Kayıp Rıhtım Arşiv Forum

Kurgu Güncesi => Kurgu İskelesi => Konuyu başlatan: azizhayri - 20 Temmuz 2011, 18:24:29

Başlık: Karanlık Sevgi
Gönderen: azizhayri - 20 Temmuz 2011, 18:24:29
KARANLIK SEVGİ

Biraz inleme biraz ağlamaydı duyduğum ses ve ben birkaç gündür duyuyordum bu sesi. Zihnimin yorgunluğuna vermiştim önceleri ama kendi kendime yaptığım telkinlere rağmen ses kaybolmayınca üstüne üstlük beni sürekli izleyen bir gölgede görmeye başlayınca sorunlarımın artmaya başladığını düşünmüştüm. İlk fırsatta bir doktora görünecektim. Gerçi sonunda doktora veya hastaneye gitmeye gerek kalmamıştı. En iyisi ben size olanları en başından anlatmaya başlayayım.

Uzun yıllar öğretmenlik yaptıktan sonra son durak olan büyük şehirden küçük sakin bir kasabaya hanımın memleketine döndük. Sessiz, sakin ve huzurlu bir yerde, yıpratıcı onca yılın yaralarını sarmak daha kolay olur diye düşünüyorduk. Yine de dönüş kapısını tamamen kapatmamıştık. İzmir’deki dairemizi satmamış kiraya vermiştik. Onbin nüfuslu küçük bir yerde yaşamak hoşumuza giderse yerleşip kalacaktık. Yok, yapamazsak o zaman uzun bir tatil dönemi geçirdiğimizi düşünüp geri dönecektik. O nedenle artık evli barklı yetişkin olan çocuklarımız İzmir’de kalmışlardı. Kasaba ile İzmir arası o kadar uzakta sayılmazdı. Eyvah konu gene dağılmaya başladı galiba…

Dört katlı, eski ama bakımlı görünen bir binada kiralık bir daire bulduk. Sevinmiştik. Özellikle de bunca yıllık hayat arkadaşım çok sevinmişti. Kolay değildi hani, nikâhtan sonra öğretmen kocanın peşine takıl o il senin bu ilçe benim oradan oraya gez dolaş. Yıllar sonra doğup büyüdüğün topraklara dön. Belli etmemeye çalışsa da gözlerinin içi gülüyordu. Evde güneye bakan geniş bir cephesi olan lüks olmayan ama gereksinimlerimizi karşılayacak bir evdi. Yıllardır boş duruyormuş. “Mal sahibi öyle kiraya gereksinim duyacak biri değilmiş. Hatır için vermişler yani.” Bütün bunlar kayın babamın ağzından dökülen kelimelerdi. Ne de olsa ev sahibi çocukluk arkadaşıymış.

Eşyaların ağırlıkça büyük bir bölümünü tutan kitaplarımı koyabileceğim bir odası bile vardı. Ve yerleştik. Yıllardır hayalini kurduğum kitaplığıma kavuşmuştum. Tavana kadar rafları olan ortasında mütevazı bir masası, yazı makinesi gibi kullandığım bir eski bir laptopu ve gerektiğinde uzanabileceğim çek-yatı bulunan bir kitaplığım olmuştu. Ve ben gönüllü hapisliğe hazırdım. Defterlere kaydettiğim notları temize çekebilecek, yazdıklarımı gönül rahatlığıyla yayınevlerine gönderecek ve sonunda ileri yaşlarda “yazar” olabilecektim.

Ama birkaç gün sonra işlerin istediğim gibi yürümeyeceğini anlamıştım. Hanım yıllardır istediği hayata kavuşmuştu. Ev misafirden geçilmiyordu. Hoş geldiniz diyenlerin ardı arkası kesilmiyordu. Akrabalar, dostlar, eski arkadaşlar dur durak demeden geliyorlardı. Ve bana yazabileceğim sessiz bir yer aramak düşmüştü. Çok geçmeden de aradığımı bulmuştum. Apartmanın bodrumu biraz elden geçince tamda istediğim gibi bir yer olacaktı.

Bol badana, iyi bir temizlik ve yeterli ışıklandırmayla izbe görünüşlü bodrum sevimli bir odaya dönüşmüştü. Kala kala tek bir sorun kalmıştı. Kötü zemin. İşinin ehli bir doğramacıyla da o işi hallettik. Masraflar mı, yıllardır evlerinden çıkmayan ev sahibimizle –ki kendisi aynı binada birkaç kat yukarıda oturuyordu- yarı yarıya anlaştık. Ne de olsa biz taşındıktan sonra üç odalı değil dört odalı bir evi kiraya verebilecekti. Bu arada ev sahiplerimizin garipliğinden de söz etmeliyim. Adam neredeyse hiç konuşmazdı. Kadın bütün işleri idare ediyor kocası dahil her şeyi yönetiyordu. Öyle sosyal birileri de değillerdi, özellikle çevre tarafından pek sevilmediklerini belirtmeliyim. Adamın yani Memduh beyin emekli maaşı ve kira gelirleriyle kendi hallerinde yaşayıp gidiyorlardı. Tamam tamam muhabbet gene uzadı, konuya dönüyorum.
Kısa sürede taşındım bodruma. Masamı, laptopumu ve bir raf dolusu sevdiğim kitabı indirdim aşağı. Sıcacık bir havası olsa da bir sürgün yeri gibiydi,kendi isteğimle gittiğim gönüllü sürgün yeri. Sabahları diğer emekliler kahvelere giderken ben işine sadık bir esnaf gibi merdivenlerden aşağı iniyordum. Önceleri zor olsa da zamanla alışmıştım. Hatta sevmeye başlamıştım. Bazen kendimi unutacak kadar kalıyordum. Ve kendi kendime işte istediğim hayat bu diyordum. Ama her güzel şey gibi bu huzurda uzun sürmedi. Bir zaman sonra eve ilk taşındığımızda rüyama giren ses yanı başımda duyulmaya başlamıştı sanki. Dedim ya her şey olup bittikten sonra anlatmak kolay ama o günler bir hayli zordu.

Bir akşam üzeride çalıştığım dosyaya kaptırmıştım kendimi. Eğer merak ettiyseniz ne olduğunu da söyleyeyim. Bir tarih öğretmeninin yapabileceği en iyi şeyi yapmaya çalışıyor, konusu eski dönemlerde geçen bir roman yazmaya çabalıyordum. Kendimi bir hayli kaptırmış olmalıydım ki aşağıdan döşemenin altından gelen inleme seslerini duydum. Eşimin ince oyalarla işleyip astığı perdenin ardından tavana yakın pencerede karanlık çökmeye başlamıştı. Bir hırıltı ya da bir inilti gibi bir sesti. Aldırış etmemiştim ama ertesi akşam, yine akşam olurken duydum o sesi.

 Bu defa daha fazla dikkat etmiştim. Tam akşam ezanı okunurken duymuştum sesi. Daha belirgin daha yüksek perdeden geliyordu. Ve daha sonra ki gece iyice dinlediğimde yardım istediğini anlamıştım. İyi ama bu ses nereden geliyordu. Ve dedektiflik damarım ağır basmıştı. Birileri beni sessiz sakin bulmuş garip şakalar mı yapıyordu yoksa. İyi de niçin, bu küçük yerde sağlam dostluklar sürecek kadar kalmamıştık. Bir konuk gibi bayramlarda, tatillerde gelir, bir zaman kaldıktan sonra dönerdik. Şakayı yerinde ve zamanında seven ben bundan hoşlanmamıştım. Damadı olduğum bu yerde de bu tür şakalar yapacak samimiyeti kuracak kadar uzun oturmamıştım. Yine de ne olur ne olmaz diye yerimden doğruldum. Eğer şaka yapan biri varsa korkutayım diye sessiz hareket ediyordum. Üzerinde yürüdüğüm ahşap zemin gıcırdamasın diye olabildiğince ev sahibini uyandırmaktan çekinen bir hırsız gibi davranıyordum.

Kapıyı araladığımda önümde gittikçe karanlığın ağır bastığı bomboş bir koridor vardı yalnızca. Bürom!!! Koridorun en dibinde olduğu için ileride merdivenlerden düşen soluk ışık vardı yalnızca. Birde yukarıda oturanların olağan gürültüleri duyuluyordu. Yemek kokuları birbirine karışmış halde buralara kadar geliyordu. Çatal bıçak seslerini heyecanlı konuşmalar bastırıyordu. Zaman zaman öfkeli bir annenin tatlı sert sesi çalınıyordu kulağa. Ya da annenin söylemesiyle harekete geçen aile reisinin homurtusu duyuluyordu. Ama hiç biri birkaç gündür duyduğum o iniltiyi andırmıyordu. Ve artık yukarı çıkma zamanım da yaklaşıyordu. Akşamı siftah etmeden getiren bir esnaf havasında ışığı kapatıp kapıyı kilitledim. Ağır ağır basamakları çıkarken duyduğum o sesi eşime anlatıp anlatmamak gerektiğini kafamda sorguluyordum. Anlatamazdım, eğer anlatsaydım bana kesinlikle inanmazdı, zihin yorgunluğu, stres, uyum sorunu falan gibi gerekçeler ileri sürerdi.

Ses, duyduğum kadarıyla kalsaydı belki hiç söz etmeyecektim ama günden güne artıyordu. Üstelik gündüz saati sağda solda dolaşan çocukların gölgelerini de görmeye başlamıştım. İyice yoğunlaşıp kendimi satırlara verdiğim bir anda arkamda birinin beni gözlediğini hissediyordum. Kafamda sıralanan cümleleri bir yana bırakıp dizüstü bilgisayarımın tuşlarına öylesine vuruyor arkamda birinin olup olmadığını anlamaya çalışıyordum. Ama maalesef kimseyi göremiyordum. Sonra o son vuruşlarımı silip yeniden yazmaya başlıyordum. Bir kere daha bu kere daha ötelerde beni gözlüyorlar gibi geliyordu. İşte o zamanlar gündüzleri yazdığım için dua ediyordum. Hatta bir keresinde ensemde hafif bir soluk alış bile hissetmiştim. Ve uzaktan duyulan ezan sesiyle başlayan iniltiler ve ağlayışlar hiç kesilmiyordu. Mübarek Müezzin efendinin ezanı okumasını bekliyor gibiydi. Birkaç hafta sonrasında ne yapacağımı bilemeyecek hale gelmiştim. Aşağıya inişlerimin azalması eşimin de dikkatini çekmişti. Mazereti o ne zaman gelip ne zaman gideceği belli olmayan ilham’a yıkmıştım.

Düğüm bir öğleden sonrasında çözüldü.  Bir yönetmen bu hikâyeyi filme çekmeyi denese ancak bu kadar ürkünç bir atmosfer kurgulayabilirdi. O gün sabahtan kayınbabalara gitmiştik. Eşim rahatsızlanan annesinin yanında kalacaktı. Kahvaltıyı birlikte yapmıştık. Kadın ilerlemiş yaşına rağmen dinç görünüyordu ama o yaşlarda en basit bir hastalık bile adamı sarsıyordu. Geçmiş olsun dileklerinden sonra bir zaman oturduk. Ve mecburen öğle yemeğine kaldık Öğleden sonra ise ben eve dönmüştüm. Basit birkaç işi halletmek için çarşıya çıktığımda gökyüzünü kaplayan kara bulutlar olacakların habercisi gibiydiler. O gün bodruma inmeyecek laptopumu açmayacaktım. Kısa da olsa bir ara vermiştim. İçimde bir yerlerde pişmanlık duygusu “ha gayret sonuna yaklaştın” diyordu. Bir yandan bitmek üzere olan projemi düşünüyor ah ediyordum. –bu arada romanım bitti ve ben yayınevine gönderdim. Yanıt bekliyorum- Diğer yandan da küçük bir aranın çokta önemli olmadığını söylüyordu. En azından akşam ezanıyla birlikte duyduğum o sesleri duymayacaktım.

Yol boyu yağmur atıştırdı. Eve girdikten sonra ise sağanağa dönüştü. Çakan şimşekler kalın tül perdelerin ardından bir anda odayı ışığa boğuyordu. Birkaç saniyelik ürkütücü aydınlıktan sonra dekoru tamamlayan o korkunç çatırtı duyuluyordu. Televizyona baktım bir süre. Sesini açmama rağmen sesi gök gürültüsünün sesini bastıramıyordu. Üstelik yıldırım düşme olasılığı da vardı. Çektim televizyonun fişini.

Yatak odasına girip kitaplıktaki kitapları kurcalamaya başladım. O zaman uzun bir süredir belki kafamın içindeki o ses yüzünden belki de bitmeye yakın gelen projeme tüm mesaimi harcadığımdan kitaplara uzak olduğumu fark ettim. Parmaklarım bir zaman kitaplar arasında gezindi ve birinde kaldı. Tanıdık sırtlı kitabı çekmek üzereydim ki koridorda bir ses duydum. Seğirtince küçük bir gölgenin karanlık koridorda kaybolduğunu gördüm. Ama kararımı vermiştim. Akşam hanım çağırdığında hiç düşünmeden evet diyecektim. Hatta gece kayınbabalarda bile kalmaya razıydım. Ve geceyi de atlattıktan sonra sabah ilk iş olarak İzmir arabasına binecek, eşime bile söylemeye çekindiğim durumu –beni özlediğini düşündüğüm- doktoruma anlatacaktım. Bir karara varmış olmanın huzuruyla yerime döndüm. O zaman elimdeki kitabın Monte Kristo Kontu olduğunu gördüm. Fena bir seçim değildi.

Birkaç dakika sonra yumuşak koltuğumda oturmuş dışarıdan gelen seslere aldırmadan kitabımı okuyordum. Birden irkildim. Hemen yanımda yanı başımda küçük bir kız çocuğu duruyordu. Allah’ım, gözlerim, beynim, bedenim hatta ruhum benimle alay ediyordu. Dokuz on yaşlarında, oval yüzlü, hafif çilli, kumral saçı örgülü, sevimli bir çocuk yanı başımda koltuğun kolçağında oturmuş kitaba benimle birlikte bakıyordu. Deliriyor olmalıydım. Ne yapacağımı bilemeyecek durumdaydım. Elimdeki kitaba baktım. Baba Aleksandra Dumas’ın kalın kitabı, incecik, renkli resimli çocuk kitabına dönüşmüştü.

Bir zaman öylece kaldıktan sonra küt küt atan kalbime aldırmadan kafamı çevirdiğimde çocuk bana gülümsüyordu. Oval yüzde iki göz tüm yüzü kaplamıştı sanki ve sımsıcak gülümsüyordu tüm masumiyetiyle. Kimseye anlatmadığım o ses yüzünden çıldırıyor olmalıydım. Eğilip kitaba bakan kocaman gözleri bir anda bana çevrildi ve sımsıcak bir öpücük kondurdu yanaklarıma. Bir saniye sonrasındaysa o masum öpücük dünyanın en büyük günahıymış gibi fırladı. Arkasından seslenmeme rağmen gürültüyle aşağıya indi. Başımı kaldırdığımda öfke dolu bir başka bakışla karşılaştım. Bir diğer çocuk en büyük günahı işlemiş biriymişim gibi bana bakıyordu. Yerimden doğrulduğumda kendimi eski tarz döşenmiş bir odada buldum. Koltuklar, Halı, perdeler hepsi değişmişti. Karşı duvarda dayalı duran Lui tarzı mobilyaların kötü bir kopyası olan büfedeki aynaya gözlerim takılınca şaşkınlığım iyice artmıştı. Ben, ben değildim. On iki on üç yaşlarında bir yeni yetmeydim. Yüce Rabbim neler oluyordu bana böyle. Öfkeli kız da dışarı fırlamıştı. Tüm bunları düşünecek zamanım yoktu. Neler olduğunu anlamıyordum ama soruların yanıtını verecek olan koşarak kaçmıştı. Ne olacaksa şimdi olacaktı ve ben küçük kızın peşi sıra koşmaya başladım.

Kapıyı açtığımda kabası bitmiş tuğla duvarları örülmüş ama sıvanmamış tek katlı bir binadaydım. Bir kikirdeme duyuldu aşağı inen basamaklarda. Kocaman kara gözler gel oynayalım der gibiydi. Her yeri beton ve kireç kalıntılarıyla dolu merdivenlerden hızla indim. Aşağı vardığımda küçük kızın gölgesi dipteki odaya girmişti. Ardından bende indim. Koridorun sonuna kadar koşmuştum ve kendimi savurturarak odaya, o günlerce yazmaya çalıştığım odaya daldım ama kör kasadan içeri adımımı atar atmaz durdum.

Nefes nefese kalmıştım. Şaşkındım ve korkmuştum. Odanın içinde kocaman bir kireç havuzu vardı. Kireç yeni söndürülmüş olmalıydı ki üzerinden hala dumanlar çıkıyordu. Zayıf köpükler kıyıda köşede hala patlıyordu. Karşımızdaki yarım duvar işçilerin binaya daha rahat girip çıkmaları için bırakılmış olmalıydı. Duvar, tahta parçalarıyla kapatılmaya çalışılmıştı ama çevrenin çocukları yer yer tahtaları parçalamışlardı. İşte o zaman her yanı kireç içerisindeki odada yalnız olmadığımızı fark ettim. Az önce yukarıda bana öfke ve kıskançlıkla bakan diğer küçük kızda oradaydı. Aynı yaşlarda ama daha zayıf, uzun boylu ve iyi giyimli bir kız çocuğuydu. Ayaklarım usul usul geri gitmeye başladı. Yeni kız, diğerini belki de iriliğinin verdiği üstünlükle rakibini tartaklıyordu. İşte o zaman kavganın nedeninin “ben” yani aynada gördüğüm kişi olduğunu anlamıştım. İki küçük kız yaşça kendilerinden bir ya da iki yaş büyük olan oğlan çocuğu için kavga ediyorlardı. Duruma bakılırsa bu delikanlıyı da keyiflendirmişti.

Bir anda aralarındaki konuşma bağrışmaya dönüştü. Neredeyse kavga edecek gibiydiler. Aslında eşit güçlerin tartışmasından çok yeni kızın diğerini hırpalıyordu. Biraz önce yanı başımda oturan kız ise yalnızca savunmada kalıyordu. İri kız diğerini acımasızca itiyordu. Ne olduysa birkaç saniyede olmuştu. Büyük kız kendisine karşı gelmeyi sürdüren çilli kızı öyle bir ittirdi ki minik yavrucak ayaklarının ardındaki kireç havuzuna düştü. İşte o zaman uzaklardan ilahi bir ses duyuldu. İnananları camiye çağıran hocanın sesi küçük odada yankuılanmaya başlamıştı. Gözlerim fal taşı gibi açılmıştı. O sevimli yavrucağın her yanı bembeyaz olmuştu. Kireç yeni sönmüş olmalıydı ki kızcağızın her yanı yanıyordu, eriyordu.. Bir zaman sonra acı dolu haykırışlar azaldı, azaldı. Sesi yalvarmalara inlemelere dönüştü. Ben, yani ben olan kişi ise onu oradan çıkaracak çareler arıyordu. Beyaz cehennemde kavrulan küçük bedense bir yandan acı içinde inliyor diğer yandan kendisini yakıp kavuran havuzdan çıkarmaları için, merhametsizce kendisine bakan kıza yalvarıyordu.

Gördüklerimi anlamaya başlamıştım. Beni rahatsız eden gölge durumun açıklanmasını istiyor gibiydi. Yere çömeldim. Olanları görüyor ama hiçbir şey yapamıyordunuz. Ellerimle kulaklarımı kapatmaya çalıştım ama iniltiler sönmüş kireç havuzundan değil beynimin içinden geliyordu. Henüz birkaç saniye geçmişti ki duyduğum ses dikkatimi başka yöne çekti. Eğer bir deniz kenarında olsaydık duyduğum sesin tramplenden havuza atlayan amatör birinin sesidir diyebilirdim. Ağır bir cisim yüksekten düşmüştü. Ve arkasından da acı dolu haykırışlar duyuldu. “Kurtarın beni” diye bağıran boğuk bir ses sokakta yankılanıyordu. Ne yapacağımı bilemeyecek durumdaydım.

Bodrumdan yukarı koştum. Sokağın ortasına kurulmuş bir başka kireç havuzunun içinde yanan bir başka beden vardı. Düşen yağmur damlaları beyaz ve yoğun havuz üzerinde kabarcıklar oluşturuyordu. Ama bu kere kirecin suyla oluşan ve kavurucu bir sıcaklık veren reaksiyonunda, beyaza boyanmış ölüm havuzunda kıvranan bir küçük çocuk bedeni değildi. Yaşlı bir kadın bedeniydi beyaza boyanan. Yenice soğumaya başlayan beyaz bulamaç tüm deriyi eritmeye başlamıştı. Bana yardım etmem için uzanan ellerin yer yer kemikleri görünmeye başlamıştı. Belki de ses telleri eriyen kadın anlamsızca inlemeye başlamıştı. Bakamıyordum. En cesaretli yönetmenlerin bile filmlerinde istemeyecekleri bir sahneydi bu. Yanık et kokusu, kan kokusu çevreye yayılmıştı. Beyaz saçlar, yaşlı deri gözlerimin önünde eriyordu. Kadın ağlıyor, yalvarıyordu. Hiçbir şey yapamamanın ezikliği içinde bir adım geri yürüdüm. Gözlerimi kapadım, tıpkı doktorumun bana tavsiye ettiği gibi içimden saymaya başladım. Bin bir, bin iki, bunlar gerçek değildi ve ben kâbus görüyordum. Bin üç bilinçaltım bana oyun oynuyordu. Bin dört gözlerimi açınca kendimi oturma odamda bulacaktım. Bin beş işte yüzleşeceğim gerçek” deyip gözlerimi açtım.

Olanlar hem gerçekti hem de hayaldi. Gerçekti çünkü gök gürültüsü ve çılgın gibi yağan yağmur devam ediyordu ve daha kötüsü bodrum penceresinin hemen önünde asfaltın üzerinde kıvranan bir beden vardı. Hayaldi çünkü şuan ne bir kireç havuzu vardı ne de yanmış bir beden. Yalnızca yere yapışmış gibi duran bir gövde bir adım ötemde duruyordu. Akan kan yol üzerinde yağmur sularına karışıyordu. Şimdiden asfaltın rengi kızıla dönmeye başlamıştı.

Yaşlı kadının dudakları bir şey söyleyecekmiş gibi kıpırdıyordu. Usulca eğildim. “Memduh’u en çok ben sevdim” dedi. Başımı kaldırıp yukarı baktığımda balkonda duran yaşlı adamı gördüm. Bir an göz göze geldik. Onca uzaklığa rağmen adamın huzurla gülümsediğini hissedebiliyordum.

O gece polisler her yandaydı. Kimi kendini asan Memduh bey’le ilgileniyordu. Kimi de benim o çok sevdiğim bodrum bozması çalışma odamın zeminini kazıyorlardı. Bir metre aşağıda eski kireç havuzuna ulaştılar, ardından da küçük kızın kemiklerini buldular. Her şey yaşlı adamın bıraktığı mektupta açıklanmıştı. Elif kız yıllar önce kaybolmuştu. Uzun süren aramalara rağmen ne ölüsü ne de dirisi bulunamamıştı. Ailesi kızlarının yokluğuna dayanamamışlar oralardan uzaklara, İstanbul’a göçmüşlerdi. Küçük Memduh ise olanları önceleri anlamamış ama kendisini korkutan kızın dediklerini ömrü boyunca yapmak zorunda kalmıştı. Kendisine yönelen bir Karanlık Sevginin esiri olmuştu. Ta ki vicdan azabına dayanamadığında eşini, hayat arkadaşını yukarıdan aşağı itene kadar ve aynı cesaret tavana astığı ilmeğin bir ucunu boynuna takmaya yetmişti. Birde çoktan ölüp giden bina sahibi vardı. Kızını seven, onun suçlanmaması için kireç havuzunu bir gecede toprak doldurup üzerine beton döken baba. AZİZ HAYRİ
 
Başlık: Ynt: Karanlık Sevgi
Gönderen: KoyuBeyaz - 26 Temmuz 2011, 10:39:21
Selamlar,

Hikayenizi okudum, öncelikle sürekli başarısız olduğum birinci tekil bakış açısını kullanmadaki yeteneğinizden dolayı tebrik etmek istiyorum. Olay örgüsü düz bir biçimde işlenmiş ve biraz sonunu belli ediyor olsa da insanı meraklandırmıyor da değildi. Yazının dili de okunmayı kolay kılan bir diğer etmendi; gayet sade ve akıcı. Yalnız bir eleştirim olacak bu yazıya; virgülleri biraz cimri kullanmışsınız. Birçok cümlede virgül eksikliği anlatımı baltaladı, bazı yerlerde cümlenin başına gitmek zorunda kaldım ve bu durum hikayenin akıcılığını ciddi anlamda zedeleyen bir etmendi. Ayrıca gene birkaç küçük yazım yanlışı çarptı gözüme fakat bunlar elbette gözden kaçmış olabilir. Bu eksiklerin dışında biraz karanlık ve okuması zevkli bir öyküydü.

Elinize sağlık.
Başlık: Ynt: Karanlık Sevgi
Gönderen: azizhayri - 27 Temmuz 2011, 17:30:11
eleştirinize teşekkür ederim. Beğendiğinize de sevindim.
Başlık: Ynt: Karanlık Sevgi
Gönderen: Kanashii Uchiha - 14 Ağustos 2011, 15:57:19
 Aslına bakarsak, genel olarak ele alındığın da, oldukça tecrübeli birinin elinden çıktığı belli olan bir yazımla karşı karşıya olduğumu düşündürdü bana bu satırlar. Anlatılan olay örgüsünün veriliş tarzı, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı'ndan bir yazınsalı okuyormuşum hissi uyandırdı bende.Akıcı, açık ve netti.Eğer ki aşağıda örneklemiş olduklarıma benzeyen, ufak tefek yazım hataları bulunmasaydı bu his asla bozulmazdı da.
Birkaç örnek verebilmek adına bazı alıntıları Betaladım.Bunlara benzeyen minik imla hatalarınızın, anlatım bozukluklarınızın ortadan kaldırıldıgın da, bu hikayenin şimdikinden bile daha rahat okunacağına inanıyorum.

 Olumsuzlukların yanı sıra sade ve sıcak anlatım tarzınız çok hoşuma gitti.Sevimli ve samimiydiniz. İnsanda; ''yazık yahu, adam yeni taşındığı yerde huzur ararken yaşadıklarına bak!'' hissini uyandırmayı başarmışsınız.Olay mahallemizde geçermişcesine hissetirmesi bence oldukça hoş bir artıydı.
Konu o kadar da farklı değildi.Ama kullanılan üslubun samimiliği konunun kolaylığını örtbas etmişti.
Elinize sağlık.Başarılarınızın devamını dilerim. ^^

* Biraz inleme , biraz ağlamaydı duyduğum ses ve ben birkaç gündür duyuyordum bu sesi.

* Tavana kadar rafları olan ortasında mütevazı bir masası, yazı makinesi gibi kullandığım bir eski bir laptopu ve gerektiğinde uzanabileceğim , çek-yatı bulunan bir kitaplığım olmuştu.

* Masraflar mı ? Onları da yıllardır evlerinden çıkmayan ev sahibimizle –ki kendisi aynı binada birkaç kat yukarıda oturuyordu- yarı yarıya anlaştık.

*Adamın yani Memduh Bey'in emekli maaşı ve kira gelirleriyle kendi hallerinde yaşayıp gidiyorlardı.

*****