HARİKA
İnsanların hiçbir işinin olmadığı bir akşam vaktiydi. Ilık bir akşam… Öyle ki, henüz gecenin karanlığı tarafından tamamen yutulamayan güneş ışınları, birkaç saat içerisinde gökyüzüne egemen olacak lacivertin daha açık tonu olan renge katkıda bulunmaktaydı.
Bir şeylere yetişmesi gerektiği hissiyle adımlarını sıklaştırdı süzülürcesine. Gri renk dikdörtgen taşlarla bezeli geniş sokak boyunca yürüyen insanların yüzleri uzaktan pek görünmese de, yaklaştıkça yaydıkları pozitif dalgalar hissediliyordu. Sanki yaz sıcağında, uzakta bir yere bakıldığında sıcak hava dalgalarının görülebilmesi gibiydi bu.
Art arda dikilmiş ahşap direkler arasına gevşekçe bağlanmış ipler ve o iplere gelişigüzel asılmış gaz lambaları… Cafcaflı renklerin istilasına uğramış akşamın hoş birer parçasıydılar. Satıcıların renkli tezgâhları, tezgâhların başına öbek öbek üşüşmüş müşteriler; masalarını dışarı çıkarmış lokantalardaki hazırlıklar, hoş sohbetler ve tüm bunların sokağı boğmadan yaydığı sesler… Bu seslerin arka plandaki ritmi de rengârenk sokağı, gaz lambalarının turuncu benekleri eşliğinde, bir şeylere yavaşça hazırlıyor gibiydi.
Lokantaların masalarından birinde tanıdık yüzler gördü ve yaklaştı. Masadaki insanlarla çok yakın sayılmazdı ama çok iyi kişiler olduklarını biliyordu. Hatta bunu hissettiren şey her ne ise , ‘tanıdığım kadarıyla’ diyerek onlar hakkında söyleyeceklerine başlamasını engeller nitelikteydi onun için. Onları gerçekten tanıyordu…
Bir büyük şişe rakıya, abartılmadan donatılmış bir masa eşlik ediyordu önlerinde. Evet. İnsanlara değil önlerindekilere –masadakilere takılmak… Çok iyi olduklarını iddia edebilecekleri insanlara gülümseyerek, bir çeşit içtenlikle merhabalar dağıtırken, nedense birçoğunun yaptığı şeydir bu. Birine sarılıp yanağını yanağına sürterek yapılan o garip öpüşme merasimi sırasında, bir şekilde gözünüz masadaki bardaklara, onların üzerindeki şekillere kayar. Hele bir de masadaki tabakların üzerinde uçuşup duran tek bir sinek varsa…
******
Adımları da, sineğin sessiz uçuşu gibi, hafifçe onu ilerletiyordu. Onu takip ederken muhtemelen arkasında kalmış, yok olmuştu sokak. Hiçbir vızıltısı olmayan sineğin ardındayken başka hiçbir şey düşünmüyordu. Düşünmemeliymiş gibiydi. ‘Takip et… Takip et…’
Sinek aniden, hızla yükselmeye başladı ve sonunda gözden kayboldu. İşte o zaman, sineğe odaklanmış gözlerinin nispeten bulanık gördüğü yol netleşiverdi önünde. Uzun, yokuş-yukarı bir yoldu bu. Asfaltla kaplıydı ve kenarlarında ağaçlar diziliydi. İlgisini yoldan biraz ayırıverince ise…
Her nasıl olmuşsa, sanki içinde güneş ışığını hapsetmiş bir çuvala giren gece, meydanı güne bırakmıştı. Güneş ise –gariptir ki- yarı aydınlık günün semalarında görünmüyordu. ‘Ne kadar zamandır böyle acaba?’
Süzülerek attığı her adımda neredeyse yüzer metre ilerlemekteydi. Bir yandan da anlamaya başlamıştı: Bir dağ ya da daha alçak bir tepenin en uç noktasına varacak gibiydi yolun sonu.
******
Normal şartlar altında, en formda sporcunun bile dalağında ağrı hissettirecek bir hızla, çok uzun olduğunu tahmin ettiği bir yolun sonuna varmıştı bile. Şimdi şöyle bir etrafına baktığında gördüğü manzara ise kendisine dünyanın hükümdarıymış hissini veriyordu.
Tüm dünyayı görebiliyordu. O yuvarlak olduğu iddia edilen gezegen şimdi yüksek bir dağdan ibaretti ve onun da doruğunda kendisi bulunmaktaydı. Olmuştu işte. Yetişmeye çalıştığı şey bu olmalıydı. Tam zamanında oradaydı –artık neyin zamanıysa. İçindeki kahkaha atma dürtüsünü kontrol altına aldı ve manzaraya bakmaya devam etti.
Yemyeşil ağaçların arasından tek bir asfalt yol çıkmaktaydı bu en yüksek konuma… Ve yanlarında daha dar yollar bağlanmaktaydı bu gri yılana. Her nasılsa dağın en aşağısını, eteklerini de görebiliyordu. Oysa o yükseklikten görebileceği şeyler sadece… Sadece şu sıkıcı yeşillik ve onun içinde tek bir büyük gri damar ile ona bağlı daha küçük damarları andıran yollar olmalıydı.
Dağın eteklerindeki her şey karınca kadar görünmesine karşın hareketleri seçilebiliyordu bir şekilde. O sıcak dalgası, o mutlu, pozitif his orada bir yerlerdeydi. Aslında… Şimdi, onun bulunduğu yerde de o hisse benzer bir şey vardı. Gerek yoktu hiçbir şeyden korkmaya. O en tepedeydi nasıl olsa. Başarmıştı.
Aniden yanında bir bayrağın dalgalanma sesini duydu. Kim diktiyse artık oraya onu… Sapını ne zamandan beri tuttuğunu bilmiyordu ama şu an sağ el parmaklarının boğumları onu sıkmaktan bembeyaz kesilmiş olmalıydı. Bir anda bir meraktır hücum ediverdi beynine. Bayrağın rengini merak ediyordu o an delicesine. Fakat… Gözlerini aşağılara bakmaktan alıkoyamıyordu bir türlü. Yine de tüm iradesiyle zorlamak zorunda kaldı kendisini ve bir an olsun bayrağa bakmayı başardı.
Herhangi bir renk olduğu söylenemezdi bayrağınki için… Açıkçası hayal kırıklığına uğramıştı. Gri, puslu bir rengin içinde kısa kısa bir yeşil ve bir kırmızı çaktı fakat onlar da göz yanılsamasından başka bir şey olmamalıydılar. Bir rengi yoktu işte. Yoktu. Yalnız, bu olmayan renk değil, bayrağın dalgalanmasıyla ortaya çıkan hipnoz edici etki aklını başından almaya başlamıştı. Rüzgâr ne güzel de yalayıp geçiyordu… Ne güzel dans ettiriyordu onu…
Cebinde bir şeyin hışırdadığını duydu ve bir an sonra bir kâğıt gözünün önünde uçuşmaktaydı. Hiçbir yere gitmiyor, sadece önünde bir o yana bir bu yana süzülüyordu. Yine bir şeylere yetişmesi gerektiği hissi çıkıvermişti ortaya. Sağ elini bayrağın sapından ayırmadan diğer eliyle yakaladı kâğıdı ve hemen açıp okumaya koyuldu. Birazcık silik olmasına karşın okunaklıydı yazı.
Gökyüzündeki şen surat yerin damarlarında akan kan ile
Islanır ve sıvanan teniyle yarattığı harikayı sergiler gülümseyerek.
O harika akar, yayılır. Engin bir düzlemle buluşmaktır kaderi.
Eriyip sona ereceği bilinen sonsuzluğu vurgulamak içindir.
Aslında tüm çabasının kaderle buluşmamaktır sebebi. Ya da
Ona yön vermek için ta kendisi olmaktır bir şekilde…
Beklenmedik her şey ile zaten bilinenlerin karmaşası içerisinde
O harikayı gözlere tattırarak dikilmiş olagelmişin sancağı.
Ve olacak olanın…
İstenen gibi ya da olması gerektiği gibi onları boyayacaktır
Kendine ve birçok farklı var oluşuna belki de.
Yıpranacaktır kumaşı. Her yeni elde parçaları bir bir yamanarak
Yeni çehresiyle dalgalanmaya devam edecek bir harika…
Harikaya batırılmış iki yuvarlak… Kırmızı çerçevelerini hiçe sayarak
İleriyi umut ederken ağıt yakmaya zaman bulamayacaklar.
Ve yine, geç vakit takip ettikleri çizgileri bulup saklanacaklar
Aralarına ve vaat ettikleri farklı dünyalara.
Tüm düşünceler bir yana, hep o şeyi arıyorlar.
Kesinliğin fırtınasında çırpınan sancağı görseler de…
Varlığından emin, onu yok sayarak…
Bildikleri, aksine tutunamadıkları şeyden kuşku duyarak
Arıyorlar.
Açığa vurmak istemedikleri şeyle yoğunlaşıyor harika.
Ve eriyen sonsuzluğun içinde savrulan sancak
Sesiyle belirginleştiriyor olması gerekeni. Olacak olan ise
Asla istediğimiz şey olmayacak.
Bayrağı bıraktı ve dağın eteklerine hemen ulaşmak için kendisini bırakıverdi. Rüzgâr artık onun yüzünü yalıyor, aşağıya doğru süzülürken onun bedenine dans ettiriyordu.
“Harika,” dedi mutlulukla. Harika…
Elerki TAŞKIN