KEHANETE DOĞRU
Bars, kol saatine baktı. 10.07’yi gösteriyordu yeşil ışıkların yanıp söndüğü ekran. Tarihse 13 Ekimdi, 2073… Üzerindeki ince, gri battaniyeyi ayaklarıyla, tekmeler gibi attı üzerinden genç adam. Bütün vücudu ter içinde kalmıştı, odasında, yatağın içinde uzanıyordu öylece. Etrafta ne şato vardı ne de tuhaf bir yüz ifadesine sahip, soluk benizli bir büyücü… “Demek…” diye geçirdi içinden “Demek gördüklerim basit birer rüyadan ibaretti sadece.” O kadar gerçek gelmişti ki aslında gördükleri, genç adama… O tuhaf yapı, cam duvarın karşısındaki eşsiz manzara, birden beliren kahveler, kahvaltılar, sigaralar… Hepsi gözlerinin içinde oynuyordu hala… Bu, rüyadan daha öte bir şey olabilir miydi? Bir işaret? Ya da bir mesaj mesela… Ama neyin işaretçisi olabilirdi ki bu gördüğü anlamsız ve aslında çok sıradan imgeler? Kendini bir an için önemli, seçilmiş, birisi gibi hissetti genç adam. Bilinçaltında yatan egosunu şişirme duygusu böyle bir rüya görmesine sebep olmuş ve hiç tanımadığı, üstelik kendinden defalarca iri olan bir adam ona eşsiz bir saygı gösterisinde bulunarak, Bars’ın kendisini azarlamasından sonra bir de özür diliyor ve onun, Psiedia’nın kurtarıcısı bir kahraman olduğunu söylüyordu. Bu rüya, kafayı yemek üzere olan bir şizofrenin rüyasıydı. Böyle diyordu Bars kendine ve içinden, bildiği en ağır küfürleri ediyordu kendine. Ne için önemliydi, neyin uğruna seçilmiş olabilirdi, yaşadığı gezegeni kurtarmak gibi önemli bir göreve mi getirecekti acaba onu doğaüstü yaratıklar? Hem de Bars gibi Kybra’nın en güçsüz çocuğunu… Yoksa bunlar delirmeye başladığının bir göstergesi miydi? Bir şizofrenin rüyaları?! Bars, beş on dakika boyunca yatakta öylece uzanıp boşluğa bakarken bunları düşünüyordu bir yandan, ama sonra aklından uçup gidiverdi bu düşünceler. Şu an hiçbir şey düşünecek konumda hissetmiyordu kendisini. Bars, dün gece eve kaçta geldiğini bile bilmiyordu, yatağa uzandığında, güneş ışınları odasına yerleşmeye başlamıştı bile. Genç adam, hiçbir zaman, normal bir insanın uyuduğu kadar uzun uyuyamamıştı. Ya erkenden kalkması gerektiği için kalkıyordu ya da gördüğü rüyalar uyandırıyordu genç adamı. Ağır hareketlerle ayağa kalktı ve ayaklarını yataktan sarkıtıp gerinirken, terden sırılsıklam olmuş, uzun siyah saçlarını parmaklarına dolana dolana geriye doğru taradı elleriyle. Mermer zeminde çıplak ayaklarla mutfağa doğru ilerlerken yerin soğukluğu adamı kendine getirmişti biraz olsun. Üzerinde sadece bir şort vardı. Mutfağa varınca önce kafasını musluğun altında tuttu biraz. Soğuk suyu da yedikten sonra, kahvaltı olarak nitelendirdiği fındık ezmeli ekmeğini hazırlamak için dolabı açtı ve muhtemelen geçen geceden kalma bir sandviçi ve diğer malzemeleri alarak tezgâhın üzerine bıraktı. Sandviçi hemen orada yedikten sonra, fındık ezmeli ekmeğini odasında yemeye karar verdi. Bir yandan sandviçini yerken bir yandan da üzerine geçirebileceği bir şeyler arıyordu. Dağınık odasına göz gezdirirken, çalışma masasının üzerinde “Psiedia Mitolojik Tarihi” kitabının altında kalmış siyah tişörtlerinden birini gördü ve giymek için, tişörtü çekerken kitap da yere düştü. Tişörtünü giydikten sonra, Bars kitabını yerine koymak üzere alırken, kitabın arasında, kendisinin yerleştirmediğini bildiği bir kâğıt gördü. Köşesi, kitaptan hafifçe kaymış parşömeni nazikçe sıyırarak aldı ve sonra fark etti ki bu rüyasında gördüğü ve sahiplendiği parşömenin ta kendisiydi. Dörde katlanmış kâğıt parçasını heyecanla açarken, nazik parşömene zarar vermemek için çaba sarf ediyordu bir yandan da. Kâğıdı açmayı başardığında, üzerindeki yazıların, rüyasında gördüğü gibi, tanımadığı bir alfabeyle değil, kendi dilinde yazılmış olduğunu gördü. Tekrar tekrar baktı parşömen kâğıdına genç adam. Kafayı yemek üzereydi. Rüyasında gördüğü bir nesne nasıl gerçek hayatına sızabilirdi?
Eski, çok eski devirlerde başladı kehanet!
Psiedia kurtarıcısını aradı asırlarca,
Ve artık son bulacak bu büyük atalet!
Onlarca yiğidin yaşadığı bu kasabada
Çelimsiz bir delikanlıyı seçti adalet…
Çok önceleri çizilen kader başladı artık,
Mutlak zafer yolculuğu bir rüyayla başladı,
Ve çanlar çalındı!
Kurtarıcımız elinde tutuyor fermanını…
Bars; rüyasındaki objenin odasına gelmiş olduğunu görünce geçirdiği şaşkınlık ve korkuyu üzerinden bir nebze olsun atınca, parşömeni dikkatlice masanın üzerine koydu ve mitoloji kitabını incelemeye başladı. Umduğu; bu garip olayın en azından bir mistik açıklaması olması ve kitapta bununla ilgili bir şeyler bulabilmesiydi. Lakin kitabı tekrar tekrar incelemesine karşın, bununla ilgili bir şey bulamadı Bars. Bu gibi şeylerle ilgili geniş bilgilere sahip bir tanıdığı vardı neyse ki. Parşömeni, zarar görmesini istemediği için, kitabın arasına yerleştirdi ve evden ayrılmak için yola koyulmaya karar verdi. Tam odadan ayrılacağı sırada aklına tekrar rüyası geldi ve tabii ki o karmaşık anahtar. Acaba o da tıpkı parşömen gibi, rüyayı terk edip odasında bir yerlere ilişmiş miydi? Üstünü başını aradı Bars el yordamıyla ama üzerindeki elbiselerde veya boynunda asılı değildi anahtar. Sonra gözüne, kapının üzerindeki askılık çarptı. Orada, ceketi asılı duruyordu. Ceketini de, giymeden önce iyice inceledi, bütün ceplerini tek tek kontrol etti ve evet, ceketin astarındaki gizli bölümde duruyordu anahtar. Bölmenin fermuarını açtı, anahtarı dikkatlice çıkardı Bars, elleri titriyordu. Hala bu sıra dışı şeylere alışabilmiş değildi. Nasıl alışsındı ki? Böyle şeyler kaç kişinin başına gelebilirdi? Anahtarı incelerken, onun, tıpkı rüyasında gördüğü formuyla orada durduğunu fark etti Bars, parşömende olduğu gibi bir değişiklik sezememişti anahtarda.
Ceketini üzerine geçirdi ve okul yoluna koyuldu. Yol boyunca Bars’ın kafasından binlerce konuşma geçmişti gördükleriyle ilgili. Şiirde bir kehanetten söz ediyordu. Psiedia’yı kurtaracak bir kurtarıcıdan… Bu kişi ben olabilir miyim diye soruyordu Bars kendi kendine. Adalet çelimsiz bir oğlanı seçmiş şiirde. Bu mısrayı okudukça, bu kişinin kendisi olduğu fikrine daha da kaptırıyordu benliğini genç adam. Kybra kenti, iri yarı insanlarıyla tanınırdı ülkede. Ve kendisi genele oranla oldukça zayıftı ve çelimsiz.
Kafasında dolaşan binlerce kelimeyle cebelleşerek yirmi beş dakikalık yolculuk yaptıktan sonra, Kybra Şehir Üniversitesi tüm ihtişamıyla karşısında duruyordu. Psiedia tarihinin ilk üniversitelerinden biri olan bu büyük ve gösterişli okulda okuduğu için kendisiyle gurur duyuyordu genç adam. Kendisini tanımaya başladığı günden beri kaldığı ailesizler barınağından sonra, iyi bir meslek sahibi ve onurlu bir geleceğe sahip olabileceği bir yerdeydi artık. Bir evi ve anlaşabildiği arkadaşları vardı. O yıkık dökük binadan ve pespaye okullardan ve tabii barınağın acımasız bakıcı kadınlarından, barınak müdürü ihtiyar Samare’nin aşağılayıcı sözlerinden ve işkencelerinden kurtulmuştu. Orada büyüyen çocuklar, erişkin yaşa ulaştıktan sonra ya sokaklarda yaşayan evsiz meczuplara dönüşürler ya da aylak serseri takımlarına katılırlardı. Barınağın tarihi boyunca, Bars üniversiteye giden üçüncü çocuk olmuştu. Bars, üniversitenin giriş kapısının karşısında her zaman yaptığı gibi, okulun asil kulelerinin ve giriş kapısının heybetli selamını seyretmedi bu sefer. Aceleyle kapıdan girecek ve doğruca Mitler Tarihi hocasının odasına gidecekti. Hızlı adımlarla Arkeolojik Bilimler Fakültesine ulaşmaya çalışırken, kendisine selam veren arkadaşlarını yüzlerine bakmadan aceleyle selamlayıp profesör, derse girmeden ona yetişmeye çalışıyordu. Bars profesöre yetişebilmek için aceleci adımlarla bahçede ilerlerken, anahtarını yere düşürmüştü. Onu almak için yere eğildiği sırada, yanına aynı sınıfta derslere girdiği bir arkadaşı olan Bera Sayha geldi ve Bars’a düşürdüğü şeyin ne olduğunu sordu. Bera’nın suratında garip bir tavır gizlenmişti. Sanki Bars’ın düşürdüğü şeyin ne olduğunu biliyor gibi baktı gencin yüzüne. Bars ise telaşlanmış gibiydi. Önce yaşadığı şeyleri ona anlatıp anlatmamakta bir tereddüt yaşadıktan sonra Bera’ya başından geçenleri anlatmakta bir mahsur görmedi ve ona rüyasını ve rüyasında gördüğü objelerin, uyandıktan sonra, odasında belirdiğinden bahsetti. Bars, Bera’nın şaşırmasını beklerken asıl şaşkınlık geçiren kendisi oldu. Bera, Bars’a her şeyi biliyorum edasıyla bakarak “Ben de çok garip bir rüya gördüm Bars. Kendimi, karanlık bir yolda öylece yürürken buldum birden. Hiçbir şeye aldırış etmeden yürüyordum. Tıpkı gerçek gibiydi. İnanılmaz bir şekilde kendimi, yaşadıklarımın gerçek olduğuna inandırmıştım. Uzun bir süre orman yolunda yürüdükten sonra, her yerin yemyeşil çimlerle kaplı olduğu sonu belirsiz bir vadide buldum kendimi. Ormanın bittiği yerden vadiyi izlerken birden bire vadinin tam ortasında çok değişik bir ev gördüm ve oraya gitmem gerektiğini düşündüm.” Dedi. Tam bu sırada Bars söze girerek “Peki ya uyandıktan sonra? Uyanınca odanda bir gariplik fark ettin mi, bir parşömen ya da ona benzer bir şeyler… Rüyanda gördüğün herhangi bir şey odanda belirdi mi?” diye sordu aceleci bir tavırla. Bera ise, Bars’ın aceleciliğinin tam zıttı, sakin bir tavır takınmıştı. “Evet. Ev, kalın kristal camlardan yapılmıştı. İçindeki bütün eşyaları falan görebiliyordum ayrıca, evin arka tarafından, vadinin geri kalanını görebiliyordum. Eve girip, ortalığı biraz dolandım. Bilmiyorum, belki de evde birilerini arıyordum… Sonra birden kulağıma, daha önce hiç duymadığım bir enstrümanın sesi geldi.” “Piyano muydu” diye söze atıldı birden Bars. “Hayır, Bars, bir piyanonun neye benzediğini biliyorum. Çok mistik bir sesi vardı ve sesin nereden geldiğini anlayamıyordum. Çıldıracak gibi hissettim o anlarda. Ve cam evin içerisinde ilerlerken sesi çıkaran aleti gördüm. Cam bardakların iç içe geçmiş hali gibi görünen ve metal bir çubuğa perçinli garip bir aletti. Bardaklar kendi etrafında dönerek o inanılmaz sesi çıkarıyorlardı. Önce korktum, ama sonra kendimi toparlayarak evi gezmeyi sürdürdüm. Cam binayı dolaştıkça kendimi dayak yemiş gibi yorgun hissettim ve birden uyuyakaldım odalardan birinde.” Bera’nın, rüyayı anlatırken sesi çok sakin çıkıyordu ama yüzünde büyük bir heyecanın çizgileri görülebiliyordu. Bars da heyecanlıydı. Kehanetin Bera ve kendisini seçtiğini düşünmüş ve olanlara mantıklı birer anlam yüklemekten vazgeçmişti. “Rüyanda gördüğün rüyadan uyandıktan sonra odada birisi var mıydı?” diye bir cümle kurdu hızla Bars ve cevabını beklemek üzere Bera’nın pürüzsüz yüzüne bakmaya başladı. “Hayır. Odada kimse yoktu. Ama cam duvarlara bir görüntü yansımıştı. Çöl gibi bir yerde dolaşıyorduk ikimiz Bars. Sanki başka bir gezegendi. Bir savaştan çıkmış gibi bir halimiz vardı. Bars, bunlar ne anlama geliyor?” dedi Bera ve cebinden bir şey çıkardı. Bars, Bera ve kendisinin başına gelecekler konusunda en ufak bir fikre bile sahip değildi ancak en azından Bera’dan daha fazla şey bildiği şu ana için kesindi. “Bilmiyorum, rüyanda gördükten sonra odanda beliren şey bu mu?” diye sordu Bars, Bera’ya. Bera elinde Bars’ınkiyle aynı bir parşömen tutuyordu. “Evet, nasıl oldu anlayamıyorum. Bunlar ne anlama geliyor bilmiyorum!” Bars, Bera’ya, “Profesör Erdenir bilgi verebilir belki, onun yanına gidiyordum ben de, madem seninde başına böyle şeyler geldi, beraber gitmemiz gerek.” Dedi. Bera, “Pekâlâ, hadi, profesör derse girmeden yetişelim ona” dedi ve fakülteye doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı iki arkadaş.
Bars ve Bera, profesörün odasına yaklaştıkları sırada hoca, odasından çıkmış, dersliğine gidiyordu. Ona yetişmek için adımlarını daha da hızlandırdılar. Tam bir profesöre yakışacak şekilde tıraşlı hocanın ardından bağırınca, profesör durdu ve ağır hareketlerle arkasını dönerek Bars’a baktı ve Bars’ın el hareketini görünce beklemeye başladı. Profesörün yüzünde, en sevdiği öğrencilerinden birini kırmayacağına dair ifade net olarak görülebiliyordu. İki arkadaş, profesörün yanına gelince Bars “Merhaba hocam, sizinle konuşmamız gerek, acil…” dedi. Profesör, gençlere hiçbir şey söylemeden odasının kapısını açtı ve birlikte odaya girdiler. Erdenir, masasına oturduktan sonra, Bars ve Bera’ya da birer koltuk göstererek oturmalarını önerdi ve ne hakkında konuşacaklarını sordu. Bars, nefes nefese söze girdi. “Bera ve benim başımıza çok ilginç olaylar geldi profesör. Bir rüya gördük, ikimizin de rüyası neredeyse aynıydı. Rüyalarımızdan uyandıktan sonra, gördüğümüz parşömenler odalarımızda belirdi. Ne olduğu hakkında bir araştırma yaptım gelmeden önce ama hiçbir şey bulamadım. Belki siz bize yardımcı olabilirsiniz.” Profesör Erdenir’in yüzünde hiçbir ifade yoktu. Sadece Bars’ı dinliyor ve arada onu onaylar gibi başını sallıyor ve önündeki kitaplarla ilgileniyordu. Başını kitaplardan kaldırdı ve “Şu parşömenlere bakabilir miyim?” dedi. Erdenir sözünü bitirir bitirmez ikisi de parşömenlerini ceplerinden çıkardılar ve hocaya uzattılar. Profesör, çekmecesinden kalın bir gözlük çıkarttıktan sonra yazıları okumaya başladı. Şiirleri okuduktan sonra hiçbir şey söylemedi gençlere ve ayağa kalkıp kendisini takip etmelerini söyledi. Bera, her zamanki ince ses tonuyla “Nereye gidiyoruz profesör?” dedi. Profesör Bera’ya hiç aldırış etmeden “Kütüphaneye” dedi ve yürümeye devam ettiler.
*********
Profesör, Bera ve Bars, üniversitenin en eski yapılarından biri olan kütüphaneye vardıklarında, yapının üç kat altında, tarihi eser sayılabilecek kitapların ve değişik malzemelere yazılmış eserlerin olduğu bir salona girdiler. Erdenir binlerce raftan oluşan salonda ufak bir tur attıktan sonra raflardan birinin önünde durdu ve kitapları kurcalamaya başladı. Birkaç dakika sonra aradığını bulmuş, küçük bir çocuk büyüklüğündeki kitabı kucaklayarak orada bulunan masalardan birine oturmuşlardı. Erdenir kitabı biraz karıştırdıktan sonra söze girdi. “Çocuklar, bu kitapta Psiedia’nın en eski kehanetlerinden biri anlatılıyor ama günümüze kadar gelen kısmı maalesef çok az ve kehanetin geri kalanı hakkında neredeyse kimse hiçbir şey bilmiyor. Kehanet kısaca şu şekilde: Psiedia’nın en eski zamanlarında, yaşam daha yeni kurulduğu sıralarda insanların başında Kalid denilen melek yöneticiler bulunurmuş. O zamanlar Psiedia iki ana kıtadan oluşuyormuş ve bu iki büyük kıtayı iki Kalid yönetiyormuş. Uzun zaman boyunca Psiedia’yı bu yöneticiler barış ortamını muhafaza ederek yönetmişler ancak daha sonra isyankâr melekler Psiedia’yı ele geçirmek için Kalidlerle bir savaş başlatmışlar. Bu savaşta her iki taraftan da birçok kişi ölmüş ancak insanlar bu savaşın dışında tutulmuşlar. Kalidlerin orduları büyük bir hezimete uğratılınca kadim liderler, yani bu iki büyük yöneticinin ruhları isyankâr melekler tarafından bir yere hapsedilmiş. İsyankâr melekler Psiedia’yı ele geçirmişler geçirmesine ancak bir süre sonra insanlar da bunlara isyan edince tekrar bir savaş başlamış. İnsanlar ve melekler arasındaki bu savaş asırlar boyu sürmüş ve galip gelen taraf bu sefer insanlar olmuş. Kehanet de buradan sonra başlıyor aslında, insanlar zamanı gelince Kalidlerin kendilerini tekrar barış ve zenginlik içinde yönetecekleri güne kadar kendi başlarının çaresine bakmışlar.” Bars büyük bir dikkatle profesörü dinledikten sonra “Peki bizimle bunun ne alakası var profesör?” diye sorduktan sonra profesör iç geçirerek “Sadece tahmin, Bars. Başka bir şey bilmiyorum. Ancak kehanet hakkında daha fazla bilgi alabileceğimiz birisini biliyorum.
Bera ve Bars, profesörün, 1965 model klasik Black Tiger’ıyla Kybra’nın kuzeyindeki Gök Dağlar’ın yamacına kurulu Sagalasios Kasabasına gittiler. Yaklaşık iki yüz yirmi kilometrelik mesafeyi Black Tiger’la kırk beş dakika gibi bir sürede kat ettikten sonra gençlerin şaşkınlıkla izlediği kasabaya vardılar. Bars, arabanın camından, kasabayı hayran bakışlarla izlerken Bera’yı daha çok gidecekleri şu yaşlı adam ilgilendiriyordu ve profesöre yaşlı adam hakkında sorular soruyordu. Profesörün anlattıklarına göre bu ve bunun gibi Psiedia’da artık sayıları çok azalan bilgeler, Kalidler tarafından, insanların arasından seçilen ve diğer insanlara rehberlik yapabilecek şekilde eğitilip çok uzun yaşayabilecekleri bir takım büyülü ritüellere maruz bırakılan insanlardı.
Profesör, arabayı, kasabanın giriş kapısının önünde durdurdu ve altıgen şeklinde kesilmiş taşlarla örülü kasaba yoluna indiler. Kasaba, yolun iki tarafına oturtulmuş, küçüklü büyüklü birçok evden oluşuyordu. Yolu aydınlatan gaz lambası asılı direkleri takip ederek yürürlerken ileride bir bar-kafe gördüler ve buraya yöneldiler. Kafenin iki kanatlı kapısını açtıktan sonra içerideki birkaç kişiye selam verdi Erdenir ve bir masaya oturdular. Yanlarına hemen genç bir garson geldi ve ne istediklerini sordu, profesör birer malt sipariş etti ve buraya birisini görmek için geldiklerini Faldor adındaki ihtiyarın evinin nerede olduğunu sordu. Garson, birkaç saniye sessiz kaldıktan sonra usulca arkasını döndü ve tezgâhın arkasına gidip daha yaşlı birisini Erdenir’in masasına gönderdi. Masaya gelen orta yaşlı, saçı sakalı birbirine karışmış adam oturmak için izin istedikten sonra Üstat Faldor’u ne için aradıklarını sordu Erdenir’e. Profesör, adamın yüzüne, ona güvenmediğini belirten bir bakış attıktan sonra, “Gençlerin şahit olduğu bir şey hakkında, üstattan bilgi almak istiyorduk.” Dedi, bakışlarından, daha fazlasını öğrenemeyeceğini anlayan adam Faldor’un evini tarif etti ve yorgun adımlarla tezgâhın arkasına geçti tekrar. Erdenir ve öğrencilerini maltlarıyla birlikte birer sigara içtikten sonra garsona hesabı ödeyip oradan çıkmışlar ve adamın tarif ettiği yeri bulmak için kasabada turlamaya başlamışlardı. Eski evlerin aralarından dolaşarak dar sokakları bitirip, kasabanın sonuna vardıktan sonra karşılarına çıkan, küçük ormanlık alanda yürümeye başladılar. Ormanın bitiminde tek odadan oluşan küçük bir tahta kulübeye vardıklarında, buranın Faldor’a ait olduğunu söyleyen Erdenir, gençlere, adama karşı nezaket ve saygı göstermeleri gerektiğini belirterek kapıyı çaldı. Birkaç saniyelik bekleyişten sonra kapıyı, uzun boylu, kır saçları omuzlarına dökülen, yüzünde yaşına oranla çok az çizgi bulunan ihtiyar Faldor açtı. Adam sanki bu üç kişinin kim olduklarını biliyor ve ne için geldiklerinden haberdarmış gibi “Hoş geldiniz” diyerek onları içeri davet etti ve odayı çevreleyen sedire oturmalarını istedi. “Merhaba üstat Faldor, haber vermeden geldiğimiz için özür dileriz. Ben Kybra Şehir Üniversitesi’nden Mitler Tarihi profesörü Erdenir Alatar, sizinle Kalid Kehaneti hakkında konuşmak istiyorum.” Profesör daha önce Üstat Faldor ya da artık sayıları yok olma noktasına gelmiş onun gibi diğerleriyle karşılaşmadığı için adama karşı çok saygılı davranmaya çalışıyordu. Kendini tanıttıktan sonra sessizce Faldor’un konuşmasını bekledi. Birkaç saniyelik sessizlikten sonra Faldor söze girdi, “Tekrar hoş geldiniz evlatlarım.” Adam oturduğu yerden kalkarak odasının bir bölümünü mutfağa çevirdiği masanın üzerinde kaynamakta olan bir çeşit bitki çayından herkese birer tane doldurarak misafirlerinin tam karşısındaki sedire oturdu ve “Rüyayı hanginiz gördü?” diye sordu. Bars, adama rüyadan bahsetmedikleri halde bir rüya olduğunu bilmesine şaşırmıştı ama bunu belli etmemeye çalışarak, “Ben ve arkadaşım gördük efendim” diyerek Bera’yı işaret etti. Bera, cebinden rüyasındaki parşömeni çıkarttı ve usulca Faldor’a uzattı. Bars da aynısını yaptı ve anahtarı da adama uzattıktan sonra beklemeye başladılar. Faldor, parşömeni ve anahtarı inceledikten sonra “Asırlardır beklenen gün nihayet geldi, sonunda Psiedia eski asil ve onurlu günlerine geri dönecek!” dedi.
*********
Profesör, Bars ve Bera Black Tiger’la yola çıkmışlardı. Bars, parşömeni elinde evirip çeviriyor, Bera, neler olacağı konusunda fikirler yürütmeye çalışıyor profesör de sadece arabayı kullanıyordu. Hedeflerinde Psiedia’nın eski zamanlarında, iyi ve kötünün savaşlarının yaşandığı vadiye gitmek vardı. Oraya gittiklerinde onları nelerin beklediğinden habersiz, yazılanları yaşamak için çıkmışlardı yola… Kalidlerin ruhlarını serbest bırakmanın o kadar kolay bir iş olmayacağını düşünen Bars, bunun bedelini ne şekilde ödeyeceklerini bilmiyor, aslında öğrenmek de istemiyordu. Faldor, ruhların serbest bırakılmaları için, bu iki çocuğu seçtiğini söylemişti kaderin. Bera ve Bars kadere inanmazlardı, ama yaşamaları gereken şeyleri, onlara hiç müdahale etmeden yaşamaları gerektiğine inanırdı iki sıkı arkadaş. Bu bir deli saçması olabilirdi. Gördükleri tüm tuhaf rüyalar birer göz yanılması, bütün bu kehanetler sadece birer mitten ibaret olabilirdi. Ama bunu yaşayıp göreceklerdi. Ya bütün bu olaylardan sonra evlerine gidip iyi bir akşam yemeğinden sonra yorgunluklarını atmak için bütün bir gün uyuyacaklardı ya da Psiedia’nın kurtarıcı kahramanları olacaklardı. Faldor, gençlerin Kalidlerin ruhlarını kurtarıp Psiedia’nın kahramanları olacaklarını söylemişti.
Kehanet, kötü tarafın, iyilerin ruhlarını savaş alanında bir yerlere hapsettiğini söylüyormuş Faldor’un anlattıklarına göre. Bera’nın, rüyaların nasıl olduğunu sorması üzerine de Faldor, rüyaları, iyi taraftan kalan son birkaç ruhun ve Psiedia’nın anahtarlarının saklı olduğu kutsal koruyucuların sayesinde onları seçtiğini ve bu görevleri onlara bildirmek için rüyalarına girdiklerini söylemişti. Kâhinin anlattıklarına göre, tehlikeli görevler, ruhları kurtarma sırasında değil, onlar özgürlüklerine kavuştuktan sonra olacaktı çünkü Kalidler serbest kalınca iyi ve kötü ruhlar arasındaki sonsuz savaş yeniden alevlenecek Bars ve Bera da bu savaşa birer silahşor olarak dâhil olacaklardı. Şimdi iki gencin yapması gereken tek şey, kâhinin, gençlerin rüyalarında gördükleri Faldor’un kutsal bildiri olarak adlandırdığı şiirleri asıl dilinden yani Kalidlerin asırlar önce unutulan dilinden tekrar okumak ve onların yeryüzüne inmelerini sağlamaktı. Bunu için Faldor şiirleri Kalid lisanına çevirmiş ve gençlere teslim etmişti.
Bars Elsa