Kayıp Rıhtım Arşiv Forum

Liman Kenti => Düşler Limanı => Gezginler Kamarası => Konuyu başlatan: Black Helen - 28 Eylül 2010, 21:12:41

Başlık: Kedi, Merak ve Ölüm Üçgeni
Gönderen: Black Helen - 28 Eylül 2010, 21:12:41
*Günlük hayattan tatlar, bazen saçmalıklar ve bazen de ciddi olmayan ciddi konular anlatacağım size. Kalemim kırılmadığı, zihnim yok olmadığı sürece.

1

(http://www.dinodream.com/forum/uploads/ruhibirbanyo/2007-07-29_181852_durak.jpg)


 Onu farketmemin nedeni bana bakmamasıydı. Diğer insanların aksine, durakta öylece ellerine izleyerek ve ara sıra da kendi kendine söylenerek oturuyordu. Tuhaf görünüşlü bir kadın olduğunu söyleyebilirdim. Aslında diğer insanların yaptıklarından başka şeyler yapan herkesin tuhaf sayıldığı bir çağdaydık.

Toplumumuzda, otobüsle seyahat eden insanların yüzüne dik dik bakmak gibi bir fantezi vardır. Bu bakışların yarattığı yüksek dozajdaki rahatsızlığı, otobüsle sık sık seyahat eden insanlar bilir. İşte o kadın, dik dik bakanların aksine, beni rahatsız etmemesi sayesinde ilgimi çekmişti.

Yine bir öküz - tren çıkmazı içindeydik. İçimden bir ses camı açıp " Ne bakıyorsunuz ?" diye bağırma taraftarıydı. Ama ben taraf tutmam. O yüzden sadece oturup izledim. İnsanlar ilk önce yolculuğun nereye olduğunu öğrenmek için otobüsün ön camındaki ışıklı tabelaya bakıyor, “Taksim- Hamidiye Mah. “ yazısı içlerini açmayınca da trenin geçişini izleyen bir sürü gibi, boş ve hayattan bıkmış gözlerle bizi dikizliyorlardı.
 
Rahatsız ediciydi. İnsanda elleriyle yüzünü saklama isteği uyandırıyordu. Fakat benim, otobüste yaşanılan sahne korkusuyla ilk defa karşılaşışım değildi bu. Her Allah'ın günü aynı insanlar, aynı pozisyonda, aynı surat ifadeleriyle, oturdukları yerden “zavallı otobüs insanları” nı süzerdi. Hatta bir ara ciddi ciddi bu insanların sırf bizi izlemek için geldikleri gibi paronayak bir fikre kapılmıştım.

 Genelde otobüs hareket edene kadar devam eden bu rahatsızlık, İETT durağından çıktıktan sonra yerini hoş bir ferahlık ve özgürlük hissine bırakırdı. Ayı oynatıyormuşuz gibi otobüse bakanların aksine, bize tamamen kayıtsız kalan o kadın şu dünyada aklı başında insanların var olabileceğine de inandırmıştı beni.

 Duraklar giderek geride kalırken, kadını da karmaşık düşünce çöplüğümde geri plana atmam kolay olmuştu. Tabi otobüsün ilerlerken yarattığı sarsılmalar  ve aniden otobüsün önüne atlayan bir çocuğun yarattığı “ekşın”  da geri kalan düşünceleri unutmamda rol oynamadı diyemem.

Ertesi gün, okul çıkışı yine o durağa gittiğimde, kadını dün akşamki pozisyonunun aynısında buldum. Dikkatli bakınca ilgimi daha çok çekmişti doğrusu. Buruş buruş bir yüzü ve önleri grileşmiş, arkalarıysa simsiyah boyanmış saçları vardı. Ancak ilgimi en çok çeken şey, cart kırmızı leopar desenli kenarları siyah dantel işlemeli elbisesi, onun bir ton açığı deri, eskimiş bir ceket ve orta çağdan kalma gibi görünen siyah, dize kadar uzanan çizmelerdi. İnsan böyle bir kombinasyon gördüğünde diğer şeylere pek dikkat edemiyor.

 Merak kediyi öldürürmüş. Ölmeden önce yaptığım son şeyin o kadının yanına oturmak olmasını pek istemezdim doğrusu. Yine de gittim ve oturdum. Bir yandan da saatimi kontrol ediyor ve gelen otobüsü kaçırmayayım diye yolu kolaçan ediyordum.

Sonradan farkettim ki kadında paranoyak olan bir şeyler vardı. Kendi kendine söylenmeyi bıraktığı anlarda sağa sola bakıp duruyordu. Yüzüne peynir çalarken yakalanmış bir tilkinin kurnaz ve endişeli ifadesi yerleşiyordu.
 Bir an sanki ona baktığımı hissetmiş gibi aniden dönüp gözlerimin içine baktı. Sanırım şu anda da benim yüzüme repliğini unutmuş bir oyuncunun yüz kızarıklığı yerleşiyordu. Etme bulma dünyası neylersin.
 
Kadının kömür karası gözlerinde bir madencinin yılgınlığını buldum. Tuhaf, adını koyamadığım bir alev dans ediyordu o gözlerde. Bir saniye sonra gözlerini benden ayırdı. Tekrar öne eğilip bu sefer duyabildiğim bir sesle ve hiddetle konuştu.

“Pezevenk! Hala gelmedi. Ne zaman yüzüğü bulacak da gelecek. Pezevenk...”

Aynı cümleyi tekrar tekrar söylemeye başladı. Haliyle ben de irkilip bankta ondan biraz uzağa kaydım. Durağın önünden geçerken kadının söylediklerini  ve benim tepkimi farketmiş, hareket amirliğinde çalışan tonton bir memur amca gülümseyip, yanına gelmemi işaret etti. Normalde iyi bir çocuğumdur, yabancılarla konuşmam. Ama bu kadar tonton bir memur amcadan bu kadar sevimli bir gülümseme gelince insan şeker falan mı verecek diye merak ediyor doğrusu. Üşenmedim, kalkıp yanına gittim. Kulama eğildi.

“ Korkma kızım, o buranın delisidir. Her gün süslenip püslenip gelir, müstakbel koca adayını bekler. Beklediği koca adayı da gelmediğinde sinirlenip, küfretmeye başlar. Sen korkma zararsızdır. Bu dünyadakilerle işi yok onun.”

Amcanın dev cüssesinden arta kalan manzarada beklediğim otobüsün geldiğini görünce tüm şirinliğimi takınıp, teşekkür edip, otobüsüme koştum. Her zamanki gibi de cam kenarına oturdum. Fakat bu sefer gözünü dikip bana bakan insanlardan o kadar rahatsız olmadım. Sonuçta dünyada aklı başında insanlar olduğu varsayımım yine yanlış çıkmıştı. Diğer tüm varsayımlarım gibi. Otobüs hareket edip de durakta hala gelmeyen kocasını bekleyen kadın gözden kaybolurken iç geçirdim. Gelsin hayat, bildiği gibi gelsin!
Başlık: Ynt: Kedi, Merak ve Ölüm Üçgeni
Gönderen: silence of scream - 30 Eylül 2010, 15:04:33
O kadını merak ettim doğrusu. Kim bilir o koca adayını daha ne kadar bekleyecek? :) Hoş bir yazı olmuş.Hayattan bir kesiti sunmuşsun bizlere.Eline sağlık :)
Başlık: Ynt: Kedi, Merak ve Ölüm Üçgeni
Gönderen: Black Helen - 02 Ekim 2010, 17:35:20
 
2

(http://img2.blogcu.com/images/a/n/a/anadoluekspresi/trnyl1.jpg)


 Son zamanlarda insanların dilinde bir sevgi sözcüğü, almış başını gidiyor. En alakasız, biririne ölümüne kin besleyen insanlar bile “Seni seviyorum.” diyebiliyor. Yalanlardan sararmış maskelerinin ardından bsaşkalarına sevgi sözcükleri fısıldayabiliyorlar. Açıkçası iğreniyorum sevginin ne demek olduğunu bilmeyen insanların bu yalanlarından. Özellikle de paranın en büyük din olduğu şu devirde.

 Aslında beni yakından tanısaydınız bu sözlerime “Yürü git be!” tarzı bir tepki vermenizi anlayışla karşılardım. Ailemin ağzından düşmeyen “soğuk nevale” lakabını hakkıyla taşıyan biri olarak sevgi hakkında bir şeyler söylemem bana bile mantıksız geliyor. Ama bu çelikten zırhı giymiş olmamın tek nedeni kendi seçimlerim değildi.

Çocukluğum karamsar bir “sevgisizlik” teması üzerinde geçti. Annemin de babamın da öğretmen olması benim için erken yaşlarda başlayan bir disiplin çılgınlığına kurban gitmek demekti. Meslekleri dolayısıyla benim öğrencileri mi evlatları mı olduğuma bir türlü karar veremeyen ebeveyinlerim ilerideki soğukluk ve güvensizlik felsefemi oluşturacak ilk tohumları kendi elleriyle ektiler.

 Ailemin sevgi ve sadakatine bile güvenemediğim bir dönem yaşadım. Yalnızdım, hiç arkadaşım yoktu, sevgi göstermeye çalıştığım herkes beni bir şekilde yaralamıştı. Kardeşimi doğması ve çocuksu bir kıskançlıkla bütün ilginin onun üzerinde olmasına sinirlenmem bile ağır tepkilere yol açtı. Daha beş yaşında olmama rağmen “mantıklı düşünememek” le suçlandım.

Büyüdükçe zırhımın katmanları kalınlaşıyor, insanlara karşı içimdeki dur durak bilmeyen nefret de benimle bereber büyüyordu. İlkokul ve ortaokul yaşantısına adım atışım, sevginin insanın başına bela açmaktan başka bir işe yaramadığı kanımı güçlendirmişti. Dostum olarak sayabileceğim kimsem yoktu. Entirika ve hiyararşiyi “Ali topu at.” yazmayı öğrenmeden önce öğrendim. Sürekli okul değiştirdim. Hiçbir ortama tututnamadım. Ailemin seçiciliği ve katı baskıları yüzünden kimse beni arkadaşı olarak görmek istemiyordu.

 En sonunda, liseye kadar, yalnızlığı doruklarında yalın ayak dolaşacağım bir özel okula gönderildim. Sadakat artık benim için uçan atlarla aynı kefedeydi. O okulda fransızlar gibi kin taşımayı öğrendim.Ve aynı zamanda kibiri de. Yaşadığım yegane güzel şeyse kitaplarla tanışmam olmuştu.

Beş yıl boyunca dur durak bilmeden annemlerin başarı hayallerini gerçekleştirmeye çalıştım. Sürekli başka çocuklarla kıyaslandım. Ben ailemi başkalarının aileleriyle kıyasladığımdaysa ukala damgası yedim. Biraz daha büyüdüğümdeyse yaşımın gerekleri yüzünden iyice sinirli, tartışmaya açık ve her cümleye nükteyle karşılık veren biri olup çıkmıştım. Akrabalarımın gözünde “evil” bir karakterdim.

Yılların getirdiği güvensizlikle kimseye sevecenlik göstermemek konusunda demir kadar serttim. SBS yıllarıysa en korkunç zamanlardı. Düşünmeme, fikir üretmeme, bir ruhum olduğunu göstermeme ve en acısı kitap okumama izin yoktu. Kendimi kafese kapatılmış vahşi bir hayvan gibi hissediyordum. Mantıksal dünyaya sıkışıp kalmıştım.

SBS dönemi de bitti ve liseye geçmemle beraber üzerimdeki baskı da biraz azaldı. Yine de ben üzerimdeki gözle görülmeyen tonlarca ağırlıktaki zırhımla ve yüzümdeki acılı gülümemeyle dolaşmaktan vazgeçmedim.

Şimdi dönüp yanımda sevgiden bahseden insanlara şöyle bir göz atıyorum. Ya da benim de bir zamanlar sevgiye muhtaç olduğumu anlayamayan aileme. Beni soğuklukla suçlayan arkadaşlarıma...
Ne yazık ki benim neden böyle biri olduğumu hala anlayamadılar.

İnsanı şartlar şekillendirir. Sevgisiz bir ortamda büyürken sevginin de değerini anladım. Sevgi öylece çiçek tohumları gibi her yere saçılabilecek bir şey değildir. Sözcüklere ihtiyacı yoktur. Sevginin değerini anlayanlar bir anlamda ona muhtaç olanlardır.

Benim en büyük korkumsa içimde hala yaşamaya devam eden saf sevginin bu maddi dünyada kirletilmesi. Bu olmadığı sürece varsın insanlar beni "soğuk nevale" sansın. Mühim değil.
Başlık: Ynt: Kedi, Merak ve Ölüm Üçgeni
Gönderen: Victoria - 05 Ekim 2010, 19:59:01
Çok doğru bir konuya değinmişsin. İnsanlar daha sevginin ne olduğunu bilmiyor.
O kadar güzel bir anlatış tarzın vardı ki kendimi senin yerine koyup empati yapabildim.=)
Başlık: Ynt: Kedi, Merak ve Ölüm Üçgeni
Gönderen: Black Helen - 05 Ekim 2010, 20:12:44
Eğer ne düşündüğümü anlatabilmişsem ve size ulaşabilmişsem ne ala. Aslında çok karamsar bir yazıydı bu. Ama abartı kullanmak düşüncelerimi daha rahat anlatabilmemi sağlamış demek ki :) Yorumunuz için teşekkürler.
Başlık: Ynt: Kedi, Merak ve Ölüm Üçgeni
Gönderen: Black Helen - 15 Ekim 2010, 21:49:32
*Büyük şair Ataol Behramoğluna. Şiirlerini hayatıma kattığı için.

3

(http://img03.blogcu.com/images/u/r/a/uranustile/hayat_1257545047.jpg)


Hayat kısa. Başkaları tabutumuzu sırtlayana kadar ne zaman geldi ne zaman geçti anlayamıyoruz bir türlü. Ruhunu şeytana satmış robotlar gibi bir hiçliğe uyanıyoruz her sabah, hüzünlü ve amaçsız. Hiç iz bırakmamacasına aynı boşluk ve hissizlikle ölüyoruz bi sonbahar sabahı. Belki de ilkbahar. Gri kaldırımlar gibi soğuk ve neşesiz geçiyor ömrümüz ne yazık ki.
  Oysa mavi gökyüzüne bakıp mutlu olabilmek, bir çocuğun balonunu izlerken yaşadığı sevinci tadabilmek, hayatın ardındaki gri fonu gökkuşaklarıyla değiştirebilmek ne kadar imkansız geliyor ademoğluna.
  “İnsan balıklama dalmalı içine hayatın,
   Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına.”

  Ne kadar haklı Ataol üstadın bu dizeleri. Hayatın akıntısında sürüklenmedikçe, dalgalarıyla bütünleşmedikçe ve bazen de panikleyip tuzlu suyunu yutmadıkça kim yaşamış sayr kendisini. Yaşamk bir piyanonun sesiyle gençleşmektir, sevginin her tonunda kaybolmak, ayrılıklarla olgunlaşmaktır.

  Bunları hissetmedikçe ancak bir ot kadar yaşamış sayabiliriz kendimizi. En büyük pişmanlığımız yapamadıklarımız olur. İşte bu da yaşamayı bilmeyen insanların hazin sonudur.
Başlık: Ynt: Kedi, Merak ve Ölüm Üçgeni
Gönderen: Black Helen - 01 Kasım 2010, 21:04:18
4

Yaşadığımız dünyada ilgimizi ciddi anlamda çekebilecek iki çeşit insan vardır. Verimli bir araştırma için bunları iki grupta inceleyebiliriz.
Birinci grup insanı para harcamak için doğar, ölmek için yaşar. Hayatını televizyon başında çekirdek çitleyerek yada borç batağında çırpınmasına rağmen, büyük bir umursamazlıkla aldığı cep telefonunun tuş kilidiyle oynayarak geçirir.

Sabah uyanmak için bir nedeni yoktur. Duygularını ve düşüncelerini anlatmak için ünlü harflereri kullanmadan yazdığı selam ve naber kelimeleri yeter de artar ona. Neden yaşadığını sorduğunuzda “Para kazanmak için.” der, neden para kazandığını sorduğunuzda da “İyi yaşamak için.” cevabını verir. Oysa ki televizyon ve bilgisayar başında pinekleyip at gözlüğü takmış gibi geçirdiği zaman iyi yaşamak mıdır?

Bu kısır döngünün bir sonu yoktur bu tip insan için. Elinden gelse mezara bile telefonuyla girer mezar taşına da “Ruhuna elli kontör.” yazdırır. Nehirde akıntının tersine yüzen balıklar gibi ruhuyla ve insanlığıyla çelişip durur. Teknolojinin haremindeki cariye, parmağında oynattığı sazan olmuştur.

Sorsanız elhamdülillah müslümandır ama gelen kutusuna hatim indirip, sim kartına tapınmaktan bir an bile vazgeçmez. Teknolojiyi kurtuluşun tek dini olarak görür.
Hayatında açıp da iki sayfa kitap okumamıştır ancak onlarca sayfa mesajı ve izdivaç programı altyazılarını okumaya üşenmez bile. Yediği çekirdek bile şikayet eder bu renksiz, amacından sapmış yaşantıdan.

Bir dakika elektirik kesilsin olağanüstü hal ilan eder adeta. İnternetinden, televizyonundan ve telefonunun şarjından uzak geçireceği anları yaşamamak için cehennemde çıplak koşmaya bile razı gelir. Tabi cep telefonu cehennemde de çekiyorsa. Yok eğer cehennemde kablosuz internet bağlantısı yoksa Azrail'i bile yoldan çıkarır.

Kitap okuyan, yazan, nefes aldığında yaşadığını hisseden ikinci grup insanını gören birinci grup ahalisi ya ölümüne dalga geçip “loser” etiketi yapıştır Ya da bozuk bilgisayar görmüş gibi kuyruğunu kıstırıp kaçar. Özgürlüğünü o kadar koşulsuz satmıştır ki teknolojiye kelimelerin getirdiği hürlüğü anlamaz, anlayamaz. Bir iki edebi söz görsün sudan çıkmış balığa döner. Teknolojinin tutsağı olmuş ve beynini gri monitörlere değişmiştir.

Ama birinci grup insanının bilmediği bir şey vardır. Teknoloji tıpkı bir baharat gibidir. Fazla kaçırıldığı taktirde yemeği güzelleştireceğine bayağılaştırır ve yenmez hale getirir. İyi bir aşçı olan ikinci grup insanı baharatı fazla kaçırdığında suyu arttırması gerektiğini bilir. Çünkü su teknolojiyi dengeleyecek olan edebiyat ve sanattır.

Birinci grup insanı bu gerçeği anladığında çok geçtir. Ömrünün en güzel yıllarını teknolojiye kurban etmiş ve üzerine çürümüşlüğün kokusu sinmiştir. Gerçeği gördüğündeyse ya kafasına bir kurşun sıkıp bu bağamlılıktan vazgeçmeye çalışır yada bunu bile yapacak cesareti olmadığı için çekirdeklere eziyet etmeye devam eder. Ta ki arkasında hiçbir şey bırakmadan öldüğünde teslim edeceği bir ruhu bile kalmayıncaya dek.
Başlık: Ynt: Kedi, Merak ve Ölüm Üçgeni
Gönderen: Fırtınakıran - 05 Aralık 2010, 14:42:19
Ne zamandır, "bir okuyayım şurada yazanları" diyorum ve bugün vakit bulup okuyabildim.

Otobüs durağındaki deli teyzeye diyecek bir şey bulamadım. Kimbilir nasıl birtravma yaşadı da o hale geldi. Belkide, doğuştan öyleydi bilemiyorum. Ama insanların gözlerini dikip birbirlerine bakmaları, dalgınlık mıdır yoksa bakışma ihtiyacımızıdr karar veremiyorum. Belki iletişimin kolaylaştığı bu çağda, gerçek anladma bir "iletişimsizlik" yaşıyoruz ve bunun sonucu olarak sözlere ihtiyaç duyamdan sadece bakacak birini arıyoruz. Amaç sadece bakmak, ne yapıyor diye merak etme. Kesinlikle konuşmak değil. Pek tabii aynı zamanda magazin kültürünün yarattığı " kim nerede ne yapıyor" şeytan üçgeninde gezen fesatların da bakışları olabiliyor bunlar.

Sevgiye gelecek olursak, herkes herkesi hemen seviyor nedense. Hele şu havada uçuşan canımlar, hayatımlar beni benden alıyor. İlk defa gördüğün biriyle sunii bir sevgi ve samimiyet çerçevesinde kurduğun diyalog, az sonra kapıdan adım atar atmaz içindeki katran karası tiksintiyi dışar vuran cümlelere dönüşüyor.
Senin yazdıklarına dönecek olursak, aile yaptığın eleştiriye tek kelime edemem. Onları en iyi sen biliyorsun sonuçta. Ama arkadaşlarını soğuk diye suçlayan sınıftakiler (ben de benzerlerini yaşamıştım) sahte sevgilerin geçici insancıkları, bun da yaşayarak gördüm.
Birbirinden nefret eden inasnlar zamanla birbirini sevebilir. Bunu garip bulmuyorum, fakat daha önce bahsettiğim o suniiliğin gerçek olması hepsinden daha imkansız.

Son yazın için ise yine yine ilk paragrafta söylediğim nednei gösteriyorum. Çağın insanı yalnız, hem de yapayalnız. Hepimiz bunu bildğimiz için o 1 dakikalık elektrik kesintilerinde yalnızlığımızla gerçek anlamda baş başa kaldığımız için çıldırıyoruz. Çünkü o karanlık gecede bir anda etraftakilerle konuşacak bir konu bulamadığımızı, kendimizi oyalayacak başka hiçbir şeyin olmadığını görüyoruz. Ve bu gerçek hiç hoşumuza gitmiyor. Komşuluk ilişkilerinde bile görüyoruz bunu. Kim apartamanında oturanları gördüğün selam veriyor ya da onları tanıyorki? Ama internet, cep telefonu ve türlü icatlarla bunların eksikliğini yaşamadığımızı "düşünüyoruz".
Başlık: Ynt: Kedi, Merak ve Ölüm Üçgeni
Gönderen: Black Helen - 08 Aralık 2010, 19:36:36
Öncelikle okuduğunuz ve ayrıntıyla yorumladığınız için teşekkürler Fırtınakıran :)

5. Kayboldum

Evet doğrudur, kayboldum. Kendimi kaybettim, kişiliğimi kaybettim, dostlarımı kaybettim. Kısacası her şeyi kaybettim. “ I want to play a game again. “ diyecek gücüm bile yok. Çünkü biliyorum ana ekranımda “ Game over. “ yazısı kalıcı olarak kayıtlı.

Yapmadığım şeyler için suçlanıyorum. Evet bunu söyleyebilirim. Bu tek gerçek. Bir tarafta insanlar yüzüme gülüyor. Merak ediyorum, altın kaplamasını kazıyorum gülüşlerinin ve altından çürümüş bir düzenin kokusu yayılıyor. Bıktım kardeşim, bıktım. Sahte sevgilerden, sarılmalardan, canım arkadaşım diyen ağızlardan yayılan yalanlardan. Popülarite uğruna satılan insanlar çöplüğünde, sırtıma saplanmış Macbethvari bir hançerle yan gelmiş yatıyorum.

Bazı insanların boktan egolarını tatmin edemediğim için kişiliğimi değiştirmem gerektiği uyarısını alıyorum. Ey kokuşmuş koyunlar, sürü psikolojisi mahkumları, kişiliği olmayan bir dünyada kişiliğinizin olması suçsa, bırakıp giderim hacı bu ne ya? Kağıttan maskelerinizin altındaki canavar suratlarınızı görme yeteneğine sahip olmam suç mu?
Sonuç mu? Sonuç monuç yok. Kayboldum sonuçta. Kesişen yolların ortasında ileriyi göremiyorum. Hengi yöne sapsam bir çıkmaz, bir tuzak. Bildiğim tek şey nefret, derin, sonsuz bir nefret.
Başlık: Ynt: Kedi, Merak ve Ölüm Üçgeni
Gönderen: KoyuBeyaz - 08 Aralık 2010, 19:52:54
Fırtınakıran ile aynı cümleyi kurmuşum;

Alıntı yapılan: Fırtınakıran
Ne zamandır, "bir okuyayım şurada yazanları" diyorum ve bugün vakit bulup okuyabildim.

Duraktaki kadın neden bilmiyorum ama İngilizce hocamızı hatırlattı bana. Herhangi bir sebepten değil, yalnızca dış görünüşünden dolayı. Duraktaki deliye bakıp 'yazık' demek de bizim elimizde, bir öğretmenin o anlatmış olduğun giysi kombinasyonunu giymesine katıla katıla gülmek de. Sadece neresinden baktığımız önemli sanırım hayata.

Yazıların arasında kullandığın benzetmeler çok hoşuma gitti. Okuyunca ''bu kadar uyar!'' tarzı tepkiler verdim.

Sevgi konusunda ise yalnızca saygı ile eğiliyorum.

Takip edilecek bir başlık daha. Çok hoş!
Başlık: Ynt: Kedi, Merak ve Ölüm Üçgeni
Gönderen: Black Helen - 08 Aralık 2010, 20:08:22
Duraktaki kadın neden bilmiyorum ama İngilizce hocamızı hatırlattı bana. Herhangi bir sebepten değil, yalnızca dış görünüşünden dolayı. Duraktaki deliye bakıp 'yazık' demek de bizim elimizde, bir öğretmenin o anlatmış olduğun giysi kombinasyonunu giymesine katıla katıla gülmek de. Sadece neresinden baktığımız önemli sanırım hayata.

Yazıların arasında kullandığın benzetmeler çok hoşuma gitti. Okuyunca ''bu kadar uyar!'' tarzı tepkiler verdim.

Sevgi konusunda ise yalnızca saygı ile eğiliyorum.

Takip edilecek bir başlık daha. Çok hoş!

 Aslında size şöyle söyleyeyim, o deli teyzeyi her gün görüyorum ve asıl acı olan insanların onu görmezden gelmesi. Kendilerinden başka kimseye önem vermeyen bir topluma dönüştük maalesef. İnsanlar o kadına baktığında sanki arkasını görüyorlarmış gibi bir tepki veriyorlar, sanki o kadın orada değilmiş gibi. Yolda düşüp ölseniz ilgilenen olmaz anlayacağınız.
Benzetmelerimi beğenmeniz beni mutlu etti. Okuyucuya bir şeyler hissettirebilmem de. Size de teşekkürler okuduğunuz ve yorumladığınız için. :)
Başlık: Ynt: Kedi, Merak ve Ölüm Üçgeni
Gönderen: Victoria - 13 Aralık 2010, 18:39:06
Maalesef toplumda ki diğer insanlara benzemeye zorlanıyoruz.
Onlar gibi bir imaj yaratmak, gerçek benliğimizi saklamak zorunda kalıyoruz. Maskelerin arkasına saklanan insanlara acıyorum. Çünkü  çoğunun  kişilikleri tam  olarak oturmuş değil.
Çevremdekilere baktığım zaman şunu görüyorum:
İnsanlar sizinle konuşurken; Zihinlerinde iğneleyici sözler ve bunları nasıl nazikçe dile getirecekleri üzerinde düşünürler. Bunları düşündüklerini nasıl mı anlıyorum?
Yüzlerindeki yapay gülümsemeden. Sizle konuştuktan sonra başka bir yerde dedikodunuzu yapar bu tür insanlar. Kendi eksiklerini, sizi başkalarına kötüleyerek kapatırlar.
 
Nefret etmen çok normal.
Kendin olmaya çalışırken seni engelleyip suçluyorlar.
Kişiliğini kaybedip bulmuş insanlar topluluğuna benim gibi katılmış bulunuyorsun.
Hoşgeldin. :P








Başlık: Ynt: Kedi, Merak ve Ölüm Üçgeni
Gönderen: Black Helen - 22 Aralık 2010, 17:52:15
(http://img2.blogcu.com/images/s/e/s/sessizsolfej/deniz_feneri_nettekeyif_net.jpg)


Yosun kaplı, emektar sandalları koynuna alan, her gün güneşi doğuran ve mavi saçlarını dört bir yana savuran, özgür insanların yurdudur deniz. Bu mavi gözlü, hırçın dalgalı güzel kadın, Poseidon'un yankısını taşıyan tuzlu sularıyla, denizde gezinen yalnız denizcilerin en sadık karısıdır. Ve hırçın lodoslarla kardeştir, kokusunu uzaklara taşıyan. Sonsuz maviliğine çeker insanı, bir sonu olmayan dalgalarıyla ehlileştirir.
Geceleri gümüş yakamozlarıyla dans eder Ay'ın. Sonsuz gençliğin simgesidir. Aynı zamanda da sonsuz bilgeliğin. Taştan banklara oturup bakın uzun süre bu gizemli kadına. Belkide göz kırptığını görürsünüz altın gülüşlü bir su perisinin, Odysseus'a yol gösteren.

*Derste on dakika içinde bir betimleme paragrafı yaz denildiğinde bu çıktı ortaya. Kendimi kaybediyorum cidden.
Başlık: Ynt: Kedi, Merak ve Ölüm Üçgeni
Gönderen: Black Helen - 25 Aralık 2010, 14:39:45
(http://img.sinemalar.com/images/ss_buyuk/904/Truman-Show_13.jpg)

Geçen gün çok sevgili bir ağabeyimin tavsiyesiyle The Truman Show 'u izledim. Ve uzun süredir bilinçsizce düşündüğüm, ancak o anda aklımın dağınık köşelerini aşarak algılama kabinine girebilen bir fikir, ampül klişesi eşliğinde düşüncelerimi doldurdu.
Bir saatin akrep ve yelkovanı gibi şaşmaz bir doğrulukta işleyen bir hayat mıdır en iyisi olan? Çoğumuz -itiraz etmeyelim- hayatı bu şekilde yaşıyoruz eminim. Sabah kalkıyoruz ve tekrar yatağa kavuşabilmek için geçiriyoruz bütün bir günü. Uyan, çalış, uyu.
Kusursuz bir sistem gibi geliyor kulağa. Hiçbir pürüzü olmayan, kolay yaşanılabilen bir hayat. Fakat bu mudur yaşam amacımız?
Bir hadefimiz, yaşamak için bir nedenimiz olmadan bütün gün evde gerinip yatan, hayatının tek heyecanı bir küçük böcek görmek olan, semiz kedilerden ne farkımız kalır? Doğru mudur, yanlış mı? Diyeceksiniz bu kız neden bu kadar kasıyor, sabah sabah başka işi gücü yok mu? Yok kardeşim! İşte sorun da bu. Hergün bir ötekinin aynısıysa kusursuz olmaktan çok uzak bir yerdedir yaşantınız, bu sizin ot gibi yaşadığınızın göstergesidir. İşte bu yüzden The Truman Show'u izlemek beni uyandırdı.
Hayatta her duvarın aşılabilir, tek yapmamız gerekenin tatlı, pembe rüyalardan uyanıp, alışkanlıkları değiştirmek olduğunu gösterdi. Ve beni de Jim Carrey'nin oyunculuğuna bir kez daha hayran bıraktı.
Başlık: Ynt: Kedi, Merak ve Ölüm Üçgeni
Gönderen: Black Helen - 30 Aralık 2010, 20:52:20

(http://www.enotes.com/w/images/thumb/2/2c/Chopin_nocturne_op32_a1.png/350px-Chopin_nocturne_op32_a1.png)

Chopin - Nocturne Op.37 No.1 in G Minor üzerine,

Bir kadın vücudunun kıvrımları gibi yumuşakça dalgalanan müzik. Nocturne Op.37 No.1 in G Minor. Eğer hayatımda bir arka fon müziği olsaydı, muhtemelen bu olmasını tercih ederdim.
 Mütevazi, yumuşak ve sürerli. Herhangi bir hızlanma bölümü barındırmayan, aksiyonsuz bir müzik. Arada mutlu tonda tıngırdayan bir iki nota olsa da sonbaharda çiçek açan şaşkın ağaçlar gibi geçici. Sade,dikkat çekmek için yırtınmayan bir melodi. Özünde hep aynı tuşlarda gidip gelse de her döngüde farklı bir anlam barındıran bu eser Chopin'in en dikkat çekici eserlerinden biridir benim için. Ve beni anlatır dediğim tek parça.

Belki çok uzun, belki çok sıradan, ancak gerçekçi bir eser. Chopin'in piyanosunun üzerinde gezinen ince uzun parmaklarının ruhuma dokunabildiği nadir bulunan bir kapı. Yoğun ve boğucu bir günün ardında huzuru bulduğum sığınağım.
Başlık: Ynt: Kedi, Merak ve Ölüm Üçgeni
Gönderen: Black Helen - 08 Ocak 2011, 13:40:17
(http://www.ataturktoday.com/Resim/Foto2/19Kasim1937TarihDersi.jpg)

Sunay Akın'ın da dediği gibi, biz tarihini çok kolay satan bir milletiz. Evet çok doğru. Öyleyiz. Ne işimize yaracayak ki tarih dimi? Şu üç günlük dünyada tarihini araştırsan ne olur, araştırmasan ne olur. Satarsın elin yabancsına, hediye edersin kıyak için tarihini.
 Kemençeyi verdik Yunanlı kardeşlerimize, Mausoleum'u kapitülasyonlar döneminde neredeyse hediye paketlerine sararak hediye ettik İngiliz Düklerine, gözümüzün önünden adım adım yürütülmesine göz yumduk. Topkapı Sarayı'nın deposunda çürüyen eserlerden de haberiniz vardır.
Şimdi bir de şuna bakın;

Alıntı
TÜRKİYE'den yurtdışına kaçırılan eserler ve bulundukları ülkeler şunlar:

Almanya: 1- Boğazköy Sfenksi, 2- Bergama-Zeus Sunağı, 3-Aphrodisias-İhtiyar Balıkçı Heykeli, 4- Konya-Beyhekim Camii Mihrabı, 5- Hacı İbrahim Veli Türbesi, 6- Troya eserleri

Rusya: Troya eserleri.

Avusturya: Suben sınır kapısında ele geçirilen eserler.

ABD: 1- Herakles heykeli, 2- Kumluca eserleri.

Danimarka: Diyarbakır Müzesi Sfenks figürini; Akşehir Seydi Mahmut Hayrani Türbesi’ne ait sanduka; Cizre Ulu Camii kapı tokmağı.

İtalya: İtalya Interpolü’nce ele geçirilen yazıt.

Fransa: Lidya eserleri.

Çok hoş değil mi?

En acı olanı bizim tarihi eserlerimizi, bizim kültürümüzü yabancıların inceliyor, araştırıyor olması.
Bizse gördüğümüz tarihi eserin yanına gecekondu dikiyoruz. Türkiye 2010 kültür başkenti tanıtım reklamlarını mutlaka görmüş, izlemişsinizdir ( Zaten izlememiş olmanız da pek mümkün değil bu göze sokma politikasında). Haydarpaşa Garının arkasından havai fişekler atılan kısım en ironik ve beni acı acı güldürmüş olan kısımdır. Adamlar baştan niyetli yakmaya işte.

 Beni en çok üzen şeylerden biri de sabahları, Galata Kulesini onca binanın, çarpık kentleşme abidesinin arasında kaybolmuş görmek. Görünmüyor arkadaş. Yok olmuş neredeyse.

Şimdi size birkaç ilginç bilgi. O kadar kolay sattığımız, yıktığımız, yağmaladığımız tarihimiz nasıl da hayatın her yerinde.
 "Ula" ünlemi. Karadenizli arkadaşların en çok kullandığı kelimelerden biri. Ne anlama geliyor biliyor musunuz? Apollo aşkına demek. Ya "kıble" kelimesi. "Kıble" kökenini "Kıbele" yani Hititlerin bereket tanrıçasından alan bir kelime. Gördünüz mü? Bu kadar basit işte. Tarih her yerde.


Benim en naçizane fikirlerimden birisi de bu tarih katliamının az kitap okuyan ülkelerde gelişmiş olmasıdır. En basit kanıt Türkiye. 8 yıl süren araştırmalar yapılmış, ülkeler arası kitap okuma haritası çıkartılmış. Bayağı emek harcanan, üzerinde ter dökülen bir araştırma. Başında da bir Türk var. Harita'da gösterilen sonuç beni bende aldı.

(http://www.okuyantoplum.com/images/r1.jpg)

*Açık maviden koyu renklere doğru kitap okuma alışkanlığı azalıyor. Ve ne tesadüftür ki biz simsiyahız. Tekrar altını çiziyorum. Bu araştırmanın başında bir Türk var.

Bir başka ilginç araştırma. Almanya'da sokaktaki insanları çevirip bir anket yapmışlar. O gün sokağa alışveriş yapmak için çıkmamış insanlara da "Eğer bugün alışveriş yapsaydınız, ne alırdınız?" diye sormuşlar. Almanya'da kitap 11. sırada. Türkiye'de de yapılmış bu araştırma. Kitap neredeyse en sonlarda. 11. sırada da ne var biliyor musunuz? Matkap var. Türk milletinin her evladı hayatında en az bir kez matkap almaya mecburdur o zaman. Boş verin canım kitabı mitabı. Matkabımız varken.

Millet okumuyorken neden tarihini önemsesin ki. Biz tarihi yalnız tarih kitaplarından öğrendik. 1.Ünite, 2. Ünite. Bir günde dünya buzul çağından çıkıyor, taş devri, tunç devri derken milat geliyor, bir sabah Rönesans, diğerinde 2. Dünya Savaşı. Tarih Türk milleti için budur. İşte biz tarihi okumadığımız tarih kitaplarından öğrendik.

Eğer uyanmazsak, bugünleri bir milat kabul edip ders almazsak bir gün Topkapı'yı bile alıverecekler altımızdan. İşte o zaman bir millet bile diyemeyeceğiz kendimize. Çünkü tarihi olmayan bir millet, var olmamış bir millettir.
Başlık: Ynt: Kedi, Merak ve Ölüm Üçgeni
Gönderen: Madam Vio - 08 Ocak 2011, 14:56:51
Bravo! Düşüncelerime ortaklık ettiğin ve böylesine eleştrel, nitelikli bir yapıt ortaya koyduğun için.
Modernizmi har vurup harman savurmak sanan 'çağdaş' insalarla dolu bu memlekette ne fena halde olduğumuzu gözler önüne serme cesaretini gösterdiğin için.

Hem de o kadar 'çağdaş' ki, kitap okumak lüks zevklere giriyor bu memlekette! Evet, kitaplara lüks vergi uygulayan birkaç ülkeden birisi burası! Ama öyle bir yetenek var ki bizde; okumadan, bilmeden yorum yapabilme yeteneği! Ne gerek kitaplara...

Bir arkadaşımın dediği gibi tarihimizi unuttuğumuz kadar hatırladıklarımızı karalamaya da; kendi tarihimizi karalamaya da meraklı bir milletiz biz. Ama bu gidişatta kararan yalnızca tarihimiz değil geleceğimiz de olacak. Umarım ki bunun farkında olan kesim bu gidişata bir dur der. Birşeyler değişir, belki biz de kendi kültürümüzü ve tarihimizi sahiplenmeye, gerçekten çağdaş olmak için kendimizi değiştirmeye başlarız...
Başlık: Ynt: Kedi, Merak ve Ölüm Üçgeni
Gönderen: Black Helen - 14 Ocak 2011, 20:51:59
Şimdi bir önceki yazımda bu kadar bağrınmıştım. Okumuyoruz, tarihimizi korumuyoruz diye. Bunlara bir yenisi daha ekliyorum “eğitilemiyoruz”. Evet eğitilemiyoruz kardeşim. 

 Geçen gün bir ana haber bülteninde sokağa inen bir muhabir almış eline mikrofonu, yoldan geçene “İk cumhurbaşkanımız kimdir?”, “Şimdiki cumhurbaşkanımız kimdir?” tadında sorular yöneliyordu. Ne var bunda diyeceksiniz. Anormal olan bu sorular değil verilen cevaplardı.

Birisi “Şimdiki cumhurbaşkanımız kimdir?” sorusuna “Ali Gül!” diyor, ötekisi ilk cumhurbaşkanımızı bilemiyor. Sorsan Mustafa Kemal Paşa’dan büyüğü yoktur, yurdumuzu, vatanımızı kurtarmıştır, hep kalbimizde yaşayacak. Nokta.  Ama ilk cumhurbaşkanımızın o olduğunu bile bilemiyor.
Bir başka soru da “Milli marşımızın adı ve yazarı kimdir?” idi. İstiklal Marşı’na “Türk Marşı” diyeni mi istersin, yazarına “ Mustafa Kemal” diyeni mi? Al birini vur ötekine.

Vaziyet budur. Eğitim sistemimizin ne halde olduğunu açıklamama bile gerek yoktur herhalde. Bu cahilliği de eğitim sistemimizin tabiri caizse “dandikliğine” yorabiliriz. Öyle çünkü.

Kız çocuklarımızı okutmuyorlar, onları okutmalıyız diye yırtınıyoruz bir yanda. A be adam sen nedendir sanıyorsun kız çocuklarının okutulmaması? Onların ailelerini okutmuş musun ki, bilsinler eğitimin ne denli önemli olduğunu? Okul mu var ki Anadolu’da doğru dürüst?  Ya kütüphane? Saysan Güneydoğu Anadolu’nun bir ilindeki kütüphaneleri, elin parmaklarını geçmez sayısı.

Bu Türk Eğitim-Sen´in yaptığı bir araştırma ;

Alıntı
Araştırmada OECD ülkelerinde derslik başına öğrenci sayılarına da yer verildi. Buna göre, OECD ülkelerinde derslik basma düşen öğrenci sayısı ilköğretimde 21,4. Bazı OECD ülkelerinde ilköğretimde derslik başına düşen öğrenci sayısı, Avusturya´da 19,9; Çek Cumhuriyeti´nde 20; Finlandiya´da 19,8; Lüksemburg´da 15,8; Polonya´da 19,6, İzlanda 18,2. Araştırmaya göre, OECD ülkeleri baz alındığında Türkiye´de sadece ilköğretimde derslik açığının 158 bin 999 olduğu ifade edildi.

Dersliklerimiz bile yetmezken, millet niye öğrensin İstiklal Marşı'nı? Yazıya baktığınızda bunlar sadece virgüllü, aptalca rakamlar ama biraz daha altını kazıdığınızda Türk Milletinin utancının simgesidir o rakamlar.

Bir de buna bakın, bu daha ilgi çekici.

Alıntı
Araştırmada, OECD´nin 2009 yılı raporuna göre, OECD ülkelerinde ilköğretimde göreve yeni başlayan bir öğretmenin yılda 28 bin 687 dolar, en üst derecedeki bir öğretmenin ise 47 bin 747 dolar kazandığı ifade edildi.
 Aynı rapora göre, Türkiye´de en düşük derecede görev yapan bir öğretmen yılda 14 bin 63 dolar kazanırken, en yüksek derecedeki öğretmen ise 17 bin 515 dolar kazanıyor. Belçika´daki bir profesörün ayda ortalama 6 bin 625 Avro, Kanada´dakinin ayda 7 bin 145 Avro, Danimarka´dakinin ayda 6 bin 974 Avro, Almanya´dakinin ayda 4 bin 546 Avro, ABD´dekinin ayda 8 bin 529 Avro kazandığı belirtildi.
Türkiye´de ise en yüksek derecede görev yapan bir profesör ayda net bin 880 Avro kazandığı kaydedildi.

Demek ki neymiş, bizim öğretmenlerimize bile verecek paramız yokmuş. Şimdi her zorda kaldığında "Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden, eğiticiden mahrum bir millet henüz millet namını almak yeteneğini elde edememiştir. Ona basit bir kütle denir, millet denmez." diyen Atatürk'ün adını ağzına alanlar utansınlar bence.

(http://yayim.meb.gov.tr/dergiler/167/167_resimler/61.jpg)
Bu tabloda da kadın erkek eğitimi arasındaki "derin uçurumu" gayet net görebiliriz herhalde.

Alıntı
Avrupa Birliğine üye ülkelerin eğitim göstergeleri ile Türkiye karşılaştırıldığında; Türkiye'nin AB ortalamasının altında kaldığı görülmektedir. Türkiye nüfusunun ortalama eğitim süresi, AB ortalaması olan 11,7 yıl bile değildir. Bununla birlikte eğitime ayrılan bütçe ve öğrenci başına düşen harcamalar da AB ortalamasına ulaşamamıştır. Türkiye, nüfusun eğitim düzeyi ve eğitim bütçesi ile en düşük ülke durumundadır. AB ülkelerinde nüfus artış hızının Türkiye'ye oranla düşük olması, kişi başına harcanan miktarı artırmaktadır.

Biz bir de Avrupa Birliğine girecektik değil mi? Al sana. Eğitimini bile yakalayamıyoruz adamların. Şimdi Avrupa Birliğine girip ne yapacaksın bu eğitimle diye sorarlar sana. Biz Avrupa Birliğine "matkapla" delerek gireceğiz kardeşim. Onu da yapacağız, o da olacak.

Geçtim okuyamayanı bir de okuyanın çektiği çile var. Her sene değişen sınav sistemimize maşallah zaten. O sınavları hazırlayanlara da buradan "sevgi ve saygılarımı" iletiyorum. Yani insanın okuyacağı varsa da illallah dedirtiyor.

Çoğu Avrupa ülkesinde bizim aksimize okula girmek, bir yeri kazanmak kolaydır. Fakat kazandım diye sevinmenize fırsat olmaz. Bunlar girmesi kolay, orada kalması zor okullardır. İlk sınavlarda döker çürük elmaları. Çok daha mantıklı beş şıktan birini seçmekten.
 Bizde ise kimin nereye girdiği belli değil. Hak edenle, hak etmeyen eşit bizim sistemimizde. Test sistemi böyle bir şey.
Bu sistem sayesinde bisiklet sürmekten önce şık işaretlemeyi öğrenmiş bir insan olarak arada sırada kendimi hayatı şıklara ayırırken yakalıyorum.

A) Kitap oku
B) Yazı yaz
C) Dışarı çık, ipini koparmış gibi dolan
D) Kardeşinle uğraş
E) Hiçbir şey yapma, yat

Make your choice!

Dediğim gibi vaziyet bu. Hani bir ilerleme de yok değil. Ancak yeterli de değil. Bu hızla gidersek halimiz duman. Bir iki sene içerisinde ülkemizin adını bile karıştıranlar çıkar bu "unutturma eğitimi" sayesinde.

"Ülkemizin adı nedir beyfendi?"
"Iıı-ıı ... !!"

*Ben bir daha böyle içinde araştırma olan eleştiri paragrafları yazmayacağım. Sinirlerim bozuluyor yahu!

Alıntı Kaynakları:
http://www.gunlukplan.org/egitim-sorunlari/1960-turkiye-de-okullasma-oranlari.html
http://yayim.meb.gov.tr/dergiler/167/index3-eres.htm


Başlık: Ynt: Kedi, Merak ve Ölüm Üçgeni
Gönderen: Black Helen - 17 Ocak 2011, 22:04:15
İstiklal Manzaraları

Çantam. Şu anda gözümü sadece çantam bürümüştü. O ağırlığı taşıyabilmek için bırakın hamal olmayı, dünya ağır siklet boks şampiyonu olsanız bile yetmezdi zaten. Yine de zavallı öğrencinin ateşle imtihanı olan "Sınav Şamatasına" adım adım yaklaşmakta olduğumuz şu günlerde bu sadece benim sorunum değildi.

 İstiklal Caddesine bakınız, sürüyle çantasını taşımayı beceremeyen genç görürsünüz. Doğaldır, ürkmeyiniz. Sınav dönemi kapsamında ağır çanta taşımak her öğrenciye farzdır. Bu yüzden böyle eksantrik manzaralar çıkabilir karşınıza. Aslında İstiklal'e baktığınızda dikkatinizi çekecek ilk ve tek şey çantasını taşımayı beceremeyen öğrenciler de değildir.

Gotiğinden "tikky"sine, ateistinden dincisine, hümanistinden faşistine, komünistine, delisine, akıllısına. Her türlü manyak var yani anlayacağınız. O yüzden tekin yer değildir İstiklal. Özellikle de öğrenciyseniz. Ama en büyük tehlike torbacısı, hırsızı, sapığı değil, önünüze atlayıp bir anket yapmak istiyen, yada size gazete kakalamaya çalışan gereksiz işler müdüreridir. Ben artık bu insanların çalışma stilini çözmek şerefine nail oldum.
Önce pusuya yatarlar. Sessiz ve çeviktirler. Kalemden pençelerini hazırlar ve saftirik bir kurban adayı bulabilmek amacıyla radar benzeri gözlerini çevrede gezdirirler. Bulduklarında ise Japon bilim adamı amcaların bile daha ortaya çıkaramadığı bir kinetik enerjiye, F1 arabalarını sollayacak bir hızla önünüze atlarlar. Tabi saftirik kurbanımız bir anlık şaşkınlıkla tepkisiz kalır. Bu nadide andan yararlanan yırtıcı hiç durmadan konuşmaya başlar ve kurbanının kafasını yaklaşık bir saat boyunca toparlayamayacağı bir kıvamda karıştırır. Karışıklık esnasında paraları ve "bağış" adı altında, eşkiyaca yol kesme yöntemiyle cebe indirdikleri fazlalıkları alarak eski kurbanı sap gibi ortada bırakıp yeni bir kurban aramaya başlarlar.

Hani o kadar üstünüze gelmeseler seve seve çıkarıp üzerimde bulunan bütün parayı veririm. Ama bu kadar aptal yerine konmak da bir yerde insanı müthiş soğutuyor o işlerden. Demek ki neymiş Taksim tehlikeli yermiş. Animal Planet belgesellerine konu olmak istemiyorsanız gözünüzü dört açmanız gerekirmiş.  Be sefil insan bugün de bunu anlamış oldu.
Başlık: Ynt: Kedi, Merak ve Ölüm Üçgeni
Gönderen: Black Helen - 31 Ocak 2011, 16:13:30
*Bir yarışmaya göndermek istediğim, sonra göndermeyi unuttuğum ve ortalığı karıştırırken bulduğum
 bir yazı.

CANİLER

Korku içindeydim. Yanımdaki diğerleri gibi. Hepimiz - yaklaşık 20 kişiydik herhalde - pis kokan, karanlık ve havasız bir tırın arkasına tıkılmış, kaderimizi düşünmeye terk edilmiştik.

 Bir köşeye çöktüm yavaşça. Kalbimde ardımda bıraktığım ailemin ağırlığı vardı. Pek de düz olmadığı belli olan yolda ilerlerken, tırın üzerinden geçtiği her tümseği bir darbe olarak sırtımda hissediyordum. Pek rahat bir yolculuk değildi anlayacağınız. Hem bedensel hem de zihinsel olarak. Ne kadardır bu tırın arkasındaydık, saat kaçtı, hangi gündeydik? Bu kadar sıradan soruları bile cevaplayamayacak hale gelmeme neden olacak kadar uzun süredir buradaydık işte.

Bildiğim tek şey korktuğumdu. Korku ensemden sırtıma kayan buz tanecikleri gibi beni ürpertiyor, edepsizce düşüncelerimi karıştırıyordu. Hürriyetimin gasp edildiği gerçeği inanılmaz ya da anlamsız geliyordu şu anda. Bazı şeylerin değerini kaybedince anlayabilmek gibi bir aptallık içerisindeydik.
 
Anlayamadığım bir anda tır durdu. Sersemlemiştim. Yolun yarattığı titreşimleri hissetmemek garip gelmişti.
Durduğumuz yer gürültülüydü. Korkunç bir gürültüydü bu. Kimi yerde yüksek sesle bağrışan insanların sesleri, kimi yerde de yardım çığlıkları kulaklarımda yankılanıyordu.

Biri kasanın kapağını açınca içeri dolan güneş ışığı, görme yetimi alıverdi birden. Beyaz noktacıklar görüşümü bulandırdı. Gözlerim bu ani ışık değişimine alıştığındaysa oturduğum yerden kalkıp, diğerleriyle beraber çekingence tırdan dışarıya çıktım.

Ah çıkmaz olaydım. Gördüğüm manzara o çılgın buz taneciklerinin sırtımda yukarı doğru yönlerdirdi ve adeta beynime çivilenmelerine neden oldu. Manzara kapsamında kan gövdeyi götürüyordu diyebilirim. Kol, bacak, kafa. Ne varsa. Hepsi ortalığa saçılmış, ölümün dinginliği içerisinde yan gelmiş yatıyordu.
Yüzlercemiz kafeslere kapatılmış, kalabalık bir güruhun gözleri önünde, gülüşmeler eşliğinde katlediliyorduk. Kan beynime hücum etti. Dehşetimin yerini şeytani bir öfke aldı. 

Bizi de etrafı tellerle çevrili kafes gibi bir yere kapatmışlardı. Ama bu tabi ki beni engellemedi. Kanıma pompalanan adrenalin, damarlarımda tanımadığım bir gücü dolaştırıyordu. Ayaklarımı balçığa dönmüş toprağa iyice bastırdım ve aldığım güçle deli danalar gibi koşmaya başladım. Tellere yaklaştığımdaysa hız kesmeden zıpladım. Hapsedildiğimiz alanın etrafını sarmış kalabalık korkuyla, yuvasının üzerine basılmış karıncalar gibi kaçıştılar. Zavallı bacaklarım zıplayış esnasında çite sürtülmüş ve çoğu yerden kesilmişti. Bu bile beni durdurmaya yetmedi, aksine hırsımı ve kurtuluş azmimi iyice körükledi.

Ayaklarım yere değdiği anda koşmaya başladım. Bir gurup adam da peşimden geldi. Ellerinde silahlarıyla, bağıra çağıra, gözleri dönmüş kuduz köpekler gibi kovaladılar beni.

Çimenlerin bittiği yerde asfalt başladı. Dümdüz bir ipeksilikle uzandı önümde. Tereddüt etmeden yön değiştirip, daldım yola. Uzunca bir “biiip!” sesi beni kendime getirdiğindeyse çok geçti artık. Yanımdan geçen araba beni kıl payı ıskalamıştı. Zor yırtmıştım paçayı da denebilir. Birkaç arabayı da aynı şekilde yoldan çıkararak karşı taraftaki güvenli kaldırıma ulaşabildim.

Dakikalarca koşmaktan görüşüm kızıllaşmış, bacaklarımdaki kaslar oksijen yoksunluğundan çığlıklar atmaya başlamıştı. Ben sokakta koşarken yanından geçtiğim insanlar dehşetle kaçışıyor, gözlerini kocaman açmış bana bakıyordu. Arkamda beni kovalayan kalabalık da dakikadan dakikaya artıyordu.

Sonunda bu amansız koşuşturmadan bitap düşmüş bir halde pes edecektim ki kurtuluş gözüme ilişti. Yeraltına doğru inen bir geçit. Oksijensizlikten cayır cayır yanan kaslarım isyan çığlıkları atıyorlardı. Bacaklarımda gücün son emareleri de turunu tamamlarken boşluğa dalıverdim.  Aslında pek dalmak da sayılmazdı bu. Aşağıya doğru inen merdivenlere doluşmuş insanları ezercesine geçmek diyelim buna en iyisi.
Son düzlüğe çıktığımda altımdaki kaygan zemin dengemi biraz bozmuş olsa da bozuntuya vermediğimi bildirmekten gurur duyarım.

Arı kovanına dalmışım gibi dört bir yandan üzerime gelen insanları zarif bir kıvraklıkla – çoğu ben geçtikten sonra yerde yatıyordu – atlattım ve hızımı iki misline çıkardım. Ve birden ayaklarımın altındaki zemin yok oldu. Düştüm, düştüm. Sert ve pürüzlü zeminin üzerinde yatarken sadece kafamı kaldırabildim. Bana doğru yaklaşan çelik pullu ejderhanın sarı, parlak gözlerine çaresiz bir öfkeyle baktım.

                           --------------------------------------

“ Eyvah, eyvah!”

Yaşlı kadın salondan gelen bu iç çekişi duyduğunda az daha elindeki kahveler yeri boylayacaktı. Titreyen ellerle kahveleri masanın üzerine bıraktı ve telaş içerisinde salona, kocasının yanına koştu. Yaşlı adamın iyi olduğunu sadece haber izlediğini gördüğündeyse sitemkar bir sesle yakınmaya başladı.

“ İlahi Nüri Bey. Yine ne oldu da böyle bağrınıyorsunuz? Yüreğime indirecektiniz vallahi !”
Yaşlı adam televizyonu işaret etti parmağıyla.

“Duydun mu hanım, izinsiz kesimhaneden kaçan bir dana metroda ortalığı birbirine katmış. Metro çarpmış zavallı hayvana. Bu caniler de izlemişler öylece.”
Başlık: Ynt: Kedi, Merak ve Ölüm Üçgeni
Gönderen: Black Helen - 04 Şubat 2011, 22:34:02
Nazım Hikmet'in "Mavi Gözlü Dev" adlı şiirini hikayeleştirmeye çalışmamın ürünüdür.

Ulu Çınar, Çiçek Ve Yaban Otu

(http://img1.blogcu.com/images/d/u/y/duygulariminaynasi/alone19ec.jpg)

Elimde sigaram, kalbimde rüzgarlı bir günde yapraklarıyla vedalaşan ulu bir çınarın sessiz kederi, ölümün nefesini hissettiren o ayazlı gecede, soğuk banklardan birine oturmuş, karşımdaki eve bakıyordum. Her nefesimle birlikte küçülüyordu sigaram, bende onunla küçülüyordum.

Karşımdaki ev gecenin içinde küçük çocukları korkutmak için peydah olmuş bir hayalet gibi süzülüyordu. Bahçesindeki renksiz çiçekleriyle ruhsuz ve bir o kadar da hüzünlüydü. Sadece dört duvardan ibaretti benim için, paradan yapılmış dört duvardan ibaretti.

Evin kapısı savrularak açıldı, ürkek adımlarıyla mesken edindiğim banka yaklaşan kadını gördüm. Çiçeğimi gördüm. Ufak tefek ellerini nereye koyacağını bilmiyormuş gibiydi. O hep zamansız gelen yaz yağmurları gibi çekingendi zaten.

Onu ilk gördüğümde de böyle çekingen, yaprakları güneşle ilk kez buluşmuş, saf ve ona hayat verecek ışığı bekleyen bir çiçek gibiydi. Onu ışığımla ısıttım, gözlerimin maviliğiyle suladım.
Aşkımız bir çiçek gibi serpildi, güzelleşti. Dallarımın altında bu çiçeğin büyüyüşünü izledim ulu bir çınar gibi.

Ve o gün gelip çattı. Her ne kadar uğraşsam da hayatın maddiyat rüzgarlarına kulak vermesini engelleyemedim. Uğultulu bir mayıs sabahı saksısı dar geldi çiçeğime. Kokusunu daha uzaklara taşımak, dallarımın altından kurtulmak, başka sulardan içmek istedi. Dalgalı bir deniz gibi huzur verici, bie çiçek bahçesi gibi iz bırakan aşkımızın denizinde boğuldum, bahçesindeki dikenlerle parçalandım.

Çınarların dalları ulaşamaz altlarındaki çiçeklere, onlar uzaktan ama sonsuz severler. Çiçeğim bu ulu çınarı bırakıp kendisi boyunda bir yaban otu buldu, kendisi boyunda sevebilecek. Ve beni solmuş çiçeklerle dolu bahçede yalnız ve acı sular yutmuş biçare halimle bırakıp gitti.

O gitti, kokusu kaldı. Fakat ben gidemedim, bırakamadım o kokuyu.

Çiçeğim şimdi karşımda durmuş, bu geceki ziyaretimi anlamlandırmaya çalışıyordu. Arkasındaki evin pencerelerindeki perdelerin hafifçe oynadığını görebiliyordum. Yaban otu dışarıya çıkmaya bile tenezzül edemiyordu herhalde. Çünkü her masalda cüceler devlerden korkar. O masalın sonu kötü bitse bile.
Çiçeğim histerik bir tınıyla konuşmaya başlayıncaya dek birbirimizin gözlerine baktık öylece.
“Neden geldin? Bırak peşimi artık Nazım. Anlamıyor musun, bitti. Benim mutlu olmaya hakkım yok mu?”

Çiçeğimin hafifçe dolmuş gözlerine bakmak cehennemi görmek gibiydi benim için. Sizinkini bilmem ama benim cehennemimde donmuş nehirler vardı. Sevgisizlik karşısında buz tutmuş nehirler.
İşte o gözler bana bitmiş bir savaşı kazanmaya çalıştığımı anlatmaya yetti. Önce bahçesindeki çiçeklerle o eve, sonra en az o çiçekler kadar solgun görünen çiçeğime, en son da perdelerin arkasındaki cüceye, yaban otuna. Maddiyat üçgeninin üç köşesine.

Dayanamayarak banktan kalktım. Benim kalkmamla çiçeğim bir iki adım geriledi. “Gidiyor musun?” diye sordu bitkin bir sesle.

Çoktan bitmiş sigarımı yere attım, aşkımız gibi üzerine basarak söndürdüm.  “Evet” dedim kısaca, “Gidiyorum, yaban otunla sana mutluluklar.”

Ve ellerim cebimde, dudaklarımda bir zamanların neşeli ıslıklarının hayaleti, o kadını arkamdan bakarken bırakarak, beni ardımdan copla kovalayan İstanbul gecesinde uğultulu sokakları yeniden adımlamaya başladım.
Başlık: Ynt: Kedi, Merak ve Ölüm Üçgeni
Gönderen: Black Helen - 13 Şubat 2011, 15:52:13
Uyanmak Yada Uyanmamak İşte Tüm Mesele Bu

(http://3.bp.blogspot.com/__3D6QwvFOis/TUgmSoZeYVI/AAAAAAAABUc/exMsP2-BNO0/s1600/5032656567_fb236073ac.jpg)

Sabah uyandın. Tek göz evinde fazla zorlanmadan sobanın başına ulaştın. Bir geceyi daha uykunda ölmeden geçirdiğin için şükrederek tek tek çocuklarını uyandırdın. On tane olunca uzun sürdü haliyle. Erkek olanları giydirdin, okula yolladın. Kızlardan üçüne bugün görücü gelecekti. Onları da uyandırıp sofraya oturdunuz. İki dilim ekmek, bir açık çay, fakir ziyafeti...

Ziyafeti kapattıktan sonra televizyonun başına geçtiniz. Birinci kanal haberler. Gencecik kızı öldürüp başını kesen herif serbest kalmış. Zapladın kanalı, ölenle ölünmez gari.İkinci kanalda iktidar partisinin başkanıyla muhalefet partisinin başkanı atışıyorlardı. Bir süre oraya takıldın kim kime laf sokacak diye. Laf sokan kazanır oyunu. Bir süre sonra o da sıktı seni tekrar zapladın.

O sırada kızların ortalığı toplamadığını görüp bağırarak kafalarınına elindeki çay bardağını fırlattın. Bardak hepsini ıskalayarak yer düştü, bir kez zıpladı ikincisinde dayanamayarak gürültüyle parçalandı. Bu bile uyandıramadı seni. Kızlar ortalığı temizlerken geri döndün aptal kutuna. Ne kadar yakıştı isimleriniz bak. Vatandaş ve aptal kutusu.

Zaplamaya devam ederen kitap fuarlarıyla ilgili bir habere rastladın. Acılı bir gülümseyişle o kanaldan da yolcu oldun. Kitap karın doyurmuyordu çünkü.  En sonunda aradığını buldun. Emre Aslı'yı izdivaça davet etmiş. Sevinerek iç geçirdin. Yüz küsür kanaldaki izdivaç programlarının genelinde en çok bu habere sevinmiştin. Sonra telefonla yayına bağlanan bir kadın Emre'nin eski sevgilisi olduğunu ve Emra'nin Aslıyı aldattığını söylediğinde dünyan başına yıkıldı, etmediğin beddua kalmadı.

Görücüler gelene kadar izlemeye devam ettin. Onlar gelince de başlık parası üzerine ateşli bir tartışmaya giriştiniz. Beyin kahvede atlara para yatırmakla meşgul olduğundan bu işler sana düşüyordu. En sonunda ancak iki kızının işini bağlayabildin. Diğeriyle sonra ilgilenecektin. En büyük olan oydu zaten. On altısına gelmiş hala evlenememişti şırfıntı.

Ortaya çıkan sonuçtan dolayı sinirle yemeği hazırlamaya başladın. Pek fazla çeşit olmadığından o da çabucak bitti, sevinçle yeniden televizyonunun başına oturdun.

Emre ve Aslı sonunda barışıp evlenmeye karar vermişlerdi. Müthiş bir döneklik örneğiyle ettiğin tüm bedduaları unutup sevinçten gözlerinin dolmasına engel olamadın. Akşama kadar aynı programı izlemeye devam ettin. Haber saati gelince de sıkıntıyla iç geçirip en sevdiğin dizinin başlamasını bekledin. Beyin hala dönememişti kahveden. Dizinin en heyacanlı yerinde kapının açıldığını duydun ve kocan kütük gibi sarhoş, tüm parasının yarısını at yarışında kaybetmiş birinin kızgınlığıyla içeri girdi.

Nedenini bilmediğin halde yarım saat dövdü seni. Olsundu, kocanın vurduğu yerden gül biterdi. Elinden aldığı kumandayı kafana fırlatıren bu ülkeyi ilgilendiren bir şeyler izlemeni haykırdı sana. İki dakika sonra da üç büyüklerden ikisinin maçının canlı yayınlandığı kanal açıktı. Televizyonun altındaki şeritten geçen son dakika haberinde kıyametin koptuğu yazsa bile ilgini çekmeyeceğinden zıbarıp uyumaya gittin. Zaten okuma yazma da bilmiyordun...

Uyanmak yada uyanmamak işte bütün mesele bu.
Fakat sen uyanmak istemedin vatandaş, Uyudukça daha çok battığını bilmeden kabusunu sürdürdün.
Başlık: Ynt: Kedi, Merak ve Ölüm Üçgeni
Gönderen: Black Helen - 15 Mart 2011, 17:48:32
  BİR MASALDIR İSTANBUL

(http://4.bp.blogspot.com/-jlRualZO_3o/TWYJ_xZcKJI/AAAAAAAAAH0/PjNKOAYhEEU/s1600/istanbul________u_dinliyorum_1_...._bir_ku_____________rp____n____yor_eteklerinde....jpg)
     
 İstanbul :  sonsuz hoşgörü, kültür ve tarih cümbüşü. Kapalı ipekten bir sandık gibi gizemle, süprizlerle dolu, hem gül hem de alın terinin kokusunu aynı anda yansıtabilen ve yaşamın getirdiği olgunluğu her evresinde hissettiren tarihle dokunmuş bir şehir. İçinde yaşamanın bir onur ve ayrıcalık olduğu bu şehirde her gün ayrı bir şenlik, ayrı bir sevinç.
     
Her devirde imparatorlukların gözbebeği olmuş bir şehirdir İstanbul. Kimi zaman başkent, kimi zaman ticaretin merkezi olarak boy gösterir tarihin tozlu ve sararmış  yapraklarında. Her semtinde farklı bir tarih, her sokağında yaşamın farklı bir evrasini barındırır bu efsanevi şehir. Ne zaman neşeyle cıvıldasa Kapalıçarşı, ona aynı sevinçle cevap verir Kız Kulesi. Sert eser lodos Boğaz'da. Kimi zaman taşır bir demirci ocağının seslerini, kimi zaman da bir hamamın sıcaklığını, kasvetini.

Eğer ziyaret edersiniz Topkapı'yı gözlerinizi dört açın. Belki siz de görürsünüz bahçede neşeyle oyun oynayan şehzadeleri yada kanatlarında güneşi taşıyan kızıl ankayı.
     
Taksim ise ayrı bir bölümdür bu İstanbul masalı içinde.Cıvıl cıvıl havasıyla, her yaştan insanı yeniden gençliğine döndürebilecek yaşam iksiri gibi iliklerimize kadar işler. Meydanda sıralanmış dükkanlar, şırıl şırıl çeşmeler ve Taksim'in asıl yaşamı kaynağı olan gençler sanki bir orta çağ masalından bir bilim kurgu romanına geçiş etkisi yapar insanda.
     
Sultanahmet mi dediniz? Ah tabi o da var.Gezdikçe sokakların da tüm ihtişamıyla canlanır gözümde Hürrem Sultan'lar, süslü sarıklarıyla büyük padişahlar, küş sütünün bile eksik olmadığı büyük ziyafet sofraları...
     
 Hani bir söz vardır ya anlatılmaz yaşanır. İstanbul'da öyle bir şehir işte. Hatta tüm derinliğiyle yaşamak lazım İstanbul'u.
Bir ara kendinize biraz zaman ayırın ve Boğaz'a bir uğrayın. Bakarken köpüklü dalgalara ve şarap rengi denize anlayacaksınız ne demek istediğimi. Belki o zaman gözünüzde canlanacaktır tüm bu anlatıklarım. Hatta kendiniz bile inanabilirsiniz hayal gücünüzün oyunlarına. Yine de son sözüm şu, İstanbul'da yaşanılmaz, İstanbul yaşanılır.
Başlık: Ynt: Kedi, Merak ve Ölüm Üçgeni
Gönderen: Black Helen - 08 Nisan 2011, 22:27:34
(http://www.derindusunce.org/wp-content/uploads/2009/09/20090912_derin_dusunce_org_turk_solu_ucuncu_yol.jpg)


Yol uzun, hava sevgili bir bahar dalı gibi kararsız, ne aydınlık ne karanlık. Sessizliğe bürünmüş olan şahsım, pencerenin yanındaki 25A nolu koltuğa oturmuş, dalgınca uçağın kanadını izlemekte.

 Kanadı izliyorum çünkü izlenecek başka bir şey yok çevremde. Gecenin bir yarısı olmasının yanı sıra, hava da acayip kapalı. Aşağıda, epey aşağıda, bulutların da altında, muhtemelen bir fırtına kopmakta. Yine de benim kafamın içindeki fırtınalardan daha sert ve uğultulu değil.

O fırtınaların başlıca sebebi baş ağrısı için ilaçlarımı almamış olmam da olabilir tabi. Yine de çok fazla düşünecek şeyim var. Uçak ağazına kadar yaşıtım ergenle dolu olmasına rağmen yalnız hissedebilmek bir ayrıcalık benim için.

İnsanların maskeleri yalnızca yolculuklarda daha saydamdır. Güzel söz. Yaklaşık bir haftalık zaman diliminin tam özeti bu sanırım. Tabi her şüpheye düştüğümde insanları yanıma alıp uzun yola gidemem ama bu yolculuk bile "artık insan çöplüğü" mü bayağı doldurmaya yetti.

Bir iki kişilik bir teselli ödülüm olmasına rağmen kaybettiğim insanlar daha fazla. Aslında kaybettiğim diyemem. Kaybolmasına izin verdiğim diyebilirim. Yine de hala içim rahat değil. Çünkü insan ne kadar temizlese de çamura bulanmış bir taşın çamura bulanmış bir altın olmadığını geç farkeder. Ya da o taşın altın olduğuna inanmak ister.

Ne yazık ki altınlar nadir ve pek talihsizdir. Bulması zor, parlaklığına alışması daha zordur. Ve en kötüsü de kendinizin ne olduğunu hiç bilemeyecek olmanızdır. Altın mı, yoksa taş mı?

Ama yolculuklar yanında kaldığınız insanları aydınlatmaya yeter de artar bile. Hele de yeterince uzunsa. Ve ben aydınlığa erişebilen deney faresi olarak, kendimi Devrimden çıkmış Fransa gibi hissediyorum. Yıkılmış, yorgun ama fazlalıklarından kurtulmuş, omuzumda hüzünlü bir umutla, belki de bir sıra arkamda sonsuza dek çöpe attığım insanların olduğunu bilerek sarsılan uçağın penceresinden altımdaki bulutlara, onun altında da telaşla ilerleyen arabaların ufacık ışıklarına bakıp, kendimi kısa bir üreliğine de olsa tanrı gibi hissedip mutlu oluyorum.
Başlık: Ynt: Kedi, Merak ve Ölüm Üçgeni
Gönderen: Black Helen - 07 Kasım 2011, 00:23:15
Yanında güzel gidiyor, denemesi bedava. (http://www.youtube.com/watch?v=-UJX0QpkhhU)

Nerede O Eski Bayramlar


Sanrım küçüktüm. Epeyce hem de. Birinci sınıfı bitirmiş olmam gerekiyordu çünkü okuyabildiğimi de hatırlıyorum. Sekiz yaşlarında falandım. Oturduğumuz apartmanın iki üç bina ve biraz da asfalt yığını uzağından bir dere geçerdi (ki hala yerindedir o dere).

Bilmem hiç duydunuz mu ama Kağıthane Dere'sinin yorgun, tükenmiş kuyruğudur camdan bakınca gördüğüm o derecik. Karşı tarafı uzun çayırlık bir alandır. Sonrasında yine o gereksiz asfalt yığını başlar. Bizim apartmanımızın önü açık olduğu için de gayet tüm netliğiyle manzara dahilindedir o derecik.

Evet, o zamanlar sekiz yeşında mıydım neydim, yine bir Kurban Bayramı vardı gelecek programda. Ki o zamanlar da kurbanlık hayvanların kesimlerine getirilen bir kıstlama yoktu. İsteyen gayet istediği gibi kendi bahçesinde, otoparkında hatta sokağın ortasında bile kesebiliyordu hayvancağazı eğer etik buluyorsa. Bu yüzden de haber bültenlerinden can derdine düşmüş, gözü dönmüş boğaların peşinde otoyollarda koşuşturan insanların görüntüleri, evlerindeki koyun kesilecek diye ağlayan çocukların göz yaşları eksik olmazdı. Ben o kadar da üzülmezdim açıkçası. Ağladığımı falan hatırlamıyorum hiç. Bunu bir nedeni de o klasik çocuk acımasızlığımla mideme girecek eti daha ilgi çekici bulmamdı sanırım.

Yine bu bayramlardan birinde her kurban bayramında görmeye alışık olduğumuz bir sahne vardı bizim derenin ardındaki çayırlıkta. Koca koca çadırlar getirilip kurulmuş, hayvanlar görücüye çıkartılmış ve satın alınan hayvanlar çoktan kesilmeye başlanmıştı. Ben de o sıralar evde sıkıntıdan ölüyor olmalıyım ki dedemin haydi gel koyunlara bakmaya gidelim çağrısını hiç geciktirmeden kabul etmiştim.

Dedeme dair hatırladığım bölük börçük hatıralardan çıkarttığım kadarıyla pek güler yüzlü, sevecen bir adam değildi sanırım. Gözlerinin üzerinde yükselen kalın kaşlarından ciddiyet, dudağının kenarından sigarası hiç eksik olmazdı.
Ancak o yaşımda bile fark edebildiğim üzere ailenin birleştirici üyesi oydu. Onun rakı sofrasında yer edinebilmek için, muhabbetine katılabilmek için saatlerce yol gelirdi insanlar. Yazlıkta tavlası hiç boş kalmaz, her zaman gidenin yerini dolduracak bir dostu olurdu. Sanırım onu sempatik kılan da aksiliğiydi. Öldüğünde epey bir şey değişti. Rakı sofralarında şen kahkahalar duyulmaz, ülkeyi kurtaracak planlar konuşulamaz oldu. Tavla tıkırtıları bizim evde daha seyrek yankılandı o günden sonra.

Yine de beni o kan deryasına götürdüğü günü unutamam. Annemin, babamın itirazlarına rağmen elimden tutmuş, benim cahil havesimden de güç alarak kesimhanenin yolunu tutmuştuk beraber. O güne dair hatırladığım en net anı kıpkırmızı akan dere suyuydu. Bir de hayvanların boğazına dayanan bıçakla okunan dualardı. Bir çocuk için hoş hatıralar olmadığını düşünebilirsiniz ama benim ölümü irdeleme şeklim biraz farklıydı. Bu yüzdn çıkan kan ya da küçük kuzuların kesilmeden önce son kez içlice melemeleri beni o kadar da rahatsız etmiyordu. Ama yine de yanımda dedem olmasa daha ne kadar dayanırdım diye sormaktan da alamıyorum kendimi.

O günden bu güne epey şey değişti gerçekten de. Artık ne derenin suyu kırmızı akıyor ne de çayırlığa çadırlar kuruluyor bayram vakitleri. Ancak ben ne zaman yere yıkılan ve alelacele kesilen bir kurbanlık görsem dedemi ve o günü hatırlarım. Bir de neden mezarına bir kez olsun gidip onu ziyaret edemediğimi. Belki de ölülerin aklımıza sadece bayramdan bayrama ya da ölümü gördüğümüz zamanlarda gelmesidir sebebi. Dedim ya belki de ölümü irdeleyiş şeklim farklıdır.