.
Voldemort’un Laneti
Gece yarısını henüz iki saat geçtiğinden olacak, Hemaraj Pinak’a telefon acı acı çalıyor gibi gelmişti. İngiltere Nüfus İdaresi’nin İletişim Teknolojileri sorumlusuydu ve oldukça acil bir sorun olmasa bu saatte aranmayacağının da bilincindeydi. Ayılmaya ve saate bakmaya çalışırken telefonu cevapladı. Şirketteki nöbetçi memur arıyordu.
“Bay Pinak, acil bir durum var” dedi görevli.
“Nedir?”
“Bilgisayarlar kilitlendi, hiç bir program çalışmıyor. Sanırım çok ciddi bir hacker saldırısına uğradık. Adam imzasını da bırakmış.”
“Nasıl yani?”
“Monitörde kocaman kırmızı bir yazıyla ‘Voldemort’ yazıyor.”
“Voldemort mu?”
“Evet efendim. Defalarca resetledim ama hep aynı yazı çıkıyor.”
“Tamam, geliyorum” dedi Hemaraj. Londra’nın göbeğindeki şirketin merkez ofisine gitmek için hazırlanmaya başladı. Bir yandan saldırıyı kimin yapmış olabileceğini düşünüyordu. Voldemort, Voldemort... Bu kelime yabancı gelmiyordu ama hatırlayamadı. Nüfus İdaresi’nin veri tabanı, ülkenin en güvenlilerinden biriydi. Adam bunu hackleyebildiğine göre “çok iyi” olmalıydı; üstelik bir de imza bırakmış. Hemaraj, sinirle dişlerini gıcırdattı; bu saldırı prestijine gölge düşürecekti. Kimdi bu Voldemort?
***
O cuma günü Nüfus Dairesi, sözde bakım çalışmaları yüzünden hizmet veremedi. Veri tabanı silinmiş, sisteme, işlemcileri kullanılmaz hale getiren -daha önce rastlanılmamış- bir virüs bulaştırılmıştı. Durum ciddiydi. Bir sürü bilgisayar uzmanını, hafta sonu sıkı bir mesai bekliyordu.
***
Öğleden sonra Londra’nın başka bir semtinde, bir kanalizasyon kapağının etrafında birkaç polis toplanmış, bir olayı soruşturuyordu. Kanalizasyon işçilerinden biri kafa üstü lağıma düşmüş ve boynunu kırarak ölmüştü. Polislerden sivil olanı, ölenin çalışma arkadaşlarını sorguya çekiyordu. “Hiç biriniz görmemiş anlaşılan, olayın nasıl olduğunu?” dedi polis.
“Hayır memur bey, hepimiz çay molası vermeye gidiyorduk. Aslında Harry’nin de bize katılması gerekiyordu ama nasıl olduysa arkada kalmış ve döndüğümüzde ölmüştü.”
“Yani kazayla kanalizasyona mı düştü?”
“Eee, buna pek inanasım yok açıkçası.”
“Ne demek istiyorsunuz?”
“Bakın memur bey, kanalizasyona herkes düşebilir ama şimdiye kadar kafa üstü düşen birini pek duymadım doğrusu.”
“Cinayet olabileceğini mi ima ediyorsunuz?”
“Harry tecrübeli bir işçiydi, rögardan içeri balıklama dalacak biri değildi.”
“Peki bu...” polis cesetten aldığı kimliği okudu. “Harry Potter’ın düşmanı var mıydı? Kimse tehdit ediyor muydu acaba?”
“Bildiğim kadarı ile yoktu.”
“Harry Potter. Şu filmdeki gibi, sihirbaz çocuk...”
“Evet, ‘bok büyücüsü’ diye dalga geçerdik onunla.” Kanalizasyon işçisinin -güzel anıları hatırlarmışcasına- bir an yüzüne yapışan sıcak gülümseme, arkadaşının ceset torbasına konuluşu sırasında hayali bir esinti gibi kayboldu.
***
Cinayet masası dedektifi John Blackwood, küçük ofisindeki koltuğuna geniş geniş yayılmış, bilgisayarının ekranından slaytlar şeklinde geçen “en çok arananlar”ın fotoğraflarına bakarken; birkaç gün daha dişe dokunur bir iş çıkmazsa göbek yapabileceğini düşündü. Ancak John’un işi cinayetleri çözmekti ve “iş çıkması”, birilerinin boğazlanması anlamına geldiği için, aklından geçen ironik düşüncelerden dolayı kendinden utandı. Acaba dünyada hiç cinayet işlenmese kendisi ne iş yapardı? Dahili hattan gelen Başkomiser Edward Long’un heyecanlı sesi, John’u saçma düşüncelerden sıyırdı.
“John, derhal ofisime gel!” dedi Başkomiser. Bu “derhal” acil demekti.
John Blackwood, Başkomiser’in ofisine girdiğinde sekiz on kişinin daha toplanmış olduğunu gördü. Ortağı Samuel Benton’u da orada görünce biraz şaşırdı. Onun öğleden sonra izinli olduğunu sanıyordu. “Ben sana sorarım” gibisinden bir bakış attı Samuel’e.
Başkomiser dikkati toplayacak şekilde gür bir sesle konuştu: “Arkadaşlar bugün Londra’nın hemen dışındaki şüpheli bir araba kazasında hayatını kaybeden bir adam ve kanalizasyona düşerek yine şüpheli bir biçimde boynunu kıran başka bir adamın da adlarının Harry Potter olduğu bilgisini almış bulunuyorum.”
Bir an odadakiler suskun bir şekilde bilgiyi sindirdi. Derken her zaman ki atılganlığıyla basın sorumlusu Harrison konuştu: “Şu meşhur Harry Potter gibi mi yani. Eyvah, eyvah...”
“Tesadüf olamaz mı?” dedi birisi.
“Tesadüf bile olsa, riski göze alamayız.” dedi Başkomiser. “Anita! Araştır bakalım Londra’da... İngiltere’de kaç tane Harry Potter varmış. Hepsinin bilgilerini liste halinde istiyorum.”
Anita hızla ofisten çıkarken, Başkomiser herkesin gözünün içine tek tek bakarak birazdan söyleyeceklerinin çok önemli olduğunu vurguladı. “Bakın çocuklar, bu bilgi kesinlikle gizli tutulmalı. Basına sızmasına kim sebep olursa kellesi gider ona göre! Herkes anlamıştı. “Hem zaten belki de tesadüftür, umarım tesadüftür” dedi Başkomiser. İçinden, Tanrı’ya bir kıyak yapması için yalvardı.
Tam bu sırada Anita telaşla içeri girdi. Çabuk dönmüştü. Odadaki herkesin bakışları hint asıllı çıtı pıtı polis memuruna döndü. Kızcağız konuşmadan önce dışarıya sesinin gitmeyeceğinden emin olmak ister gibi kapıyı kapattı. “Efendim Nüfus İdaresi’nin bilgisayarları korsanlar tarafından hacklenmiş; sivillerin kimlik bilgilerine ulaşamıyoruz.” Başkomiser’in dilinin ucuna gelen kelimeyi boğmak ister gibi devam etti Anita: “Üstelik daha kötüsü var. Korsanlar bir mesaj bırakmış... Voldemort!”
“Voldemort mu?” dedi Başkomiser Edward Long. Odadaki birkaç kişinin şifreyi çözmüşçesine mırıldandıklarını fark etmişti ama bu kelime kendisi için bir anlam ifade etmiyordu. “Açıklasana Anita!” dedi sabırsızlığını vurgularcasına.
“Voldemort, romanda Harry Potter’ı öldürmeye çalışan adam!”
Başkomiser hiç mutlu değildi. İsteksizce konuştu: “Evet, artık olayların tesadüf olmadığından emin olduğumuza göre... Kıçımızı kaldırıp şu seri katili yakalayalım. John ve Samuel siz Nüfus İdaresine gidin...”
***
“Şuradaki adam” dedi bir görevli, ötedeki Hemaraj Pinak’ı işaret ederek. John ve Samuel, esmer bilişim uzmanının yanına geldiklerinde; Hemaraj’ın parmakları, büyük terminallere bağlantıladığı diz-üstü bilgisayarın klavyesinde takır takır çalışmaktaydı. Bir an kafasını kaldırıp tepesine dikilen iki tipe baktığında bile çalışması duraksamadı. John, onun yetkinliğine sessizce saygı duydu. Sonra dikkatini bilgisayarın köşesindeki büyük harfler çekti: “H.P.” Aklına olmayacak bir fikir geldi. “İsminizin baş harfleri mi?” dedi, adamın işini bölmekte bir mahsur görmeyerek.
Hemaraj, adamların polis olduğunu tahmin ederek ayağa kalkarken “Hayır, bilgisayarın markası o” dedi.
Samuel Benton, polis kimliğini adamın burnuna dayarken, -ukalaca ses tonundan hoşlanmadığını belli eder gibi- adama kötü kötü baktı. “Kimliğinizi görebilir miyim bayım?” dedi.
“Hemaraj, alışkın bir hareketle kimliğini uzatırken, “hintliyim... Arap değil” dedi.
John birkaç saniye adama dik dik baktıysada tartışmaya girmedi. “Pekala bay Pinak. Saldırgan ya da Korsan, -her ne ise- hakkında bize neler söyleyebilirsiniz? Onu derhal yakalamamız gerekiyor.”
“Saldırganın bıraktığı izleri inceledim ve size ancak adamın hangi telefon numarasından bağlandığını söyleyebilirim. Büyük ihtimalle başkasının modemini kaçak kullanmıştır. Hatta buna eminim, çünkü bu adam işinin ehli.” Hemaraj telefon numarasını bir kağıda yazarak John’a uzattı.
İki polis merkeze dönerken; John, Samuel’e “sen şu kitabın yazarı J.K. Rowling ile görüş” dedi.
“Sen gelmiyor musun?” dedi Samuel.
John, elindeki kağıt parçasında yazan numaraya tekrar baktı. Ezberlemişti. “Ben İstanbul’a gidiyorum” dedi.
***
Komiser Ferit Coşar, Atatürk Hava Limanı’nda bekliyordu. Londra’dan gelen yolcular çıkış kapısında gözüktüğünde, üzerinde “John Blackwood” yazan kartonu havaya kaldırdı. John hızlı adımlarla yaklaştı Ferit’e. Fazla bekletmemişti. Çabuk bir tanışmadan sonra kendilerini arabada, şehir merkezine giderken buldular. Ferit hızlı kullanıyordu.
“Aradığınız numara Taksim, Beyoğlu’nda bir turizm acentesine ait.”
“Siz sorguladınız mı çalışanları?”
“Hayır, daha konunun ne olduğunu bile bilmiyorum. Anladığım kadarıyla bir hackerlik olayı. Para mı çaldılar?”
“Hayır sadece bilgi. Ama bu olayın İngiltere’deki bazı seri cinayetlerle ilgisi var.”
“Pekala John, sana John diyebilirim değil mi? Sana ben yardımcı olacağım, seni istediğin yere götüreceğim ve sorgulamalarda tercümanlığını yapacağım.”
“Sağol Ferit. Bu arada ingilizceyi çok güzel konuşuyorsun.”
***
Ipswich’de bir yaşlılar yurdu.
“Adam kendini asmış ha?” dedi polis memurlarından biri. Yaşlı adam odasının banyosunda sallanıyordu.
Hastabakıcı hemen oradaki tekerlekli sandalyeyi işaret ederek, “şaka mı ediyorsunuz?” dedi. “Doksaniki yaşındaydı. Ayağa kalkması için bile benim yardımıma muhtaçtı. Oraya tırmandığını düşünmüyorsunuz herhalde.”
İki polis memuru şaşkın bir şekilde birbirine baktı. “Belki de biri yardım etti bu... Adı neydi?”
“Harry Potter.”
***
J.K. Rowling’in evi adeta bir hapishane güvenliğine sahipti. Samuel Benton kimliğini kameraya gösterdi ve bahçe kapısı otomatik olarak açıldı. Samuel’in geleceği önceden bildirilmişti.
“Bu konunun gizli kalması çok önemli bayan Rowling” diye belirtti Samuel. Ünlü yazarın asistanı Ashley Rosen de yanlarındaydı.
“Konunun ne olduğunu bir bilsem.”
“Şu yazdığınız Harry Potter kitapları hakkında, hiç tehdit mektupları alıyor musunuz bayan Rowling? Devam etsin ya da Harry ölsün gibi, korkutucu veya garip, huzursuz edici mektuplar?”
“Tehdit mi? Oh, aman Tanrım, tabii ki hayır” dedi yazar. “Benim okuyucularımdan asla...”
“Aslında...” diye araya girdi Ashley. “Arada sırada bu tip e-mailler aldığımız oldu.”
Yazar şaşırmış ve kandırılmış bir yüz ifadesiyle asistanına baktı. “Ashley!..”
“Bak hayatım, seni böyle abuk subuk mesajlarla meşgul etmemi beklemiyordun herhalde.” Asistan, polis memuruna dönerek devam etti. “Bayan Rowling’in hayranlarından gelen bütün mesajları ben ve başka birkaç görevli okuyoruz ve ancak bazılarını ona iletiyorum. O kadar çok mektup geliyor ki hepsini okuması imkansız.”
“Peki tehdit mektupları?” diye sordu Samuel.
“Aslında tehdit değil de bazen garip, huzursuz edici e-mailler oluyor. Örneğin: ‘Harry Potter çok şımardı’ ya da ‘Öykü biterse Rowling de biter’ gibi...”
“Aman Tanrım!” dedi ünlü yazar. Duydukları karşısında şok olmuştu.
Samuel duygusal bir anın yaşanmasına izin vermek istemez gibi araya girerek, “peki hiç ‘Voldemort’ diye birinden mesaj aldınız mı?” diye sordu Ashley Rosen’e.
Bu soru, iki kadının da dehşetli bir yüz ifadesi takınması için yeterliydi.
***
İstanbul’u sevmişti John Blackwood. Turistik yerlerinden biri olan Beyoğlu’nda, yollarına yaya devam etmek zorunda kaldılar. Trafiğe kapalı İstiklal caddesinde yürüdüler biraz. Kalabalıktı. Dar bir sokağa girdiler ve üçüncü binanın dördüncü katında aradıkları turizm acentasını buldular. Beş kişinin çalıştığı küçük bir büroydu burası ve bekledikleri gibi hackerlık olayından haberleri bile yoktu. Kablosuz internetleri vardı ve birisi yakınlarda bir yerden modem hatlarına sızmış olmalıydı.
Ferit, bayan bir turizmci ile güya son konuşmaları yapıyordu. John, onun sırıtarak kıza kartını verdiğini gördü. Herhalde aklına bir şey gelirse araması için. Bu arada John da pencereden dar sokağı seyretti biraz. Birbirine doğru uzanan eski taş binalar, sokağı gölgeye boğuyordu. Voldemort bu binalardan birinde olabilir miydi? Karşı binada bir pencere dikkatini çekti. Bu sırada Ferit yanına gelmişti.
“Ferit baksana, şu karşı penceredeki yazılar nedir?”
“Falcı. Kahve falı, tarot falı bakılır diyor. Medyum yani. Aslında ülkemizde yasak bunlar. Yakında kapatırlar orayı.”
Çıktılar. Bir dakika sürmeden kalabalık İstiklal Caddesi’ne vardıklarında John durdu. İçinde garip bir his vardı. Arkasını dönüp tekrar geldikleri sokağa baktı. Falcı’nın penceresinde kocaman bir baykuş tünemişti ve John’un görebildiği kadarıyla ayağında rulo edilmiş bir kağıt tutuyordu. Gözlerine inanamadı.
“Ferit bak!”
“Hass... O ne yaa?”
“Bu bir baykuş! Hem de gündüz vakti! Üstelik bir mesaj taşıyor!”
“Mesaj mı?”
“Anlamadın mı? Harry Potter filmindeki gibi. Mesajları baykuşlar getiriyordu hani.”
“Harry Potter mı?.. Haa, neyse... Beyoğlu ilginç bir yerdir.”
“Oraya gitmeliyiz Ferit.”
Tam bu sırada John Blackwood, ceketinin ucundan birinin çektiğini hissederek, istemeyerek de olsa bakışlarını baykuştan ayırmak zorunda kaldı. Tam önünde pislikten rengi kararmış, yağlı kıvırcık saçlı bir genç görerek irkildi. En çok dikkat çeken şey de, çocuğun bir eliyle John’un ceketini çekiştirirken, diğer elindeki, içinde sümüksü kimyasallar olan şeffaf naylon torbayı ağzına ve burnuna dayayarak içinden nefes çekmesiydi. Çocuğun gözleri, ortasında kocaman siyah bir leke olan sarı yuvarlaklaklar şeklindeydi ve ölü bakıyordu. Arada ilaçlı torbayı ağzından çekip, tükürükler saçan hırıltılı sesiyle bir şeyler söyledi ama tabii John doğal olarak bir şey anlamamıştı. Yine de, bu paçavralar içindeki sokak çocuğunun para dilendiğini tahmin etmek için müneccim olmaya gerek yoktu. Ama şimdi sırası mıydı? John müthiş rahatsız olmuştu. Çocuğun parmaklarını ceketinden sökmeye çalışırken, ellerine bulaşan iğrenç bir vıcıklık hissetti.
“Ferit, Ferit! Baksana ne istiyor bu?”
Ferit olayı farkettiğinde gözleri çakmak çakmak açıldı. Sinirlendiği besbelli bir biçimde ve hızlı bir şekilde -John’un küfür olduğunu tahmin ettiği kelimeler sayıklayarak- çocuğun üstüne yürüdü. Yakasından yakalayıp tartakladığı çocuğu iterek uzaklaştırmaya çalıştı. Sokak çocuğu şimdi John’un ceketini ve poşetinden nefes çekmeyi bırakmış, Ferit’in kullandığı kelimelerin benzerlerini kullanarak iki dedektife bağırıp çağırıyordu. Her taraf insan kaynıyordu.
John, bir an tekrar baykuşun olduğu tarafa baktı. Kuş hala oradaydı ve kesinlikle kendisine bakıyordu. Kalabalık caddenin gürültülü atmosferi içinde, tekrar kafasını çevirdiğinde, sokak çocuğunun elinde tuttuğu kesici bir aleti sağa sola salladığını gördü. Ferit artık daha tedbirliydi. İkisi de tehdit ve küfürleşme yarışına girmişlerdi. Çocuk, John’u da ihmal etmedi ve ıslık çalarak savrulan keskin metal, ceketinin üst cebini yırttı. John hemen bir refleks adımı geri çekilerek, otomatik hareketlerle ceketini çıkarıp sol koluna doladı. Bu onlara akademide öğretilmiş bıçağa karşı korunma hareketiydi. Arka planda birkaç kadının çığlıklarını duydu. Etraflarında binlerce insan olması, yaşadıkları olayı inanılmaz kılıyordu. Baykuş hala duruyormuydu acaba? Ferit’e döndüğünde, türk meslekdaşının silah çektiğini gördü. Bu duruma nasıl gelinmişti? Çığlıklar, bağırma, çağırmalar arttığında, “Hey Johny!” diye bir ses duydu yan tarafından. Döndüğünde sadece bir an, diğeri kadar kirli başka bir sokak gencinin kendisine doğru savurduğu koyu renk camlı şişeyi görebildi. Darbe şakağında patladı ve John Blackwood için film koptu.
Tekrar gözlerini açtığında yerde yatıyordu ama taş değil bir sedye üzerindeydi. Ambulansı görebildi biraz ötede. Etrafta bir sürü insan kalabalığı onu seyrediyordu. Birisi kalkmamasını işaret ederek anlamadığı bir dilde konuştu onunla. Burası neresi? Biraz ötede üniformalı polislere bağırıp çağıran adamı tanıyordu. Polisler onu sakinleştirmeye çalışıp, alttan alıyorlardı. Sonunda Ferit yanına geldi.
“Dostum nasılsın? İyileşeceksin merak etme.”
“Ferit...”
“Hah! Bak beni tanıdığına göre kafan sağlam.”
“Çete miydi?.. Bize saldıranlar?”
“Ne? E-evet çeteydi John. Uyuşturucu almışlar. Manyak pislikler! Üzgünüm dostum senin ceketini, telefonunu filan çaldılar. Cüzdanın da gitmiş herhalde. Alçaklar!”
Sağlık görevlileri John’u ambulansa bindirdi. Ferit de yanında gidiyordu.
“Ferit, baykuş ne oldu?”
“Merak etme dostum. Şimdi hastaneye gidiyoruz. Kafanın filmini çekecekler. Anladın mı? İyileşeceksin.”
***
Watford Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi.
Samuel Benton, uzman Psikiyatr Doktor Howard Pingrim ile beraber, beyaz hücre kapısının kırılmaz küçük gözetleme camından içeriye bakıyordu. Hücrede kırılacak eşya olmaması, hatta bütün eşyaların (duvarlar da dahil) lastik benzeri esnek bir dokuyla kaplandığı dikkat çekiyordu. İçeride donuk bakışlarla duvarları seyreden onyedi yaşında bir erkek çocuğu oturuyordu.
“Tehlikeli mi?” diye sordu dedektif.
“Söylemesi zor” dedi Howard Pingrim. Doktor, ellinin üzerindeydi. Kırçıllı keçi sakalını sıvazladı. “Şimdiye kadar kimseye saldırmadı. Sadece iki defa hastabakıcılara direnç göstermiş.” Konuşurken bir yandan elindeki dosyayı inceliyordu. “Kriz anında zor zapt edilmiş.”
“Deli kuvveti diyorsunuz yani?”
“Biz o kelimeyi kullanmıyoruz dedektif” dedi Psikiyatr, hafif kınayan şekilde bakıyordu.
“Doktor bu genç, -Tom Faylom- iki sene evvel J.K. Rowling’e abuk subuk, manyakça mektuplar yazıyormuş.”
“Olayı biliyorum dedektif; o zamandan beri benim hastam.”
Samuel elindeki not defterinden okudu: “Harry’nin pamuk cildine cehennemin resmini kazıyacağım... Karnını deşip, bağırsaklarını boynuna dolayacağım...”
“Evet, evet ben de okudum o mektupları. Tom, o mektupları kendisine ‘Voldemort’ adında ruhsal bir varlığın yazdırdığını iddia etti. Ayrıca Rowling’in malikanesine girmeye çalıştığını da hatırlamıyor. Büyük ihtimalle Voldemort’un onun kontrolünü ele geçirdiğini düşünüyor.”
“Peki siz bütün bunlara inanıyor musunuz Doktor?”
“Evet inanıyorum. Paranoid şizofren hastalığı oldukça karmaşıktır. Hasta sanrılar görür ve sesler duyar, üstelik bunlar hasta için şüpheye yer bırakmayacak kadar gerçektir. Bence Tom tüm anlattıklarını beyninde yaşıyor.”
“Anladığım kadarıyla Tom’un gördüğü bu Voldemort denilen şey, ona istediği her şeyi yaptırıyor. Yani istese çocuğa cinayet de işletebilir?”
“Evet, teorik olarak bu doğru. Zaten bu yüzden onu burada kilit altında tutuyoruz.”
“Peki dışarı çıkması imkansız mı? Haberiniz olmadan çıkıp geri gelmiş olabilir mi?”
Doktor güldü, “dedektif bir ara uğrayın isterseniz, siz de paranoya başlangıcı görüyorum.”
Samuel hafifçe bozulmuştu ama düşüncesinin gülünç olduğunu itiraf etmek zorunda kaldı. Dışarı çıkabilse bile neden geri dönsün, değil mi? “Yine de hastayla bir konuşmak istiyorum Doktor.”
“Pekala, siz bilirsiniz. Lütfen silah sokmayın içeriye ve yanınızda bir hasta bakıcı bulunsun.”
Samuel, Tom Faylom’u hücresinde ziyaret ettiğinde, iriyarı siyahi hastabakıcı da kapı eşiğinde bekledi. Genç Faylom’un sarı saçları vardı. Beyaz teni, güneş görmeyen hücresinin etkisiyle olsa gerek iyice ceset rengine dönmüş, çelimsiz bir zombi gibi görünüyordu. Duvara baktığından Samuel onu sadece profilden görebiliyordu. Yaklaştı.
“Selam Tom, ben...”
“Kim olduğunu biliyorum Samuel!” Ses, asla bir gençten beklenmeyecek kalın tonda, tıslama hırlama karışımı, hayvani bir inlemeydi sanki. Asırlardır kapalı duran bir mahzenin kapısı aralanmış ve dışarı gelen bayat havanın soğukluğu yüzüne çarpmış gibi, Samuel’in tüyleri ürperdi.
Samuel, bakıcıya ters bir bakış attı. Hastaya kendi hakkında bilgi vermiş olmalıydı.
“Öyle mi? O halde neden geldiğimi de biliyorsundur.”
Tom birden kafasını çevirip Samuel’e baktı. Kılcal damarları çatlamış gözlerin, beyaz olması gereken bölümü neredeyse kıpkırmızıydı. Kül rengindeki teniyle ürkütücü bir tezat oluşturuyordu. Sırıttı. Ama aniden değil; ince dudaklarının yukarı doğru kıvrılması ile başlayıp, sarı dişlerinin boy göstermesi arasında geçen süre, Samuel’e hiç bitmeyecekmiş gibi geldi. “Harry Potter’ı korumaya çalıştığını biliyorum Samuel” dedi.
“Peki onu kimden korumam gerekiyor Tom?”
“Üzgünüm ama senin işini kolaylaştırmayacağım” dedi delikanlı ve hemen akabinde surat ifadesi yumuşayıp, bakışları donuklaştı.
Samuel boşa vakit kaybettiğini düşünerek kalktı. Hücreye tekrar göz gezdirdi ve buradan kaçılmayacağına ikna oldu. Tam gitmeye davranmıştı ki, Tom adamı dirseğinden tutarak çekti. Boş bulunan dedektifin dengesi bozulur gibi oldu. Gencin deli kuvvetine direnemedi. Psikopat çocuğun kafası adamın kulağına doğru uzandığında, ısıracağını anlayarak korkudan ödü patladı. Hastabakıcı da öteden hamle etmişti ama yetişmesine imkan yoktu. Fakat korkulan olmadı. Tom sadece -çocuksu bir ses tonuyla- kulağına fısıldadı: “John’un başı dertte!”
Eğer bu deli çocuk kulağını kopartsa, Samuel bu kadar şok olmazdı herhalde. Hastabakıcı Tom’u etkisiz hale getirirken, bir an donup kalan Samuel, çocuğun yakasına yapıştı. “Ne dedin sen? Ne dedin? John’u nereden tanıyorsun? Konuş o... çocuğu, konuş!” diye delirmiş gibi bağırıyordu. Azman hastabakıcı Tom’u bırakarak Samuel’e müdahale etmek zorunda kaldı. Tom ise katatonik bir hale bürünmüş, sadece saçma sapan mırıldanarak, kıpırdamadan yatıyordu. Gürültülere iki hastabakıcı daha geldi ve delirmiş polisi zorlukla zapt ederek dışarı çıkardılar. Neredeyse sakinleştirici iğne yapılacakken Samuel kendini topladı. Nasıl olur? Nasıl? Buradaki hiç kimseye John’dan bahsetmemişti.
“Onunla tekrar konuşmam lazım doktor” dedi, Tom’un hücresinden biraz evvel çıkan Doktor Howard Pingrim’e. Hasta bakıcılar tehlikeli bir deliymiş gibi çevresini sarmışlardı. “Bakın biraz evvel kendimi kaybettiğim için özür dilerim. Söz veriyorum bir daha olmayacak ama lütfen onunla biraz daha konuşmama izin verin.”
“Çok geç” dedi Doktor Pingrim. Bu sefer bakışları gerçektende kınayıcıydı. “Onu katatonik bir krize sokmuşsunuz. Beyni dünyayla ilişkisini kesti. Sakinleştirici verdim ama ne zaman düzeleceğinden, ya da düzelip düzelmeyeceğinden emin değilim.”
Samuel hastaneden çıkar çıkmaz John’u aradı. Karşıdan telefonu açan her kimse bilmediği bir dilde konuşuyordu. Türkçe olduğunu tahmin etti. Küfürleştiler. John’un başı dertte miydi?
***
devamı var