Kayıp Rıhtım Arşiv Forum

Kurgu Güncesi => Kurgu İskelesi => Konuyu başlatan: Althar - 29 Nisan 2012, 16:01:52

Başlık: Yeşilgözlü Şeytan'ın Gecesi
Gönderen: Althar - 29 Nisan 2012, 16:01:52
Eski bir öyküm. Mart 2008'den... Daha önce bir iki farklı yerde de beğeniye sunmuştum.
****

Adı Zehir idi. Uzun zamandır düşmanları onu bu adla anıyordu. Artık bir insan değildi. Dünya üzerinde ilahi, ezeli bir satranç oynayan tanrıların taşlarından biriydi. Kendini çoğu zaman böyle görüyordu. Kimi zaman hoşlansa, kimi zaman nefret etse de şu anda umursamıyordu. Hareketli bir gecenin çabuk gelen sabahında yatağa yığılmış uyuyordu.

Zehir’i uyandıran Kartanesi’nin saçlarına dokunuşuydu. Uzun kara saçlarında zarifçe dolaşan küçük ve güzel eller onu uykunun alaca diyarından çekiyordu.

Zehir karanlık, havasız, içki ve ter kokan ucuz bir han odasında uyandı. Yıkık dökük eşyalara ve bu metruk semte yakışmayan güzeller güzeli Kartanesi’ni karşısında görünce gülümsedi. Kartanesi çok güzeldi. Asil bir prenses, tapılası bir Kraliçe, bir ilahe kadar güzeldi. Bembeyaz uzun elbisesi ipektendi. Beyaz kürk pelerinin üzerinden dökülen uzun sarı saçları yer yer dereler gibi çağlıyor,  yer yer ince örgülerle örülüyordu. Gözleri çok derin, çok büyüleyici bir safir mavisi rengindeydi.

Gölgelerin güzel varlığı gülümsedi.
“Uyan artık,” sesi de yüzü gibi gülümsüyordu.
Zehir kral bir erkek aslan gibi yattığı yerde gerindi. Gülümseme yüzünde ışıldıyordu. Sabahları bu adamın gülümsemesi yazın yağan kardan daha nadirdi.
“Kendi şahsi iblisem gelmiş. Merhaba güzel şey.”
Kartanesi de gülerek karşılık verdi.
“Keyfin yerinde bakıyorum. Çok alışılmadık bir durum. Genelde uyandığında çekilmez olursun.”
Odanın en karanlık köşesindeki kapkara suret duvara yaslanmış kıkırdıyordu. Simsiyah, gölge kıvamındaki silüet, Zehir’in tamamen simsiyah bir kopyasıydı. Yüzündeki gülümseme acımasız ve hilekardı. Sesi de öyle..
“Oldukça çalışkan ve kendini işine adamış bir fahişeydi. İtiraf etmeliyim ki bu rezil şehirde harcanıyor.”
Kartanesi, Zehir’e yapmacık sitem etti.
“Beni yine mi aldattın aşkım. Hayatındaki tek dişi ben olacaktım hani, anlaşmıştık”
Zehir kovalayan umursamaz bir el hareketi ile gölgesine seslendi,
“Çekilebilirsin sevgili gölgem, bundan sonrasını kendim halledebilirim.”
“Her zamanki gibi..” diye tatsızca mırıldandı gölge. Kartanesi’ne döndü. “Bu sabah daha bir güzelsin sevgilim. Ölüm kadar çekicisin.”
Utangaç bir gülümsemeyle zarifçe karşılık verdi güzel kadın.
Kartanesi, Gölge’nin iltifatlarını seviyordu. Zehir’den çok nadir gelen güzel sözler konusunda gölgesi çok daha müsrifti.
“Ah, bu arada, fahişe bizi soydu,” diye Zehir’e konuştu Gölge.
Zehir yattığı yerde kıkırdadı.
“Bu esnada sen ne yapıyordun?”
“Bana kızma ahbap. Aslında müdahale edecektim ama gece o kadar iyiydi ki bunu bir tür bahşiş olarak kabul ettim.”
Zehir tek kaşı havada ayağa doğrulurken kısaca emretti.
“Kaybol.”
“Emredersin ahbap.”
“Gölgen ruhunun diğer yarısını gösteriyor sanki.. sanki vicdanın gibi,” diye tatlı tatlı mırıldandı doğaüstü varlık.
Adam yataktan savrula savrula kalktı ve uyuşukça güzel kadına yürüdü. Kadının beline sarılıp vücudunu vücuduna sımsıkı çekti. Dudaklar birbirine uzandı. Uzun uzun öpüştüler.
Neden sonra durakladıklarında Kartanesi derin derin nefeslenirken güzel bir şarkı gibi mırıldandı.
“İş için geldim Lordum.”
Yüzü üzüntüyle asılmıştı bunu söylerken. Sonra yüzü aydınlandı, çapkınca gülümsedi.
 “Eğlenceyi daha sonra telafi edeceğim. Buna söz veriyorum.”
“Ahh,” diye tatsızca inledi adam. İsteksizce ve ağza alınmayacak küfürler mırıldanarak giyinip kuşanmaya başladı. Kartanesi ona gizlice gülümsüyordu.

Zehir bir avcıydı. Katil ya da ödül avcısı değildi. Bir görevi, daha doğrusu bir davası vardı. O bir adalet adamıydı. Buna inanıyordu ya da inanmaya çalışıyordu. Krallıklara ve de yazılı fani kanunlara bağlılığını fes edeli çok uzun zaman olmuştu. Aleti olduğu kanunlar daha tepeden hükmediyordu. Adına tanrılar denenlerin himaye ettiği güçlü anlaşmalar, Eski yeminleşmelerdi söz konusu olan. Eskiler ile Yeniler arasında büyük farklar vardı. Yeniler daha bir esnek iken Eskilerin hiç şakası yoktu. Zehir de bu işin içindeydi. Son iki yüzyıldır ruhbanları aradan çıkarmış ve doğrudan işin başındakilere bağlı çalışmaya başlamıştı. Zehir bir kelle avcısıydı.


Akşam saatleriydi. Hava yağmurluydu. Çok ince ama çok hızlı, çok yoğun bir yağmurdu bu. Bindiği doğaüstü kara aygırın inanılmaz sürati de yardımcı olmuyordu hani. Büründüğü pelerini, saçları, giysileri, donanımı hep sırılsıklamdı. Elindeki cehennem pusulasına küfrederek yere tükürdü. Pusulanın onu götürmekte olduğu yönü gördüğünde o denli öfkelenmişti ki giysilerine koruyucu büyüleri yapmak aklına gelmemişti.

Ufuktaki şehir çok büyük ve güzel bir şehirdi. Çevresi güzel korular ve verimli ovalarla kaplanmış, yanından akıp geçen büyük bir nehirle denize de açılan çok güzel bir şehirdi Colomir. Krallığın en zengin ve lüks şehirlerinden biriydi burası. Burası Zehir’in en nefret ettiği şehirdi.
 
Bu sefil şehri terk edişini hatırladı. İki yüzyıldan fazla olmuştu. O zamanlar dünyanın en saf ve en aptal insanıydı. İyilik ve güzellik adına haklı bir yolda yürüdüğüne inanıyordu. Yaşadığı düzenin daha iyi için çabalayan bir düzen olduğuna inanıyordu. İyi insanlara, yüce makamlara hizmet ediyordu. Adalet ve erdemlerin hükmettiği bir mekanizmanın dişlisiydi. Bununla gururluydu. Ne kadar da aptaldı.. Ne kadar da kördü.. Dünyasının başına yıkılması, gerçeklerin onunla alay edercesine yüzüne çarpılması ne kadar da acı vericiydi.

Çöken saflığının ve aptallığının molozları altında ölmeyi ne kadar da çok istemişti. Tanrıların canını alması için ne kadar da tahrik etmişti ölüm meleğini.

Sonra.. Sonrası burasıydı. Sınırları zorlayan, zincirleri kıran ölüm arayışı, adına tanrılar denelerin gözüne çarpmıştı. Dünya üzerinde oynadıkları ilahi oyunda, onun da bir araç olarak değerine karar kılmıştılar. Birden fazlasının, hatta birbiri ile kanlı bıçaklı olanların bile ortaklaşa kullandıkları bir araç olması, varoluş düzlemi üzerindeki katmanlarda da Zehir adına şöhret getirmişti.

Onu buraya getiren yolculuğunu aklında gerilere itti. Durdu ve burada olacağı bildirilen karşılaşmayı düşündü. Birkaç dakika havayı kokladı. Burada bulacağı hedefi ile ilk karşılaşmasını ve onun ellerinden kayıp gidişine izin veren zaaf anını düşündü. Onun gözlerini düşündü. Küçük bir kıyametin kopmakta olduğu şehre yürümeye başladı. Güneş daha yeni batıyordu. Gece daha yeni başlıyordu.

Giysilerine ve silahlarına, bütün savaş donanımına güçlendirme sihirleri olan fauren tılsımını üfledi. Deri ve zincir zırh karışımı savaş donanımının kayışlarını sıkılaştırıp kılıç ve bıçaklarını kontrol etti. Savaş gereçleri ile dolu çantalarını muharebe için kullanıma hazır şekilde düzenledi. Muska büyüsünü ve bir iki koruma büyüsünü havaya savurup, gölgeli düzlemlerden kara bir puhu kuşu olan yoldaşını çağırdı.
“Gözlerim ol, Vhun. Uçan gözlerim ol.”

Kuzeydeki dağlık alanın eteklerinde, dağ derelerinin ve nehrin beslediği büyük bir bataklık vardı. Kıyılarındaki köyler şehir için gerekli bazı ender bulunan malzemelerin karlı ticareti ile uğraşsa da bataklığın iç kesimlerine gitmekten nesillerdir onlar bile sakınırdı. Oraya gidenlerin hiçbiri geri gelmemişti. İşte şehir kapısı, daha karanlık yağmurun başladığı ilk öğlen saatlerinde, bu Eskilerin Bataklığı’ndan akmaya başlayan koca canavarlarca yıkılmıştı.

Canavarların sayıları gerçekten o kadar çok değildi aslında, ama güçlü ve yıkıcıydılar. Bunlar bataklık devleri idi.

 Şehir kadim zamanlardan kalma temellerin üzerine inşa edilmişti ve surları da yabana atılır cinsten değildi. Lakin yüz yıldır hiç kapısını kapatmaya gerek duymadığından, savaşa hazır değildi. Krallığın kuzey ve doğu sınırlarındaki şehirlerin aksine, merkezi şehirler savunmada çok gevşekti. Sıkı olmalarına gerek de yoktu. Savaşlar onlara çok uzaktı.

Devler işte bu durumdan faydalanmış, nehir sularının peçesi altından bir anda ortaya çıkıp kapıyı ve çevresini kana bulamıştı. Onlara havanın kararması ile vampirler ve kurtadamlardan bir güruh da katılmıştı. Güney kapısı civarındaki semtlerde şehrin cesur muhafızları ile bataklık canavarları arasında çetin bir kavga yaşanıyordu. Daha iç kesimlerde çekilen güneşle birlikte karanlığın yaratıkları ziyafete başlamıştı.

Şehrin üzerinde süzülen koca baykuşun gözleri olağanüstü bir görüşü Zehir’in zihnine gönderiyor ve bütün şehri sanki aynı anda her yerdeymiş gibi kusursuzca izleyebiliyordu. Savaş alanı hakkında bilgi sahibi olduğunda Zehir artık olabildiğince hazırdı. Yıkık şehir kapısından içeriye adımını attı.

Etrafta cesetler saçılıydı. Bunların çoğu şehirli sivillerin cesetleriydi. Askerlerin ve şövalyelerin cesetleri daha az sayıda olsa da çevrede hala onlardan da bir sürü vardı. Devlerin kıyımı inanılmazdı.  Geçtikleri yerde ceset yığınları ve yıkıntıdan izler bırakan bu kudurmuş canavarları biliyordu. Açıkça saldırganlıklarını körükleyen büyülerle desteklenmiştiler.

Devin biri yıktığı iki katlı binanın molozları üzerinde, elinde koca bir kalasla etrafındaki askerlere ölüm saçıyordu. Oklar canını yaksa da bunlar onu kızdırmanın ötesinde pek bir etkiye sahip değil gibiydi. Mızraklılar ona sokulamıyordu. Büyü kullanabilen şövalyelerin pek azının büyüleri bu canavarlara etki edecek güçteydi. Ve onların sayısı da daha savaşın ilk saatinde olduğundan çok daha aşağıdaydı şu anda..

Zehir ilk devini gördüğünde doğaüstü bir güçle kocaman kükredi. Kükreme iyi tanrılardan Kötülükbelası Azes’in adıydı.
“Azes!”
Dev, karanlıkla beslemiş bataklık devlerinden biriydi. Azes adının tınısı özündeki nefreti ve düşmanlığı kökünden körükledi. Bir anda duruşunu değiştirdi ve cüssesinden beklenmeyen bir hızla yeni düşmanına koşmaya başladı. Adımları yeri titretirken ağzından salyalar akıyordu.

Koca yaratık bataklığın yeşil ve kahverengi tonlarında, yosunlu, mantarlı, odunlu kalın bir deriye sahipti ve kesinlikle ürkütücü bir kalıbı vardı. Gözleri kapkaraydı. Dişleri koca hançerlerdi. Altı metreyi aşan boyu ve yere kadar uzayan kocaman kollarlı ile bir yıkım makinesiydi.

Zehir üzerine koşan yaratıkla oynamaya hevesli değildi. Çevredeki cesetler arasında çocukları da görmüştü. Adalet bu defa çok hızlı ve acılı olacaktı.

Zehir, daha önceden hazırladığı bir silah koleksiyonunu, kaotik bir tanrı olan Greth-Din’in bahşettiği özel güçlerle her daim yokluğun içinden çağırabiliyordu. Greth-Din intikam tanrısıydı. İyi tanrılar onun metotlarını aşırı bulduklarından onu aralarına almasalar da kötülük karşısında müttefikliğinden memnundular.

Ellerine iki koca arbaleti fauren tılsımı ile çağırdı. Büyülü arbaletler oklarını üzerlerindeki küçük sadaklardan süratle kendileri doldurabiliyordu ve bunu çok hızlı yapıyordu. Atış başladığında ok yağmuru öyle sertti ki yaratık acı çığlıklarla durup elleriyle yüzünü ve koca gövdesini örtme derdine düşmüştü.

Arbaletlerin cephanesi bittiğinde canavar böğürdü. Yeniden koşmaya başladı.

Zehir bu defa ellerinde birer koca mızrak tutuyordu. Mızrakları üzerine koşan deve savurdu. Mızraklar hedefi buldu. Dev dizkapaklarına yediği bu acılı darbelerle yere devrilirken Zehir koşmaya başladı. Elinde koca bir iki ellik kılıç vardı. Kılıç kapkaraydı. Namlusunda uğursuz, rengarenk bir ışıma tütüyordu. Bu bir acı sihriydi.

Önce kolları parçalanıp kopartıldı. Çığlıklar acı doluydu. Sonra iki bacağı. Çığlıklar yangınlar gibi yanıyordu. Karnı deşilirken artık hıçkıran çığlıkları doruk noktasındaydı.. Az sonra kafası bedeninden ayrıldığında ise sessizlik vardı.

Sessizlik uzun sürmedi. Acı feryatları duyan yakınlardaki diğer devler sadakatten değilse de belaya olan açlıklarından bu yana dönmüş koşturuyordu. Böğürtüleri az sonra sokakları dört biryandan kuşatmıştı.
Zehir sağındaki en yakın devi diğerleri yetişmeden bitirmeye kararlıydı. Kılındaki acı sihrini ölüm sihri ile değiştirip saldırıya geçti. Yaratıklar hızlıydı belki. Ama asla çevik değildiler. Zehir sallanan uzun kolun üzerinden sıçrarken rakibini koluna derin bir yarık hediye etti. Diğer kol bu yaraya karşılık iki kat hızlı ve güçlü savruldu. Hala çok yavaştı ve bunu sırtını boynundan beline dek yaran bir yara ile ödedi. Zehir hiç durmadan açılan bir boşluğa hücum etti ve koca kılıcın güçlü bir vuruşu ile devin sağ bacağını kopardı. Bunun ardı geldi ve kopartılan sol eli gövdeye indirilen iki yarıcı darbe ile kesilen baş izledi.
İki devin aynı anda hücumu Zehir’in güçleri için bile bir meydan okumaydı normalde. Ama burada bulunması normal bir görev değildi ve efendileri onu bu göreve özel ödünç güçlerle donatmıştı. Yaratıklarla gereğinden fazla zaman kaybetmemek için yan yana koşan bu iki deve güçlü bir yıldırım saldırısı gönderdi. Gözlerinden fışkırıp iki devi birden sarmalayan şimşeklerin gücü çok yoğundu. Devler acı ile sarsılıp yavaşladılar.. Tütmeye başladılar. Durdular ve sonunda kısmen yanmakta olan cesetleri yere devrildi.

Son gelen dev tabloyu görmüştü. Elinde koca bir lobut tutuyordu. Kulaklara acı veren bir böğürtüyle meydan okudu Zehir’e.

Zehir eline koca bir iki ellik balta çağırdı. Balta bembeyaz alaz bir ışıkla ışıldarken çevresine buz kristallerinin çıtırtılı melodilerini fısıldıyordu. Baltanın sıcaklığı dinmeyen bir açlıkla emmesi öyle güçlüydü ki, iki sokak öteden bile çevredeki büyülü ayaz hissediliyordu. Burada yağan yağmur kara dönüşüyordu. Çatıların kenarlarından birkaç kısa an içinde buz saçakları sarkmaya başlamıştı bile..
Yaratık meydan okuma ile bir kez daha böğürdü ve koşmaya başladı.

Balta gözlerle dalga geçen bir hızla gerilip savruldu. Uçarken bir çığ gibi kükredi ve hedefini vurduğunda ise bir kar fırtınası birkaç kısa an için patlayıp etrafa esti.. Dev tamamen kristalleşmişti. Zehir insanların duyamadığı bir savaş çığlığını haykırdığında koca kristal kütle paramparça patlayıp dağıldı.

Sokaklar karanlık ve boş ya da alevler içinde ve cesetlerle, yıkıntılarla doluydu. Zehir hedefini doğru ilerlerken karşısına çıkacak kadar şanssız birkaç vampir ve bir kurtadam oldu. Bunlardan vampirler cahil yeni yetmelerdi ve çabuk öldüler. Kurtadam neye çarptığını anladığında bir kolunu kaybetmişti ama takdire layık bir hızla oradan uzaklaşmayı becermişti. Aslında şanslıydı. Zehir buluşmaya geç kalmak istemiyordu.

Zehir onu orada gördü. Katedralin ana kanadının tepesindeki büyük seremoni balkonundaydı.  Başrahibin bayramlarda ve özel günlerde, büyük meydanda toplanmış halka hitap için çıktığı tek kişilik hatip çıkıntısındaydı.

Kadın gençti.. Çok güzeldi ve çok asil bir duruşu vardı. Kuzguni ışıltılı simsiyah saçları gece yelinde tatlı bir ezgi gibi dalgalanıyordu. Yeşil gözleri dolunayın ışığında zümrütten alevler gibi yanıyordu. Teni taptaze bir beyazdı. İpeksiliği uzaktan bile hissediliyordu. Simsiyah, ipince elbisesi örttüğünden çok daha fazlasını gözler önüne çıkarıyordu. Siyah pelerini rüzgarda tatlı tatlı dans ediyordu.

“Komik olan ne biliyor musun? Onların tanrılarına onlardan daha çok inanıyoruz. Bizi kafir ve iblis ilan edenlerden daha inançlıyız. Daha dindarız,” dedi düşünceli güzel ses.
“Adım Kiana,” diyerek devam etti Yeşilgözlü.
Sessiz geçen birkaç kısa andan sonra karşı tarafın cevap vermeyeceğini anlamıştı kadın. “Sana da Zehir diyorlar. Hakkında çok şey duydum. Yarı gerçek yarı masal. Ne kadarı gerçek ne kadarı masal..”
Zehir’in yüzünde hafif bir gülümse kıvrıldı. Kiana aynen cevap verdi. Kadın yavaşça ona doğru dönerken sırtını balkon korkuluklarına yasladı. Aralarında hala uzun bir mesafe ve çevrelerindeki karanlık gölgelerde de Yeşilgözlü’nün sadık gece yaratıkları vardı.
“Kanın gerçekten zehirli mi?” diye çocukça bir merakla sordu gülümseyen Kiana. Uzak köşede yatan bir tapınak şövalyesinin cesedinden bir düzine kanlı arbalet okunu büyü ile havalandırıyordu.
Zehir ününü hak eden bir katil, bir savaş yaratığıydı. Kavga onun doğal ortamıydı. Burada acı çeker, burada keyif alırdı. Oyununu oynadı. Kollarını “dene beni” dercesine iki yana açıp hamlesini yapmasına izin verdi.

Kiana buna izin verip vermeyeceğini bilmiyordu. Gülümsedi.

Oklar süratle Zehir’e uçtu ve onu delik deşik edip arkasındaki duvara saplandı. Zehir ayakta dimdik dururken vücudundan akan kan zemindeki yağmur suyuyla buluşup çoğaldı.
Kiana’nın yüzündeki gülümseme hafif bir şaşkınlıkla dalgandı. Sonra güzel bir kahkaha çınladı gök gürleyen kanlı gecede.
“Kısa sürekli ama güçlü bir muhafız büyüsü. Yan etkilerini göze alacak kadar cesursun.” Derken az önce adamı delip geçmiş oklardan birini eline çağırdı. Çelik ok kana bulanmış haldeydi. Yeşilgözlü dokunmaktan kaçındı. Sihri ile oku elinde tutarken dilini uzatıp kanı küçük bir parça yaladı. Dili bir kan emicinin yılan dilini andırıyordu. Dişleri sivri vampir dişleriydi şimdi.

Kanın diline ilk dokunuşu ile dilini ve başını kontrollü bir acı ifadesi ile geri çekti kadın. Gölgelerdeki yaratıklar iyice yaklaşan kanlı kavganın vaadi ile kıkırdadılar.

Kadının sesi konuşurken yırtıcı ve acı ile öfkeliydi ama konuştukça acı ve öfke azalıyordu. Oku savurup yüksek balkondan kanayan sokaklara attı.
“Gerçekten de zehirli. Hem de.. neyse, sen zaten ne olduğunu biliyorsun..” çapkınca gülümsedi. Sesi çok tatlı ve baştan çıkarıcıydı şimdi.
“Böyle karşılaşmaya bir son vermeliyiz. Başka şartlarda daha farklı boyutlarda bir ilişkimiz olabilir. Sen ne dersin?”

Zehir sessizlikle cevap verirken yüzündeki ifade pek fazla duygu taşımıyordu. Yağmur olanca hızıyla yağmaya devam ediyordu.
“Konuşmayı pek sevmiyorsun değil mi Zehir? Neyse ki bu sorun değil. Seni sözcükler olmadan da duyabiliyorum. Ne güzel değil mi. Böyle bir uyum.. Çok inanılmaz. Çok kıymetli.”

Kadının bakışları büyüleyici biçimde buğulu ve sıcaktı. Zehir düşmanlığı ve saldırıyı düşmanı bu kadar yakın ve tam karşısındayken yanılgısız koklayabilirdi. Ama şu anda duyduğu tek koku gül kokusuydu. Delice biçimde, açıklanamaz biçimde gül kokusu duyuyordu. Bu aklını karıştırmıştı. Çünkü şu anda havada ilahi bir masumiyet ezgisi tütüyordu. Sanki kutsal bir ateşkesin ortasındaydılar.

Kiana, karşısındaki bu adama çekildiğini hissediyordu. Bu planlarında yoktu. Kokusunu duyabiliyordu. Zehir buram buram masumiyet kokuyordu. Kadının başını döndüren bir kokuydu bu. En tatlı kan, en yasak kan masumların kanıydı. Yine de başını döndüren şey kan arzusu değildi. Saflığın güzelliği adeta onu baştan çıkarmıştı. Bunu ilk temaslarında, Zehir onu elinden kaçırdığı anda da hissetmişti. Yoksa Zehir de mi bunu duymuştu. Şimdi aklı uzun zamandır hiç karışmadığı kadar karışmıştı işte.

Kiana havada süzülerek Zehir’e yaklaşırken, gecenin yaratıkları gölgelerde saldırı işareti için kıpırdandılar, hazırlandılar.

Zehir ona süzülen kadına karşı hiçbir savunma düşünmedi. Salakça olduğunu bile bile, şu anda ondan bir zarar gelmeyeceğini çok net hissediyordu.

Kiana elini kaldırıp karşısındaki adamın yanağına dokundu. Saçlarını okşadı. Başını usulca göğsüne yasladı.

Gölgeler sabırsızlıkla kıkırdadı.

Kiana’nın dokunuşunda derin bir hasret vardı. Bunu hissetmemek elde değildi. Sevgiyi hissetmemek Zehir’in elinde değildi. Buna kapılmamak mümkün değildi. Yağmur yağarken, sokaklarda kan akarken, insanlar ve canavarlar ölürken, gök gürlerken.., onlar birbirlerinin kollarında zamanı kaybettikleri birkaç kısa anı paylaştılar.

Kadının gözleri dolu doluydu. Sesi titriyordu. İçindeki hasret yangınları dile geliyordu. Dudaklarından dökülen yemin bir fısıltıdan küçük ama gök gürültüsünden berraktı.
“Zamanın bir yerinde seni yeniden bulacağım, seni yeniden kucaklayacağım aşkım.”

Zehir bu yeminin ona edilmediğini bildiği halde umursamadı. Rolünü memnuniyetle oynadı. Yanağındaki ele nazikçe uzandı. Ellerin teması önlenemez biçimde iki ruhu birbirine dokundurmuştu. Farkında olmadan dudaklar buluştu. Gecenin içinde zaman durmuştu adeta.

İblisler efendilerinin daha önce de kurbanları ile böyle oynayıp sonra acımasızca katlettiğini görmüştü. Kıkırtıları acımasız bir keyfi söylüyordu. Farkında olmadıkları şey bu defa bunun oyun olmadığıydı.

Dudaklar birbirinden ayrıldığında bir şimşek çaktı. Gök gürledi. İki beden de imkansızlığın yüzlerine acı bir tokat gibi çarpıldığını hisseti. Esen rüzgar iki ruhun girdaplarından güç alırcasına sertleşti. Gece daha da karardı ve soğudu. İkisi de tatlı sarhoşluktan sertçe uyandırılmıştı.
“Uzun soluklu bir sevişme gibi Zehir. Uzadıkça tadına doyum olmuyor. Ama bitmek zorunda, biliyorsun. Gece sonunda sabaha kavuşuyor. Ne yazık ki..”

Zehir hafifçe başını sallayarak onayladı. İşlerin yaklaştığı nokta bu defa canını çok sıkıyordu. Kadının duruşu onun da aynı ruh halini bir şekilde paylaştığını gösteriyordu.

Zehir hemen konuya girdi.
“Burada ne arıyorsun Yeşilgözlü?”
“Katedral kütüphanesi çok şöhretlidir aşkım,” diye konuşurken Zehir’in burnuna o bildik, alışıldık savaş kokusu gelmeye başlamıştı. Zehir duruşunu bir adım geri alıp sırtındaki koca kılıcın kayışını açıkça ama tehdit etmeden kaydırdı. Kiana geriye doğru süzülüp aradaki mesafeyi eski konuma getirdi.
“Sen de kütüphanenin ününü mutlaka duymuş olmalısın. Bilgiye susadım. Susuzluk çok derin bir dürtü Zehir. Başka her şey yalan. Tek gerçek bu. Görmüyor musun?” derken Kiana’nın şeytan yanı artık iyice öne çıkıyordu. Yeşil gözlerindeki o doğal ışıltı yerini şeytani büyülerin ışıltısına bırakmıştı. Zehir de bunu farkındaydı. Her şeyin çok basitleştiği o ana süratle yaklaşıyordular. Öldür ya da öl.
“Gördüğüm ölüme susadığın. Sana onu sunacağım. Söz veriyorum.”

Yeşilgözlü ürkütücü bir kahkaha ile gülerken soğuk bir rüzgar adeta buzun şarkılarını fısıldayarak esti. Yağmur buz gibi soğuyup sertleşti.

İlk atılanlar, Yeşilgözlü’nün ölüm büyüleri ile düşmüş, Katedral’in ölü şövalyeleriydi. Ölümlerine yol açan büyü onların cesetlerini yaşayan ölüye dönüştürmüştü.

Altı şövalye süratle hücum etti.

Zehir iki ellik ağır kılıcını sırtından şimşek gibi çekip alev büyüleri ile yükledi. Alev alev yana kılıç üzerine saldıran mızrağı biçip attı. Zehir kendi etrafında dönerek ileriye insanüstü bir şıçrayış hamlesi yaptı. Savrulan alevli kılıç az önce mızrak tutmakta olan ilk şövalyeyi ikiye bölüp atmıştı. Yapışkan alevler tılsımlıydı ve yaşayan ölü eti onları süratle besliyordu. Ceset parçaları birkaç saniye içinde yerinden doğrulamayacak kadar ağır alev hasarı almıştı. Kül olmaları sadece birkaç kısa an daha istiyordu.

Sonraki şövalyeler hızlı bir saldırının seri hamleleri için çok yavaştılar ve orak karşısında boynunu eğen buğday başakları gibi döküldüler.

Sıradaki saldırıyı başlatanlar vahşi kurtadamlardan bir guruptu. Zehir çeviklik ve sürat güçleri ile faurenlediği donanımı yanında alev alev yanan koca kılıcını ve becerisini kullanıyordu. Daha genç bir tapınak şövalyesiyken bile bu kurtadamları indirebilecek becerideydi..

Sonra vampir fedailer geldi. Bunlar yeni yetmeler değildi. Becerikli, silahlı, donanımlı vampir savaşçılardı. Sadece biraz daha uzun sürdü onları küle çevirmek. Zehir eski fanatik ateşle yanmıyordu belki ama eskisinden de har yanan bir kızgın ateş vardı içinde. Dindiremediği bir öfke yangını onu kavgalarında zaferden zafere taşıyordu. Burada da olan buydu. Kurtadamlar ölü ya da sakat halde yere devrilirken vampirlerin külleri yağmura eriyip gitti.. Karanlık gölgelerde daha çok vampir ve kurtadam sabırsızlık ve hiddet ile kıpırdanıp kükredi..


“Sen de bizim kadar onlara düşmansın! Onlardandık! Artık değiliz! Artık insan bile değiliz! Sen neden hala eski davanı güdüyorsun!? Bu alev niye!?” diye kükredi Yeşilgözlü.
“Kuralları çiğnemekten öteye gittin. Kuralları yok etmeye yeltendin. Tehlikeli bir yolu açtın. Diğerleri gibi senin de durdurulman gerek. Masumların kanına dokunmamalıydın.”
Yeşilgözlü güldü.
“Masum kimse yok Zehir. Ortada ortak olduğumuz bir günah, onu işleyenler ve ona kurban olanlar var. Kurbanlar zayıf! Zayıflıktan bıktım! Kurban olmaktan bıktım! Artık günahkarım! Günah çok tatlı!”
“Masum..” derken Yeşilgözlü’nün sesi aşağılayıcı bir tondaydı. “Masum diye bir şey yok!” diye derin bir nefretle hırladı güzel ses. Nefretin alevleri çok sıcaktı. Yakıyordu.

Yeşilgözlü’nün çevresinde gece daha da derinleşirken hiçliğin derin siyahından uzun dokungaçlar bu karanlıktan dışarıya uzamaya başladı. Kiana artık yoktu. Bedeni koca bir karanlık yumağıydı... Karanlığın içinde iki koca yeşil alev har har, kötülükle yanıyordu. Karanlık ahtapot kollar tehlikeli biçimde, saldırgan bir dansla dalgalanıyordu.

Zehir hiç düşünmeden daldı büyük kavganın içine. Ufaklıkları saf dışı edecek güçlü bir büyüyü gökyüzünden çağırdı. Devasa bir ışık sütunu, altın bir mızrak katedralin tepesine indi ve koca bir altın rüzgar patladı. İyilik ezgileriyle şakıyan rüzgar altın alevlerle parlayıp girdaplarla şehrin üzerinde esmişti.  Yakınlardaki vampir ve kurtadamlar ya altın alevlere bulanmış yok oluyordu ya da sağa sola kendinden geçmiş, tükenmiş halde savrulmuştu.

Hiç beklemeden Yeşilgözlü iblise amansız bir saldırıya geçti. Fırsat bulursa onun güç ve becerisinde bir karabüyücünün ciddi bir bela olabileceğinin farkındaydı.

Ahtapotumsu kocaman, uzun kollar tehlikeli bir ölüm dansıyla saldırıyordu. Vuruşlarındaki kara ölüm ve yıkım büyüleri taşları ufalıyor ve kül ediyordu. Koca karanlık yumağı çevik ve hızlı Zehir’i kısıtlayıp sıkıştırmak için amansızca bastırıyordu. Zehir acımasız, duygusuz, savaşçı kimliğini öne çıkardığında kavganın şekli süratle ve önlenemez biçimde belli oluyordu. Kanfelaketi, Yeşilgözlü’nün üzerine çöküyordu. Zehir asla geri çekilmiyor, tam tersine karşı tarafın hamlelerine iki katı hamle ile karşılık veriyordu. Bu boş bir parlama da değildi. Zehir’in hamleleri isabetliydi. İblisin büyüleri her defasında karşı büyülerle engelleniyor ya da etkisizleştiriliyordu. İblis sadece kısa birkaç an için korku ve şüpheye düştüğünde bu Zehir için yeterliydi. Zehir kokuyu almıştı ve cüretkar hamlesi çok hızlıydı.
Kılıç kolları kesip yolu açarken uzun ve güçlü bir sıçramanın son bulduğu yer karanlık yumağının merkeziydi.. Kılıç ve iblisin gücünün odağı buluşmuştu.. Çığlık sanki hiç susmayacak gibi haykırmıştı. Cehennemin sesi kapkara ve lanet doluydu, çok kötüydü.

Yaralı şeytanın karanlığı parçalanıp dağılırken kılıç hala saplandığı yerdeydi. Kiana’nın başını yerinde tutan kemiğe saplı kılıcın tek bir küçük hareketi ile bu hikâye bitecekti. İkisi de bunu farkındaydı. Gözler birbirine dokunurken söyleyecek pek fazla bir şey yoktu.
“Kanın gibi aşkın da zehirli bir tanem,” diye son sözleri dudaklarından dökülürken yeşil gözlerin can ışığı süratle sönüyordu.
Zehir son hamleyi uzatmadan yaparken bir duaymışçasına fısıldadı. Söylediğini gerçekten saf bir samimiyetle söylüyordu.
“Dilerim güzel bir yere uyanırsın. Şimdi, uyu.”

Kılıç yarım vuruşunu tamamladığında bir alev dalgası Kiana’nın bedenini süratle sarıp sarmalayıp tüketiyor ve küle çeviriyordu.. Bir an sonra geriye yağmurla yıkanmış küller bile kalmamıştı. Yeşilgözlü  Şeytan artık yoktu.

Yaratıklar efendilerinin bu yitişi ile kısa bir an durakladılarsa da sonrası çılgın bir saldırıydı. Kurtadamlar hep birden yas ve nefretle uludular, vampirlerin vahşi savaş çığlıkları kulakları yırtan bir saldırganlıkla haykırıldı. Orada olan gece yaratıklarından çok daha fazlasını kavgaya çekiyordu, bu geceyi dağlayan kara müzik..

Kudurmuş bir sel gibi akan bu saldırıyı karşılayan da ondan daha az vahşi değildi. İki nefret ve öfke dalgası tam güçle birbirine girdiğinde balkonun yağmur oluklarından sudan çok kan akmaya başlamıştı. Katedralin balkonundan kelleler, kollar, bacaklar, parçalanmış gövdeler uçuşmaya başlamıştı..

Bu kavga çok ilkel bir kavgaydı. Acı güçlere sahip, vahşi yaratıkların birbirine kıyasıya giriştiği kirli bir kavgaydı. Kural yoktu. Vahşetin saf dansıydı buradaki. Kollar, bacaklar, kelleler havada uçuşuyor, kan rüzgarları esiyordu. Kükremeler, böğürtüler, haykırışlar ve ölüm çığlıkları karanlık bir senfoniydi. Çelik eti kesip kemiği parçalıyordu. Pençe ve diş düşmana doyumu olmayan bir açlıkla, amansızca hücum ediyordu.

Zehir’in gözleri altın alevlerle yanıyordu. Kavganın akışında, kavgadan ve aldığı ruhlardan, dağıttığı ölümden beslediği gücü, güm güm atan bir nabız gibi çevresinde dalgalanıyordu. Kılıcı altın alevlerle yanıyordu. İntikamcı bir melek gibi; kara düşmanın kanı ve canıyla, onların acısı ile besleniyordu.
Sinsi bir nefretle, sabırla sakladığı gücü doruk noktasına ulaştığında kavga da artık doruk noktasına ulaşmıştı.

Cehennemi bir çılgınlık, bir kudurmuşluk yakınlardaki bütün kurtadam ve vampirlerin ateşe uçan pervaneler gibi Zehir’e akmasına neden oluyordu. Her bir kayıp onları daha da çılgına çeviriyordu. Zehir’in çevresinde, Katedralin balkonunda şimdi adım atmaya yer yoktu adeta. Zehir öfke ve yasla olduğu kadar sitemle haykırdı karanlık gökyüzüne. Sonra da bütün gücünü boşaltan tek bir sözcükle bedeninden binlerce güneş oku savurdu.

Gece birkaç kısa an için gün gibi aydınlanıp göz kamaştırırken acılı korkunç çığlıklar sadece tek bir an vardı. Sonra hepsi sustu. Bitti. Bütün şehir bir anda susmuştu. Katedral ve yakınlarındaki karanlık güruh ya kül olmuş ya da alevlere bulanmış sönmemecesine yanıyordu.

Daha uzaklardakiler korkuyla bulanmış çılgınlıklarında önce sessiz ve kararsız kalsalar da sonra avlarına geri döndüler. Yine de bu, eskisi kadar dehşetli bir saldırı değildi artık. İradeleri altın ışıkla kırılmıştı bir defa.

Zehir, bedeninden tüten son altın alevlerle, yavaşlayıp sakinleşen yağmurda öylece durdu. Zihni ve bedeni birkaç dakika sanki ayakta uyudu. Sonra yavaşaça kendine geldi ve yeniden aklı Zehir gibi çalışmaya, bedeni kılıcını Zehir gibi tutmaya başladı.

“Bitti aşkım. Artık bu acılı şehirden gidebiliriz,” diye seslendi Zehir’in omzuna şefkatle dokunan elin sahibi. Seste teselli umudu vardı. Yaraları sarmak isteyen samimi bir niyetin tınılarıydı seste duyulan. Bu Kartanesi idi.

Kartanesi kendisini uzun zaman önce gölgeli güçlerin hizmetine adamıştı. Ve bu yemininde de sadıktı. Lakin varlığının özünde hala insanlıktan kırıntılar vardı ve efendileri de bunda mahsur görmüyordu- hatta bazen bu işlerine yarıyordu. Burada -Zehir’le- olduğu gibi. Zehir’le gölgeli güçler adına uzun zamandır meşgul oluyordu; bu kadar çok zaman ve temas, kalbi etkilemeden mümkün olamazdı. Yüreği onun için gözyaşı döküyordu. Adamın içindeki karanlık ve acı sanki evrendeki bütün karanlık ve kötülükten beslenip büyüyordu. Bu ne büyük bir acı, ne acımasız bir cezaydı..

Zehir; “Gece henüz bitmedi. Daha yapılacak işlerim var burada,” derken kendini yüksek katedral balkonundan aşağıya, kanlı kavgaların yaşandığı alçak sokaklara attı. İçinde kurtulamadığı bir öfke vardı. Bu gecenin intikamı kadar adı Yeşilgözlü olmayanın; adı Kiana olanın intikamı da vardı. İnsanlar durup dururken iblise dönüşmezdi.. Bunu düşünmek içindeki eski kavga ve karmaşaları, bütün o eski soruları yeniden alevlere yakıyordu. İçinde bitmeyen bir öfke ile yıkıp dökmek ve kesip biçmek istiyordu.. Bu gece bu şehirde bulunan kurtadam ve vampirlerin, devlerin hiç mi hiç şansı yoktu..

******

Camelot - Haunting, Nightwish- Kiss while your lips are still red,  Alice Cooper- Poison...   Teşekkürler müzik, iyi ki varsın...