Kayıp Rıhtım Arşiv Forum

Kurgu Güncesi => Kurgu İskelesi => Konuyu başlatan: Eldarion - 24 Ocak 2012, 01:36:43

Başlık: Ne Yazık!
Gönderen: Eldarion - 24 Ocak 2012, 01:36:43
Fantastikten çok fabl gibi lakin sorun olacağını ummuyorum.

Gümüşi bulutlar yanlarında kirli yoldaşlarını da alıp masmavi gökyüzüne korku salmak için güneyde toplanmışlardı ve büyük bir hızla her yöne kararlı adımlarla hareket ediyorlardı. Onlar toplanıp hücuma kalktıkları sırada güneş korkuyla batıdaki geçitten uzaklaşmış ve gitgide solmakta olan ışığını tehditkâr bulutların arasından savurarak gözden kaybolmuştu. Son ışık huzmeleri de gözlerin önünden hışımla geçen birinin savrulan elbiseleri gibi aceleyle çırpınmaktaydı. Bulutlar sanki bir yardım çağrısına kulak verip ivecenlikle savaş meydanına gelmiş gümüş ve kara zırhlı orduları andırıyordu. Kasvetli bu görünüşlerinin ardında bir gizem yatıyordu. Neye karşı savaşacaklarını bilmeyen askerlerin gizem dolu ifadeleri vardı yüzlerinde. Sonra savaş borularını üflediler. Büyük bir uğultu koptu. Bulutlar borularını öyle bir üflemişti ki nefesleri ılık havayı savurup atmıştı ve karşı konulamaz bir serinliğin geçiş törenini başlatmışlardı. Bulutların serin nefesleri toprağı titretmişti; toprağın üzerinde o ana kadar huzurlu bir şekilde yatmakta olan ölümün soğuk ellerince sarartılmış çaresiz yapraklar göğe doğru savruldular, daireler çizip yere dokundular sonra rahat yüzü görmeden tekrar göğe uçuruldular.  Ardından ölü bedenlerine dondurucu okların değdiğini onlar hissedemeseler bile tir tir titreyen toprak hissedebiliyordu. Ölü yaprakların ne hissettiğini çok iyi biliyordu çünkü aynı oklar onu da delip geçiyordu. “Zavallı ölü yapraklar!” diye düşündü toprak. “Doğa’nın kalbinde ölülere bile rahat olmuyor bazen!”
Şimdi bulutların amansız, sudan oklarınca mıhlanan toprağın yapraklar dışında başkalarına da acıma duyduğu anlaşılıyordu. Üzerinde üç insan bedeni hareketsiz yatmaktaydı. Toprağı kasvete bulayan kızıl kanları, bulutlardan düşen sayısız damlayla birlikte yavaş yavaş kaybolmaya ve sızlanan toprağın bedenine karışmaya başladı. Toprak suyla karışan kanı tattığında korkunç bir iğrenme duygusuyla kaplandı; benzi attı ve kusmaya başladı. “Bak işte, yine çamura döndüm” dedi sızlanarak. “Doğa içinde benden çok şekil değiştiren var mıdır acaba? Bir bakarsın üzerimde yeşillikler bitmiş, arıları, kelebekleri ve kuşları çeken rengârenk çiçeklerle kaplanmış üstüm başım. Sonra bir bakarsın canlılara nice ürünler bahşetmişim. Sonra hop! Bedenim donacak raddeye kadar erişir; geceleri ve tan vakti kaskatı kesilirim. Bedenimde yürüyenlerin ayakları acır. Bana küfrederler bir de nedense? Hâlbuki ben miyim suçlu? Aylar sonra üzerim şu soğuk yağmur damlalarından daha soğuk kristallerle kaplanır. Bu kadar çileye dayandığıma göre hakkımda destanlar, şiirler yazmalılar!” Bir an soluklandı ve vıcık vıcık sesiyle: “Şu an üzerimde yatmakta olan şu bedenleri çürütmekle mükellefim. Her canlının ölü bedenine katlanmak zorundayım. Bu bana verilen görevin bir parçası. Lakin şöyle de bir şey var” dedi ve duraksadı birden. İç geçirdiği her halinden belliydi. “Ölüm zamanı henüz gelmeden ölenler var” diye devam etti. “Yanlış anlamayın. Ölüm zamanı gelmeden ölenlerin olması pekâlâ Büyük Güç’ün kuralıdır. Hayvanlar birbirlerini avlarlar ve hayatta kalmaya çalışırlar. Bu amaçta nesiller boyu birbirleriyle mücadele ederler. Nesillerini devam ettirmek için akla hayale gelmeyecek yöntemler üretirler. Fakat asla yok edici bir amaçla hareket etmezler.” Yakınlardan çıplak kalmış ve soğuk yağmur damlalarıyla titreyen bir ağaç gıcırtılı sesiyle “Doğru dedin, toprak kardeş!” diye araya girdi. “Lafını kestiğim için bağışla beni. Aslında birçok şeyden dolayı senden af dilemem gerek. Niye mi? Daha fazla su içmek için köklerimi böğrüne böğrüne batırıyorum da ondan! Ben bu çevredeki ağaçların en yaşlısıyım o yüzden bu affı dilemek bana düşer. Lakin konumuz bu değil. Ben yok olan canlıların sadece Büyük Güç’ü tam olarak kavrayamadıklarından ötürü yenildiğini söylemek istiyorum. Yeterince iyi mücadele edemediler ve nesillerini devam ettiremediler!” dedi ve sanki dalları kalın gövdesine sarılarak serin havaya karşı yaşlı ağaca siper oldular.
“Niye af diliyorsun ki, ağaççığım?”diye içtenlikle sordu toprak.” “Sen de beni buradan başka yerlere taşınmayayım diye köklerinle koruyorsun ya!”dedi ve yine soluklandı. Sonra “Büyük Güç” diye devam etti çamurlu bedeniyle toprak. “Güçlü olanı yaşatır, güçsüzü de defterinden siler; kim iyi kim kötü ayırt etmeksizin! Ona koşullarına dayanabilecek varlıklar lazım gelir. Sadede geleyim. Şu an üzerimde yatmakta olan cansız insan bedenlerinin sonu Büyük Güç’ten değil, kendi türlerinden geliyor. Ayrıca birbirlerini hayatta kalmak için değil; aklımın ermediği sebeplerden ötürü öldürüyorlar” dudaklarını büktü ve sessizliğe gömüldü. Berilerden üzerinde terk edilmiş bir kuş yuvası bulunan orta yaşlı bir ağaç söze devam etti: “Aylar önce burada bir baştankara ailesi vardı. Ötüşlerini çok severdim. Kısa sürede bayan baştankara yumurtladı ve minicik şirin yavruları oldu. Bayan baştankara sıklıkla insanların bulunduğu yerlere gidip yiyecek topluyor ve geri geliyordu. Bu süre zarfında baştankara bey de yavrularına refakat ediyordu. Baştankara hanım yuvaya döndüğünde çocuklarını doyurur sonra güzel bir yaz akşamı kocasıyla fısıldaşırdı. Derdi ki ‘Şu insanlar ne kadar garip, bey! Bizden daha iyi sorun çözebilmelerine rağmen hala bizim basitliğimizi taşıyorlar. Bizim derken kuş akrabalarımızdan falan bahsetmiyorum ha! Onlar gibi böyle büyük zekâya sahip olmayan diğer canlılardan bahsediyorum! Bak daha geçen gün ne oldu? Yiyecek bir şeyler bulmak için insanların yaşadığı koca yuvaya uçuverdim. Başlarını soktukları taştan binalardan birinin balkonunda gözüme kurutulmuş dana yağı takıldı ve hemen o balkona kondum. Tam yağı bikbikliyordum ki evin içerisinden bağrışmalar duydum. Ne konuştuklarını anlamıyordum ama şu kelimeyi çok sık duydum. ‘Para.’ Cirrrrrrrrrrrr! Ne kadar kaba bir ötüş tarzı değil mi? İnsanların sesinden hiç hazzetmiyorum. Kargaları saatlerce dinlerim de onları bir saniye olsun dinleyemem! Niye mi? Kargalar kadimdir, bey. Sen de biliyorsun. Bu kuş-akrabalarımız çok şey görüp geçirmiştir, insanlara karşı da çok kurnazdır; ama en çok baykuşlara saygı duyuyorum. O keskin gözleriyle ve kulaklarıyla insanlar hakkında birçok şey bilmemizi sağlamışlardır. Her neyse. Konuya geri döneyim. Bu insanlar bağırıp çağırmaya devam ettiler. Ne olduğunu merak edip balkon kapısının eşiğinde gizlenip içeriyi seyrettim. Bir de ne göreyim? Evin içinde dört insan var. Biri kadın biri erkek ürkekçe titriyorlardı. Karşılarında da ellerinde acayip şeyler olan iki adam vardı. Ellerindeki neydi bilmiyorum ama insanlar bu tarz şeylerden korkarlar. Sonra bu ellerinde korkunç şeyler olan adamlar kadınla erkeğin üzerine atıldılar ben de pırrr deyip uçuverdim. Sen belki duymuşsundur, şu söyledikleri lanetli kelime de ne ola ki? Lanetli diyorum çünkü bana öyle geldi.’ Sonra baştankara bey düşünceli bir edayla cevapladı ‘Şu kâğıt ve sert-yuvarlak şeyler olabilir. Bir keresinde bir evin çatısında güvercinleri seyrederken gözüm insan kalabalığı içindeki bir hareketliliğe takılmıştı. Adamın biri yanındaki adamın cebine gizlice elini sokmuş ve fark ettirmeden cebinden birkaç kâğıt parçası alıp kendi cebine atmıştı. Başka kimse fark edemedi. Ben ne yaptığını anlayamadım tabi. Alt tarafı kâğıt! Yenmiyor ki.’ Tabi baştankara ailesinin konuşmalarını yakınlarda bir ağacın dallarına tünemiş olan bir baykuş duymuş. Onların kulaklarından hiçbir ses kaçmaz. Boğuk bir sesle onlara cevap vermiş: ‘Para işte o kâğıt parçalarıdır, baştankaracıklarım! İnsanlar onunla bir şeyler alırlar, bir şeyleri onları almak için verirler. Bilmem anlatabildim mi? İnsanların yerleşkelerinde temel güç paradır. Para yoksa insan yaşayamaz.’ Baştankara ailesi şaşırmış tabi. ‘O da ne demek ola ki baykuş efendi? Bak, biz parasız yaşıyoruz işte, insanlar da Büyük Güç’ün parçası değil mi? Ne demekmiş parasız yaşayamazlar! Neler duyuyorum, vah, bey!’ Baykuşun cevabı gecikmemiş. ‘İnsanlar Büyük Güç’ün pek çok parçalarından biridir, evet. Lakin beyinleri hastadır’ deyip uçuvermiş. Baştankara ailesi bu söz üzerine her şeyi anlamış. ‘Demek ki’ demiş baştankara hanım, ‘beyinleri hasta olduğundan hayatta kalmak için para dedikleri şeye bel bağlıyorlar. Hmmm-cik-cik-cik!’” Anlatıcı ağaç o gün başka bir söz söylememişti çünkü birden uykuya dalmıştı.
Yağmurun buzlu dokunuşlarıyla ıstıraplı saatler geçiren toprağın ve iki ağacın konuşmalarını insan sesleri bölmüştü. Endişeli adımlarla çamura bulanmış toprağın üzerinde hareketsizce yatan bedenlere yöneldiler. Dört kişilerdi. İçlerinden biri kederli bir ses tonuyla konuşmaya başladı. “Yetişemedik. Kahretsin!” Sonra birbirini takip eden haykırışlar duyuldu: “Bunu ödeyecekler!” “Öcümüzü alacağız!” “Vah, zavallı kardeşlerim!”
Öçlerini aldılar mı bilinmez. Fakat açgözlü emellerce öldürülmüştü o insanlar. Sonra intikam duygusu vardır, açgözlülüğün yakıtları kadar tehlikelidir. Çabuk alev alır ve uzaklara yayılır. İnsanlar arasında bugün saymaya başlasak ölene kadar bitiremeyeceğimiz farklı mücadeleler vardır. Hepsinde de insanlar birbirlerini ve doğayı katlederler. Ne yazık!