Kayıp Rıhtım Arşiv Forum

Kurgu Güncesi => Kurgu İskelesi => Konuyu başlatan: Galaxie - 12 Temmuz 2012, 02:08:10

Başlık: Dunganga
Gönderen: Galaxie - 12 Temmuz 2012, 02:08:10
Merhabalar,

Bu hikayemin merkezindeki Dunganga adlı canavarı 80'lerin veya 90'ların çocuklarının bir kısmı bilir. Müjde Ar'ın başrolünü oynadığı "Aaahh Belinda" filminden türediğini ben bu yaşıma kadar bilmiyordum tabii. Benim için annemin "Duuuun gan ga Dun gan ga" şeklinde söylediği, heceleri bastırışının davul tokmaklarını andırdığı (tıpkı Moria Madenlerindeki gibi tokmaklar hem de, zaten kitabın o bölümünde aklıma direk Dunganga gelmişti) bir korku tekerlemesiydi. Yalnız annem yanlış hatırladığından mı, yoksa beğenmeyip kendi hayal gücüyle tekrar kurguladığından mıdır bilmiyorum, benim öğrendiğim versiyonu biraz daha farklı (Aslında daha güzel, daha kafiyeli).

Orijinali ise ŞU (http://www.youtube.com/watch?v=0ehd9rNYCl4) linkte. Sevgili anneme beni o yaşta bu korkunç tekerlemeyle korkuttuğu, ama hayal dünyamı o zamandan genişlettiği için teşekkür ediyorum^^







   Çok eski zamanlarda
   Var imiş bir Dunganga
   Yaramaz çocukları
   Atarmış torbasına
   Duuuun-gan-ga Dun-gan-ga!


   1

   “Ama ben okula gitmek istemiyorum!”

   “Okula gitmeyenleri Dunganga alır Ece. Dün gece ne konuşmuştuk, hani ağlamayacaktın. Korkulacak bir şey değil ki kızım, hadi işkence etme bana.”

   Küçük kızın gözleri öyle dolmuştu ki bu okula başlamayı ne kadar istemediği belli oluyordu. Ağzı ters bir “U” harfi gibi olmuş, alt dudağını ısırıyordu. Aslında bu okul annesinin ilk tercihi değildi, okuldan yıl ortasında ayrılan çok çocuk olduğunu duymuştu. Ama eve çok yakın olduğundan, apartman görevlisi kızı götürüp getirebilsin diye bu okulu mecburen tercih etmişti Burcu.

   “Ama Aybüke dedi ki o okula yedi yaşında başlayacakmış. Ama ben daha beş yaşındayım anne.” Birkaç kırpıştan sonra gözlerinde biriktirdiği yaşlar yanaklarına süzülüverdi.

   “Bakıcı mı istiyorsun Ece, onu da kabul etmiyorsun. Anneannende uzakta. Seni evde tek başına bırakamam ki… Hem bak,” eliyle etraftaki diğer çocukları gösterdi, “Burada oynayacak bir sürü arkadaş var. Normal okul değil ki kreş bu. Tüm gün arkadaşlarınla oynayacaksın, çok eğlenceli olacak.  Hem ne diyorum biliyor musun,” Gözlerini kıstı ve olabildiğince inandırıcı ve sabırsızmış gibi konuşmaya başladı, “Keşke ben de iş yerine buraya gelebilseydim. Ne kadar güzel bir yer, rengârenk!”

   Kız ikna olmuş gibi görünüyordu. Gülümsemese bile en azından ağlamayı bırakmıştı. “Beni almaya ne zaman geleceksin?”

   “Fuat Amcan gelecek seni almaya. Eve bırakacak, ama ondan hemen yarım saat sonra da ben eve geleceğim. Akşam sana çok güzel bir sürprizim var!” göz kırptı kızına. “Hadi annen artık geç kalıyor. Kocaman bir öpücük ver bakayım bana!”

   Annesi eğilirken kız da parmaklarının ucunda yükselip Burcu’nun yanağına bir öpücük kondurdu. Arkasını dönüp giderken pembe sırt çantası ve omuzlarına dökülen incecik sarı saçlarıyla muhteşem görünüyordu. Arada arkasını dönüp annesine bakıyordu. Onu böyle ürkekçe bırakmak Burcu’nun hiç içine sinmiyordu. Ama boşandıktan sonra eline çok da bir para geçmediği için bakıcı tutamıyordu. Ne kadar istemese de gözleri tıpkı az önce kızınınkiler gibi dolarak otobüs durağına doğru yürümeye başladı.

   Call-Center’da çalışıyordu Burcu. Bunun gibi hakkıyla yapması gereken ve patronun sürekli masaların başında gezindiği bir işte dikkatinin dağılmaması gerekiyordu ama o gün kesinlikle odaklanamıyordu. Kızının ne yaptığını gözünün önüne getirmeye çalışıyor, ihtimaller onu ürkütüyordu. Patronun dikkatini kesinlikle çekmişti ve bu durum tekrarlanırsa muhakkak uyarılacaktı, ama aldırış etmedi. Eve dönerken kafasına takılan şey kesinlikle bu değildi.

   Kapıyı açtığında kızını televizyonda Temel Reis izlerken buldu. Kız annesini görür görmez hemen koşup kucağına atladı. Bu ne kadar sevgi gösterisi gibi görünse de Burcu bunun altında kızın korktuğu veya çekindiği şeyler olduğunu çok iyi biliyordu. Muhtemelen kızı okulu sevmemiş, alışamamış ve tüm günü bir köşede diğer çocukların oyunlarını izleyerek geçirmişti.

   En sevdiği yemek olan patates kızartmasını yaparken gözlerinin içi gülüyordu ama. Kız ne kadar mutluysa annesi de o kadar mutluydu, tek dünyası oydu. Oyuncağı gibiydi, ruh hali ne kadar da kolay değişebiliyordu. Ece üzgün mü? Ona patates kızart, cips al, dondurma al, gülsün. Bu kadar basit!

   Her şey normalmiş gibi konuşuyorlardı ama asıl bahsetmeleri gerekenin kreşte ilk gün olması gerekirken kızın bu konuyu hiç açmaması aslına normal olmadığının kanıtıydı. Ama üstüne gitmedi. Sorulara boğarak kızın aklına daha da çok getirmenin, içinde büyütmenin bir anlamı yoktu.

   “Yalan söyleyenlere de Dunganga gelir mi anne?” dedi, yatağa yatırıp üstünü örterken. Demek ki ortada bir yalan vardı. Ama ne olduğunu sormaya gerek yoktu. Öğrenmenin yolu direk sormak değil, kaleyi içten fethetmekti.

   “Evet, muhtemelen gelir. Ama eğer söyledikleri yalanı itiraf ederlerse gelmez. Tabi geç kalmamak gerek. Dunganga gelmeden itiraf edilmesi lazım. Ne oldu ki Aybüke annesine yalan mı söyledi?” Biraz düşündü küçük kız, ancak bu kaçış işine gelmiş olmalıydı ki onayladı.

   “Hm hm. Bana öyle söylemişti. Yalan söylemiş annesine. Ama itiraf edecekmiş galiba. Ben ona itiraf etmesi gerektiğini söylerim.”

   “Tamam anneciğim aferin sana.” Alnından öptü kızını. Nasılsa itiraf edecekti. “İyi geceler.”

   “İyi geceler anne.”

   Ertesi gün işe gitmeden önce kızı apartman görevlisinin küçük dairesine bıraktı. Dudakları yine büzülmüştü ama bu kez bir şey söylemedi, itiraz etmedi. Ancak annesi biliyordu ağlamasının üç aşamada tamamlandığını. Bir, dudakların büzülmesi ve ters “U” harfine doğru gidiş. İki, gözlerin kapasitelerinin çok üstünde dolması. Üç, yaşların boşalması. Birinci aşamadaydı ve diğer aşamalara muhtemelen annesi gittikten sonra geçecekti.

   Kızını öperek otobüs durağına doğru koştu. Bu kez mesai bitimine kadar elinden geldiğince odaklanmaya çalıştı. Kızını düşünüp durmanın ona hiçbir faydası yoktu. Üstelik eğer performansı beğenilmezse ve bu işten çıkarılırsa bir kez daha iş arayışıyla bitap düşerdi ve bu ne kendisi için ne de kızı için iyi olurdu. Üstelik patron çalışanlarını işten çıkarmak konusunda buzdolabından pişirmek için hangi yumurtayı alacağına karar verirken yaşadığı tereddütten daha az tereddüt yaşıyordu. Çok çalışan olduğu, çalışmak için çok kişi müracaat ettiği ve müşteriler hizmetten genelde memnun olmadığı için personel değiştirmek ona en verimli yöntem gibi geliyordu herhalde. Ama bu meslekte çalışıp da müşteriyi memnun etmek gerçekten çok zordu. Belki bir operatör için çalışılsa bir derece, ama Burcu’nun çalıştığı yerde sadece kenarda köşede kalmış kanalların reklamlarını verdiği zayıflama ürünleri satılıyordu. Çoğu zaman işleri ellerine gelen ve bir sürü numara içeren Data’lardan teker teker numara seçerek arama yapmaktı. Bu kişileri ikna etmek zordu, reklamda görüp arayanlar ise genelde ürün iadesi için tekrar arıyorlardı. Zavallı çalışanlar, dandikliğinden adları gibi emin olsalar da telefonda müşteriye açıklama yapmak ve beğendirmek için taklalar atıyorlardı.

   O gün Burcu bir sürü arama yapmış ve bir önceki günü telafi edebilmek için en pozitif ruh halini giymişti. Eve doğru giderken patronun, düzelişini fark edip etmediğini merak etti.

   Evin merdivenlerini çıkıp katına ulaştığında kapının önünde arkasını dönmüş bir kadın olduğunu gördü. Kadın Ece’nin yeni öğretmeniydi. O an kalp atışları hızlandı ve her annenin çocuğu olduktan sonra kazandığı kabiliyeti, iki saniye içinde yedi bin olasılık düşünme kabiliyeti devreye girdi. Kızı trafik kazası geçirmişti, apartman görevlisi onu almayı unutmuştu, çocuklarla kavga edip saçlarını yoldurtmuştu, hastalanıp kusmuştu, düşüp kolunu kırmıştı, oyuncaklardan biri kafasını yarmıştı…

   Ne var ki öğretmenin yüzündeki endişeli ifade ihtimallere çanak tutuyordu. Orda hiçbir şey söyleyemeden öğretmenin konuşmasını bekledi.

   “Merhaba Burcu Hanım.” Kadın sanki mahcuptu, endişeliydi, korkuyordu, utanıyordu…

   “Ne oldu Ece’ye?” bu öyle kısık sesli bir fısıltıydı ki, kadın bunu duymaktan ziyade dudaklarından okumuştu muhtemelen.

   “Eee, kızınız Dunganga tarafından kaçırıldı.”

   Cümleyi tam olarak duymuş olsaydı ne kadar saçma olduğunu fark edecek ve “Ne Dungangası?” gibi sorular soracaktı. Ama o sadece “Kaçırıldı,” sözcüğüne odaklandığı için kadından kopup, kaynar sularla dolu bir yüzme havuzuna atladı.
Başlık: Ynt: Dunganga
Gönderen: TheSpell - 12 Temmuz 2012, 10:39:06
Neden bilmiyorum, aklıma direk  şu Kemal Sunal'ın oynadığı Gulyabani'li film geldi :D
Başlık: Ynt: Dunganga
Gönderen: mit - 12 Temmuz 2012, 12:19:24
Dunganga :) Bunca yıl sonra bu ismi duyacağım hiç aklıma gelmezdi doğrusu...

Öncelikle üslubunuz çok güzel; derli toplu, sıkmayan, düzenli... Kelimeleri kullanış biçiminiz, diyalogları kuruşunuz, olayı anlatışınız oldukça düzgün ve başarılı. Bunun için sizi tebrik ederim.

Hikayeye gelirsek güzel ama hızlı bir giriş olduğu kanısındayım. Konuyu güzel işlemişsiniz fakat aralardaki o paragrafları biraz daha kapsamlı tutmanız daha iyi olabilir. Kadının işe gidiş geliş kısımları, düşünceleri vs. o kadar hızlı ve (affınıza sığınarak) üstünkörü geçilmiş ki tüm hikaye bir oldu bittiden ibaretmiş gibi görünmeye başlıyor. Bu ayrıntıya biraz dikkat etmeniz kaleminizi güçlendirmek adına iyi olabilir.

Devamını bekliyorum :)
Başlık: Ynt: Dunganga
Gönderen: Galaxie - 12 Temmuz 2012, 12:26:56
Neden bilmiyorum, aklıma direk  şu Kemal Sunal'ın oynadığı Gulyabani'li film geldi :D

Benim de aklıma gelmedi değil ^^

Hikayeye gelirsek güzel ama hızlı bir giriş olduğu kanısındayım. Konuyu güzel işlemişsiniz fakat aralardaki o paragrafları biraz daha kapsamlı tutmanız daha iyi olabilir. Kadının işe gidiş geliş kısımları, düşünceleri vs. o kadar hızlı ve (affınıza sığınarak) üstünkörü geçilmiş ki tüm hikaye bir oldu bittiden ibaretmiş gibi görünmeye başlıyor. Bu ayrıntıya biraz dikkat etmeniz kaleminizi güçlendirmek adına iyi olabilir.


Sevgili mit, yorumunuz için öncelikle teşekkür ederim, üstte uyarı baloncuğu mit diye çıkınca çok sevindim gerçekten :)

Bahsettiğiniz konuda haklısınız şimdi ben de okuyunca farkettim. Tabi yazarken ve paylaşmadan önce okuyunca farkedemiyorum. Aslında yazdıktan birkaç gün sonra okuyup öyle paylaşmam gerekir hataları görebilmek için.

Bir sonraki bölümde buna dikkat edeceğim ^^

Başlık: Ynt: Dunganga
Gönderen: Buzmavisi - 12 Temmuz 2012, 23:37:22
Öykünüz her zamanki gibi güzel akıyor, yazılarınız da gün geçtikçe güzelleşiyor. Bu eski tekerlemeyi de hatırlattığınız için ayrıca teşekkür ederim.

Yalnız bir eleştirim olacak. Beş yaşında küçük bir kızın kurduğu cümleler ve annesinin ona karşı söylediği cümleler biraz fazla olmuş gibi geldi. Benim beş yaşında çok akıllı bir yeğenim var da, şimdi onunla böyle konuşmaya kalkarsam söylediğimin yarısını anlar anlamaz. Daha basit ve kısa cümleler kullanmam gerekir. Onun adı da Burcu bu arada. Burcu çok akıllı bir kız olmasına rağmen durum böyle. Bir de bu yaştaki çocuklar konuşurken bağırırlar biraz. Aslında ellerinde değil, sesleri çok çıkıyor:) bunu da kullanabilirsiniz. Mesela kurdukları cümlenin başında "Anne," derler neredeyse her zaman:)
Başlık: Ynt: Dunganga
Gönderen: Galaxie - 13 Temmuz 2012, 00:08:37
Aynı hatayı "Hanım"da da yapmıştım. Bu kez düzeltmeye çalıştım, onun yaşına daha çok inmeye çalıştım, ama anlaşılan yine yeterince başarılı olamamışım... Bir sonraki bölümde daha dikkatli olurum, yorumunuz için teşekkürler :)
Başlık: Ynt: Dunganga
Gönderen: TheSpell - 15 Temmuz 2012, 13:28:53
Diğer hikayelerine göre oldukça geliştirmişsin kendini. Üslubuna da bayıldım.

Şu an aklıma Buzmavisi'nin yaptığı haricinde pek bir eleştiri gelmiyor. Birkaç imla hatası vardı tabi, ancak bunları da mazur görmek gerek,değil mi? ;)

Yeni bölümü sabırsızlıkla bekliyorum.
Başlık: Ynt: Dunganga
Gönderen: Galaxie - 16 Temmuz 2012, 01:30:13
Teşekkürler sevgili TheSpell yorumun için.



   2

   “İsterseniz bunu oturup konuşalım Burcu Hanım?”

   “Hayır, ne oturması! Hemen polisi arayalım, kaçıran her kimse ona ulaşmaya çalışalım!”

   “Bu öyle polisin çözebileceği bir şey değil… Eğer beni sadece bir dakikalığına…” kadın tamamlayamadan Burcu hiddetle kesti sözünü.

   “Siz neyden bahsediyorsunuz! Kızım kaçırıldı ve benim burada oturup, sohbet edermiş gibi konuşmam mı gerekiyor?”

   “Sadece size durumu açıklamaya çalışıyorum.” Göğsü aldığı nefesle kalktı ve indi. “Bakın ne kadar garip geldiğini biliyorum ama onu kaçıran bir ‘kişi’ değil. Bir tür yaratık. Varlık. Ne olduğunu bilmiyoruz. Sadece muhtelif yerlerde tuzakları olduğunu ve çocukları kaçırdığını biliyoruz. Onları kaçırıyor çünkü…” kadın söylemekte zorlanıyordu. Elleri birbirinin etrafında fır dönüyor, nasıl açıklayacağının planını yapmaya çalışıyordu. “Bu varlık çok büyük. Yani cüsse olarak. Yaşadığı mağara da büyük. Ve nedense çikolata ile kaplı. Çocukları kaçırmasının sebebi çikolataları temizletebilmek.”

   Burcu duyduklarına inanamıyordu. Kadın gitmesini engellediği yetmemiş gibi bir de saçma sapan bir hikâye uyduruyordu. Belki de kızının kaçırılmasında parmağı vardı. Örtbas etmeye çalışıyor ya da olay karanlıkta kalsın diye anneyi alıkoyuyordu.

   “Ne çikolatası, ne varlığı, siz neler söylüyorsunuz Allah aşkına? Lütfen bırakın da polise gideyim.” Bu bir ricadan çok bir şantaj ya da tehdit gibiydi. Ama kadının onu bırakmaya niyeti yoktu.

   “Burcu Hanım gerçekten… Bu polislik bir durum değil. Daha önce başka velilerimizin de başına geldi. Bunu kendimiz çözmeliyiz. Nasıl çözüleceğini de biliyorum, eğer benimle iş birliği yaparsanız…”

   Bu kez kadının sözünü sesini bastırmak için bağırdı. “Biliyorsun öyle mi? Dur tahmin edeyim. Yüklü miktarda para? Bir veya birkaç organ? Sen de işin içindesin değil mi? Beni oyalamaya çalışıyorsun!” o sırada gürültüden apartmanın kapıları açılmıştı. Öğretmen bunu fark eder etmez fısıltıyla ve aceleyle yanıtladı.

   “Hayır, ne para ne de organ. Rica ederim sakin olun. Tek yapmanız gereken kızınızın tam olarak yaşını, yani kaç gündür yaşadığını hesaplayıp o kadar gram çikolatayı bir şekilde yaratığın mağarasından kaldırmak! Bu kadar basit.”

   “Ben hayatımda bu kadar saçma bir şey duymadım!”

   “Biliyorum. Bana güvenmek zorundasınız Burcu Hanım. Lütfen sadece içeri girip konuşmamıza izin verin. Bana sadece yarım saat verin.”

   Burcu bunu düşünürken üst kattan yaşlıca bir kadın indi ve meraklı gözleri bir Burcu’ya bir öğretmene kaydı. “Ne oluyor? Kızım yardıma ihtiyacın var mı? Bir şey mi satmak istiyor bu kadın zorla?”

   Bir an ne cevap vereceğini bilemeyerek duraksadı ama sonra “Yok Teyzeciğim,” dedi. Uyduracak bir yalan arıyordu ki öğretmen, “Ben ufaklığın öğretmeniyim. Okulla ilgili bir problem var da, onu konuşacaktık,” dedi ve ne kadar sevimli olduğuna Burcu’nun hayret ettiği bir gülümseme yerleştirdi yüzüne. Burcu başıyla onayladı ve kapıyı iyice açarak öğretmene içeri gir mesajını verdi.

   Yaşlı kadın entrikayı kıl payı kaçırmış olmanın sıkıntısıyla homurdana homurdana merdivenleri tekrar tırmanmaya başladı. Oysa ne atraksiyon olurdu bu, tam da evlilik programı reklam arası vermişken!

   Öğretmen koridorda salonu bulmaya çalışarak yürürken “Bu arada adım Kısmet,” dedi. Koltuk olan odayı görür görmez geçti ve gözüne kestirdiği bir koltuğa oturdu. Burcu da karşısına kuruldu ama lafı uzatmamak için hiçbir şey söylemedi.

   Kadın mesajı tek bir bakışta, bir şimşek çakması kadar hızlı aldı ve hemen söze başladı.

   “Okul açıldıktan birkaç yıl sonra başlamış bu durum. Bizim sınıfımızın yanında, koridorda bir kalorifer dolabı var. Şimdi içi boş gerçi… Bazı çocuklar var, ilk günlerinde kreşten korktukları için oraya saklanmaya çalışıyorlar. Tabi en başta açıktı orası. Birkaç kaçırılma durumu olduktan sonra kilitlenmiş. Ama tuzaktan sanırım, kilit kendi kendini açıyor. Önlem olsun diye oradaki kalorifer kaldırıldı, dolabın içi tamamen betonla kaplandı. Ama çocuklar oraya girerken beton sanki hiç oraya girmemiş gibiydi, dolap boştu.” Anlattıklarının inanması güç şeyler olduğunun farkında olduğu için belli ki çok çekiniyordu. Burcu ise şok olmuş bir vaziyette dinliyordu ve izliyordu kadını. Sürekli elleriyle, saçıyla, eteğiyle ve saatiyle oynuyordu kadın. Yoğun stres altındaydı.

   “Adı gerçekten Dunganga mı?” kızını hep bu canavarla dize getiriyordu. Kız gerçekten birkaç yıldır korktuğu canavarın hakikisiyle karşılaşmışsa kendini yıllarca affetmezdi.

   “Bir adı yok. Varsa bile biz bilmiyoruz. Okuldakiler ilk zamanlar Dunganga demişler. O zamanlardaki bir filmden almışlar adı. Öyle de kalmış. Bilmediğimiz bir şekilde dolabın diğer ucu bir mağaranın girişine çıkıyor. Bir tür geçit, hatta mekânda bir gedik gibi. Yeryüzünde gerçekten öyle bir mağara var mı bilmiyoruz. Hiç araştırılmadı çünkü çok gizli tutuluyor. Ama sanmıyorum. Neyse, mağaranın daha girişinde kahverengi maddeyi görebiliyorsunuz. Her taraf çikolata. Mağaranın içi çok soğuk, bu yüzden muhtemelen erimiyorlar. Oraya her girişimizde şekilleri değişik oluyor. Ya artıyorlar, ya da bir kısmı çocuklar tarafından temizleniyor.”

   “Çikolata ne alaka? Yani hiç mantıklı gelmiyor…”

   “İnanın bunu biz de bilmiyoruz Burcu Hanım. Gidip yeteri kadar çikolatayı yüklenip, çocuğu alıp dönüyoruz bu kadar. Genelde bir problem çıkmıyor. Hatta bazen Dunganga kendini göstermiyor bile. Gösterse de çikolataları alışımızı hiçbir şey yapmadan izliyor. Memnun oluyor muhtemelen,” gözlerini devirdi.

   “Ece ilk gününde bir başka kalorifer dolabında saklandı. Onu buldum. Ben bulunca ağladı ama size söyleyeceğine ve bir daha yapmayacağına dair söz verdi,” kızın çekindiği yalanın ne olduğu anlaşılmıştı. “Ama o gün boyu köşede oturup ağladığından hiçbir oyuna katılamadı. Periyodik olarak yanına gittim, ona bir şeyler verdim, dondurma, oyuncak gibi. Ama faydası olmadı. Ertesi gün geldiğinde yine ortadan kayboldu. Çocuklara sorarak onun söz konusu dolaba girmiş olduğunu öğrendik. Ama içinde yoktu. Her ihtimale karşı tüm okulu aradık ama…” omzunu silkti kadın.

   “Peki nasıl temizlettiriyor çikolataları?” sormak bile saçma ve komik geliyordu. Bu saçmalığın bir parçası olmuş gibi hissediyordu kendini.

   “Yedirtiyor tabi ki. Başta çocukların hoşuna gidiyor tabi. Ama sonra zorla yedirtmeye başlıyor. Eğer geç kalınırsa bu çocuğa zarar verebilir.” Ellerini iki yana salladı. “Ama Müdürle konuştum. Hemen yarın gidip kızınızı alabiliriz. Daha önce de söylediğim gibi. Yaşadığı gün sayısı kadar çikolata taşıyacağız, gram olarak. Sonra da kızınızı rahatça elinden tutup götürebiliriz.”

   İçinde büyüyen dev gibi korkuyu bastırıp sordu Burcu. “Peki ya gerekli çikolata alınıp götürülmezse?”

   “Merak etmeyin alırız. Ama eğer alınmazsa bildiğim kadarıyla çocuk geri alınamıyor.”

  Yutkundu Burcu. Bu kötü haberdi. Çok kötü haber. Sağ gözünde bir damla yaş birikip sanki acelesi varmış gibi hemen yanağına atladı. Ağlamaya başlarken önce sadece bir gözünden yaş geliyordu hep.

   “Ben kızımın net doğum tarihini bilmiyorum ki.”

   Kısmet gözlerini kırpıştırıp boynunu hafifçe eğince, açıklama ihtiyacı duydu.

   “Bilmiyorum çünkü Ece evlatlık.”
Başlık: Dunganga - Bölüm 3
Gönderen: Galaxie - 19 Temmuz 2012, 00:39:32
   3

   “Daha çok yürüyecek miyiz?”

   “Hayır Burcu Hanım. Az kaldı,” dedi Kısmet nefes alıp vermekte zorlanırken. Bu arada ona Dunganga hakkında biraz daha bilgi vermişti yol boyunca. Görünüşe bakılırsa çeşitli yerlere açılan geçitleri vardı yaratığın. Çünkü çocuklar alınmaya gidildiğinde bazen tek olmuyorlardı. Ayrıca baya büyük, dev gibi bir yaratıktı. Şapşal gibi görünüyordu. Homurtudan başka ses de çıkaramıyordu anlaşılan.
   
   Yarım saat önce hüngür hüngür ağlıyordu, ama o kadın gitmiş yerine azimli ve kararlı bir Burcu gelmişti. Duyguları ve cesareti adeta kreşendo yapmıştı. Evet, doğum tarihini bilmiyor olabilirdi, ama mutlaka bir başka yolu olmalıydı. Bu yüzden okulun kazık çakmış müdürünün yanına gitmeye karar verdiler. Mesai saatlerinin dışı olduğu için evini ziyaret edeceklerdi. Burcu bunda bir sakınca görmüyor, görgü kurallarını şimdilik askıya alıyordu. Müdür de durumun ciddiyeti konusunda hemfikir olacaktı şüphesiz.

   Kısmet’in tek kelime edemediği durum karşısında beyninde fırtınalar kopan Burcu çözüm bulmuştu. Bu doğum tarihi-gram olayını mutlaka bir yerlerden öğrenmiş olmalılardı. Öyleyse aynı kaynaktan başka yolu olup olmadığını da öğrenebilirlerdi.

   Şimdi ise müdürün evine gelmek üzerelerdi ve Burcu’nun yüreği başta olmak üzere tüm organları vücudundan çıkmak üzere mücadele ediyorlardı. Hepsinde alışmadıkları bir heyecan hâkimdi. Kim demiş annelik duyuları hamilelikle geliyor diye?

   Kapıyı tıklattılar ancak bir süre yanıt gelmedi. Bu süre Kısmet’e göre her ne kadar beş dakika olsa da Burcu yirmi dakika olduğu konusunda bahse girebilirdi. Kapı açılınca karşılarına bir vücut değil sadece uzatılmış bir baş çıktı.

   “Merhaba Kısmet Hanım,” dedi adam soru soran bakışlarla. “Sizi beklemiyordum geç açtım kusura bakmayın.” Yavaş yavaş ortaya çıkardı kendini.

   Ellilerini çoktan geride bırakmış hatta altmışlarına merdiven dayamıştı müdür. Saçlarında tek bir tel kahverengi (ya da saçı her ne renktiyse, ama kahverengi olduğunu sanıyordu zira adamın gözleri de kahverengiydi) kalmamıştı, tamamen bembeyazdı. Hafif göbekli, güler yüzlü bir yaşlıydı. Sadece kayıt sırasında görmüştü bu adamı Burcu. O zaman üstünde mavi bir gömlek vardı. Şimdi ise kırmızı tişörtüyle Noel Baba’nın birkaç kuşak sonraki varisi gibi görünüyordu.

   “Kusura bakmayın Cevdet Bey,” dedi ve ardından eliyle Burcu’yu göstererek “Burcu Hanım, yeni kayıt olan bir öğrencimizin velisi,” diye takdim etti. “Yalnız çocuğu Dunganga tarafından kaçırıldı. Ve klasik yöntemle çözemeyeceğimiz bir durum. Eğer izin verirseniz…”

   Dunganga’yı duyunca adamın tadı kaçtı, yüzünden birkaç kasın gerilmesi gözle seçilebiliyordu. Dikilmeyi bırakıp hemen eliyle içeriyi işaret etti ve hiç konuşmadan salona kadar önden yürüdü. Oturmalarını işaret etti.

   “Merhaba Burcu Hanım memnun oldum. Klasik yöntemleri kullanamayız derken neyi kastediyorsunuz? Neden kullanamayalım?”

   “Çünkü çocuğum evlatlık,” diye hemen söze atıldı Burcu, öğretmen konuşmadan. “Yani net doğum tarihini bilmiyorum.”

   Adam huzursuzlaştı. “Ne zaman evlat edindiniz? O zamanlar kaç yaşındaydı? Lütfen yanlış anlamayın sadece bir faydası olabilir diye soruyorum.”

   Anlayışla onayladı Burcu, “Evlat edindiğimde dört-beş aylıktı. Daha çok küçüktü. Ama doğum tarihini merak etmeme rağmen söyleyemediler çünkü bilmiyorlardı. Bulunup teslim edilmiş bir bebekmiş.”
 
   Adam ayağa kalkıp salonu arşınlamaya başladı. Bu onun da beklemediği bir şeydi belli ki. Yıllardır çözüm böyle olagelmiş, bu yüzden bir tehlike arz etmemiş, şimdi ellerinden çözümü alınca herkesin gözüne olay çok daha tehlikeli gibi geliyordu. Ve öyleydi.

   “Yapacak bir şey yok. Ritüeli öğrendiğimiz adamın yanına gidecek ve soracağız. Eğer biri biliyorsa sadece o biliyordur.”

   “O adam kim?”

   “Eee… Aslında bir pastacı diyebiliriz. Ama bu tarz şeylerle baya ilgileniyor. Yani, doğaüstü şeylerle demek istiyorum.” Doğaüstü derken adam gözlerini devirerek elin salladı. Pek hazzetmediği ortadaydı. “Olay başımıza ilk geldiğinde duyulduğu için kendisi gelip bizi bulmuştu, çok şanslıydık. Zaten sonraki olaylar basına hiç düşmedi.”

   “Tamam, o zaman hemen gidelim vakit kaybetmeden.” Ve kimseyi beklemeden ayaklandı Burcu.

   Müdürün arabasıyla yol alırken uzun süre kimseden çıt çıkmadı. Sonra derin bir nefes alıp konuştu adam.

   “Sakıncası yoksa sorabilir miyim, neden evlat edindiniz?”

   Burcu soruyla biraz afallamasına rağmen cevap verdi.

   “Rahim kanseri atlattım, erken yaşta rahmim alındı. Çocuk sahibi olma şansım yoktu.”

   “Geçmiş olsun.” Hislerini daha iyi anladığı için Kısmet sadece bir “Ah” çekmekle yetindi.

   Araba küçük ve şirin bir pastanenin önünde durunca Burcu çok şaşırdı. Acaba bugün daha neler görüp duyacağım diye düşünmeden de edemedi. Bu arada güneş ufuk çizgisinin arkasına yavaş yavaş saklanırken gökyüzünü çok güzel renklere boyuyor, hemen yanında belirmiş olan aya veda ediyordu.

   Pastanenin kapısından girdiler ve uzun ince sevimli bir adam, müdürü sıcak bir tebessümle karşıladı. Onlar selamlaşır ve sarılıp birbirlerinin sırtlarına tatlı tatlı vururken Burcu inceledi adamı. Yıllar önce fikir danışılan biri için çok genç görünse de yaşını tam olarak kestirmek mümkün değildi. Yüzü bazı kırışıklıklara ev sahibi yapıyordu ama orta yaşlı birinin olamayacağı kadar zayıf ve dinçti. Dimdik duruyordu. Ne var ki elleri adamın yaşını aşağı yukarı ele verirken, yanaklarında gülmekten oluşan oluklar da her zaman, şuan göründüğü gibi sevimli olduğunu kanıtlamak için can atıyordu.

   “Hoş geldiniz bayanlar, lütfen böyle buyurun. Kızım buraya üç çay getir hemen!” arkasını dönüp bağırdıktan sonra yine gülerek buyur ettiği masaya kendisi de oturdu.

   Raflar Ece’nin resim defteri gibi rengârenkti. Kırmızısından tutun, maviye, mora kadar her renkte ve figürde pasta vardı. Bir maket kadar kusursuz ve pürüzsüzdü kremaları üstelik. Üstlerine uğur böcekleri, küçük bebekler, futbolcular, toplar, gitarlar, çizgi film kahramanları yerleştirilmişti. Ece burayı görse annesi bir dilim alana kadar zıplar dururdu. Herhangi bir çocuğun bu pastalara karşı koyması mümkün değildi. Burcu bile içinde bulunduğu durum olmasa kendini tutamayabilirdi.

   Çaylar masaya yerleştirilirken ve müdür olayı özetlerken aklı kızına gitti. Acaba şimdi ne yapıyordu, canı acıyor muydu? Çikolata yemekten zevk alıyor muydu yoksa midesi bulanmaya başlamış mıydı? Yanında birileri var mıydı? Canavarı görmüş müydü? “Neyse ki adının Dunganga olduğunu bilmiyor,” diye düşündü genç kadın. Eğer bilseydi çok daha fazla korkardı muhtemelen. Sahi ya korkuyordu. Küçücük kızı canavarın elindeydi ve bu ona en fazla Spiderman kadar gerçek geliyordu.

   Yaşını göstermeyen adam sorular sorarak durumu müdürden anladıktan sonra Burcu’ya döndü. Bu kez hiç de gülmüyordu.

   “Elbette bir yolu var. Ama hem çok zahmetli, hem çok zor hem de çok kişi gerektiriyor.”

   “Bulurum ne gerekiyorsa. Lütfen ne olduğunu söyleyin.”

   “Bulsanız bile çok zor… Meksika dalgasını bilir misiniz?”

   “Hani şu maçlarda yaptıkları?”

   Başını salladı adam, “Evet o. Ona benzer bir şey ama çok daha zor. Canavarın üstünde işleyen bir büyü var. Onu durduran bir büyü diyebiliriz. Transa sokar, uyutur diğer bir deyişle. Kalabalık bir grup yan yana gelerek canavarı modellemeli, kabaca hareketlerini taklit etmeli. Yani elleriyle, kollarıyla, başlarıyla (evet birden fazla başı var) ne hareket yapıyorsa organize bir şekilde yeni konuma göre sıralanılmalı. Başarılırsa önce gevşer, sonra yavaşlar ve hareketsiz kalır. Bu arada çocuğu bir başkası çıkartır, modeli oluşturan insanlar da vakit kaybetmeden mağaradan diğer tarafa geçerler. Daha önce bunu hiç denemedik çünkü daha kolay bir yöntem vardı. Canavarı uyutmaya gerek yoktu. Ama eğer net doğumu bilmiyorsanız bunu denemek zorundasınız.”

   “Ama bu mümkün mü? Yani izleyerek her hareketini taklit etmek?” duydukları çok saçma geliyordu ama mantık anlayışını birkaç saattir geri plana atıyordu. Düşünme işini sonraya bırakıyordu.

   “Bilmiyorum. Canavar hakkında duyduğum şey bu. İşe yarar mı yaramaz mı, garanti veremem. Risk var elbette.”

   “Peki ya işe yaramazsa? Canavar ne yapabilir mesela?”

   “Emin değilim, ama muhtemelen çikolataları temizletmek için orada bulunan herkesi alıkoyar.” Kadının tepkisini ölçüyor olacak ki duraksadı adam. “Ben yardıma gelirim.” Masanın üzerinden uzanıp elini tuttu. Çok sıcaktı tutuşu.

   Fakat teşekkür bile edemedi Burcu. Bu iş için acaba kaç insan bulabilecek, dahası kaçını bu hikâyeye inandırabilecekti? İnandırsa bile insanları nasıl böyle bir tehlikeye atacaktı? Kim küçücük bir kız için olsa bile böyle bir riske girerdi?

   Yapay dünya ışıkları ayı bastırarak gökyüzünü tekrar aydınlatmaya başlarken dört insan masada oturmuş hiç çıt çıkarmadan kara kara düşünüyordu.
Başlık: Ynt: Dunganga
Gönderen: TheSpell - 19 Temmuz 2012, 00:44:42
Her zamanki akıcılığın var ikinci bölümde de. Olaylar gelişiyor, neler olacağını ben de çözemedim. Çocuğu alıp gelmeleri olmaz. O yüzden mutlaka aksiyon olacak :D

Öyle eleştiri yapmak benim işim değil. Gözüme çok önemli bir hata da çarpmadı zaten.

Devamını bekliyoruz!

Edit: Bunu yazdığımda 3. bölümü görmemiştim. Ona da kısa bir yorum yapayım hemen. Haddime değil ama, olaylar biraz fazla hızlı gelişiyor gibi. Yanlış algılamayın, çünkü bana da daha önceden aynı yorumlar yapılmıştı deneyimli arkadaşlarım tarafından. :D
Başlık: Ynt: Dunganga
Gönderen: Althar - 19 Temmuz 2012, 23:15:20
İyi, güzel. Sıkmayan ve zorlanmadan okunan bir öykü olarak gidiyor. Yazının bu özelliğini kaybetme. Beşten dört yıldız.
Başlık: Ynt: Dunganga
Gönderen: Buzmavisi - 24 Temmuz 2012, 23:08:49
Esra Hanım, öykünüzü okumaya devam ediyorum ancak sizin öykülerinizde genelde rastladığım naçizane bir gözlemimi sunmak istiyorum. Hani bazen kitap okuruz, okuruz, okuruz ve okuruz. Yazar bir türlü sadede gelemez. Okumaktan bıktırır.

Sizin öykülerinizde ise bunun tam tersi bir durum söz konusu. Siz sadede alelacele gelenlerdensiniz. Amaç belki öyküyü kısa tutmaktır veya başka nedenler vardır bilemem lakin genelde yazılarınızda bununla karşılaşıyorum. Bununla birlikte öykünüz oldukça akıcı ve sürükleyici, devamını bekliyorum.
Başlık: Ynt: Dunganga
Gönderen: Galaxie - 24 Temmuz 2012, 23:25:35
Çok teşekkür ederim herkese eleştirileri için. Buzmavisi, değindiğiniz noktada haklısınız sanırım. Onu da düzeltmeye özellikle dikkat edeceğim. Teşekkürler ^^
Başlık: Ynt: Dunganga
Gönderen: Rüzgar Adam - 25 Temmuz 2012, 01:54:15
Çok akıcı bir şekilde yazıyorsunuz bir sonraki bölüm için merakta kalmamak mümkün değil.
Başlık: Dunganga - Bölüm 4
Gönderen: Galaxie - 28 Temmuz 2012, 05:04:27
   4

   Pastanede masada oturuyorken ne kadar düşünseler de akıllarına tek bir kısır çözüm yolundan başka bir şey gelmemişti. Zaten rutin yöntemde çikolataları almaya gelen gönüllü bir işçi ekibi vardı. Onların yanı sıra daha önce bu durumdan mağdur olmuş ailelerden yardım isteyeceklerdi. Burcu’yu en iyi onlar anlayabilirdi, yardım edecek birileri varsa onlar olmalıydı. Elbette risk vardı, bu nedenle kimseyi çok zorlayamazdı. Çocuğu o ailelerin insafına kalıyordu.

   “Tanışamadık bu arada, ben Turgut.”

   Pastaneyi kapatmış, arabaya doğru yürürken nezaket kurallarını çoktan rafa kaldırmış olan Burcu, pastacı adama elini uzatmayı biraz geç de olsa akıl edebildi.

   “Ah, özür dilerim tamamen unuttum. Ben de Burcu.”

   “Memnun oldum Burcu Hanım,” dedi artık arabaların yanına geldiklerinde. “Şimdi, saat yavaş yavaş geceye yaklaşıyor. Sabahı bekleyemeyiz, çok geç olur. Bu yüzden mecburen dağılıp kapı kapı dolaşacağız. Ben daha önce yardım aldığımız işçilerin yanına gideceğim. Cevdet Bey, siz daha önce çocukları için mağaraya gittiğimiz ailelerin adreslerine ulaşın kayıtlardan. Daha sonra adresleri aranızda üçe bölün ve tek tek dolaşın. Bu sırada gerçekten acele etmeniz lazım. Çünkü vakit geçtikten sonra çaldığınız kapılarda, durum ne olursa olsun asık suratlar ve anlayışsız tepkilerle karşılaşmanız çok daha olası.”

   Onaylayıp hem fikir olduktan sonra Turgut Bey’den ayrılıp Müdür’ün arabasına bindiler tekrar. Kayıtlar okuldaydı, bu da okulu ilk durakları yapıyordu. Müdür öyle hızlı kullanıyordu ki arabayı, Burcu belki de adamın hayatı boyunca şehir içinde hiç bu kadar hız yapmamış olabileceğini düşündü. Buna rağmen bazı kavşaklarda takılıyorlardı. Sanki trafik bile önüne engel çıkarmaya çalışıyordu. Manevralar ve cesur hamlelerle kıvrılıp duruyordu araba.

   Vitesin her hareketinde başka başka şeyler düşünüyordu. Müdürün, öğretmenin ve pastacının kendi hayatları vardı. Muhtemelen bu gece yanlarına uğrayamayacakları eşleri… Belki çocukları. Bunun için bile minnettar olabilirdi onlara. Ve Ece... Her düşüncesinde, zihninde beliren her imgede vardı Ece. Kafasının içini aydınlatan tek şeydi. Ne var ki karanlık bir aydınlıktı bu. Gittikçe gücünü kaybediyor, soluyor; ama soldukça daha da aydınlanıyor, Burcu’nun zihnini daha çok çalıştırıyordu.

   Onu aldığında küçücüktü Ece. Arabada çaresizce onu kurtarmak için yol alırken dudaklarını yukarıya doğru kıvırtabilecek kadar güzel bir bebekti. Eşiyle arası kötüleşmeye başlamadan önce akrabaların ve yakınların “Kendi çocuğun gibi olmaz, başkasının çocuğu sonuçta” gibi tüm ihtarlarına rağmen almıştı onu. Ve bir gün bile pişmanlık duymamış, “Anne olduğunda anlarsın,” sözünü hamile kalmadan da bizzat tecrübe etmiş, nasılsa annelik hormonları tetiklenmesine şahit olmuştu. Kızı kendine benzemiyordu; kendi kahverengi saçları ve kahverengi gözlerinin aksine kızının sarı saçları ve ela gözleri vardı. Onun saçları düzdü ama Ece’nin saçları sanki biri onları gizlice tutam tutam ayırıp kıvırıyormuş gibi lüle lüleydi. Ama benzerliğin ne önemi vardı ki? Ece onun kızıydı ve kimse bunu inkâr edemezdi. Kimse onu elinden alamazdı. Saçma bir canavar-yaratığın elinde kalamazdı kızı. Eğer ritüel işe yaramazsa, bir şekilde yaratıkla pazarlık yapacak ve kurtaracaktı onu. Hiç olmazsa kızı karşılığında kendisinin alıkoyulmasını talep edecekti. Nasılsa Ece’nin bir babası da vardı, onunla da yaşayabilirdi.

   “Ben de bu arada bir taksi çağırayım,” dedi öğretmen. Burcu ancak o zaman arabanın okulun önünde durduğunu fark etti. Müdür güvenlik görevlisine kapıyı açtırmakla meşguldü.

   “İkimiz beraber dolaşırsak daha uygun olur diye düşündüm Burcu Hanım,” kadın telefonu kulaklarını götürdü ve çalma sesini duyabildi Burcu. Algısı bir kapanıyor, bir ölçüsüzce açılıyordu.

   Müdür gelene kadar biraz hava almak için arabanın kapısını açtı ve dışarı çıktı. Hava kararmış olmasına rağmen henüz vakit çok geç olmamalıydı çünkü dışarıda bir sürü insan oradan oraya koşuşturuyordu.  Kısmet yanına gelip de ona bir sigara paketi uzatınca istemeyerek de olsa bir tanesini alıp yerleştirdi acemi parmaklarına. Daha önce hiç kullanmamıştı, bu yüzden ateşi alışı, öksürüşü ve o ilk anda kalbinin çarpması garip ama iyi geldi. Tıpkı yürümeyi yeni öğrenen bir bebek gibi, tutuşu, dudaklarına götürüşü ve içine çekişi beceriksizceydi. Öğretmenin de dudaklarında hafif hafif dumanı tüten ikinci bir zehir boy gösteriyordu ve müdür gelene kadar kısalıp tükenerek birbirini takip eden birçoğu daha tattı o dudakları.

   Müdür gelmeden taksi geldi. Adam bekleme teklifine biraz somurtup suratını sallasa da Kısmet ona birçok yerde dur-kalk yapacaklarını ve gecenin geç saatlerine kadar taksiyi kullanacaklarını söyleyince şoförün 100 TL’lik kâğıt para mavisi gözleri aydınlandı ve ses çıkarmadan sürücü koltuğunda bekledi.
 
   Elinde iki kâğıtla koşturarak geldi müdür dakikalar sonra. Kâğıdın birini Kısmet’in eline tutuşturdu.

   “Bunu siz alın, bu da bende kalsın. En eski kayıtlar yok ama son on yıldaki adresleri bu kâğıtlara kopyaladım. İyi, taksi de gelmiş. Vakit kaybetmeyelim o zaman,” dedi ve Burcu’nun omzunu sıvazladı. “İyi şanslar.”

   “Teşekkür ederim.”

   Müdür Cevdet arabasını çalıştırırken Kısmet de listeyi taksi şoförüne verdi ve ona kolay gelen güzergâhta ilerlemesini söyledi. Listede altı adres yazılıydı. Müdürün listesinde ise sekiz. Toplam on dört evden on dört kişi bulabilirler miydi acaba? Turgut Bey’in görüşeceği işçilerin acaba kaçı kabul edecekti? Canavarın modelinin ne kadar kişiyle oluşturulması gerektiğinden de emin değildi Burcu. Az kişi modeli tam yapamayacağı için hareketleri canlandıramayacaktı ama çok kişi olurlarsa da senkronizasyonda problem olacaktı. İki ucu keskin kılıç, hassas bir denge… Yine de başaramama ihtimalini düşünmek bile istemiyordu.

   İlk adrese vardıklarında ikisi de çok tedirgindi. İkisinin de kalpleri birbiriyle yarışırcasına çarpıyordu. Böyle bir şey istemek biraz fazlaydı. “Acaba aynı şey benden istense yapar mıydım” diye düşündü Burcu dik merdivenleri çıkarken. Belki önceden yapmazdı ama bu deneyimi tattıktan sonra muhakkak diğer çocuklara yardım etmek isterdi. Diğer ailelerinde aynı şekilde düşünmesini ummaktan başka bir şey gelmiyordu elinden.

   Kısmet kapıyı çaldı ve kapıdaki gözleme deliği bir an karardıktan sonra bir kadın sesi “Kim o?” dedi.

   “Ee,” aceleyle kâğıda baktı kadının ismini öğrenmek için Kısmet. “İyi akşamlar Dilek Hanım. Ben İpekböceği Kreşi’nden geliyorum. Müdür Cevdet Bey gönderdi beni. Bir konuda konuşmak istiyorum müsaade ederseniz.”

   Tedirgince açtı kapıyı kadın. Bu arada üzerinde bir pijama ve beyaz atletten başka bir şey olmayan kocası da yanına geldi.

   “Buyurun,” dedi ama içeri davet etmedi.

   “Ben hemen konuya gireyim o zaman. Bu Burcu Hanım, bir öğrencimizin velisi. Çocuğu bugün Dunganga’nın mağarasına gitti. Ve yardımınıza ihtiyacımız var.”

   Kaşlarını çattılar ve adam eşinden önce girdi söze. “Ne gibi bir yardım?”

   “Biliyorsunuz normalde çözüm basit. Doğum tarihi falan… Ama Burcu Hanım’ın kızı evlatlık olduğu için bir başka yönteme başvurmamız gerekiyor. Bunun için de daha fazla insanı mağaraya sokmaya ihtiyacımız var. Daha önce aynı şeyi yaşamış aileler bize yardım edebilir diye düş…”

   “Ne yani o mağaraya girmemizi mi istiyorsunuz?”

   Bu ani ve yüksek sesli çıkış karşısında bir an afalladı Kısmet. Ve Burcu sözü devraldı.

   “Lütfen, yardım edecek birilerini bulamazsam çocuğumu kaybedebilirim. Beni sadece sizler anlayabilirsiniz.”

   “Kusura bakmayın. Çocuğunuzu en başından o okula göndermeniz hata. Ama tabi bilemezdiniz çünkü bu sahtekârlar,” Kısmet’i işaret etti, “O aptal dolabın ne kadar tehlikeli olduğunu herkesten gizliyorlar. Mağdur aileleri de bir güzel ikna ediyorlar çocuğu kurtarıp. Bakın çok üzgünüm çocuğunuz için, ama ben kendi ailemi riske atamam. Siz de beni anlamalısınız.”

   “Ama burada bir çocuğun hayatı söz konusu!”

   Adam gözlerini kapatarak derin bir nefes aldı ve verdi. “Anlatamıyorum galiba. Gerçekten çok üzgünüm, ama gitmenizi rica ediyorum. Bir başka çocuğu kurtarmak için kendi çocuklarımı kaybetmeyi göze alamam. Belki ben gelebilirdim, ama ben olmazsam da çocuklarım perişan olur. Şimdi lütfen gidin,” dedi ve kapıyı yüzlerine kapattı. Neyse ki en azından kapı çarpılmamış yavaşça kapatılmıştı durumun hatırına. Ama Burcu’nun içinde cılız ışıklar sızdıran umut kapılarından çoğu sert birer gümlemeyle kapandılar.

   Kısmet koluna girip onu aşağı indirirken omuzları düşmüş annenin aklı hala yukarıdaki evdeydi. Suçlayamıyordu da onları. Ama ya her evden böyle yanıt alırlarsa ne yapardı?

   Hayal meyal taksiye bindikten sonra gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Hıçkırık yoktu, ses yoktu. Sanki içindeki bir su kaynağı son damlayla taşmış, sessizce tepki veriyordu. İkinci eve ulaşana kadar da hiç durmadı. Kısmet ne yapacağını şaşırıp, bir elini tutup bir omzunu sıvazlarken o boş bir ifadeyle kayıp giden sokakları izliyordu. O sokaklarda hep Ece vardı. Bebek Ece, iki yaşındaki Ece, ağlayan Ece, gülen Ece, boyunun yarısı olan çantasını sırtına takmaya çalışan Ece, lanet çikolataları keyifle yiyen Ece, aynı çikolatalardan kusan Ece…

   İkinci evin merdivenlerinden yine öğretmenin kolunda çıktı. Bacakları katalizör olmadan hareket etmeye karşı çıkıyordu sanki.

   Kısmet yine kapıyı çaldı ve beklediler. Bu kez velinin ismine kapı açılmadan önce baktı.

   Kapıyı sekiz-dokuz yaşlarındaki bir erkek çocuğu açtı. Öğretmen çocuğa gülümsedi ve çocuk daha sonra muhtemelen “Kim o?” demeden açtığı için bağırıp çağıracak olan annesini çağırdı içeriye dönerek.

   Saçları sonradan sarıya boyanmış, otuzlarında olmasına rağmen hala güzel bir kadın geldi kapıya. Pek ev halinde değildi, dışarıdan henüz gelmiş gibiydi. Şıktı ve hafif ama güzel bir parfüm kokuyordu.

   Kısmet hemen söze girdi. “Merhaba Songül Hanım, biz İpekböceği Kreşi’nden geliyoruz. Burcu Hanım bizim velimiz. Kızı bugün Dunganga tarafından kaçırıldı. Bu konuda konuşmak istiyoruz izin verirseniz.”

   Yüz hatları biraz değişse de içeri buyur etti kadın. Salona yönlendirdi onları ve oturacakları yerleri gösterdikten sonra kendi de karşılarına geçip bacak bacak üstüne attı.

   Kısmet kısaca olayı anlattı ve ardından yardım istedi. Bu arada kadının gözü sürekli Burcu’ya gidip geliyor, belli ki ağlamaktan kızarmış gözlerine bakıyordu.

   “Özür dilerim ama eşiniz nerede?” dedi bakışlarını Burcu’ya yönelterek. Olayın başından beri eski kocası pek de aklına gelmemişti Burcu’nun.

   “Biz ayrıyız. Durumu anlatamayacağım için haber veremedim eşime. Zaten çok uzakta, bilse bile hemen gelemez.”

   “Ay bilirim o durumu,” gözlerini devirdi. “Ben de eşimden yıllar önce ayrıldım. Üzüldüm sizin adınıza. Bu Aykut,” dedi kapıyı açan çocuğu göstererek. “Aykut o olayı yaşayalı üç yıl oluyor. Sonradan bana anlattığına göre başta hoşuna gitmiş ama sonradan midesi bulanmış. Bir şekilde yemeyi bırakamıyormuş yine de. Kusamıyormuş da. Ama canavar bir köşede durmaktan ve nefes almaktan başka bir şey yapmıyormuş. Hatta Aykut biraz şapşal ve sevimli göründüğünü bile söylemişti.” Hafifçe güldü kadın. Sonra bir süre hiç konuşmadan düşündü. Burcu’ya sanki yıllar geçmiş gibi geliyordu. Bu kadının da kabul etmeyeceğinden emindi. Bunun için onu suçlayamazdı da. Kadının yüzünde bir şeyleri tarttığını gösteren o ifade asılı kalmış gibiydi. Evde yerlerini idrak edemediği masa saatleri tiktakladıkça umutları daha da azalıyordu.

   Fakat kadın tekrar söze başladığında dostça gülümsüyordu.

   “Aykut’u o mağaraya tekrar sokamam. Ama ben büyük oğlumla beraber yardıma gelmek isterim. Daha önce tehlikeli olmamıştı hiç, ama bu durum farklı. Ben de anneyim, sizi anlayabiliyorum. Canavarın büyük zararlar vereceğini de sanmıyorum. Endişelenmeyin lütfen. Mutlaka işe yarayacaktır.”

   Önce duyduklarına inanamadı Burcu. O kadar umutsuz, o kadar çaresizdi ki. Duyduklarını idrak ettiğinde gözleri parladı. “Teşekkür ederim… Gerçekten…”

   Tekrar ağlamaya başladığında kadın gülümseyerek sarıldı Burcu’ya. “O benim çocuğum da olabilirdi. Ağlamayın lütfen. Muhakkak kurtarılır.”

   “O zaman,” dedi Kısmet, “Bizden haber bekleyin. Sanıyorum sabaha doğru biz sizi ararız.”

   Kadın Burcu’ya sardığı kollarını gevşetti ve kibarca uğurladı onları. Taksiye doğru yürürlerken yüzleri biraz olsun gülüyordu. “İkide iki,” diye düşündü Burcu. Fena değildi ama yeterli de değildi. Eşinden boşanmış olmanın verdiği çifte empatiyle kabul etmişti belki kadın, ama bir sonrakinin ilki gibi davranması çok daha muhtemeldi. Vakit de ilerliyor, insanların kapılarının çalınmasından hoşlanmayacağı saatlere yaklaşıyordu.

   Yine de içine tarifi imkânsız yeni bir duygu doğmuştu. Önceden de başaramama ihtimalini düşünemiyordu, ama bu kez farklıydı. Bu kez başarabilme ihtimalini düşünebiliyordu. Hesaplar yapıyor, topluyor, çıkarıyor, en azından yirmiye yakın insanı bulabilmeyi umuyordu.

   Gecenin güzel ve temiz havasını derince içine çekti ve havada asılı duran turuncumsu aydan gözlerini alamadan bindi taksiye.
Başlık: Ynt: Dunganga
Gönderen: TheSpell - 28 Temmuz 2012, 15:42:20
Her zamanki gibi akıcı ve sıkmayan bir anlatımınız vardı. Bu özelliği kaybetmezsiniz inşallah. Nasıl bittiğini bile anlayamadım, karakterlerin duygularını yansıtabilmeniz de çok iyi.

Alıntı
Hani bazen kitap okuruz, okuruz, okuruz ve okuruz. Yazar bir türlü sadede gelemez. Okumaktan bıktırır.

Sizin öykülerinizde ise bunun tam tersi bir durum söz konusu. Siz sadede alelacele gelenlerdensiniz. Amaç belki öyküyü kısa tutmaktır veya başka nedenler vardır bilemem lakin genelde yazılarınızda bununla karşılaşıyorum.

Diğer bölümler için bu yorum geçerliydi, ancak bu bölümde hızınızı biraz azaltmışsınız gibi geldi. Devam bölümlerinizi bekliyoruz.

Edit: Yeni bölüm gelmeyecek mi yahu?
Başlık: Ynt: Dunganga
Gönderen: Galaxie - 23 Ağustos 2012, 23:52:59
Spoiler: Göster
Neredeyse bir ay olmuş, takip eden herkesten gecikme için özür diliyorum.



   5

   Akrep bire dayanırken altı eve de uğramışlardı ancak yalnızca üçünden olumlu yanıt alabilmişlerdi. Toplamda beş kişi katılacaktı onlara altı evden. Aslında ummaya cüret ettiği rakama çok yakındı. Fakat sevinirken bir yandan aklının bir parçası ona düşününce canını acıtacak şeyleri hatırlatıyordu sürekli. Kızının mağarada olma durumu, model için buldukları kişi sayısının verdiği umudu amorti ediyordu.

   Velilerden bir tanesi onları eve bile davet etmeden kapıdan dertlerini dinlemiş, anlayınca da kapıyı açmamış ve onları kovmuştu. Burcu o evin kapısından çekilmekte biraz direnmiş ve önünde ağlamışsa da sonra düşününce kadını suçlamaması gerektiğine inandırmıştı kendini. Empati bekliyorsa önce empati yapmalıydı. Bir diğer veli evine almış, yardım etmeyi çok istediğini ancak sabah erteleyemeyeceği çok önemli işleri olduğunu söylemişti. “Takdir edersiniz ki karımı ve çocuğumu da gönderemem,” demişti. Neyse ki işleri vardı, yoksa yardım etmeyi ne kadar istediği ama edemeyeceği için ne kadar üzüldüğü konusunda ikna etmeye çalışmasına ve bu kadar dil dökmesine gerek kalmayacaktı. Ne kadar iyi niyetli ve yardımsever olduğu konusunda yarım saat lak lak yapmak yerine elbette ki sabah ilk iş olarak mağaraya gitmeyi düşünecekti. Ama ne yazık ki işleri vardı işte…

   Diğerlerine göre biraz daha yaşlı sayılabilecek bir çift bu misafirleri memnuniyetle evlerine almış ve aynı samimiyetle yardım etmeyi kabul etmişlerdi. Üstelik iki ebeveyn olarak geleceklerdi. Onların kızları şimdi liseyi bitirmek üzereydi, gayet normal ve sağlıklı görünüyordu. Acaba Ece’nin bu halini görebilecek miyim, diye düşünürken gözlerini genç kızdan alamadı Burcu.

   Kapısını çaldıkları son ailede ise sadece bir abla yardım etmeyi kabul etti. Hem de anne babasının isteksizliğine rağmen. Olgun yaşlara doğru yol alan bu abla anlaşılan kardeşinin o durumuna tanıklık edecek ve bilincinde olacak kadar gençti o zamanlar. Aynı durumla hala karşılaşılıyor olmasına çok şaşırmıştı ancak Kısmet hiç durmadan bunun ellerinde olmadığını, o dolabı defalarca kapatmaya çalıştıklarını ama bir işe yaramadığını, okulun aslında hiç de kötü bir yer olmadığını, hatta bu durumun diğerlerinden farklı olduğunu ve normalde Dunganga’nın çocuklar için tehlike yaratmadığını söyleyip durdu. Adı Yağmur olan kız ise özellikle canavarın tehlikesizliği konusunda öğretmenin kayıtsızlığına biraz kızmış olacak ki onu bozmaya çalışmaktan hiç çekinmedi. Sempatisi sadece Burcu’nun üzerindeydi. Daha doğrusu acıması.

   İşlerini bitirip sabahın erken saatlerine sözleştikten sonra taksiye bindiler. Kısmet arabada sanki Burcu yokmuş gibi son evdeki kıza birkaç sessiz küfür savurduktan sonra telefonunu çıkarıp müdürü aradı. Durumu kısaca özetledikten ve adamın özetini de “Hm hm”, “Evet”, “Anladım” gibi onaylayarak dinledikten sonra telefonu kapattı.

   “Son eve giriyormuş şimdi. Sadece iki evden yanıt alabilmiş,” dedi Burcu’nun gözlerine bakmaktan çekinerek.

   “İki mi? Sadece iki! Nasıl olur, müdür sekiz eve gidecekti ama!”

   “Evet ama demek ki yardımsever kişiler değillermiş Burcu Hanım. Bir evden üç diğerinden de bir kişi gelecekmiş. Turgut Bey’den de henüz haber alamamış.”

   Ağzını sonuna kadar açmasına rağmen bir şey söyleyemedi Burcu. Altı evden beş kişi bulduklarına göre müdürün sekiz evden yine beş-altı kişi bulmasını bekliyordu. Acaba müdür ikna etmek için yeterince uğraşmamış mıydı? Ama gözü yaşlı bir anne müdürden daha ikna edici olmalıydı tabi.

   “Umalım da son evden olumlu yanıt alabilsin.”

   Buluşma yerine vardıklarında saat ikiyi geçiyordu. Bir süre beklediler, müdür geldiğinde Kısmet elindeki sigara paketini bitirmek üzereydi. Yüzü solgun ve üzgündü ama acaba Ece için miydi bu ruh hali, yoksa rahat yatağında mışıl mışıl uyumak yerine oradan oraya gezdiği için miydi?

   Müdür Burcu’nun soru soran bakışlarına sadece başını iki yana sallayarak cevap verdi. Anlaşılan son evden de kimseyi bulamamıştı.

   “Turgut Bey’i aradım. Sanırım on kişi filan bulmuş. Birkaç işçiyle daha konuşabileceğini söyledi. Bitince gelecek.”

   On’u duyunca ümit kapılarını aralayabildi sonunda Burcu. Toplamda yaklaşık yirmi kişi ediyordu ve bu sayı ona gayet iyi gibi geliyordu. Bugüne kadar bir zarar vermeyen canavar Ece’ye sabaha kadar zarar vermezse her şey yoluna girecekmiş gibi bir his doldu içine. Sonra modellemenin ne kadar zor olabileceği geldi aklına. Bir saat gibi bir süre pastacıyı beklerken aklında sürekli plan yapıyordu. Acaba kaç dakika veya kaç saat boyunca yapmaları gerekecekti, ne zaman transa geçecekti yaratık? Yanında tüttürülen dumanlardan sakınmaya çalışırken uyuşmuş gibi hissediyordu kendini. Hatta uyuştuğunu bile hissedemiyordu. Dumanın bir kısmı da bir sonraki geceyi bulabileceğinin hayaliyle kesilip duran modelleme planlarıyla ısınan beynine aitti sanki.

   Turgut Bey gülen bir suratla arabasından inerken Ay, ışığını hepsinin yüzüne bölüştürdü sanki. Adamın konuşmalarının arasından sadece “On iki” sayısını seçebildi Burcu. Ama bunu duymak ona yetiyordu. Kalanını dinlemeye gerek görmedi. Gözlerinden ince ince sızan yaşlara meydan okurcasına kıvrıldı dudakları.

   “Bizimle beraber toplam yirmi beş kişi olmuşuz ve bence gayet güzel bir sayı. Çok olsaydık da hep beraber hareket etme noktasında sıkıntı yaşardık. Ben yarın pastaneyi açmayacağım. Saat yedi gibi haberleşelim ve öğrenciler gelmeden okulda buluşup diğer tarafa geçelim. Biz aramaları yaparız, siz şimdi biraz dinlenin Burcu Hanım. Evinize gidin hatta, dört saat kalmış ama az bir uyku bile daha iyi hissettirecektir.”

   Eve gitme fikri midesine yumruk yemiş gibi hissetmesine sebep oldu. Gözleri ister istemez kızını arayacak ve değil uyumak, sakince oturamayacaktı bile.

   “Hayır eve gitmek istemiyorum. Okula gidelim, orada uzanırım biraz.”

***

   Okula varıp da taksicinin gözlerini parlatan bir miktarla cebini doldurduktan sonra zar zor sığdıkları çocuk yataklarına kıvrıldılar hepsi. Diğerleri uyuyor olmalıydı ama Burcu’nun gözleri birkaç saniyeden uzun süre kapalı kalmayı reddediyordu. Kalkıp küçük personel mutfağına gitti ve kendine bir kahve yaptı.
İçerken ne kadar sıcak olduğunu hissedemiyordu, hava yavaş yavaş aydınlanırken bardağının boşaldığını ve dudaklarıyla dilinin yandığını fark etti. Düşüncelerini nizama sokamamaktan yorulmuş bir şekilde ellerinin arasına aldı başını. Bir kapatma düğmesi olsaydı keşke, ama yoktu. Hâkimiyetini kaybetmişti, kafasındaki her şey ondan bağımsız olup bitiyordu. Değil kontrol etmek, gözlemlemek için bile hızlarına yetişemiyordu ki. Bir an kızını düşünürken bir an gözlerinin önüne canavar geliyor, sonra eve sağ salim döndüklerini görüyor ama hemen ardından mağaraya girdiklerinde Ece’yi bulamamaktan korkuyordu. Bu arada sık sık cep telefonundaki dijital saati kontrol ediyor ama sanki zaman onunla oyun oynuyor, akmamak için direniyordu.

   Yan odadan Kısmet’in sesi gelmeye başladığında artık sabah olmuştu. İşçiler bir bir geliyor, veliler de telefonla çağrılıyorlardı. Gelen herkes çekingen gözlerle kendinden çok daha küçük bir sırada oturan kadına bakıyordu önce. Sanki bir şeyler söylemekten çekiniyor, bu kadının musluklarını açmaktan korkuyor gibiydiler. Işığı yansıtan pencereye baktığında tanımadığı yıpranmış bir kadınla karşılaşınca, tuhaf bakışlara biraz olsun anlam verebildi Burcu.

   Songül, oğlu, Yağmur, adlarını hatırlamadığı yaşlı çift, müdürün ikna ettiği bir şişman adam, bir sarışın ve bir esmer kadından oluşan, üçü yetişkin biri genç kız dört kişi ve on iki tane otuz-kırk yaşlarında adam koridorda duruyordu şimdi. Yarattıkları çok hafif bir mırıldanmaya endişe eşlik ediyordu. Gözlerde seçilmesi zor bir korku vardı.

   “Şimdi herkes bu tarafa gelsin,” diyerek kalorifer dolabının önüne geçti Turgut Bey. “Önce ben geçeceğim. Arkamdan Müdür Bey, Burcu Hanım ve Kısmet Hanım girecekler. Sonra veliler ve en son işçiler kapıdan geçecek. Güvenlik görevlisi de burada kalacak ve bizi bekleyecek,” bir an sanki soru var mı dercesine baktı, sonra “O zaman gidiyorum,” diyerek dolabın içine girdi. Bedenine biraz küçük gelen dolaba sığmaya çalıştı ve ardından kapağını üzerine kapattı.

   Birkaç saniyelik gergin bekleyişin ardından Müdür kapağı açtı ve az önce kocaman bir adamı aldığını inkâr eden boş dolabın içine bu kez o sığmaya çalışıp kapağı kapattı. Yeterli olduğuna inandığı bir süre sonra kapağı Burcu açtı. Kısmet’e tedirgin bir bakış attıktan sonra çömeldi ve adamlardan daha küçük olan vücudunu onlardan daha rahat bir şekilde kıvırarak yerleşti. Kapıyı üstüne kapattıktan sonra kenarlardan içeriye sızan hafif ışıkta dolabın içinin pisliğini ve bir köşesine ağ yapmış örümceği gördü. Kesinlikle canlı olmasına rağmen hareket etmiyordu, belki gördüğü şeyler yüzünden şoka girmişti böcekceğiz. Ya da sadece evine gelen bu davetsiz misafirlere karşı tepkisizlik tavrını takınıyor, ölü taklidi yapıyordu. Kızı örümceği gördüğünde korkmuş muydu acaba?

   Sol omzunun bir an boşa düştüğünü hissetti ve baktığında duvar olması gereken yerin daha geniş, salon gibi, karanlık ama dolaptan daha aydınlık bir yere açıldığını gördü. Yüzlerini son yirmi dört saat içinde, yıllardır görüyormuş gibi ezberlediği iki kişi ayakta onu bekliyorlardı. Delikten çıkıp doğruldu ama arkasına baktığında dolabın içini göremedi. Hatta hiçbir şey yoktu, sadece mağaranın tabanı vardı.

   Etrafta çikolata olmasını bekliyordu ama yine de gördüğü manzaraya şaşırmıştı. Hayatında hep bir kalıptan çıkmış çikolataları görmüştü çünkü; bunlar ya kare, dikdörtgen, ya da tabanı düz yuvarlaklar şeklinde olurdu. Buradaysa rastgele eriyip akmış ve tekrar donmuş, şekilleri düzensiz ve özensiz bir yığın vardı duvarlarda. Tüneli andırıyordu mağara, iki ucu da nereye gittiğini gizleyecek kadar karanlık noktalara çıkıyordu. Tavan yer yer yüksek yer yer alçaktı. İçerisi sisli ve oldukça soğuktu. Sanki dev bir buzdolabındaymışım gibi, diye düşündü. İstemsiz olarak ellerini kollarına doladı.

   Bir bir yoktan var oldu az önce okulda bekleyen insanlar. Sayıları yirmi beşe yaklaştıkça Burcu’nun kalbi her şeyin farkında olduğunu hatırlatırcasına gümleme hızını artırıyordu. Tamamlandıklarında ise genç kadına göre canavarın bile duyabileceği bir gürültü çıkarmaya başlamıştı. İçeride mutsuzluğun kokusu ve umudu emen bir vakum vardı sanki. Tüm gözlere olumsuz bir ifade yerleştiriyordu sis.

   “Beni takip edin şimdi,” dedi Turgut Bey karşısındaki küçük kalabalığa. Ve yirmi beş çift ayak istemeyerek, mümkün olduğunca yavaş bir şekilde dinç adamı takip etti karanlığa doğru.



Başlık: Ynt: Dunganga
Gönderen: Althar - 25 Ağustos 2012, 15:42:28
Ah, kaçak gelmiş. "Son" yazısını görmediğime göre devam ediyor demektir. Arayı çok açma :D
Başlık: Ynt: Dunganga
Gönderen: asabi - 12 Ekim 2012, 02:23:35
Selamlar
devamı ne zaman gelecek merakla ve heyecanla bekliyorum
Başlık: Ynt: Dunganga
Gönderen: Galaxie - 17 Kasım 2012, 19:16:38
Spoiler: Göster
Takip edenlerden çok özür diliyorum arkadaşlar gecikme için. Ama değil yazmaya, okumaya bile fırsatım olmuyor bu ara inanın.

Bundan sonraki bölüm (son bölüm) gecikmeyecek bu kez. Bu hafta içinde onu da ekleyeceğim. Sözüm olsun :)



6

   “Ona ulaşmam lazım!”

   “Burcu Hanım lütfen durun, oraya çıkamazsınız!”
   
   Yarım saatlik buz gibi bir yürüyüşün ardından Ece’yi gördükleri yer yürüdükleri yerden çok daha yüksek tavanlı, salon gibi bir yerdi. Metrelerce yükseklikte çıkıntı yapmış bir çikolata kitlesinin üzerinde üstü başı ve ağzı çikolatayla kaplı bir şekilde uyuyordu küçük kız. Olanların farkında mıydı, yoksa hala zevkle yeme aşamasında mı uyuya kalmıştı, bilmiyordu Burcu. Ama kesin iki şey vardı, birincisi kızına ulaşmalı ve ona sımsıkı sarılıp kokusunu içine çekmeliydi. İkincisi ise kızın uyuduğu yer kesinlikle ulaşamayacakları kadar yüksekti ve oraya nasıl çıktığı konusunda hiçbir fikirleri yoktu.

   “Biliyorum, ama iyi mi değil mi bir şekilde kontrol etmeliyim!”

   “Gördüğünüz gibi uyuyor, nefes alıyor,” dedi Turgut. “Vakit kaybetmeden Dunganga’yı bulmalıyız. Sonunda nasılsa kızınıza kavuşacaksınız. Lütfen iş birliği yapalım.”

   İstemeyerek de olsa kabul etti. Elinden başka bir şey gelmiyordu zaten. Yaratık da ortalarda yoktu. Onu aramaları, bulmaları ve şu lanet oyunu yapmaları gerekiyordu.

   Burcu hiçbir şey söylemese de sessizliğinden anlamış olacak ki Turgut “O zaman şimdi yaratığı aramaya başlayalım,” diye mırıldandı. Genç kadının gözleri küçük kızın uyuduğu yere takılı halde yürümeye devam ettiler.

*****

   “Şu yaratık nasıl bir şey Turgut Bey? Böyle upuzun, iki kafası olan bir şey mi?” diye sordu Songül soğuğa yavaş yavaş alıştıkları birkaç dakikalık yürüyüşün ardından.

   “Evet Songül Hanım.”

   “Rengi gri-kahverengi gibi mi?

   “Hm hm.”

   “Kısa bacakları mı var?”
 
   “Evet, ama…” Hızla arkasına dönünce geriledi Turgut, bir el işareti yapıp herkesi arkasına aldı. İşte yaratık karşılarında duruyordu, daha doğrusu arkadan takip etmişti onları muhakkak. Üç metre boylarında, iki başlı, kolları anormal derecede uzun ve neredeyse yere değecek olmasına rağmen bacakları kısa, şapşal görünüşlü bir şeydi. Bacakları kısa olduğundan olsa gerek, çok yavaş hareket ediyordu. Şapşallığı ona sevimlilik de katıyordu aslında, ama Burcu bunu düşünüyor olduğuna bile kızdı. Kızını tutsak eden bu geri zekâlı dev sevimli filan olamazdı. Onların durduğunu fark edince yaratık da durdu. Herkesin donakaldığı kısa bir sürenin ardından fısıldayarak konuştu Burcu.

   “Turgut Bey, hadi ne yapacaksak bir an önce yapalım.”

   “Evet, şimdi duruyor olduğuna bakmayın. Biz şeklini alır almaz tekrar hareket edecek. O hareket ettikçe taklit etmemiz lazım. Yoksa durdurmamız mümkün değil.”

   Hakkında en çok şey bilen olduğundan olsa gerek, yerinden ilk kıpırdayan o oldu ve etrafındaki insanları koordine etmeye başladı. Ellerinden kollarında tutuyor, yeni yerlere yerleştiriyor, arada kafasını sallayıp pozisyonlarla tekrar tekrar oynuyordu. Bir yandan gözü sürekli yaratıktaydı hareket etmesi ihtimaline karşı. Şapşal yaratıksa sanki ne yaptıklarına anlam veremiyormuş gibi kafalarını sağa sola eğmekten başka bir şey yapmıyordu.

   Turgut tatmin olup başını salladığında yaşlı çift, şişman adam, Yağmur ve Kısmet’ten oluşan beş kişi yaratığın gövdesini, sarışın ve esmer kadın, Cevdet ve diğer genç kızdan oluşan dört kişi ikişer ikişer iki bacağını, on ikisi işçi adamlar ikisi de Songül ve oğlu olmak üzere yedişer kişi iki kolunu, Turgut ve Burcu da iki başını oluşturuyordu. Bir süre öylece yaratığın hareketsizliğini ve sessizliği beklediler. Bu arada Turgut ne olursa olsun iki boyutlu düşünmeleri gerektiği konusunda direktifler yağdırıyordu.

   Büyük bir homurtu adamın sesini kestiğinde içerinin soğuk sisine alışmış vücutları bu kez korkudan titremeye başladı. Bu “Harekete başlıyorum,” demekti belli ki. Çünkü kısa bacaklarının izin verdiği hızda tekrar yürümeye başladı yaratık.

   “Bacaklar! Hayır, öyle değil! İki boyutlu düşünün, iki boyutlu! Karşıdan geldiği için sağa sola hareket edemezsiniz! Birbirinize yaklaşıp uzaklaşarak sıklaşıp gevşemeniz gerekiyor! Havaya kalkan bacak kısalırken diğeri uzamalı! Şimdi komutumla, sağ taraf gevşeyecek, sol taraf sıklaşacak. ŞİMDİ!”

   “Kollar da sağa sola değil! Sadece çok hafif bir devinim, hafif bir hareket! Hah evet böyle!”

   Oflayıp puflayan bir avuç insan ne yapacağını bilemeden çırpınıyordu. İki başı oluşturdukları için şekli en iyi Turgut ve Burcu görüyordu. Yaratığı temsil ediyordu etmesine, ama hareketlerini temsil etmekten uzaktı bu şekil. Ve kimse suçlanamazdı, belki yaratık tam karşılarında olmasa da yan tarafı dönük olsa daha kolay olurdu. Çünkü o yürürken iki boyutlu düşünmek ve ona göre konum almak gerçekten zordu. Üstelik yaratık onlara yaklaştıkça odaklanmak daha da güçleşiyor, açık birer ağız taşıyan yüzler ve bedenler yaratığa doğru dönüyordu.

   “Dönerken birbirinizden bu kadar uzaklaşmayın, konumunuzu kaybetmeyin! Sağ bacak tamamen bozulmuş, yaratığa bakıyorken bir yandan da kendinize bakmanız lazım!”

   Bu arada Dunganga karşısındaki anlamsız gösteriyi ilgisizce izliyor ve hiç etkilenmemiş gibi görünerek onlara doğru yürümeye devam ediyordu. İnsanlar ise yaklaşan tehdide karşı hareketleri yapmakta güçlük çekiyorlardı. Mesafeyi tamamen kapattığında birkaç insan refleks olarak ellerini başlarına götürdü, ama yaratık onlara zarar vermek yerine ilgisizce yanlarından geçti.

   “Şimdi yanını görüyoruz, ona göre konum alın! En önemlisi kollar ve bacaklar! Bu kez sağa sola hareket edeceksiniz! Bacaklardaki ikişer kişi bacağın dizden kırılmalarını da canlandırmalı, dümdüz değil! Ah hayır, kopmayın o kadar!”

   Ancak böyle bir durumda sıcaklık bu kadar düşük olmasına rağmen terlenebilirdi. Hareketi canlandıramıyorlardı, yaratık hiç mi hiç etkilenmiyordu. Şekli aştığında bu kez arkası dönüktü onlara ve uzaklaşıyordu.

   “Şimdi yine ilki gibi yapıyoruz! Sağ sol yok! Kısalıp uzuyoruz!”

   Ama yirmi beş insan oldukları yerde küçük adımlarla kıpırdanırken yaratık çoktan uzaklaşmış, kıvrılan bir olukta gözden kaybolmuştu. Bir direktif almaya ihtiyaç duymadan aynı anda durdular ve hiç hareket etmeden gözlerini karşıda bir noktaya sabitlediler. Bu stabilliği bozan ise başını ellerinin arasında alıp çömelmiş Burcu’nun sesiydi.

   “Lanet olsun. Lanet olsun, LANET OLSUN! YAPAMIYORUZ!”

   “Sakin olalım. Bir kez daha deneyeceğiz.”

   Turgut bir kez daha herkesi peşine taktıktan sonra yaratığın peşine düştüler. Burcu’nun gözleri arkada bıraktıkları küçük kızını arıyordu sürekli, ama en azından az önce güvende göründüğü ve yaratıktan uzak olduğu için içi biraz da olsa rahattı.

   Yaratığı yakaladıklarında mümkün olduğunca yaklaştılar ona. Tekrar pozisyon aldılar ve Turgut direktiflere başladı. Dev bedenden çıkan homurtular ve homurtuları bastırmaya çalışan Turgut’unkinden başka ses yoktu mağarada. Bir ara iyi gibi gidiyorlardı, Dunganga yavaşlamaya başlamıştı. Ancak sonra dönüp arkasına baktı. Bedeninin dönüşünü ise canlandıramadılar ve yaratık tekrar önüne dönüp yürümeye başladı ve yine gözden kayboldu.

   “Yapamayız. Mümkün değil görmüyor musunuz, yirmi beş değil iki yüz elli kişi olsak da mümkün değil. Hareketlerini ön göremiyoruz. Tamamen canlandırmamız olanaksız. Bir başka yolu daha olmalı!”

   “Üzgünüm ama bir başka yolu yok Cevdet Bey. Bir şekilde canlandırmak zorundayız.”

   Geldiğine bin pişman olduğu yüzlerinden apaçık okunan insanlar bir bir oldukları yerde çöktüler. Turgut, Cevdet ve Kısmet tartışırken kalanların çoğu da aralarında gelmekle hata ettiklerini, söz konusu küçük bir kız olsa bile yöntemi duyduklarında ne kadar saçma olduğunu anlamaları gerektiğini konuşup duruyorlardı. Burcu ise karmakarışık bir sürü şey yaşıyordu. Bu kadar insanı saçma bir yola inandırarak getirmiş ve onların da burada hapsine sebep olmuştu. Yine de insanların pişmanlıklarını görmek içini vicdan azabından bin kat daha fazla acıtıyordu. Yöntemleri de işe yaramıyordu. Bu da hem orada kalacakları hem de kızını kurtaramayacakları anlamına geliyordu. Bir yandan Turgut’un başka yol olmadığına dair konuşmasını duyarken tek tek baktığı yüzlerin hepsinde kendisi dışında yönlendirileceği her yeri tercih eden kaçamak bakışlar ve kararsız, ümitsiz ifadeler vardı. Biri hariç. Yağmur, genç yaşlarındaki kız çok daha kararlı bakıyor ve bakışlarını kaçırmıyordu. İfadesi de okunamıyordu; gülmüyor, ağlamıyor, hiçbir mimiğini kullanmıyordu. Kızının bu yaşlarını hiç görebilecek miydi acaba? O da böyle kararlı ve güçlü olacak mıydı? Hayatını bir başkası için riske attığında ve başarısız olduğunda bile bu kadar kendinden emin olabilecek miydi?

   Birbirlerinden gözlerini ayırmadan durdukları o birkaç saniyede içine bir şeylerin dolduğunu hissetti ve gözlerini kırparak bağı kestikten sonra kalkıp Turgut’un üstüne yürüdü.

   “İşe yarayacağını söylemiştin! Kurtarabiliriz demiştin! Ne kadar saçma olduğunu görmüyor musun? Onu canlandıramayız!”

   “Ne kadar saçma olduğunu görebiliyorum! Ama bildiğim tek yol bu! Kızınızı kurtarmak için buradayım ve elimden bu kadarı geliyor. Yeniden ve yeniden denemekten başka yapılabilecek bir şey yok!”

   “Şu insanların hepsi de aynı amaç için burada. Onları buraya ben getirdim anlıyor musun? Hepsinin burada kalmasına göz yumamam! Yönteminin imkânsız olduğu apaçık. O yüzden ben gidip yaratıkla konuşacağım. Onu ikna etmeye çalışacağım.”

   Turgut bir süre gözlerini kısarak inanamıyormuşçasına baktı ve sesini alçaltıp cevap verdi. “Onunla konuşamazsınız. O konuşamaz, anlamaz. Anlıyor olsa bile kabul etmez, tepki vermez!”

   “Ne biliyorsun ki? Başka çarem yok gidip konuşacağım.”

   “Anlamıyor musunuz? Böyle bir yol yok! Tek yol elimizdekiler! KONUŞUP İKNA ETMEK DİYE BİR YOL YOK!”

   “NEREDEN BİLİYORSUN! YOLLARI SEN Mİ BELİRLEDİN!”

   “EVET!”

   Öylece karşısındaki adama baktı Burcu. Ne olup bittiğini, bu sözlerin ne anlama geldiğini kavrayamadı. Ne demek istiyordu bu adam? Gözlerini kaçırdı ve devam etti.

   “Yolları ben belirledim, çünkü bu benim rüyam. Benim kâbusum.”

   “Turgut Bey siz ne saç…” Kısmet’in konuşmasına izin vermeyen adam devam etti.

   “Benim kâbusum evet. Hem de onlarca yıl önce gördüğüm bir kâbus. Bu yüzden biliyorum. Bu yüzden problem çıktığında hep oradaydım. Çok saçma geliyor kulağa ama öyle. Devam ediyor çünkü tamamlanmadı. Tamamlamak için çok uğraştım ama tamamlayamadım.”
 
   Burcu onun gözlerinden bakıyordu sanki. Turgut’la gözlerinden ona dikilmiş yirmi dört çift göze ayrı ayrı baktı. Sonra belirli bir çiftte takılı kaldı. O iki gözde birçok şey vardı. İnanamazlık, şaşkınlık, kaybetme korkusu, saf korkunun ta kendisi. O gözler saatler içinde yıllarca yaşlanmıştı. O gözler kendi gözleriydi.

   Turgut bakışları sabit halde devam etti.

   “Çok üzgünüm. Ama canlandırmaya çalışmalıyız. Kâbus tamamlanmadığı sürece başka bir çıkış yolu yok.”
Başlık: Dunganga (Son bölüm)
Gönderen: Galaxie - 22 Kasım 2012, 22:39:47
   7

   “Bundan yıllar önce bir rüya görmüştüm. Daha çocuktum, neyin korkunç olup neyin olmadığını ayırt edemediğim zamanlardı. Ya da neyin gerçek olup neyin olmadığını. Dunganga’dan çok korkuyordum. Bir açık rüya değil, bir bilinçaltı rüyasıydı.

   Rüyamda çikolatalarla kaplı bir mağaradaydı Dunganga. Onun neye benzediğini daha önce bilmiyordum, ama kafamdaki yaratık bazı kitaplardan ve resimlerden gördüğüm korkunç yaratıkların korkunç uzuvlarının birleşiminden oluşuyordu. Dunganga rüyada mağaraya kısılmıştı. Mağaranın tüm giriş çıkışları çikolatalarla kaplıydı. Bu yüzden, yani mağaradan çıkabilmek için çocukları alıp hapsedip mağarasını temizlettirmeye çalışıyordu. Çocukları kurtarmanın tek bir yolu vardı, o da canlandırma yolu…

   Uyandığımda rüya tamamlanmamıştı. Mağara temizlenmemiş, içerideki çocuk da salınmamıştı. Ama saatler içinde rüyanın etkisinden çıktım. Daha sonra da yıllar boyunca rüya aklıma bile gelmedi.

   Çok uzun yıllar sonra bu kreşte –ve başka yakın bölgelerde de- çocukların kaybolduğu geldi kulağıma. Bu kötü haberler arttıkça üzerimde anlam veremediğim bir baskı oluşuyordu. Ve sonra rüyayı tekrar gördüm. Tamamen aynı şekilde. Denk gelen ilk çocuğun ailesine ulaşıp durumu anlattığımda aldığım tepkiyi tahmin edebilirsiniz… Onları inandırmam çok güçtü, anlattıklarım kendi kulağıma bile çılgınca ve mantıksız geliyordu. Canlandırma olayından yana değillerdi ve benim bir çeşit deli gösterici olduğumu düşünüyorlardı. Üzerimde çok yoğun bir baskı vardı, ben de rüyayı tekrar görmeye çalıştım.

   Ne yazık ki bu öyle kolay bir şey değildi. Başta hiçbir bilgim yoktu, daha sonra ise araştırmalarım sonucu ‘Açık Rüya’ denilen şeye rastladım. Çok çalıştım, birçok teknik denedim ve en sonunda rüyayı tekrar görebildim, ancak hiçbir seferinde rüyayı sonlandırmaya yarayacak kadar kalamıyordum. Ben de o zaman yeni bir yol uydurmaya karar verdim. Bu kez tek kişiyle yapılabilecek bir şey olmalıydı. O an aklıma gelen ilk şeyi kullandım, gramınca çikolata çıkarma yolunu.

   Çocuğun ailesini ikna edemeyeceğimi bildiğim için mağaraya tek başıma girdim. Çikolataları aldım ve kollarımda kaybolan çocukla geri döndüm. Onu ailesine teslim ettikten sonra da ne zaman böyle bir kaybolma olsa çağırılır oldum.

   Daha sonra çok kez rüyayı tekrar görmeyi denedim, ancak sanıyorum üzerimde yeterince baskı olmadığı için göremedim. Ben de yapabileceğim tek şeyi yaptım, kayıpların olduğu yerlerdeki insanlara çözüm yolunu anlattım çocukları kurtarabilmek için.”

   Dakikalar birbirini kovaladıkça adamın söyledikleri daha da anlamsız geliyordu Burcu’nun kulağına. Birbirine doladığı kolları ve bacakları da vücuduna sanki bir kalkan yapmış, ne içeriye bir kelime almak istiyor, ne de dışarıya bir kelime sızdırmak istiyordu. Ama işte pervasızca kulaklarından girip beynine kadar ulaşıyorlardı ve orada inandırıcı olduklarını değerlendirmek bile imkânsızdı. İnandırıcılık kelimesi anlamını kaybedeli bayağı olmuştu. Bu kadar olaydan sonra muhakeme yeteneği de zarar görmüştü ve yapabildiği tek şey hiçbir şey söylemeden, hiç hareket etmeden oturmaktı.

   Turgut sözlerini bitirdikten ve bir süre sustuktan sonra hiç kimseden bir tepki alamayınca bitirdiğini kanıtlarcasına kollarını açtı. Kısmet saçlarıyla oynuyor ve parmaklarını çatırdatıyordu. Müdür velilerine bakıyordu; velileri de bir ona, bir Burcu’ya, bir Cevdet’e. İşçilerin bakışları birbirlerindeydi. Gözleri yere bakıyor olmasına rağmen oturduğu yerden tüm bunları görebiliyordu Burcu.

   “Sonuç olarak canlandırmayı tekrar denememiz gerekiyor, başka yolu yok.”

   “Tüm bunlar sizin yüzünüzden mi yani Turgut Bey?” dedi Kısmet fısıltı ve hırıltı arasında bir ses tonuyla.

   “Benim yüzümden? Bir bakıma öyle diyebiliriz evet ama inanın benim hatam değil. Böyle şeyler oluyor etrafınızda. Görmüyorsunuz ama oluyor. Görseniz de inanmazsınız, birçoğunuzun duyduğunuzda bana inanmadığınız gibi. Ama böyle şeyler var!”

   Yavaşça yürüyüp yerde kollarını ve bacaklarını kendine çekmiş oturan genç kadına yaklaştı. Bacaklarının üstüne çöktü ve kollarını onun omzuna doladı.

   “Burcu Hanım, çok üzgünüm. Buraya hepimiz kızınızı kurtarmaya geldik ve vazgeçmek için henüz çok erken. Denemeye devam etmeliyiz.”

   Birkaç saniye sarılmaya devam ettikten sonra gözlerinin içine baktı Burcu’nun. Birini suçlamak istese de gözlerine adamın kendisini suçlayacak bir ifade yerleştiremiyordu. Adam da bunu görmüş olacak ki gülümsedi ve elinden tutarak ayağa kaldırdı onu. Daha sonra canlandırma hakkında birkaç şey daha söyledikten sonra herkesi yaratığın tekrar peşine düşmek için ikna etti.

   Yirmi dakika sonra onu tekrar bulduklarında hala yürüyordu yaratık. Turgut bağır çağır tekrar pozisyon verdi herkese.

   “Sağ bacak biraz daha kısal! Kollar daha az hareket etmeli, daha yavaş ve kopmadan! Burcu Hanım biraz sağa!”

   Ne kadar bağırsa, ne kadar uğraşsa da yine olmadı. Yaratık gözlerinin alabildiği noktadan çıkmadan uyutamadılar onu.

   “Belki de aynı anda onu takip ederek denemeliyiz. Böylece görüş hizamızdan çıkmaz.”

   “Hayır Turgut Bey, boşuna uğraşıyoruz. Belki de siz rüyayı tekrar görmeye çalışmalısınız!”

   Gözlerini devirdi, “Hiç denemedim mi sanıyorsun Kısmet? Ben bunu defalarca denedim zaten!”

   Burcu o an bir tartışmayı daha kaldıramayacağından yine çöktü. Gözlerinden kurtulup oluk oluk akan yaşlara engel olamıyordu artık, burada kapana kısılmışlardı. Çıkamazlardı, kızını kurtarma ihtimalleri hiç yoktu. En kötüsü burada başkalarının kızları, oğulları, anneleri, babaları vardı. Ve hepsi kim bilir belki de sonsuza kadar orada kalmaya ve çikolata yemeye mahkûmlardı.

   Kısmet teselli verircesine ona sarılırken Turgut tekrar konuştu.

   “Keşke başka bir yolu olsa ama lanet olsun yok. Rüyayı tekrar görmem çok zor, çok çok düşük bir ihtimal!”

   “Ama az önce ne dediğinizi hatırlamıyor musunuz?” arkalardan gelen bu ince ses hepsinin bakışını oraya yöneltti.

   “Ne dedim?”

   Devam etti Yağmur. “‘Sadece baskı altında rüyayı görebiliyorum,’ dediniz. Şu an yeterince baskı altında değil misiniz? Hiç bu kadar çaresiz oldu mu durum?”

   Anlamıyormuş gibi baktı kıza Turgut.

   “Evet! Evet öyle dediniz Turgut Bey, belki de şimdi görebilirsiniz rüyayı!”

   “Evet, baskı altındayım ama… Bilmiyorum… Ben…”

   O an dakikalarca süren bir mırıltı başladı. Çoğu insan böyle saçma bir şeye ihtimal vermiyor, az bir kısmı ise rüyayı görmeyi denemesi için Turgut’u ikna etmeye çalışıyordu. Burcu ise yine bir köşede olup biteni izliyor, içinde yanan cılız ışığın umuda mı yoksa öfkeye mi ait olduğunu çözmeye çalışıyordu. Bunun denenmesini istiyordu ama gerçekten böylesine mantığa sığmayan bir şey gerçek olabilir miydi? Sadece rüyayı görse ve bitirse tüm bunlar sona erebilir miydi?

   “İnanın bana, bu bir zaman kaybı olabilir.”

   “Ne fark eder ki? Sürekli onu takip edip şu saçma canlandırmayı yapmak da zaman kaybı değil mi?”

   Ece ne yapıyordu acaba şimdi? Hala uyuyor muydu? Uyanmış mıydı? Korkuyor muydu, ağlıyor muydu? Yanına gitmeye karar verdi Burcu, ulaşamasa da en azından görmeliydi onu. Bu gürültü patırtıyı dinlemektense kızının nefes alıp verişini izlemeliydi. Ne de olsa sonucu önemli değildi onun için, iki ihtimalde aynı derecede kısır gibiydi.

   “Burcu Hanım nereye gidiyorsunuz?”

   “Kızımın yanına.”

   Kısa bir duraksamanın ardından devam etti Turgut. “Ama ona ulaşamazsınız. Hep beraber kalsak daha iyi olur.”

   “Öyleyse hep beraber oraya gidelim. Burada neyi bekliyoruz ki? Aah doğru… İki imkânsız ihtimalden hangisini seçeceğinizi bekliyoruz!”

   Ve hiç duraksamadan devam etti Burcu. Diğerleri de arkasından tabi.

   Kulağını tıkamaya çalıştığı tartışmalar devam ederken dakikalar sonra vardılar Ece’yi bıraktıkları yere. Pozisyonunu değiştirdiği için üstü biraz daha çikolata olmuştu ama hala uyuyordu. Ah ne kadar da güzeldi… Belki söz sahibi kişinin Burcu olması gerekiyordu, ama bu bir kez daha umurunda değildi. Ne karar verirlerse versinler gözlerini kızından bir an olsun ayırmayacaktı.

   “Peki! Peki tamam. Deneyeceğim. Umarım bu bir vakit kaybı olmaz.”

   Ona uygun bir yer buldular ve adam uzandı. Uzaktan çok komik görünüyordu. Sanki bu kadar derdin arasında kestiriyormuş, kaytarıyormuş gibiydi. Herkes sesini minimuma indirdi. Birçoğu hareketsizlikten titremeye başlamıştı tekrar. Kulisler devam ediyordu. Bir tek kişi hariç. O sadece gözlerini bir noktaya dikmiş oturuyordu.

   Dakikalar geçmişti ki anlayamadıkları bir sebepten ötürü eğildi hepsi ve midelerinde ne var ne yok çıkardılar. Ortalık birden bire iğrenç kokmaya başladı ve vücut ısıları yükseldi. Bedenlerinin kontrolünü kaybettiler ve çikolatalara amaçsızca saldırmaya başladılar. Hiç kimse ne olduğunu anlayamadı. Engel olamıyorlardı, tek yaptıkları en yakında bulabildikleri çikolata parçalarını –ki her taraf çikolata sarkıt ve dikitleri ile doluydu- midelerine indirmekti.

   Cevap Burcu’nun kafasında yavaş yavaş belirirken onaylayan hırıltıları duydu. İşte hantalca adımlar atarak yaklaşıyordu cevap onlara. Sorunu çözmeleri için onlara biraz vakit tanımıştı belli ki, ama o vakit dolmuştu ve şimdi hepsi bu lanet şeyin bir parçasıydı. Onun iğrenç mağarasını temizlemek için birer araçlardı sadece.

   Canı yanıyor ve gözlerinden yaşlar geliyordu. Vücut ısısı sürekli artıyordu. Bu ısı acaba gerçekten vücudundan mı geliyordu yoksa mağaranın havası birden ısınmaya mı başlamıştı? Bir çocuğa belki başta güzel gelebilirdi. Ama işin gerçeğini bilen Burcu’ya en başından iğrenç geliyordu. Sadece yeni çikolatalara yönelebiliyor, başka hiçbir kasını kullanamıyor, onun istemediği hiçbir hareketi yapamıyordu. Sadece yiyor yiyor ve yiyordu.

   Neden sonra aklına korkunç bir şey geldi, ya Turgut uyumamışsa? Ya o da çikolataları yemeye başladıysa? İşte o zaman hiçbir kurtuluşları kalmazdı. Mideleri iflas edene kadar, ölene kadar, hatta belki daha kötüsü ölemeden sonsuza kadar çikolataları yer dururlardı.

   Yavaşça dönerek yan taraftaki çikolatalara yöneldi Turgut’u görüş alanına alabilmek için. Bir yandan umutlanıyor, bir yandan da uyuyor olsa bile rüyayı göremeyeceği ihtimalini düşünüyordu.

   Ağzı tıka basa çikolatayla dolu olsa da bir oh çekti adamı uyuyor görünce. Hepsini kontrol alan bu tuhaf etki onda işe yaramamış gibiydi, tıpkı Ece uyuyorken onda işe yaramadığı gibi.

   Yirmi beş kişi hiç durmadan çikolataları yerken mağara gittikçe daha da fazla ısınmaya başladı. Burcu terliyordu ve diğerlerinin alınlarındaki küçük damlaları da görebiliyordu. Bunun kusmakla veya çikolata yemekle alakası olamazdı. Bir şey mağarayı ısıtıyordu.

   Onlara saatler gibi gelen bir sürenin ardından ısı inkâr edilemez bir boyut aldı ve çikolatalar yumuşadı. Yumuşayan çikolatalar damlayacak hale geldikçe Burcu’nun içindeki cılız alev gittikçe büyüyordu. Şüphesiz bunu Turgut yapıyordu, rüyaya ulaşabilmiş olmalıydı! Kahverengi madde akışkan kıvama gelip kollarının bacaklarının arasından akarken düşündü, umutsuzluktu bu umudu yaratan. En umutsuz anda en büyük baskıyı hissedip rüyayı görmüş olmalıydı Turgut, aydınlık en karanlık anı takip ediyordu her zaman olduğu gibi.

   Tüm bu duyguları berbat eden bir şey gördü o an. Ece’nin üstünde uyuduğu çikolata parçası da eriyordu. Yerinden kurtulmak üzereydi. Belki her şeyi başardıklarını düşündüğü için Ece’nin altındaki kitleyle beraber kayıp yere düşüşü ona hayal gibi geldi. Gerçek olamazdı. Kızı yere çakılmış olamazdı. Onlarla aynı seviyede yatıyordu bu kez. Acaba uyuyor muydu hala? Ölmüş müydü? Yaratığın kontrol edemediği tek organı vücudunun içinde bir yerlerde çırpınmaya başladı.

   Birkaç dakika sonra yaratığı bile şaşırtan bir şey oldu. Güneş ışığı! Arkalarda bir yerlerde eriyen çikolatalar aktığı bir oluktan güneş ışığı görünüyordu. Bu kesinlikle Turgut’un işiydi! Rüyaya ulaşmış, mağarayı ısıtmış ve çıkışı yaratık için açmıştı. Hepsinden çok yaratık afallamıştı. Hantalca arkasını döndü ve bir süre ışığı izledi. Sonra birkaç adım daha attı ve biraz daha durdu yerinde. Böyle böyle iyice yaklaşmış oldu gediğe. Onları artık kontrol etmiyordu belli ki çünkü Burcu yerinden fırlayıp kızının yanına ulaşabildi. Uyuyor olduğu için aldığı uzun soluklar genç kadının yüzüne kocaman bir gülücük olarak yerleşti. Erimiş yumuşak çikolatalar düşüşü hafifletmiş olmalıydı. Bir daha hiç bırakmayacakmış gibi sarıldı kızına. Çikolatalarla kaplı olmasına rağmen derinlerden o güzel kokusunu alabiliyordu. İşte şimdi her şey yolundaydı. Hemen hemen her şey.

   Herkes gözlerini yaratığa dikmiş ne yapacağını merak ediyordu. Yaratıksa hiçbir şeye anlam verememiş gibi gediğin önündeydi hala. Hantalca dönüp esirlerine baktı tekrar. Hantaldı evet, ama korkunç değildi.

   Tekrar önüne dönüp sırtından onu taşımayacak kadar ince iki kanat çıkardığında, o kanatları çırparak havalandığında ve gedikten uçup gittiğinde ise verdiği korkunç his de tamamen kayboldu.

   Sevinmelerine fırsat kalmadan dışarıdaki güneş akşam oluyormuşçasına parlaklığını kaybetti ve mağarayı git gide artan bir karanlığa boğdu. Öyle bir arttı ki bu karanlık, gözleri açık mı kapalı mı anlayamaz oldular. Birkaç deneme yaptıktan sonra gözlerini açtıklarında ise kendilerini kalorifer dolabının önünde buldular tekrar. Tamamı oradaydı, hiçbir eksik olmadan.

   Etrafındaki sevinç çığlıklarını, coşkulu sarılmaları hiç görmüyordu Burcu. Bebeği kucağındaydı. Tehlike geçmişti.

   Ayağa kalkıp mağaradan dönen diğer insanlara döndüğünde herkesin sesi kesildi. Hepsinin yüzü gülüyordu yine de. En çok da Turgut’un, günün kahramanının. Bu genç kadının söyleyeceği son birkaç kelimeyi bekliyorlardı. Gözlerdeki damlalar çok net seçilebiliyordu çünkü sabah olmuştu. Karanlık herkes için geride bırakılmıştı.

   “Kızım için ve benim için tehlikeye girdiğiniz ve bunca kötü şey yaşadığınız için özür diliyorum. Ve her şey için gerçekten ama gerçekten çok teşekkür ediyorum hepinize…” sözlerinin yerine gittiğini anlamak için de tüm gözlere tek tek baktı kendi gözlerinden yaşlar akarken.

   “Hahhaa! Yaptım! Başardık! Hem de tamamen bitti artık! İnanamıyorum! Şimdi hepimiz gidip pastanemde birer dilim pasta yiyebiliriz! Çikolatalı değil elbette, meyveli! Hahhaa!

   O kelimeyi duymaya bile tahammülü yoktu artık Burcu’nun. “Teşekkür ederim. Ama sanırım yatağında uyandığında elini tutup ona kâbusunun bittiğini söylemeliyim.”

   Gülümsedi ve küçük kızı kucağında, dolabı arkasında bırakarak sabaha adım attı.

Spoiler: Göster
Araya çok zaman girdiği için ve ben hikayeden soğumaya başladığım için vakit bulur bulmaz bir an önce bitirmek istedim. O yüzden bu son iki bölüm aceleye gelmiş olabilir ve bu nedenle muhtemelen birçok hatası vardır. Ama bundan sonra daha dikkatli ve daha özenli yazdığım yazılarla çıkacağım karşınıza :)
Başlık: Ynt: Dunganga
Gönderen: cemaziyel - 23 Kasım 2012, 12:53:05
Elinize sağlık :)

En çok dikkatimi çeken şey maceraya atılan bunca karakter içinde hiç kötü karakter olmaması... Herkes iyi niyetli. Hatta Dunganga bile aslında gökyüzüne kavuşmak için çabalayıp duran bir canavarcağız çıkıyor ve ben sizin öykülerinizdeki bu bakışınızı seviyorum :)

Çikolata tadında bir masal olmuş diyebilirim :) Elinizden daha çok okumak dileğiyle...
Başlık: Ynt: Dunganga
Gönderen: Galaxie - 25 Kasım 2012, 00:44:07
Güzel yorumun için çok teşekkür ederim cemaziyel, aslında bahsettiğin şey bir eksiklik de olabilir. Bilmiyorum açıkçası :D ama beğenmene gerçekten sevindim.