Bölüm 5: Yeraltı 102
Ne yani, bu espriye mi gülecektim? Ölü bir kızın ölü espriler duyması şartmış gibi…
Birkaç dakika boyunca duyduklarımı (ve özellikle de gördüklerimi) hazmetmeye çalışırken volta atıp durmam ucubelerin dikkatini çekmiş olacak, bana dışarıyı göstermek için sonunda kapıyı araladılar.
"Ben Jax. Bu da arkadaşım ölülerin bekçisi Witante. Seni uyandıran da oydu... O, yeni ölenleri çürümeden önce uyandırmakla sorumlu."
"Ne yani? Beni 16 dakika geç uyandırıp böylesine çirkin bir ucubeye dönmeme sebebiyet veren gerizekalı Witante mi?"
"Kısmen." diye karşılık verdi Jax. "O sırada kopan ayağını yerine bağlamaya çalışıyorduk..."
Evet, artık ölüm sonrası hayatta yapılacaklar listesinin başında 'Witante'nin kafasını koparmak' da yer alıyordu, ki bunun zor olmayacağı da şüphe götürmezdi.
"Pekala, burası 'Yeraltı 102' prenses. Burada yeryüzündeki altı farklı mezarlığın ölüleri yaşıyorlar(!). Seninle konuşmak için kulübeye gelmemizin ve yanlışlıkla da olsa bu evrene geçişini gerçekleştirmemizin bir nedeni vardı."
"Ah, iyi hatırlattın!" diye atıldım tehtidkar bakışlarımı iki şapşalın üzerinde gezdirirken. "Hangi akla hizmet beni öldürdünüz?"
Jax sırıttı. "Gerçekten ulu ve kutsal ve yüce bir amaca hizmet."
"Neymiş o?"
Omuz silkti. "Akşam yemeğimizi hazırlaman için."
"Ne?! Sizi-"
"Şaka, şaka!"
Zihnim beni meraklandıran binlerce soruyla işkence görürken bir kez daha tek yapabildiğim yüzlerine boş boş bakmak oldu. En azından düşük seviyeli de olsa espri kabiliyetleri hala yerinde olduğu için onları takdir ettim.
"Pekala... Açıklamaya başlarsanız iyi olur. Eğer söylediklerinizi beni öldürmenize yetecek kadar büyük bir bahane olarak görmezsem sizi öldürürüm. Tekrar!"
Onlar saçmalayabiliyordu, ama benim sözüme tebessüm bile etmediler. Zaten bunu onlardan bekleyemezdim de... Kaldı ki zeka seviyelerinin toplamı benim sabah kahvaltısında yediğim az haşlanmış yumurtanın yarısı kadar bile etmeyen bu ucubeler, bizim 'özürlüler' diye tabir ettiğimiz saray soytarılarının yanında BİLE birer ahmak kalıyordu.
"Biz kötülük yapmak peşindeyiz; daha doğrusu kötülük yaparak hak ettiğimiz ünvanımızı geri kazanmak... Tanınmamaktan bıktık, efsanelerde eskisi gibi şeref ve ihtişamla anılmak istiyoruz."
Witante konuşmanın bu kısmında sessiz kalamadı. "Evet. Biz gerçekten atalarımızın yüz karasıyız. Sen de bunu değiştirebilmemiz için bahşedilmiş bir lütufsun! Bize yardım edeceğinizi söyleyin prenses."
"Bu aralar herkesin derdi efsanelerde ön planda olmak. Bu nedenle arzunuzun altında yatan gerçeği görebiliyorum. Ancak bunu başarmak için neden kötülük yapasınız? Neden iyilik değil de kötülük?"
"Birincisi, atalarımızın yolundan gitmek daha mantıklı geliyor… İkincisi, kötülük yapmak her zaman için iyilik yapmaktan daha kolaydır."
Şöyle bir etrafıma bakındım. Aslında böyle bir düşünceyi ortaya çıkarmak için etrafıma bakınmama da gerek yoktu ama, yine de "Kötülük yapmayı haklı çıkarmak adına ortaya konan hemen hemen herşey birer bahane." diyerek aslında ezelden beri bildiğim bir gerçeği yeniden hatırlamak için buna ihtiyaç duymuştum.
Bence bu yarı ölülerin böylesi zorlu bir işe girişmelerinin başka bir nedeni daha vardı. Sıkılmışlardı, bunalmışlardı... -Kim bilir kimler tarafından- Yeraltına tıkılı kalmış bir şekilde pinekliyor ve hep aynı şeylerle oyalanıyor olmalılardı.
"Belki de tanınmamışlığın yanı sıra başka etmenler de vardır sizi bu duruma sürükleyen..." dedim. "Dışarıdaki insanlar görünümünüzden korkup size zarar vermiyorlar ya?"
"Evet. Biraz hor görüldüğümüz doğru." dedi sıkılarak.
Yarı ölülerin durumlarına bambaşka bir pencereden bakabilmeme vesile olan dertli söylemlerini dinledikten ve onların haklı olduğu konusunda karar kıldıktan sonra ucubeleri efsanelerin büyük birer parçası yapma görevindeki rolüm her ne ise üstlenmeye hazırdım. Sanırım birilerine yardım edeceksem bile, bu yine kötülük yapmak için olurdu.
Sonunda uzun, karanlık, topraklı koridordan çıktık ve yüzlerce parçalanmış ölü bedenin ayaklanıp doldurduğu kocaman bir alana adımımızı attık. Burası gerçekten de geniş bir meydandı. Meydanın arkasında, mağaranın duvarıyla birleşen, yüksek mi yüksek bir yapı vardı. Evet, yeraltında olduğumuzu biliyordum, ancak mağara duvarındaki kayalıkları oyup bu denli yüksek bir yapı oluşturacak kadar yerin altında olduğumuzun da farkında değildim. Oyuklar küçük mağara girintileri değildi. Aksine, büyük bir uğraş verilerek nihayet derecede muntazam bir şekilde ortaya çıkarılmış kraliyet sarayına aitti, ya da şatosuna... Bu kadar abartılı ve şatafatlı bir yapının görsel güzelliğini hangisi tanımlamaya yeterse.
Yapay tepenin aşağısında ise yüksek bir beton parçası kaldırıldığında boşluğa denk gelecek bir biçimde iplerle tutturulmuştu. Kraliyet sarayının boşlukta kalan bu kısmını merdivenler ya da sütunlarla doldurmadıklarına göre beton parçası bir heykeldi, yerine oturtulduğunda ise tepeye oyulmuş saray odaları heykelin iki yanını çevrelemiş olacaktı ve yerden metrelerce yüksekteki heykelin tepesine tek bir odanın balkonu uzanacaktı. Bu odanın zamazingolar kralına ait olduğundan emindim.
"Sanırım şu yontunun inşası biraz daha zaman alacak. Neden gidip yemek yemiyoruz?"
Günün menüsünde çamur soslu bacak çorbası ve böcek sümüğü salatasının yer aldığı bir kulübeye gitme ihtimalimizi zihnimden atarak Jax'le beraber yan taraftaki mağaranın daha da derinlerine inen merdivenlere doğru uzanan menzili kat ettim.
Merdivenlerden yukarı doğru çıktık, kapı sayılabilecek şekilli deliklerden girdik, ve şık bir mekanın arka kısmına ulaştık…
"Alsana altı kepe. Prenses ve bana güzel bir yemek paketle." dedi Jax ve böylece mekan sahibinin gelmesini beklemeye başladık. Mekan sahibini ikinci kez gördüğümde midemin altüst olması kaçınılmazdı. Çene derisi yoktu, bu yüzden çene kemiğini ve çarpık dişlerini görebiliyordum. Diğer bütün yarı ölüler gibi onun da derisi pul puldu ve hazırladığı yemeğimin içine atlamaya meyilliydi. Kaselere yerleştirilmiş yemeğime uzanırken elini yerinden çıkartmamak için ayrı bir gayret sarf etmem gerekti.
Jax’in bana insanın bütün kötümser yanlarını kabartan Yeraltı 102’yi biraz daha gezdirmesinden sonra kraliyet meydanına geri döndük. Ama ben, kalabalığın ortasında dona kalmıştım. Çünkü heykel başımı döndürüyordu. Ve çünkü, heykel bendim...
"İnanamıyorum! Bu benim heykelim!"
Jax’in kırık kahkahasını duydum. Kendimi incelemem için yine bana zaman tanıyordu.
Ellerini iki yana açmış dev kadın heykeli sanki kusursuzluğuna şekil verilen doğaüstü bir varlığı temsil ediyordu ve kesinlikle beni betimlemekten uzaktaydı. Gri beton mor tenimi ve beyaz saçlarımı yansıtmadığı için değişimimi simgelemediğinden de emindim. Ancak simgelediği birşey varsa; o da tevazuya yer vermeyen ve insanı iftihara zorlayan bir biçimde, mükemmellikti…
"Hoşgeldin." dedi Jax bir kez daha ortaya çıkarttığı işten memnun olduğunu gösteren bir kahkaha patlattıktan sonra.
"Kraliyetine hoş geldin..."