması ne kadar korkunç olsa da, Neinea, onlara gereken cesareti verebilmişti.
Komutanlardan biri Neinea’nın yanına geldi o gece usulca. Yaşça ondan daha büyük ve gayet güçlü bir komutandı.
“Kraliçem” dedi ve eğildi “Sizce, onları yenebilecek miyiz?”
Neinea hafifçe gülümsedi. Birkaç saniyelik sessizlikten sonra dilendirici sesiyle şöyle dedi;
“Kazanacağımızdan emin olmasam, bu kadar yolu getirmezdim size. Dehşet ve korku siz insanların kalbine hükmedebilir ama ben bir insan değilim ve dehşetle korku, hiçbir zaman beni kontrol edemeyecek. Duras, korkunu anlıyorum.”
Komutan, kafasını salladı ve arkasını dönüp gitmeye yeltendi. Ancak sanki bir tereddüdü vardı. Söylemek istediği söyleyemiyormuş gibiydi. Sonra cesaretini topladı ve onun önünde durdu. Gözlerinin içine baktı.
“Neinea, sen Suadre’ye geldiğinden beri sana aşığım.”
Bu sözünün idamını bile getirebileceğini biliyordu.
Neinea ile yavaşça yaklaştılar. Öyle ki dudakları birbirine değinceye dek…
***
Tanrıların Doğuşu
Tek olan, ilk yaratılanı yaratıktan sonra ve ilk yaratılanın oğullarını ve kızını yarattıktan sonra, denen odur ki, yanmış ve külleri Dünyaya saçılmış. O gün, küllerinden beş tane tanrı doğmuş. Tanrıların her biri farklı konularda ustalaşmış. Sonunda her biri birer tane kıta yaratmışlar.
Uneleis, Batı Kıtası diye adlandırılacak olanı yarattı. Orası devasa bir çöl kıtasıydı. Sıcaklığın ve kumların tanrısı olarak bilinir Uneleis. Eun halkı hala ona taparlar ve hala ona hürmet ederler.
Des, Doğu Kıtasını yarattı. Orası verimli toprakların kıtasıydı. Tüm halklar ilk orada yaşadılar. Des, verimliğin ve doğanın tanrıçasıydı. Dehşet verici olabilecek kadar güzel olan her şeyi yaratandı o. Denir ki, Des ve Uneleis, bir gün karşılaşmışlar ve evlenmişler. Böylelikle büyük bir kutlamaya, iki kıta birbirine yaklaştırılmış.
Serus, gizlenmiş şeylerin tanrıçası, batı kıtasınında batısında kalan bir yere, gizli bir kıta inşa etmiş. Oraya Tanrılar meskeni adını vermiş ve zaman içinde Des ile Uneleis oraya yerleşmişler. Kıtanın etrafı bir sisle çevrilmiş ve hiçbir ölümlü oraya yaklaşamamış.
Deor, karşıtlığın tanrısı ise, kuzey kıtasını yaratmış. Buzulların ve karların hüküm sürdüğü kargaşa ortamını... Oraya hiçbir canlı yerleşememiş, hiçbir canlı orada yaşayamamış. Denir ki, ondan önce kıtalarda kış ve gece olmazmış, Ancak Deor, bütün bu kötülüğüyle doğanın karşıtını yaratmış: Kış!
Böylelikle Des ve Uneleis, Tanrılar meskeninden ayrılmışlar ve kendi kıtalarına geçip bir koruyucu kalkanla çevirmişler orayı. Bu kıtalara hiçbir güç giremezmiş. Böylelikle Aesten Çemberi denilen korkuma kalkanı yaratılmış ve Aesten Kıtaları ismini böylece almışlar.
Ancak dehşetle fark edilmiş ki, beşinci kardeşleri, bir ada yaratmış. Aune adını verdiği küçük bir adaymış bu. Denir ki, o, Tek olandan en yüksek gücü alanmış. Böylelikle diğerlerine kolayca hükmünü geçirebilirmiş.
Böylelikle büyü gücünü kullanmış ve diğer tüm tanrıları yok etmiş. Üç tanrının gücü ve yarattıkları, oldukları yerde kalmışlar ancak kış tanrısının gücü tüm dünyaya yayılmış. Böylelikle dünya, kışın gücüyle tanışmış.
Deor, ölmeden önce demiş ki ilk doğanlardan Faéra’ya, “Sen benim Kışımın kar tanesisin, kışımın gücü halkınla beraber olacak”
Des, ölmeden önce demiş ki ilk doğanlardan Denizciye, “Sen benim Doğamın ölümlüsüsün, dehşet seni ele geçirse de, ölümden sonra huzur bulacaksın.”
Uneleis, ölmeden önce demiş ki ilk doğanlardan Eun’a, “Sen benim Çölümün güneşisin, ölüm seni ele nadiren geçirecek, ama geçirdiğinde bile tekrar döneceksin bu dünyaya”
Böylelikle büyüler yapılmış ve yeminler edilmiş. Serus, hiçbir şey yapamadan ölen ilk tanrı olmuş.
Böylelikle hepsini yok eden, Şimdilerde Puslu Kıta olarak tanımlanan en batıdaki kıtadaki tahtına oturmuş. Ona her şeyi gören denir. Ki o her şeyi gördüğünü zanneder.
***
Sabah olduğunda Sugg Vua orduları ormana yeni girmişlerdi. Güneş ışığı onları dehşete düşürmüş olsa da Kraliçenin vermiş olduğu güçle yollarına devam ediyorlardı. Ormana girdiklerinde kılıçlarını çektiler ve yavaşladılar.
Onlar ormana girdiğinde, Neinea’nın ordusu, çoktan hazırlanmış ve Klan savaşçılarını pusuya düşürmek için yerlerine geçmişlerdi. Oklarını almış ve askerlerin etrafını çevirmişlerdi. Sonunda Neinea işareti verdi ve okçular ok yağmuru ile Klan askerlerinin bir kısmını delik deşik ettiler.
Kaçan çok az sayıda Klan askeri, saklandıktan sonra, Neinea ikinci işareti verdi ve kılıçlılar aşağıya atladılar. Neinea ve Duras da atladılar ve dövüşmeye başladılar. Büyük bir hızla ilk adama kılıcını sapladı Neinea ve hızla dövüşmeye devam etti.
Oklarla çoğu düşman öldürülmüş olsa da, devasa ordunun kayda değer bir kısmı hala ormandaydı. Zehirli kılıçlarını vurdukları herkes sanki alev topu çarpmış gibi yanıyorlardı. Korku ortamında, Neinea büyük bir askerle karşı karşıya geldi. Sugg Vua’nın kullandığı yaratıklardan biriydi bu.
Bir dev gibi uzundu. İki bacağı ve iki kolu vardı ancak kambur olduğundan üstüne bir sürücü biniyordu. Tıpkı binilen atlar gibi, bu yaratıklarda binici tarafından kontrol ediyordu. Sadece komutanlar kullanırdı bu yaratıkları. Onlara Sehudh derlerdi.
Neinea, kılıçlarını hızlıca savurdu ve arkasından ona vurmaya çalışan kılıcı durdurdu. Sonrasında zıplayıp birkaç söz mırıldandı.
“Saan kass!”
Sehudh sanki ayağı kaymış gibi düştü ve üzerinde ki komutan yere yığıldı. Neinea hızlıca komutanın üzerine atladı ve kafasını kesti. Sehudh sert bir hareketle kalkmaya çalışırken, Neinea hızlıca boğazını kesiti canavarın ve etrafına baktı.
Ormandaki savaş göz alabildiğince devam ediyordu. Fark etti ki, kazanmaktaydı savaşı. Canavarın üzerinden atladı yere. O anda yer delindi ve Neinea bir boşluğa düştü.
***
Uyandığında, derin bir çukurdaydı. Önünde bir mağara, sonsuzluğa doğru uzanıyordu. Neinea, yavaşça kalktı ve ilerlemeye başladı. Mağara, garip bir şekilde tavandaki deliklerden ışık alıyor ve asla tam bir karanlık olmuyordu.
Sonunda koridorun sonuna ulaştığında şok oldu. Önünde bir heykel vardı. Çok eski olduğu belli olan bu heykel, tepeden vuran bir ışıkla aydınlanıyordu. Heykelin altında, şöyle yazıyordu:
“Des At’uner, eni meus, kass mei nedh”
Neinea yavaşça okudu.
“Tanrıça Des, Toprakta olan, Zamanı büküp hükmeden”
Anlaşılan ondan çok önceleri de birileri buraya gelmişti. Odada ki kemiklerden, çok eskiden buralarda birilerinin yaşadığını anladı. Tavan baktığında, bir duvarın çıkıntılı olarak yukarı uzandığını ve bir deliğe kadar uzandığını fark etti. Delikten, Heykeli aydınlatan ışığın girdiği delikti aynı zamanda.
Neinea, hızla çıkıntıları tutunup tırmanmaya başladı. Buradaki her şeyi arkasında bırakarak, savaş alanına çıktı…