“Ne kadar da mavi bir gün, değil mi?”
O an ne o sorunun anlamını, ne mavinin hangi renk olduğunu, ne de bir günün aslında kaç güne denk olduğunu hatırlayabildim. Sorunun tamamıyla retorik olması bir yana – fikrimi sormuyor, günün maviliğini en az onun kadar takdir edip etmediğimi merak ediyordu – sadece dünyada böyle bir sorunun varlığı bile o an için olasılık dışıydı.
Hiçbirini yapmadım. Onun yerine, hani tam bir şey söylemek için ağzınızı açarsınız; ama sözcükler çıkmaz ve bunu farkettiğiniz an küçük düşmemek için bir anda ağzınızı kapatırsınız ya, bunu defalarca tekrarlayarak otobüsteki diğer insanlara balık taklidi yaptığımı kanıtlamaya çalıştım.
Sadece birinin gelip ne istediğimi sorması gerekiyordu. Bu kadar basitti. Muhtemelen ellili yaşlarında, saçlarındaki beyazları umursamadığı için boyatmayan şirin bir bayan gelecek ve bir şey isteyip etmemediğimi soracaktı (gözümün ucuyla baktığımda kalkmakta olan geç çiftin kapının yanından mutfağa doğru gittiklerini haber vererek kafeden çıktığını gördüm), ben de ona mavi elbiseler giyen ve maviyi çok seven bir başka bayanı aradığımı anlatacaktım. Elbette kadın hiçbir şey anlamayacaktı (bir an yerimden sıçramama neden olacak şekilde demin dışarıda kitap okuyan genç kız hızlıca balkon kapısını açıp içeri girdi, kafeyi boydan boya geçti ve çıktı), özür dileyecek ve sorumu tekrarlamamı isteyecekti. Ben de bir kere daha yaptığım aptallıktan ve utançtan yerlerin dibine girerek ona adını bile bilmediğim ve hakkında bir kanıya sahip olduğum tek şeyin mavi rengine olan ilgisi olduğu bir kızı nasıl bulabileceğimi soracaktım (Orta yaşlı adam iki masa önümde yavaş yavaş toparlanıyordu). En başta çok şirin bulduğum o bayan bir anda sinirden küplere binecek, “Benimle dalga mı geçiyorsun sen be adam?” diye üzerime yürüyecek ve orayı hemen terk etmezsem polis çağıracağını söyleyerek beni tehdit edecekti (Orta yaşlı adam çıkarken kapıyı arkasından kapattı).
Bir an büyük bir tedirginlik hissettim. Kafede benden başka kimse kalmamıştı. Etrafıma bakındım. Belki bir yerlere saklanmış, köşede duran, tuvaletten çıkan birileri vardır diye düşündüm. Yanıldım.
“Ah evet. Şey, tenim ince herhalde. Damarlarım deriye çok yakın” dedi.
Damarları derisine yakın falan değildi.