Zamanın birinde, nefret ve kin dolu gaddar bir kral diyar sınırlarından gelen komik bir haber üzerine bir yarışma düzenlemeye karar vermiş. Öyle ki hudutlardan gelen havadisler yıldırım nefesli ve kanatsız bir ejderin köylerin ve kasabaların sularını içerek kurutması üzerineymiş. Halk onu durdurması için paralı askerler ve sözde kahramanlara tonlarca para ödemiş ama sonuç alamamış. Pek çok mekândan benzer mektuplar gelmeye başlayınca kral, ejderha ya da değil, sorunun kaynağının yok edilmesi gerektiğine karar vermiş. Öyle ki düzenlediği yarışma ülkenin en iyi 12 demircisi arasında yapılacakmış.
Kral emretmiş, “Bir ejderha katili yapmanızı isterim. Öyle bir kılıç yapacaksınız ki bir ejderhanın kalbini sökebilsin ve kılıç diri kalsın”. Demirciler şaşkınmış ama denileni heves ile yapmışlar. Hemen hepsi böyle bir emir almaktan mutluymuş, sürekli aynı kılıçları, zırhları ve kalkanları dövmekten bunalan insanlar için hünerlerini sergileyebilecekleri bir fırsatmış. Hem kim bilir, belki kralın zırhını yapan özel demirci olma fırsatı yakalarlardı. Her insan gibi onların da hayalleri vardı.
11 demirci üç ay içinde en iyi kılıçlarını kraliyet damgası taşıyan çelik sandıklara yerleştirmiş ve kraliyet sarayına yollamışlar. Ancak biri 9 ay daha zaman istemiş. Kral meraklanmış, “bir senede yapılmasını gerektirecek kadar ihtişamlı nasıl bir silah dövebilir?” demiş puslu ve kin dolu aklında.
Kral Uldom halkından nefret ederdi. Onları daha zeki ve cesur olmadıkları için sevmezdi. Diğer hükümdarların ihtişamlı ordularını kalbinin derinliklerinde değil, tümüyle kıskanırdı. Aslında yarışmayı da onları, yani sinir bozucu halkını yatıştırmak için düzenlemişti. Yapılan en iyi kılıcı alıp hudutlara bir ordu ile gidecek ve bu saçma şikâyette bulunan tüm köyleri tek tek gezerek reisleri o kılıç ile idam edecekti. Kafasındaki fikir buydu. “Vergi vermemek için daha nasıl yollara başvurabilirler? Üstelik birlik olmuşlar, kabul edilemez. Cezasız kalamazlar” Diye düşünüyordu. Son demirciyi de beklemeye karar verdi ama bu sırada gelen raporlar ve yardım isteklerinin sayısı azalmadı.
Yapılan tüm kılıçlar küçük birer servet değerindeydiler. Değerli taşlar kakılmış kabzaları, narin kınları ve eğimli ince gövdeleri ile birkaçı yerinden kaldırılınca kırılacak görüntüsü sunuyordu. Ancak öyle inceydiler ki kara çeliği bile kâğıt gibi ikiye ayırıyorlardı, ya da demircilerin ulakları böyle anlatıyordu. Birkaçı geniş ve büyüktü ancak gümüş rünler üzerilerinde dans ediyordu. Altın kakmalı, gümüş işlemeli ve kabzası tek bir dev zümrütten oyulmuş, İblisin Kâbusu anlamına gelen Yonal’zutar adlı, kılıcı beğenen kral son kılıcı merak etmeden duramıyordu. Muazzam güzellikteki kılıçtan gözlerini alamadı ve demircisini ödüllendirdi. Ancak geri kalanların sağ ellerini kestirdi, bir daha demircilik edemediler. “Beceriksizliğiniz sonraki nesillere aktarılmamalı, çıraklarınız varsa salın” emrini verdi. Son demirci 12. Ay çıka geldi. Kral Uldom ordusunu kızıl atının başında kuzeye, haberlerin geldiği hudutlara sürmeye başlamıştı bile.
Demirci çelik kasasını kendi at arabası ile taşıyordu. Hantal orduya yetiştiğinde Uldom’un onun hakkındaki ilk düşüncesi ‘sefil’ oldu. Adam neredeyse bir cüce olamayacak kadar küçülmüştü. Kambur ve çirkindi, saçları dökülmüş ve her yeri yanık izleri ile bezenmişti. Resmen paçavra denilebilecek kıyafetler içindeydi. Ancak kolları diğer tüm demirciler gibi kaslıydı. Böyle bir adam nasıl bir kılıç dövebilir ki diye düşündü kral. “Benden bir sene istemene şaşmamalı demirci” dedi küçümseyen bir ses ile. Küçük adam ona anlamadan baktı. “Benden bir ejderha katili istediniz majesteleri. Size bir ejderhanın kalbini sökebilecek bir kılıç dövdüm, cehennemde bile en soğuk geceyi hatırlatacak. En karanlık geceyi bile kendi şeytaniliği ile aydınlık kılacak – adam kralın yüzüne yanaştı konuşurken – ve kullanıldığında en habis kalbin bile korku ile titremesini sağlayacak.” Dedi. Uldom uşaklarına çelik sandığı işaret etti ve bekledi.
Sandık devasaydı. İki adam onun kapağını kaldıramaya yetmedi ve en sonunda altı kişi güç bela yerinden oynatabildiler. Uldom beklediği şeye yaklaşamayacak, çok farklı, kaba ve kullanılması imkânsız bir silah ile karşılaştı. Öyle ki kılıç bir adam boyundan daha uzundu ve orta boylu bir adamın gövdesi kalınlığındaydı. Ortasındaki çelik ile kenarlarındaki farklı gibi görünse de öyle olmadığını anladı. Kılıç işlenmesi olanaksız bir metalden dövülmüştü. Eskiler ona şeytan kemiği anlamına gelen G’lon adını vermişlerdi. Krallığın en işe yaramaz cevheriydi. Fırınlar onu ikinci kez eritemez, çekiçler onu bükemez ve bir kere topraktan işlenip kalıba döküldüğünde tekrar kullanılamazdı. “Tek bir parçadan dövdüm onu” dedi adam huşu ile. Bozulmuş hatları ile elini bir bebek teninde gezdirir gibi kara, dev kılıcın üzerinde gezdirdi. Kral o anda gördü ki demircinin kolundaki tendonlar kopmuştu, derisinin altında kızıl yaralar vardı. Bir daha çalışamazdı. Bir kılıca bir de adama baktı. Adamın bu kaba kılıç için neleri feda ettiğini düşündü. Güzel bir kılıç yapmamıştı ama imkânsızı gerçekleştirmişti. Kral hayatında ilk ve son kez tam anlamı ile adil bir karar verdi,” kılıcın en iyisi, ancak onu bu krallıkta savurabilecek bir adam yaşıyorsa, sadece o zaman gerçekten en iyisidir.” Dedi. “Hayatını ve kolunu bağışlıyorum ama bana onu taşıyabilecek bir savaşçı bulman şartı ile. Bu kılıcı nasıl bir senede dövdüysen, öyle bir savaşçı bulmak için de bir senen var.” Dedi. Demirci düşünceliydi ancak buyruğa saygı duydu. O günden sonra Uldom ve askerlerini bir daha hiç gören olmadı.
Hudutlara gittikleri biliniyordu, kral altın kılıcı ve binlerce kişilik ordusu ile yok olmuştu. Onlar yok olduktan sonra ejderhadan gelen haberler de kesildi. Krallık sessiz bir zamana girdi. Uldom’un veliahtları vardı, iki oğlu ve bir kızı. Oğullardan büyük olanı kral olmaya isteksizdi, öteki ise çok gençti. İkisi de haklarını savdılar çünkü halk kraliyet soyundan nefret ediyordu ve bu hep böyle ola gelmişti. Zaten küçük krallık hiçbir zaman bereketli olmamıştı. Kraliyet sarayı denince insanların aklına şatafatlı ve zengin bir mekân gelir, ancak bu şato fakirdi. Kral ne kadar gaddar olursa olsun insanlar ellerindeki az para ve ekmeği vergiye katmıyordu, vergi her zaman az olurdu. İnsanların sevgilileri, kocaları, kardeşleri ve evlatları da birden bire kral ile birlikte yok olduğundan beri harlanması korku ile beklenen bir kıvılcım çakıldı. Korkak kardeşler yüzünden Prenses Charlotte kraliçe oldu. Krallığın tarihinde bu görülmemiş bir olaydı ve halk merak ile belirsiz bir sevinci beraber yaşadı. Tam bir yıl krallık huzur ve sessiz bir rahatlık ile kendini toparladı.
Taç giydiği günün tam bir sene sonrasında kraliçenin huzuruna bir haberci geldi ve “Ekselansları, vahim havadisler getirdim. Kuzey ellerinde babanızın ve nicesinin canını alan ejderhanın geri geldiğine dair izler var” dedi bir çırpıda. Charlotte korktu, çünkü babasına ne olduğunu sayısız izci ve keşif birliği göndertmişse de bulamamışlardı. Halk arasında ejderha ile savaşırken öldüğüne dair söylenti belirmiş ve bu zaman zarfında kabul edilen bir gerçek haline gelmişti. Kraliçe babasının aksine ejderhanın varlığına, belki bu yüzdendir bilinmez, inanıyordu. Yardımcılara danıştı ve onlar “Babanız tek bir konuda fevkalade başarılıydı. Majesteleri harika yarışmalar düzenlerdi” şeklinde konuştular. Genç kadın tereddüt etmedi. “Komşu ülkelere ve diyara haber salın tez vakit.” Dedi sakince, “Kendisine ejderha avcısı diyebilecek herkesi istiyorum” şeklinde devam ederek turnuvanın yolunu açtı.
İçinden ‘ gerekirse krallığın tüm hazinelerini harcarım ama bu iblis topraklarımıza daha fazla korku salamayacak’ diye düşünüyordu. Onunla konuşan kardeşleri bu fikri gördüler ve korktular. İkisi de kral olmamıştı ancak yeterince tasasız ve lüks bir yaşam sürüyordular. Üç kardeşte o güne kadar hiçbir fikir ayrılığına düşmemişlerdi, Charlotte her zaman onların da fikirlerini almış ve onlara da söz hakkı tanımıştı. Ancak ejderhayı katledecek olan kişiye ülkenin hazinelerini sermesi kabul edilemezdi. Akıllarına gelen ilk şey kendileri de bir zırh ve kılıç ile mızrağı kuşanıp ejderhanın peşine düşmekti. Sonra büyük kardeşin içindeki karanlık yavaşça su yüzüne çıkmaya başladı ve Charlotte’dan kurtulma fikri asla seslendirilmemişse de düşünüldü. Elbette küçük kardeş halen saftı.
Çok zaman geçmeden bir turnuva düzenlendi. Gelen savaşçılara çeşitli dallarda yeteneklerini sergilemeleri için fırsatlar sunulacaktı. En kuvvetli yüz savaşçıya hazine sözü verilecek ve ejderhanın peşine düşmeleri emredilecekti. Binlercesi geldi ve onları binlercesi takip etti. Tüm dünyadan en erdemli ve güçlü savaşçılar toplanmıştı. Bazısı, o kadar da erdemli değildi ama diğerlerinden daha güçlüydü. Bazısı belki hiç güçlü değildi ama lafa baktığında azizden farksızdı. Hepsi bir araya geldiğinde dünyadaki en güçlü orduymuş gibi duruyorlardı. Ancak küçük bir krallık bunca adamı tek bir hayali varlığın peşine yollayamazdı. Charlotte ejderhayı araması için ülkesinin sayısız askerini görevlendirmişti, sadece görmesi ve ne gördüğünü anlatmaları için. Ancak hemen hepsi eli boş dönmüştü ve bazısı tamamen ortadan kaybolmuştu. Bu durum kadını içten içe kemiriyordu. Bunları düşünürken turnuva arazisinde onu gördü. Sırtında kendi boyundan uzun çift el kara kılıcı ve kara zırhı ile bir adam turnuva arazisinde yürüyordu. Sanki sırtındaki yarım tonluk bir çelik obje değil ama basit bir silahmış gibi hareket ediyordu. Kraliçe yardımcılarından birine döndü ve sordu, “Bu adam kim? Hangi diyardan geldi?” cevaplayan adam tam emin değildi ama onun kendi ülkelerinden, isimsiz, halktan biri olduğunu söyledi. Charlotte meraklanmıştı.
Nice kılıç dövüşü oldu ama kara zırhlı miğfersiz ve dev kılıçlı adam daha ilkinde bir efsane oldu. Kılıcını bile çekmemişti ve dört kraliyet atlı şövalyesini yere devirmişti. Kimse ne olduğunu tam olarak göremedi. Sonraki dövüşleri de buna benzemişti. Bazen kalkan olarak o dev kılıcı önünde tutması gerekiyordu ama onu hiç savurmamıştı. Çok zaman geçmeden insanlar onun adını bir yerlerden öğrendiler ve onun için, kalabalık tezahürat yaptı, “Tengu!”
Sadece turnuvada hünerlerini sergilemek için insanlar kendi ülkelerinden sayısız canavar ve güçlü hayvan getirtmişti. Bir kısmı para değil ün peşindeydi. 100 savaşçı listesinde olabilmek istiyorlardı, ejderha olsun ya da olmasın umurlarında bile değildi. Ancak getirttikleri yaratıkları bazen kendi sonları olmuştu. Sahipsiz egzotik hayvanlar hevesli savaşçılarca meydan okumanın bir parçası olarak katlediliyordu. Ya da başta bu tasarlanmıştı ancak bu hayvanlardan bazıları korkunçtu. Turnuva normalde kanlı olması gerekmeyen bir ortamdır ama ölümler kaçınılmaz olabilir, pes etmeyen bir hasım ya da yaratıklarca katledilen bir savaşçı sıradan bir görüntü haline gelmişti. Bir hayvan vardı ki belki o 100 savaşçı listesinde adı olmalıydı, kırmızı bir bengal kaplanıydı bu, postu rakiplerinin kanından mı öyleydi yoksa doğuştan mı kimse bilmiyordu. Dökme demir plaka bir zırh giydirilmişti ona ve sağ ön pençesi çelikten, keskin bıçaklar ile bezeli bir pati ile değiştirilmişti. Onlarcasının ölümü onun elinden oldu.
Tengu ona meydan okudu. Hiçbir hasmı için tam olarak çekmediği kılıcını onun için çekti. Sıradan hafif bir çift el gibi önünde tutuyordu. Nasıl dengede durduğunu bakanlar algılayamıyordu, kılıç adam kadardı. Çukur yapılı savaş meydanında kenarlara dizilmiş izleyiciler nefeslerini tuttu. Kızıl kaplan kara kılıçlıyı tartıyordu. Belki adamın da kaplandan bu açıdan farkı yoktu, birbirleri etrafında döndüler. Düşünüldüğünün aksine ilk saldıran kaplan olmadı. Adam kılıcı öyle hızlı savurdu ki havada boğuk bir ses çıktı, kaplandan daha yırtıcı bir hayvana benziyordu şimdi. Kaplan hamleden sakınmak için birkaç metre geriye sıçradı. Adam aynı hızda sağ bacağını ileri attı ve kılıcı ok gibi dimdik ileri yolladı. İzleyenler kılıcın sadece bir süs olmadığını kabullendiler. Kılıcın ucu kalın bir üçgene benziyordu, keskindi. Kaplan bir kulağından oldu. Herkes şaşkındı. O kılıcı kullanan kişi bir insan olamazdı. Kaplan gürledi ve kısa boyunu yararına kullanarak kılıcın altından adamın bacaklarına bir hamle yaptı. Kılıcın ucu hemen yerdeydi, adam toprağa sapladığı uçtan güç alarak onu kendine kalkan etti. Kaplanın çelik pençesi çeliğe çarptı ve çınladı. Dev kılıcı böylesine çevik kullanabilmek için muazzam bir bilek kuvveti gerekliydi.
Adam her kılıcını savurduğunda kaplanda ya bir kesik açıyordu ya da bir parça et kopartıyordu. Adeta onunla dans ediyordu. Ancak izleyenlerde ‘isterse onu öldürebilir’ izlenimi uyanması uzun zaman aldı. Yarım saate yakın, bu böyle sürdü. İzleyenler halen aynı heyecanı yaşıyorlardı ama dövüşen adamın yüzünde daha bir damla ter yoktu. Oysa kaplanın yorgunluktan bacakları titriyordu. Sonunda yere yığıldı ama ölümden değil, sadece yorgunluktan. Her yeri küçük yaralar ile doluydu. Adamın kılıcına sayısız defa vurmuştu aslında gözlere ve ayak bileklerine yapılan hamleleriyle. Dövüş bittiğinde çelik pençesi çatlaklar ile doluydu.
Nefesini tutmuş halk, kaplan yere yığıldığında çığlık çığlığa adamın adını haykırdı. Herkes turnuvanın amacını unutmuş gibiydi, kraliçe bile. Hayranlıktan dili tutulmuştu. Bu adamın dengi bir başka savaşçı yoktu. Her türlü silah ile kuşanmış savaşçı ile cenk etti ama tek bir yara bile almadı. Çok uzak ülkelerden gelmiş otantik adamlar, güneyin de güneyinden gelmiş siyah savaşçılar ya da ejderin kuzeydeki saldığı korkunun da kuzeyinden gelmiş uzun boylu geniş omuzlu, soluk tenli dev adamlar. Hiç biri onun eline su dökememişti. Sonunda Charlotte kararını verdi, turnuva dört gün ve dört gece sürmüştü. Buyurdu ki “100 savaşçı seçeceğimi söyledim, bunun yerine 100 savaşçıya bedel bir savaşçı seçiyorum. Eğer ki yedi gün içinde tam buraya, turnuva alanına geri gelmezse söz verdiğim gibi geri kalan 99’unuza tüm hazinelerimi vereceğim” dedi. Pek çoğu karşı çıktı, bir kısmı kraliçenin Tengu’yu kast ettiğini hemen anladı ve kabullendi. Adam gerçekten de 100 savaşçıya denkti. Kimisi kraliçenin bu kararını saçma buldu. Aynı para ile tüm 100 savaşçıyı da ejderhanın peşine gönderebilir ve şansını arttırabilirdi. Kadının aklından geçen ise, ‘eğer bu adam dediğimi gerçekleştirebilirse ki yapabilir, tek kazanan krallık olur’ şeklinde babasına çekmiş bir fikirdi.
Kararın akşamı kara kılıçlı adam kraliçenin huzuruna çıkartıldı. Adamın diz çökmesi diğer tüm yardakçıların yaptıklarından daha uzun zaman aldı ama sonunda çöktüğünde kraliçe gülümseyerek konuştu. “Kalkın bay şövalye, bana adınızı bahşedin”. Adam gergin görünüyordu, “Tengu” dedi sadece. Sanki ismini söylemekten utanır gibi bir hali vardı. Öyle ya ismi ülkeye özgü değildi, ancak adamın mizacı ve tipi krallıkta yaşayan herhangi birininki kadar belirgindi. “Babamın yemini üzerine buradayım” dedi sonra. Kraliçe merakla sordu, “Babanız kimlerdendir? Lütfen oturun ve anlatın” dedi. Savaşçı farkına varmamıştı ancak o diz çökerken tam ardından taşınır bir ceviz ağacından oyma koltuk getirtilmişti. “Babam aslında benim babam değildir. Onun kanını taşımam. Kılıcımın demircisidir. Babanız majesteleri Uldom’a ‘Bu kılıcı savurabilecek bir adam bulacağıma söz veriyorum’ dedi bundan tam bir sene önce” Tengu’nun aksanı kırıktı. Kraliçe anladı ama fikrini açıkça seslendirmedi, bu adam bir şövalye değildi. Ancak 12 demircinin hikâyesini biliyordu. Kılıca daha yakından bakmak istedi ve adam gönülsüzce onu ortaya serdi.
Kılıçta tek bir çentik bile yoktu. Henüz ocaktan çıkmış gibiydi. Kadın ona dokunmak için elini uzattığında adam aniden geri çekti. Muhafızlar hızla öne çıktı ve mızraklarının uçlarını adam o pozisyondayken boynuna dayadılar. Tengu iç çekti, “Gücendirici davrandıysam özür dilerim, ancak kılıç lanetlidir. Ona dokunmayı istemezsiniz” dedi gittikçe sesi kısılarak. Charlotte korktu ama muhafızları geri de çekti. “Söyleyin bana Tengu, isteğimi yerine getirebilecek misiniz?” Adam o kızıl kaplanla yaptığı dövüşte nasıl sırıttıysa aynı şekilde karşılık verdi, “Bu kılıç o ejderhanın katili olacak”