Kayıp Rıhtım Arşiv Forum

Kurgu Güncesi => Kurgu İskelesi => Konuyu başlatan: mit - 20 Şubat 2013, 15:43:53

Başlık: Son Nokta
Gönderen: mit - 20 Şubat 2013, 15:43:53
(http://www.boomer-livingplus.com/assets/EE%20101511%20BSLI-First-Paragraphs.jpg)


Son Nokta'ya hoş geldiniz. Ya da daha bilinen adıyla hikaye tamamlama... Çok basit ama eğlenceli bir mini-etkinlik bu. Bir ara bloglar ve edebiyat sitelerinde çok popülerdi. Hâlâ yapılıyor mu bilmiyorum ama bir tanesini burada hortlatma niyetindeyim.

Katılmak da çok kolay. Tek yapmanız gereken o hafta / ay / yüzyıl (!) için verilen kısa bir paragraftan yola çıkarak o hikâyeye bir son yazmak. Tamamen sizde uyandırdığı hislere, duygulara ve hayal gücüne göre hareket etmekte serbestsiniz. Tür seçimi de serbest... Bilimkurgu, polisiye, dram, macera, fantastik... (Parlayan vampirlerin kalbine itinayla kazı çakılacaktır). Tek şartı şu: ne çok uzun ne de çok kısa olacak. Bu bir "Kıpkısa hikâyeler" köşesi değil, ama aynı zamanda bir Kurgu İskelesi ya da Düşler Limanı da değil.

Örnek olması açısından geçen yıllarda katıldığım bir etkinlikteki paragrafı, sonra da benim "son noktamı" burada paylaşacağım. Herkesten ne kadar farklı şeyler çıktığını görmek, inanın şaşırtıcı olacak. Hazırsanız kalemlerinizi hazırlayın. İşte ilk paragraf:

"Aceleyle arabanın kapısını açıp, hiç beklemeden motoru çalıştırdı. Zor bir gündü, yorgunluğunu bir an olsun azaltacağını düşündüğü şarkıyı dinlemek için teybe eski bir kaset koydu. Önünde uzanan ıssız yolda hafifçe çalan müziği dinlerken camı araladı, artık köprüye yaklaşmıştı. Yan koltukta duran..."
Başlık: Ynt: Son Nokta
Gönderen: mit - 20 Şubat 2013, 15:49:50
Aceleyle arabanın kapısını açıp, hiç beklemeden motoru çalıştırdı. Zor bir gündü, yorgunluğunu bir an olsun azaltacağını düşündüğü şarkıyı dinlemek için teybe eski bir kaset koydu. Önünde uzanan ıssız yolda hafifçe çalan müziği dinlerken camı araladı, artık köprüye yaklaşmıştı. Yan koltukta duran silahı alıp, camdan dışarıya, akan sulara fırlattı. Her şeyin bittiğini düşündüğü o anda teypten yükselen şarkı birdenbire, cızırdayarak susuverdi. Ardından bir sessizlik...

"Bu kadar kolay kurtulacağını ummuyordun, değil mi?" diyen bir ses duyuldu teypten. O'nun sesiydi bu! Bu hırıltılı ve genizden gelen tonu başkasıyla karıştırması mümkün değildi. Bu sesi duyduğu güne lanet okudu. "Şu anda eminim bana lanet okuyorsundur." diyerek keyifle devam etti sesin sahibi konuşmaya. "Emirlerimi yerine getirdiğini biliyorum. Çünkü seni tahmin ettiğinden de iyi tanıyorum. Oraya gittin ve adamımızı soğukkanlılıkla öldürdün. Silahtan kurtuldun ve günahlarınla baş başa kalmamak için o eski kaseti teybe taktın. Tıpkı bundan önce benim için işlediğin onlarca cinayetten sonra her zaman yaptığın gibi…”

Adam sert bir fren yaptı ve duyduklarına inanamaz bir biçimde teybe bakakaldı. “Seni tanıdığımı söylemiştim.” diye devam etti teypteki ses, büyük bir hazla. “Emrimdeki tüm adamları iyi tanırım. Özellikle de kirli işlerimi yapanları… Sana körü körüne güveneceğimi düşünmüyordun, değil mi? Her neyse… Bu sabah ayrılmak istiyorum martavalıyla odama girdiğinde kendi biletini kendin kesmiş oldun zaten. Kimse benden ayrılamaz, hiç kimse!”

Arkasından gelen klakson sesi adama yolun ortasında durmuş olduğunu hatırlattı. Okkalı bir küfür savurup arabasını kenara çekti. Bu esnada teypteki hırıltılı ses konuşmasına devam ediyordu. “Biliyorum, bu son işi hallettikten sonra gidebileceğini, serbest kalacağını söylemiştim. Gerçekten de gitmek istediğin her yere gitmekte serbestsin. Ama şunu bilmeni istedim. Şu anda sevgili çalışma arkadaşların az önce terk ettiğin ofisi senin parmak izlerinle doldurmakla meşgul. Ayrıca daha önce işlediğin cinayetlerle ilişkilendirilmeni sağlayacak ufak detayları da en mankafa polisin bile görebileceği yerlere yerleştirdiklerini bilmem söylememe gerek var mı? Sakın aklını bütün suçları benim adıma işlediğini itiraf edip bu işten yakanı sıyırabileceğin gibi aptalca fikirlerle doldurma. Benimle resmi hiçbir bağlantın yok, hiçbir şeyi ispat edemezsin. Hem etsen bile en nihayetinde polis de benim için çalışıyor. Sonuçta ben saygın bir iş adamıyım.”

Ses keyifle kahkaha attı. Kahkahası bile hırıltı halinde çıkıyordu. “Bu sabah sana söylediğim gibi… Sen teşkilatı terk edemezsin evlat, teşkilat seni terk eder. Elveda…”

Bu son sözle birlikte teypten garip gıcırtılar ve sesler yükselmeye başladı. Ardından da hafif bir duman eşliğinde kasetin bantları dışarı fırlayıverdi. Kendini imha etmişti. Böylelikle adamın elindeki tek delil de yok olmuş oluyordu. Aynı anda uzaktan gelen siren sesleri çalındı kulağına. Hem gittiği yönden hem de geldiği yönden kendisine yaklaşan ekip otolarını gördü. Eski patronu, polisin kendisi için çalıştığını söylerken şaka etmiyordu anlaşılan. Eli hayatına son verdirme düşüncesiyle silahını aradı ama sonra onu az önce akan sulara fırlattığını hatırlayarak küfür etti. Acı acı gülümsedi. Her şey bitmişti, hiç ummadığı bir biçimde…
Başlık: Ynt: Son Nokta
Gönderen: cemaziyel - 05 Nisan 2013, 12:31:42
Aceleyle arabanın kapısını açıp, hiç beklemeden motoru çalıştırdı. Zor bir gündü, yorgunluğunu bir an olsun azaltacağını düşündüğü şarkıyı dinlemek için teybe eski bir kaset koydu. Önünde uzanan ıssız yolda hafifçe çalan müziği dinlerken camı araladı, artık köprüye yaklaşmıştı. Yan koltukta duran küçük kırmızı parıltı ancak o zaman dikkatini çekmişti. Bu az evvel camın kapalı olduğunu unutarak dışarı salladığı sigara izmaritiydi. Daha doğrusu onun sebep olduğu küçük çaplı yangın.

Yangın küçük çaplı olabilirdi fakat Burcu'nun telaşlanması için yeterli bir sebepti. Zaten onun huyu böyleydi. Bir keresinde evine karınca dadanmıştı. Sanki filler basmış gibi tam iki hafta boyunca şikayet edip durmuştu. En sonunda iş arkadaşlarından bir tanesi sadece o sussun diye evine gidip karıncaların yuvasının yanına limon koymuştu. Karıncalardan kurtulmuştu kurtulmasına da o günden sonra evin küflü limon kokması en büyük problemi haline gelmişti. Limonu koyan arkadaşına söylenip duruyordu. Limonu atmak da istemiyordu. Çünkü karıncaların geri gelmesinden korkuyordu.

Küflü limon kokusundansa taze limonu tercih etmesini söyledi bir başka arkadaşı. Bu fikir aklına yatmıştı. Her gün bir başka limon bırakmaya başladı yuvanın yanına. Bir hafta sonra kabaca bir hesap yapıp hergün alınan bir yeni limonun ekonomik olarak kendisini çok yoracağından şikayet etmeye başladı. Bir başka arkadaşı sigaranın daha zararlı olduğundan onu bırakırsa limondan şikayet etmesine gerek kalmayacağından söz edince bu fikri de tuttu. Sigarayı bıraktı.

Sigarayı bırakmak maddi olarak onu rahatlattı mı, kimse fark etmedi. Herkesin fark ettiği şey Burcu'nun artık her şeyden daha fazla şikayet ettiğiydi. Artık tek bir şeye bağlanıp kalmıyordu da. Dakikada altı farklı konuda şikayet ederek kendi rekorlarını alt üst ediyordu. Tabi ki bu istatistikleri arkadaşları tutuyorlardı. Hatta Burcu'nun şikayetleri üzerine bir bahis oyunu çıkmıştı şirkette. herkes bir rakam söyleyip para yatırıyor ve gün sonunda en yakın sayıyı tutturan büyük ödülün sahibi oluyordu.

Başlarda herkes için basit bir eğlenceyken büyük bir çılgınlığa dönüşmüştü bu bahis işi. insanlar maaşlarını ortaya koymaya başlamıştı. Tabi ki çok yüksek sayılar söyleyenler o gün Burcu'nun daha fazla şikayet etmesi için yapmadıklarını bırakmıyorlardı. Burcu'nun şirketteki hayatı artık kabusa dönmüştü. Şikayet etmekten hiçbir işi yetiştiremiyordu fakat yine de işten kovulmuyordu çünkü genel müdürü de bu bahis olayına feci halde kendini kaptırmış durumdaydı. Şirketteki insanlar için artık o bir insan değildi. Bir yarış atı, bir dövüşçü köpek, her gün televizyonlarda izledikleri yarışmaların canlı hallerinden biriydi sadece.

O gün bu insafsız oyunun bir parçası olduğunu öğrendiği gündü. Ona acımış olan arkadaşlarından birisi, ki aslında acımamıştı sadece bir çılgınlık yapıp hiç şikayet etmeyeceğine oynamıştı, ona bütün her şeyi açıklamıştı. Burcu da bütün gün hiçbir şey söylemeden usulca istifasını verip çıkıp gitmişti. Arkadaşı işinden kovulmuştu ama önemli değildi Zaten kendi işini kurabilecek kadar zengin olmuştu.

İşten çıkınca yaptığı ilk iş bir paket sigara almak olmuştu. Paketten seçtiği ilk kurban yan taraftaki koltuğu tutuşturmakla meşgulken, o da frenle gazın yerini karıştırmış köprünün bariyerlerine doğru hızla yol alıyordu. Bariyerleri aşan tekerlekler zeminden kurtulunca çırpınmayı bıraktı. Sessizce teslim oldu boşluğa. Kendi kendine karıncaları düşünüyordu. Limonun fiyatını... ve sigarayı... "Burcu!" dedi kendine, "senin aslında en büyük problemin başkalarının düşüncelerine çok fazla önem vermen..."
Başlık: Ynt: Son Nokta
Gönderen: Gülbüyüsü - 09 Nisan 2013, 01:06:32
         Aceleyle arabanın kapısını açıp, hiç beklemeden motoru çalıştırdı. Zor bir gündü, yorgunluğunu bir an olsun azaltacağını düşündüğü şarkıyı dinlemek için teybe eski bir kaset koydu. Önünde uzanan ıssız yolda hafifçe çalan müziği dinlerken camı araladı, artık köprüye yaklaşmıştı. Yan koltukta duran hediyeye kaydı gözleri. Kızı onu bekliyor olmalıydı. Karısı ve kızı bir haftadır karısının annesinde kalıyorlardı. Ev şehir dışında, kafa dinlemeye birebir küçük bir çiftlik eviydi. Bu hafta sonunu orada geçirecek, pazar akşamı eve döneceklerdi. Kendine zaman ayırmalayı ne kadar olmuştu? Hatırlamakta güçlük çekeceği kadar çok! Karısıyla ilişkileride bu yüzden geriliyordu. Ailesine ayırdığı zaman gittikçe azalıyor ama para hırsı doymak bilmiyordu. Nihayet iki gününüde ailesiyle geçirmenin zamanının geldiğini anlayıp onları bizzat almaya gitmeye karar vermişti.

         Araba köprüden sonra belirgin şekilde bozulan tozlu yolda ilerlerken hala yarım kalan işlerini düşünüyordu aslında. Manzara gri çelikten, yeşil ve kahverengiye ne zaman dönmüştü hatırlamaya çalıştı. Uzun zamandır iş toplantıları dışında şehir dışına buna benzer küçük bir kaçamak yapmamıştı. Biraz çiftlik havası zihnine iyi gelirdi belki. Bu hafta yoğun bir tepmosu olmadığı için şanslıydı. Her dava onun için yeni bir gelir kapısıydı. Kızına bırakacağı iyi bir gelecek demekti. Müvekkilin haklılığı değil, parası önemliydi. Önceleri körü körüne savunduğu haklılık ona pek para kazandırmayınca yönünü çevirmeye karar vermişti. Para güç, güç güven demekti; kızı ve kendisi güvendeydiler. Kızı oyuncağını gördüğünde ona sarılacak ve oda görevini yapmış bir babanın iç huzuruna kavuçacaktı. Karısınada bir hediye almıştı. Onunki cebindeydi. bir süredir ilişkileri mesafeli ve soğuktu ama belki artık bir şeyleri düzeltebilirlerdi. Ona aldığı yüzüğü gördüğünde buzların eriyeceğini düşünüyordu. İki gündür pek görüşmemişler, sadece kızıyla konuşabilmişti. Bu sürpsiz onları kesin çok şaşırtacaktı.

          Çİftliğe yaklaşık on beş dakika sonra varacaktı. Teyipte çalan şarkı onu yıllar öncesine götürmüştü. Daha mesleğe yeni başladığı senelere. Paralarının az olduğu, mutlu olmak için hayallerinin büyüklüğüne güvendikleri senelere. Karısıyla büyük bir aşkla evlenmişler ama şimdi iki yabancı olmulardı. Oysa para çoğaldıkça mutlulukta artmalı değil miydi? Yaşam standartları yükseldikçe, evleri büyüdükçe ailesindeki sıcaklık azalmış, evin içindeki mesafeler artmıştı. Büyük bir ev rahatlık değil uzaklık getirmişti evliliklerine. Şarkı çalmaya devam ederken yolun iki tarafında uzayıp giden bahçelere  baktı. Ağaçlardaki meyveler gözüne hiç olmadığı kadar lezzetli ve çekici göründü. Sonra geçen yıllarını düşündü ve duvarların arasında arcadığı fazladan zamana acıdı. Yeterince parası vardı ama evliliği neredeyse yıkılmak üzereydi. Birden çalan cep telefonuyla düşüncelerinden sıyrıldı. Cebinden çıkardığı telefonu gayri ihtiyari ekrana bakmadan açıverdi.

'Hastanedeyiz, Selin intihar etti. Yoğun bakımda. Kız kardeşim ölüyor Nihat! Karın senin yüzünden ölüyor!
         
          Bir an dünya durdu. Konuşmak istedi ama kelimeler dudaklarından uçup gitmişler gibi sessiz kaldı. Karşı taraf bir şeyler daha söyleyip telefonu kapattı. Bir kaç dakika daha sürdü arabayı şuğursuzca. Selin! Ölüyor muydu? Elini cebine attı, yüzük kutusuna dokundu ve arabayı hastaneye gitmek için ilk uygun yerden çevirirken hüngür hüngür ağlamaya başladı. O hastaneye varacaktı ama Selin hayatta olacak mıydı? Boşa giden yılları bu ölümle mühürleyip gitmeden ona yetişebilecek miydi? Arabayı sürdü ağladı, ağladı sürdü...
Başlık: Ynt: Son Nokta
Gönderen: - 25 Nisan 2013, 17:12:51
Aceleyle arabanın kapısını açıp, hiç beklemeden motoru çalıştırdı. Zor bir gündü, yorgunluğunu bir an olsun azaltacağını düşündüğü şarkıyı dinlemek için teybe eski bir kaset koydu. Önünde uzanan ıssız yolda hafifçe çalan müziği dinlerken camı araladı, artık köprüye yaklaşmıştı. Yan koltukta duran dosyaları arka koltuğa bıraktı. Köprüde durdu. Bekledi. Kapı açıldı, kız bindi.
- İyi akşamlar.
- İyi akşamlar.
- Baya dakiksin ha, 10'da dedin, bir saniye bile gecikmedin.

Kadın sohbeti sürdürmeye yeltendiyse de adamın sessizliği hevesini kursağında bırakmıştı. Hem böylesi daha iyiydi. Adamın çok konuşanı çekilmiyordu. Arabaya şöyle bir göz gezdirip çantasından sigarasını çıkardı.
- Mahsuru var mı?
- Ne? Ha... Sorun değil.
- Olur ya, bazıları kıl oluyor, içtirmiyor sigara arabasında, bi keresinde bir doktorla çıkmıştım işe, demediğini bırakmadı bir çöp sigara yaktım diye.
- Sorun değil.

Adam sadece sigara için değil sanki hayata dair her şey için söylemişti cümleyi. Derin bir kabullenmişliğin tınısı vardı sesinde. Kadın bir yandan sigarasını içiyor bir yandan da arabayı incelemeye devam ediyordu. Adamın suskunluğu ve camın ardındaki manzaranın belirsizliği, kadının ilgisini arabanın içine yöneltmişti. Arka koltuktaki dosyalara takıldı gözü, hepsinin üzerinde karmaşık şeyler yazıyordu, okuyabiliyordu ama anlamıyordu. Sadece bir tek sözcük dikkatini çekmişti, dosyaların her birinin üzerine yanlamasına, kabartmalı harflerle basılmış tek bir sözcük: CERN.
- Ne iş yapıyorsun canım, mühendis falan mısın?
- Hayır, üniversitede hocayım.

Yine aynı soğuk ses tonu. Adam sanki zihnini tek bir şeye odaklamış gibi kısa cümleler kuruyor, etrafındaki her şeyden soyutlanmış bir biçimde arabasını sürüyordu. Arada bir, bacaklarının arasından aldığı viski şişesinden büyük yudumlar alıyor, her yudumda, yüzünü acı bir ifade bürüyordu. Alışkın olmadığı belliydi.
Araba büyük ve yeni bir evin önünde durdu. Adam, elinde viski şişesiyle arabadan indi, şişe yarıya inmiş olmasına rağmen yürürken yalpalamıyordu. Önünde eve doğru giden bir çizgi varmışçasına kararlı adımlarla yürüyordu. Kadın bir süre ne yapacağını bilemeden bekledi, sonra adamın ardından koşmaya başladı. Adam evin kapısını anahtarla açtığı sırada kadın ona yetişmişti. İçeri girdiler. Adam dosdoğru yatak odasına girdi. Kadın da onu takip etti.
- Bu ne acele kocacım, biraz bir şeyler içseydik, sen yükünü tutmuşsun gerçi. Ben de serinleyim biraz.
- Şurda bir sürü var. Seç içinden.
- Ay sağol.

Kadın içkilerin bulunduğu sehpadan bir viski seçti, büyük bir bardağa, dibini kaplayacak kadar doldurup, tek seferde içti. Adam soyunmaya başlamıştı. Yüzü ve saçları yaşının 50-55 olduğunu söylese de vücudu bu söylenenlere aldırış etmiyordu. Adam tamamıyla çıplak bir şekilde kadının yanına geldi, elindeki bardağı aldı ve onu soymaya başladı.
- Zamanımız yok, hemen başlayalım.
- Tüm gece bizim sanıyordum kocacım. Acelen ne?
- Hiç bir şey sandığımız gibi değil.

Kadın adamın bu garip ifadesine anlam veremedi ama cümlenin altını eşip bu yağlı müşteriyi kaçırmak istemiyordu. Adama uydu. İki dakika sonra yataktaydılar. Adam müthiş bir hız ve sapmaz bir ivmeyle kullanıyordu bedenini. Kadının tepkileri umrunda değildi ama kaba da değildi. Hem her şeyin mükemmel olmasını hem de hızlı olmasını istiyordu. Adam zirveye doğru yaklaşırken yüzüne memnun bir gülümseme yayıldı. Her şey istediği gibi gidiyordu. İstediği gibi ve istediği anda. Son bir coşkuyla ileri atıldı ve...
Patladı. Adam. Şehir. Ülke. Kıta. Dünya. Evren. Patladı. Evrenin varlığı kadar büyük bir enerji açığa çıktı ve evren genleşti. Sonra daraldı. Daraldı. Daraldı ve içine çöktü. Sonsuz yoğunlukta bir noktaya dönüştü.
Başlık: Ynt: Son Nokta
Gönderen: mit - 30 Nisan 2013, 12:20:21
Spoiler: Göster
İştirak eden herkese teşekkürler :) Aynı paragrafı okumamıza rağmen hepimizin aklında tamamen farklı bir hikaye canlanması gerçekten de ilginç bir deneyim oluyor.


Yeni Paragraf

Basamakları hızla inerken burnundan soluyordu. Kolunun altında tuttuğu paketi düşürmemek için kavrayışını sıkılaştırdı ve boşta kalan eliyle gözlerinin önüne düşen saç tellerini geriye attı. Öfke, hayal kırıklığı ve bir parça da hüzün okunuyordu o gözlerde. Son basamağı da aşıp kendisini ön kapıdan dışarı attı. Tam o esnada arkasından biri seslendi.
Başlık: Ynt: Son Nokta
Gönderen: Malkavian - 30 Nisan 2013, 16:23:51
Basamakları hızla inerken burnundan soluyordu. Kolunun altında tuttuğu paketi düşürmemek için kavrayışını sıkılaştırdı ve boşta kalan eliyle gözlerinin önüne düşen saç tellerini geriye attı. Öfke, hayal kırıklığı ve bir parça da hüzün okunuyordu o gözlerde. Son basamağı da aşıp kendisini ön kapıdan dışarı attı. Tam o esnada arkasından biri seslendi.

'Gitme!'

Umursamadı. Bir saniye bile durup mantıklı bir şekilde düşünürse, bir saniye bile tereddüt ederse amacına ulaşamayacağını biliyordu. Kolunun altındaki paketi sırtındaki çantaya attı ve sıkıca ağzını kapattı. Dış kapıya dayalı duran katanasını ellerine özlemle aldı ve kendisini yüzüne vuran soğuğa aldırmadan dışarı attı. İçine işleyen serin hava ile birlikte tüm duyguları dinginleşmişti. Gözlerini kıstı ve saniyeler içinde solunda duran ahşap binaların tepesinde kendisine doğru işaret eden adamları gördü.

'Öldürün şu piçi!'

Umursamadı. Bir saniye bile duraklarsa amacına ulaşmadan öleceğini biliyordu. Katanasını kınından çıkardı ve değerli kını yere attı. Bir daha ihtiyacı olmayacaktı. Derin bir nefes aldı ve hızla koşmaya başladı. Soğuk havada aldığı nefesler havaya geniş sis bulutları yayarken bir ok gibi fırladı. Arkasından bağıran askerler onu işaret edip küfürler savuruyordu.

Sağına ve soluna oklar saplandı ama bu noktada biraz şansına ve hızına güvenmesi gerekiyordu. Birkaç adım daha atabilirse zaten atış mesafesinden çıkacaktı. Şehrin surları geniş bir kapının etrafında sonsuz bir yapı gibi uzanıyordu. Sokaklardan ondan başka hiçkimse yoktu. Kapının önündeki nöbetçiye baktı. Akşamdan kalma olmalıydı. Soğuktan burnu kızarmıştı ve hareketleri oldukça yavaştı. Önce kendisine doğru hızla koşan adamı gördü, sonra beceriksiz bir hareketle kılıcına uzanmaya çalıştı ama çok geç kalmıştı.

Koşmasını bir saniye bile yavaşlatmadan elindeki katanayı düzgün bir hareketle nöbetçiye doğru fırlattı. Bağırmak için ağzını açtıysa da boğazına saplanan kılıca şaşkınlıkla bakan nöbetçi yerinden kıpırdayamadı bile. Kınından çıkarmaya çalıştığı kılcının üzerindeki eli giderek hissizleşirken gözleri kararmaya başladı.

Kaybettiği kan yüzünden yere çöken rakibinin dizinin üzerine bastı hızla koşan adam ve ikinci ayağını omzuna atarken sol eli ile eğilip katansını kavradı. Keskin kılıcı rahatça rakibinden kurtarırken hızını kesmeden duvarda kapıyı kapalı tutan kola uzandı ve tüm gücüyle asıldı. Büyük bir gürültüyle paslanmış demirler itiraz ederken kapı aralandı ve gecenin karanlığına karıştı Trey. Ağzından tek bir fısıltı döküldü, arkasında meşaleler ve gürültülerle aydınlanan bir şehir bırakırken.

'Bir.'

---

Ertesi günün akşamında Trey, yeşil otlarla kaplanmış tepesinde kocaman bir ağacın bulunduğu ufak bir tepeciğe geldiğinde ilk defa adımlarını yavaşlattı. O kadar uzun zamandır koşuyordu ki ayakları bu tempoya ayak uyduramadı ve dizleri üzerine çöktü adam. Gözlerinin önüne düşen siyah saçları kızıla boyanmıştı ve uçlarından kan akıyordu. Ayağa kalkmaya çalıştı ama vücudu artık onun emirlerini dinlemiyor gibiydi. İnatla başını salladı. Çok yaklaşmıştı. Ayağa kalkamıyorsa emekleyecekti. Öyle de yaptı.

Tepedeki büyük ağacın altında tedirgince kendine doğru gelen adamı bekleyen bir asker vardı. Yayını gerdi ve emekleyen adama doğrulttu.

'Yaklaşma!' dedi sertçe bağırarak ama sesi istediği kadar sert çıkmamıştı. Nasıl olup da feth edilmiş ve yağmalanmış bir ülkenin geleneksel savaş kıyafetlerini taşıyan bir adamın ileri  garnizonların bu kadar gerisine geldiğini hayal bile edemiyordu.

Adam yaklaştıkça zırhının her yerinden kan aktığını gördü okçu ve yayını saldı. Bu adam ayakta bile duramıyordu.

Trey enerjisinin sonuna geldiğini biliyordu ama bir an bile tereddüt ederse bütün çabasının boşa gideceğini hissediyordu. Yayını indiren askere iyice yaklaşmıştı. Etrafına göz gezdirdi ve başka asker göremeyince kanla kaplanmış yüzünde bir gülümseme oluştu. İşini şansa bırakmak istemiyordu. Başını havaya kaldırıp rügarı hissetti. Soldan hafif bir meltem esiyordu. Dizlerinin üzerinde doğrudu ve elindeki katanayı vücudunda kalan son enrji ile adama doğru fırlattı.

Şaşkınlık içinde göğsünün tam ortasına saplanan keskin kılıca bakan adam gözleri kararmadan önce son bir fısıltı işitti.

'Dört yüz elli üç.'

Sürünerek kalan yolu kat etti Trey ve tam ağacın dibindeki mezar taşına hüzünle baktı. Sırt çantasına uzandı ve sıkı sıkıya bağladığı düğümleri bu kadar sıkı bağlamamış olmayı diledi acı içinde onları açmaya çalışırken. Paketi çıkardı ve hüzünle baktı. Her yanı ezilmişti. Omuz silkti. Elinden bu kadarı gelmişti. Paketin ipini yırtarcasına açtı. Ezilmiş ve çiçeklerinin çoğu kopup düşmüş papatya demetine hayal kırıklığı ile baktı. Omzundan koluna ve oradan da eline kadar akan kan nehirleri çiçek demetini ıslatırken onu, üzerinde 'Evelyn' yazan mezar taşına bıraktı.

Yüzünde bir gülümseme ile gökyüzüne baktı ve hafif meltem yüzünü okşarken son nefesini verdi.
---Son---

Spoiler: Göster
ve böylece aylık öykü seçkisinde ne kadar yeteneksizsem burada da o kadar beceriksiz olduğumu da kanıtlamış oldum. :)






 
Başlık: Ynt: Son Nokta
Gönderen: Fiddler - 30 Nisan 2013, 21:16:08
Not: Öyle olmasını beklemiyordum; ama azıcık ayıplı olabilir. Haberiniz olsun.

Basamakları hızla inerken burnundan soluyordu. Kolunun altında tuttuğu paketi düşürmemek için kavrayışını sıkılaştırdı ve boşta kalan eliyle gözlerinin önüne düşen saç tellerini geriye attı. Öfke, hayal kırıklığı ve bir parça da hüzün okunuyordu o gözlerde. Son basamağı da aşıp kendisini ön kapıdan dışarı attı. Tam o esnada arkasından biri seslendi.

"O pantolonla mı çıkıyorsun?"

Oflayarak arkasını döndü. "Ne varmış pantolonumda?" diye sordu sıkıntıyla. Sözcükler ağzından çıktığı gibi de sormamış olmayı diledi.

"Popon on dokuz yaşında tatlım. Ona yetmiş yaşında bir emekli öğretmen gibi davranamazsın. Hayır. İzin vermem. Buradan ta Avusturalya'ya kadar herkesin konuşması gereken bir güzelliğin var; ama ne yazık ki konuşturacak şeyleri giymeyi öğretemedim. Kabul ediyorum, bir anne olarak başarısız oldum."

"Alt tarafı bir kot anne."

"Bir kot hiçbir zaman sadece bir kot değildir. Adı-neydi sonsuza kadar seni böyle hatırlayacak."

"Kerem. Ne olur bu sefer aklında tutmaya çalış! Zaten kendimi kötü hissediyorum."

"Kemal olsun, Kenan olsun. İsterse Toraman olsun, ne fark eder? Kötü hissedecek bir şey yok. Ona hayatının şansını veriyorsun. Bu kovuğun bir parçası olacak..."

"Aile anne. Aile'nin bir parçası."

Annesi diliyle tükürüklü bir ses çıkartarak elini salladı. "E, ne aldın ona? Pelerin almışsındır umarım. Her erkeğin bir pelerine ihtiyacı vardır."

Koltuğunun altına sıkıştırdığı pakedi unutmuştu kız. "Pelerin için birkaç yüzyıl geciktik anne. Hatta ben hiç pelerin gördüğümü sanmıyorum."

"Saçmalama! Baban hep pelerin giyerdi. Ah, muhteşem bir yeşil pelerini vardı. Petrol yeşili, kadife. Görmüş olmalısın."

"Bilmiyorum. Hatırlamıyorum." Saatine baktı. Gecikiyordu. "Çıkmam lazım artık," dedi.

"Ne aldığını söylemeyecek misin? Pelerin değilse ne? Ne olur ona da kot aldığını söyleme. Bu yaşımdan sonra kahrımdan değil kanserden ölmek istiyorum. Hoş, ikisinin de beni öldürebileceğini sanmıyorum ya..."

"Güneş gözlüğü anne. Çok beğendiği bir gözlük vardı. Hem ilk zamanlar çok ihtiyacı olacak. Hiç değilse o kadar yardım edebileyim."

"Pekala, git o zaman. Yalnız, sabah olmadan dönün lütfen. Uyumadan önce onu görmek istiyorum. Hatta baygın değilse sevişebilirim bile!" Kızının tepkisini ölçmek için uzun süre baktı; ama kızın sıkkın yüz ifadesinde bir değişiklik olmamıştı.

"Gidebilir miyim artık?" diye sordu kız sabırsızca.

Annesi kafasını salladı ve eliyle kışkışladı. Kız arkasını dönmüş bahçe taşları üzerinde yürürken arkasından seslendi.

"Ben senin yerinde olsam aşağıdan ısırırdım. Çocukcağız zaten hayatının şokunu yaşayacak, hiç değilse hayatın doruğundayken yaşasın!" Kahkaha attı.

"Hayır," dedi kızı kafasını çevirmeden fısıltılı bir sesle. "Her zamanki gibi boyundan olacak."


Spoiler: Göster

Öylesine yazayım diyordum; ama yazarken hoşuma da gitmedi değil. Acaba ben de mi vampirli bir şeyler karalasam?
Başlık: Ynt: Son Nokta
Gönderen: beerold - 30 Nisan 2013, 23:15:14
Basamakları hızla inerken burnundan soluyordu. Kolunun altında tuttuğu paketi düşürmemek için kavrayışını sıkılaştırdı ve boşta kalan eliyle gözlerinin önüne düşen saç tellerini geriye attı. Öfke, hayal kırıklığı ve bir parça da hüzün okunuyordu o gözlerde. Son basamağı da aşıp kendisini ön kapıdan dışarı attı. Tam o esnada arkasından biri seslendi.

Eskiden duygularını okşayan, son zamanlarda ise hayallerine ket vuran sözcüklere bürünmüş bir sesti bu. Göğsüne yüklenmiş vahşi bir canlının kükremesi gibi ürkütücü, onur kırıcı ve sarsıcıydı. Arkasına dönüp bakmadı bile. Bunu yaparsa yoluna devam edemeyeceğinden, onun da gelmeyeceği gibi kendisini de vazgeçip geri döndüreceğinden emindi. Yutkundu ve kararlı adımlarla yoluna devam etti.

Terk edilmiş bir mahallenin yorgun argın evlerinden birisinde yaşıyordu. Birçoğu yıkılmış, sağlam kalanlarının ise camının, penceresinin dökülmüş olduğu; gri, sessiz, nefessiz yapıların arasında ilerledi. Bir müddet sonra hislerine yenik düşmeye başladığını fark ederek koşmaya bile başladı. Hemen hemen her köşesinde iç burkan bir anının gizlendiği, eski günlerin izlerinin belirginleştiği hatlarda yürümek kolay değildi elbet.

Üç ayda bir gelen ve aynı gün geri dönen gemiye yetişmek idi amacı. Yetişecek, bacasından dumanlar püskürterek yola çıkacak olan gemide yerini alacaktı. Uzaklara, sistemin yozlaştırdığı diyarların ötelerine gidecek; acıları, dolmuşlukları ve hüzünlü hatıraları arkasında bırakacaktı. Giden dostları öyle demiyor muydu? İşte bu nedenle kıymetli gördüğü her şeyi yanına almış, çok sevdiği ablası ile yaşadığı can sıkıcı bir tartışmanın ardından evinden ayrılmıştı.

Düşüncelerle ve gelgitlerle dolu bir saatlik yolculuğun ardından rıhtıma ulaştı. Martıların çığlıkları eşliğinde, denizden esen meltemin bedenini sarmalamasına izin verdi. Gelmişti işte. Bu kez başarmış ve yolculuk için hazır olarak rıhtıma dayanmıştı. Batarken denizi kızıla boyayan şu güneş misali çekip gidecekti. Kenardaki kulübede oturan, kasabanın sayılı yerlisinden biri olan Salim Amcanın yüzünü gördüğünde buruk bir sevinçle atıldı.

“Merhaba Salim Amca.”

“Merhaba evlat hayırdır,” diye karşılık verdi adam.

“Gidiyorum amca. Artık ben de gidiyorum.”

Sesi hem hüzün hem de umut saçıyordu. Denizleri andıran masmavi gözleri ışıldamasa bile kararlı bir adama aitti. Rüzgarın önünde savrulan saçları simasını güzelleştiriyor, tutkulu bir müziğe eşlik edercesine dalgalanıyordu.

Salim Amca sustu bir süre. Sanki hiç konuşmayacakmış, duyulmak istenmeyeni sonsuza dek saklayabilecekmiş gibi sustu. Neden sonra “İyi de evlat o gemi gelmeyecek ki, ” dedi sözcükleri geveleyerek.

Genç adam hiçbir şey demedi, dizlerinin üzerine çöküp kaldığı rıhtımda kızıla boyanan denizi izliyordu şimdi. Üç beş hane evden ibaret, terk edilmiş adanın daimi bir parçasıydı belki de. Gitmemeli, burayı terk etmemeliydi. Elinde tuttuğu paketi yavaşça bıraktı ve gözlerinden süzülen yaşların rıhtımın tahtalarına düşmesine izin verdi. Giden dostlardan gelen mektuplardan başka bir serveti olmayan gencin denize son bakışıydı bu. Umutla çıkılan yolculuk yine yokluğa varmıştı.
Başlık: Ynt: Son Nokta
Gönderen: cemaziyel - 02 Mayıs 2013, 23:29:34
Basamakları hızla inerken burnundan soluyordu. Kolunun altında tuttuğu paketi düşürmemek için kavrayışını sıkılaştırdı ve boşta kalan eliyle gözlerinin önüne düşen saç tellerini geriye attı. Öfke, hayal kırıklığı ve bir parça da hüzün okunuyordu o gözlerde. Son basamağı da aşıp kendisini ön kapıdan dışarı attı. Tam o esnada arkasından biri seslendi.

"Yemeğini bitirmeden nereye gidiyorsun?" Annesi belli ki daire kapısını çarpıp çıktığından beri beline kadar sarkmış olduğu camdan onun merdivenleri inmeyi bitirmesini beklemişti.

"Aç değilim. Hem ben yiyeceğimi yedim o sofrada..."

"Seni yaramaz çocuk! Bu sözler sana hiç yakışmıyor. Baban kötü bir şey yapmadı. O bizim iyiliğimizi düşünüyor. Derhal eve geliyorsunuz ve yemeğinizi bitiriyorsunuz Küçük Bey!" bu sözleri söylerken kaşları çatılmış ve sağ elinin işaret parmağı da tehditkar bir biçimde kaldırılmıştı.

Burak önce ağzını açtı fakat hangisine daha çok tepki göstermesi gerektiğini bilemedi. Annesinin sanki az evvel sofrada hiçbir şey yaşanmamış gibi davranmasına mı; yoksa 17 yaşına gelmiş bir adamı yemeğini yemeden dışarı çıktığı için 'Küçük Bey' tanımlamasıyla azarlamasına mı... O farklı bir şey seçti:

"Anne, Allah aşkına bırak şu dizileri izlemeyi sanki 24 saat içine Amerikan dadısı kaçmış gibi konuşuyorsun. Vallahi kendimi cami avlusuna bırakacağım!" kadının değişen yüz ifadesi cümlenin amacına ulaştığının belirtisiydi. 

"Seni eşşek sıpası! O ne biçim konuşmak anneyle, o! Bunlara güzellik de yaramıyor! Kaç sen daha kaç! Akşam nasılsa dönmeyecek misin! O terliği de akşam gelirken geri getir! Dayınların hediyesiydi!" Terliğin isabet ettiği sol kürek kemiğini acıyla tutarken bir yandan da kendisini vuran mermiyi yerden alıp geniş palto cebinin içine atmıştı. 37 numara terliğin ucu hafiften çıkıntı yaptıysa da çok da belli etmiyordu kendini.

Annesiyle yaşadığı ufak çaplı atışma kendisini biraz neşelendirmişse de koltuğunun altındaki paketin kokusu hafif hafif burnuna gelerek yine kendini hatırlatmıştı. Bu ağır kokunun yüzüne yumruk etkisiyle çarpması az evvelki terliğin acısını unutturmuştu. Bu nasıl bir kokuydu? Durup dururken nereden de yumurtlamıştı babası bunu. Hem de yemeğin tam ortasında... İştah falan da bırakmamıştı. Hala gözünün önünden gitmiyordu iğrenç görüntü.

Bankaya iyice yaklaşmıştı artık. Kapıdaki güvenlik görevlisi onu tanıyordu artık ve o geldiğinde her zaman yaptığı gibi burnunu tutarak bir adım geri çekildi. İçeri girdiğinde yeni başlayan bir tanesi hariç gişe memurlarının da yüzleri asıldı. Müşteriler içerideki kesif kokunun kaynağına kötü kötü bakıyorlardı. Burak, sıra numarasını alarak beklemeye koyuldu. Etrafında hiç kimse durmadığından dolayı kendi kendine konuşmaya başladı.

'Arkadaş! Elin babalarının ne güzel yetenekleri var. Süleyman'ın babası cam bardak yiyor mesela katır kutur, bir faydası yok ama olsun, sonra İlyas'ın babası Hakkı Amca demiri eğip bükebiliyor, hem de dokunmadan... Benim baba napıyor? Altın yumurtluyor! O da senede bir defa. Nerede geleceği de belli olmuyor. Ondan sonra 'Burak bunu götürsün bankaya yatırsın. Mevduat olur.' Tövbe tövbe... Olan güzelim yaprak sarmasına oldu. Yiyemem de ben bi daha onu.'
Başlık: Ynt: Son Nokta
Gönderen: Fiddler - 15 Temmuz 2013, 00:40:41
Buna devam edecek miyizdir acaba?
Başlık: Ynt: Son Nokta
Gönderen: Denaro Forbin - 15 Temmuz 2013, 03:39:21
Spoiler: Göster
Geç oldu da, ufak bir şey yazayım dedim.


Basamakları hızla inerken burnundan soluyordu. Kolunun altında tuttuğu paketi düşürmemek için kavrayışını sıkılaştırdı ve boşta kalan eliyle gözlerinin önüne düşen saç tellerini geriye attı. Öfke, hayal kırıklığı ve bir parça da hüzün okunuyordu o gözlerde. Son basamağı da aşıp kendisini ön kapıdan dışarı attı. Tam o esnada arkasından biri seslendi.

"Özür dilerim..."

Durdu. Geri dönmeyi düşündü bir an için. Ama neden dönsündü ki? Kalbi kırılmıştı. Haftalarca uğraşıp sevgilisinin resmini çizmişti ve bunu bir de çerçeveletip paketlemişti. Yüzünde çocuklara özgü bir mutluluk hakimdi hediyeyi sevgilisine uzatırken. Bundan daha iyi bir doğum günü hediyesi olabilir miydi?

O ise, içeri buyur etmediği gibi hediyeyi de elinden almaya tenezzül etmemişti. Kapı ağzından, hiçbir açıklama yapmadan sadece, "bitti" deyivermişti. Bu muydu aşkının karşılığı? Olamazdı.

Yürümeye devam etti. Gözyaşları da gözlerinden süzülmekteydi.
Başlık: Ynt: Son Nokta
Gönderen: mit - 20 Temmuz 2013, 23:55:13
Yeni Paragraf

Birinin kendisine seslendiğin duyunca irkilerek kafasını yaptığı işten kaldırdı. Doğru mu duymuştu yoksa yorgun beyni kendisine bir tür oyun mu oynuyordu? Durup dikkatle dinledi, ama çıt yoktu. Başını eğerek yaptığı işe geri döndü; sonra sanki sesin sahibini kandırabilecekmiş gibi bir kez daha kaldırıp yeniden dinledi, ama nafile. Omuzlarını silkerek işine geri döndü ve tam o anda [...]
Başlık: Ynt: Son Nokta
Gönderen: Quid Rides - 21 Temmuz 2013, 02:07:25
Birinin kendisine seslendiğin duyunca irkilerek kafasını yaptığı işten kaldırdı. Doğru mu duymuştu yoksa yorgun beyni kendisine bir tür oyun mu oynuyordu? Durup dikkatle dinledi, ama çıt yoktu. Başını eğerek yaptığı işe geri döndü; sonra sanki sesin sahibini kandırabilecekmiş gibi bir kez daha kaldırıp yeniden dinledi, ama nafile. Omuzlarını silkerek işine geri döndü ve tam o anda karşısında dikilen sarışın veledi gördü. Küçük çocuk mavi gözleriyle sokakta önüne açtığı mendiliyle birlikte oturan bu adama meraklı gözlerle bakıyordu. Güneşin batmak için vakit kolladığı bu zamana kadar adamın kafası gün içinde bir çok şeyle meşgul olmuş ama ağzı sadece bir iki cümleyi tekrar ederek çalışmıtı. "Allah sizden razı olsun! Allah ne muradınız varsa versin! Allah sizi kazadan beladan korusun!" Sarışın veledin gelmesinden önce de sadece bu üç cümleyi söyleyerek kazandığı parayı sayıyordu. Normal zamanlarda bu vakitlerde oldukça agresif ve sinirli olur parasını sayarken sadaka veren insanlara bile söverdi. Ama bu çocuğun sesi onun dikkatini çekmişti. Kendiside buna şaşırmıştı.

Velet, adama uzun süre bakınca adamın aklında aniden "Acaba üzerime bir şey mi döküldü yoksa tozlanmış mı?" diye düşündü sonra aniden güldü. Üzerinde kir, toz ve pislik olması düşüncesine karşı verdiği bu refleksif tepki hala eski hayatına ait alışkanlıkların bazılarını bırakamadığının göstergesiydi. "Ne pisliği be! Bu yırtık, paspal kıyafetler içinde hala böyle şeyleri düşünebiliyorum he... Vay be demek hala medeniyetimi kaybetmemişim. Her ne kadar başım açık karnım aç olsada. Aferin lan bana demek hala medeniyim." diye mırıldandı. Kendisine bir şey dediğini sanmış olacak ki velet ona biraz daha yaklaştı. Adam dayanamadı gözlerini kaldırarak karşındaki mavi boncuklara dikti.

"Şey... amca... eee... şey... bunları annem gönderdi. O dediki ihtiyacınız varmış. Bunlar babamındı kullanmıyordu zaten. Size olurmu bilmiyorum ama annem olacağını söyledi. Bide bunları gönderdi karnınız acıkmıştır diye." Sağ elindeki poşetleri dikkatlice yere bırakında mis gibi patatesli böreğin kokusu adamın ciğerlerine doldu. Ağzı sulandı gerçektende ihtiyacı vardı. Açtı açıktaydı. Üstü başı perişandı. Velede minnet dolu gözlerle baktı. Beş altı yaşlarındaki bu velet elli beş yaşının üstünden kaç yıl geçtiğini hatırlamayan bu adama en ihtiyacı olduğu anda gelmişti. Güneşin batarken ısıttığı yüzündeki sıcağı yararak ilerleyen iki pınar belirmeye başladı ve adam ince bir sesle  "Teşekkür ederim." dedi. Çocuk biraz daha yaklaştı diğer elindeki kıyafet dolu poşeti adamın yanına bıraktı. Elini cebine attı ve bir avuç dolusu bozuk para çıkardı "Amca onları annem göndermişti bunlarıda ben biriktirmiştim şimdi size veriyorum. Annem dediki iyi şeyler yaparsam...." söylediği şeyi bitirmeden elindeki paraları adamın önüne bıraktı. "Amca sizde bir şey sorabilir miyim?" evet anlamında başını salaldı adam. "Annem dediki siz yaramazlık yapan annesinin sözünü dinlemeyen hava karardıktan sonra sokakta oynayan çocukları yiyormuşsunuz. Amca siz gerçekten çokcukları yiyor musunuz?"

Günün bütün ağırlığını taşıyan gözlerindeki yaşlar bir anda çekildi adamın. Velede doğru sert bir bakış attı. Ağzını açtı ama bir şey söylemedi sinirden sadece hırladı. Çocuk hırlamayı duyduğu anda kaçmaya başladı. Gece olmuştu annesinin dediğine göre adam hava karardıktan sonra sokakta oynayan çocukları yiyordu. Veledin gittiğini gören adam arkasından sinirli gözlerle bakmaya devam etti. Çocuğun bıraktığı poşetlere hızlıca göz atıp sağ tarafına koydu. Çocuk para sayarken gelmişti ve adam şimdi hesabı karıştırmıştı üstelik çocuk paraları tam saydığı yere koymuştu. Daha çok sinirlendi işte tam o anda ağzından kaçırdı "Ulan velet ben senin ta ..."
Başlık: Ynt: Son Nokta
Gönderen: Fiddler - 26 Temmuz 2013, 01:25:52
Birinin kendisine seslendiğin duyunca irkilerek kafasını yaptığı işten kaldırdı. Doğru mu duymuştu yoksa yorgun beyni kendisine bir tür oyun mu oynuyordu? Durup dikkatle dinledi, ama çıt yoktu. Başını eğerek yaptığı işe geri döndü; sonra sanki sesin sahibini kandırabilecekmiş gibi bir kez daha kaldırıp yeniden dinledi, ama nafile. Omuzlarını silkerek işine geri döndü ve tam o anda yüksek tavanın kirişlerinden bir çatırtı duydu.

"Hiç komik değil anne!" diye seslendi kafasını kaldırıp. Uzun iplerle inen tavan aydınlatmalarının arasında bir kedi gibi kıvrak dolaşan gölgeyi görebiliyor; ama annesinin yüzünü seçemiyordu. Tavandan ona cevap verecek bir ses bekledi; ama hiçbir şey duyamadı. Tekrar işine döndü.

Ucuna ipek geçirilmiş iğneyi sol omzundaki yaraya bir kez daha batırdı. Yarısına kadar geldiği dikişlere devam etti.

"Bunu neden yaptığını hala anlamıyorum tatlım," dedi annesinin sesi tavandan. Eskimiş ahşap zeminde çıkan küçük bir çıtırtıyla hemen önüne kondu. Kırklı yaşlarının ortasında, güzel bir kadındı. "Yaranın birkaç gün içinde kapanacağını biliyorsun. Geriye yamuk yumuk diktiğin iz kalacak."

"Biliyorum, biliyorum," diye geçiştirdi kız başından savmaya çalışarak. Kızı daha güzeldi.

"Kusursuz bir vücudun var, neden böyle bir yara izi isteyesin ki?"

"Yaşadığıma dair bir anı istiyorum anne."

"Dövme yaptır. Ben dövmeye hiçbir zaman karşı çıkmam. Piercing'e hayır; ama dövme... hiç sorun değil. Hatta ben de yaptırırım. Birlikte gideriz." Kızının etrafında döndü. Geçerken diktiği yaraya göz ucuyla baktı.

"Çok güzel olmaz mıydı? Ben tam kuyruk sokumuma yaptırmak istiyorum. Bir kılıç olabilir. Üzerinde de gül desenleri. Kılıcın kabzası belimde başlasın, ucu popoma kadar insin. Baban kılıçları çok severdi biliyorsun." Küçük bir kahkaha attı. "Popomu da çok severdi."

"Anne lütfen. Odaklanmaya çalışıyorum." İğnenin ucundaki ipeği dişleriyle tutup çekti, yaradaki dikiş bir ilmik daha sıkılaştı.

"Çok büyütüyorsun," diye söylendi kızına. "Alt tarafı bir dövüş, küçük bir sıyrık. Kimsenin kafası kopmadı, kimse cayır cayır yanmadı, kimsenin kalbine kazık saplanmadı. Sevişirken bundan kötü yaralar aldığım oldu..."

Kız iğneyi bir kez daha yaralı deriye batırırken kendini tutamadı, yanlışlıkla koluna sapladı.

"Kızınla konuşuyorsun! Neden her seferinde söz dönüp dolaşıp senin cinsel hayatına geliyor?" Sesi odada yankılanıyordu. Omzuna saplı iğnenin ucundaki iplik kızın her hareketiyle sallanıyordu.

"Bu kadar yıl yaşadıktan sonra insan her şeyin dönüp dolaşıp birilerinin cinsel hayatına geldiğini farkediyor," dedi annesi umursamazca. Hıhladı. "Senin de başına gelecek, diğer her şey anlamsızlaşacak."

"Bu mu yani? Koskoca ölümsüzlük sevişmekten mi ibaret?"

"Biraz da kan... Annecik karnını da doyurmalı."

Kızı annesinin bu umursamazlığına katlanamıyordu. Sağ eliyle, omzuna saplı iğneyi çıkardı. Tehdit eder gibi elinde sallayarak gösterdi.

"İşte bu yüzden dikiyorum yaramı anne! Sonunda senin gibi olmamak için. Yaşadığımı, kanadığımı... Ölümsüz olsam da ölü olmadığımı hatırlamak için!"
Başlık: Ynt: Son Nokta
Gönderen: - 07 Ağustos 2013, 11:47:05
Ustaya saygıyla...

Birinin kendisine seslendiğini duyunca irkilerek kafasını yaptığı işten kaldırdı. Doğru mu duymuştu yoksa yorgun beyni kendisine bir tür oyun mu oynuyordu? Durup dikkatle dinledi, ama çıt yoktu. Başını eğerek yaptığı işe geri döndü; sonra sanki sesin sahibini kandırabilecekmiş gibi bir kez daha kaldırıp yeniden dinledi, ama nafile. Omuzlarını silkerek işine geri döndü ve tam o anda davudi bir ses karanlıklar içinden gürledi:
-   Yine mi tıkandın?
-   Oha! Sen miydin? Bir günde adam gibi girdiğini görsem kurban keseceğim Musa abi. Ödüm koptu.

Sesin sahibi, orta boylu, seyrek saçlı fırça bıyıklı göbekli bir adam, gürlemeye devam:
-   Hadi ülen dinsiz herif, kurban kim, sen kim! Hem sen nerde duydun ilhamın haber vererek geldiğini, çat diye gelirim ben, öğrenemedin mi teres!
-   Öğrenemedim! Ne biçim ilhamsın sen be abi, bıyıklı ilham mı olur ya! Yazacağım varsa da seni görünce aklımda ne var ne yok, tilki görmüş tavuklar gibi kaçışıyor.
-   Benzetmeye bak, lan ben sana böyle mi öğrettim zibidi, hiç ders almamışsın yıllardır. Hem senin kafan kümes gibiyse benim suçum ne?
-   Tamam abi tamam, yardım edecek misin yoksa böyle üst perdeden konuşmaya devam mı?

Bıyıklarını elleriyle gizlermiş gibi sıvazlayan ilham, bir koltuğa ilişiyor, sözcükleri dişliyor:
-   İyi be! Niye geldim oğlum ben, yardım edeceğim tabi. Şiir mi yine? Bak şiirse çok müthiş fikirlerim var, kafaları yersin.
-   Yok abi, öykü. Ortasına kadar geldim, sonunu bağlayacağım, olmuyor, zor çözünen tuvalet kağıdı atılmış klozet gibi tıkandım be abi.
-   Hay Allah’ım! Sen harbiden tıkanmışsın, yine boktan benzetmelere başladın. Boş boş konuşma da ver bakayım ne yazmışsın?
-   Gözünü seveyim abi, yap bir abilik daha.
-   Sus oğlum, tamam. Oha kaç sayfa lan bu. Şimdi otuz saat bunu okuyamam, özet geç bakayım.

Müstakbel yazarın yüzü ışıldıyor, hevesle kıkırdayarak, aklındakileri döküp saçarak:
-   Şimdi abi, öykü kişimiz yazmayı çok seven bir adam, bunun arkadaşları falan var, onlar da seviyor yazmayı, beraber bir yazma grupları var, iki haftada bir toplanıp yazdıklarını birbirlerine okuyorlar, birbirlerini eleştiriyorlar. Bazen hepsi aynı konu üzerinde yazmaya karar veriyorlar, bazen bir başlangıç paragrafı veriliyor ona göre yazıyorlar. Ama bizimki bu işi çok ciddiye alıyor, yeteneği olmamasına rağmen, uğraşıyor da uğraşıyor, bütün dikkatini, zamanını bu işe harcıyor, öyküyle yatıp öyküyle kalkıyor desem yeridir.
-   E iyi. Kedi olalı bir fare tutmuşsun lan zirzop. Sonra? Anlat hele.
-   Sonra abi bir gün gruptakiler diyor ki “Bu sefer bir başlangıç paragrafı değil de öykünün sonuna doğru kullanılacak bir metin parçası verelim, herkes ona göre yazsın.”
-   Enteresting...
-   Bizim adam, uğraşıyor uğraşıyor ama bir türlü yazamıyor, iki haftanın dolmasına iki gün kalmış, bizimkinin kıçı düğünlerde kullanılan havai fişeklerin kıçı gibi tutuşuyor.
-   Hay ben senin benzetmene... Akşam akşam günaha sokacaksın beni. Sonra lan, sonra?
-   Bu da tutuyor, az tanınan bir yazarın öyküsünü alıyor, içine uygun bir yere o hafta belirledikleri metni yerleştiriyor. Bir iki ufak rötuş, süper bir öykü çıkıyor ortaya. O hafta tüm arkadaşlarından büyük övgüler alıyor. Herkes bayılıyor öyküye.
-   Hangi yazardan apartıyor peki bu dallama?
-   Feyyaz Kayacan’dan. Ben de böylece öykücülüğümüzün az bilinen bir değerine bu öyküyle bir saygı duruşu gösterdim. Nasıl abi?

Musa’nın gözleri mavi mavi masmavi, sesi kallavi mi kallavi:
-   Bak bak. Ağızlara bak. Aferin lan Metin, adam oluyorsun.
-   Sağol abi. Sonra zaman geçtikçe bizimki içten içe huzursuzlanıyor, rahmetlinin üzerinden kendine fayda sağladığı için kızıyor kendine, hem de bir hiç için. Bir kaç hafta sonra yine bu, bir öykü yazmaya oturuyor. Akşam, karanlık bir ortam. Gerilim artsın diye böyle bir sahne düşündüm Musa abi. Öykü burada pik yaparak son bulacak. Neyse bu, masa lambasının altına, kanepe altına sokulan elektrik süpürgesi ucu gibi sokulmuş, hardıl hurdul öykü yazı...
-   Harıl harıl lan zırtapoz, senin Türkçe’ni...
-   Pardon abi, harıl harıl yazarken birinin kendisine seslendiğini duyunca irkilerek kafasını yaptığı işten kaldırıyor. Durup dikkatle dinliyor, ama çıt yok. Başını eğerek yaptığı işe geri dönüyor; sonra sanki sesin sahibini kandırabilecekmiş gibi bir kez daha kaldırıp yeniden dinliyor, ama nafile. Omuzlarını silkerek işine geri dönüyor ve tam o anda...
-   Evet, tam o anda? Ne oluyor oğlum söylesene!
-   Buraya kadar yazabildim abi, devamı yok.
-   Has...tiir. Çok merak ettim la. Ulan kerkenez, hep kolay tarafı sen yazıyorsun zorlanınca bana bırakıyorsun.
-   E abi senin iş tanımın bu değil mi zaten?

İlham Musa’nın yüzü turşu, aklı kukumav kuşu:
-   Biliyoruz lan it kırıntısı. Düşünüyoruz burada. Bulacağız elbet bir şeyler. Sen bi’ sus bakayım. Hım. Hımm. Hımmm. Hımmmm. Onu şöyle yapsak, bunu... Yok olmaz... Şeyi şey yapsa... Yok, çok klişe... Klişe ney lan, basmakalıp desene! Şey... O... Bu... Şu... Tamam buldum oğlum!
-   Nedir abi?
-   Bak şimdi, bu sapı silik, öyküyü yazarken tam o anda davudi bir ses karanlıklar içinden gürlesin.

Metin heyecandan fır fır etekli, sözleri her zamankinden istekli:
-   Ne sesi abi?
-   Feyyaz Kayacan’ın sesi. Hayaletinin sesi daha doğrusu. Rahmetli çıkmış gelmiş.
-   Hesap sormaya mı? Ya bırak abi ya, ilham dedik başımızın içinde yerin var dedik, çıka çıka bu çıktı o hımm’lardan? Klişe abi bunlar, kimse tamah etmiyor bu tür numaralara artık.
-   Metin bak zor tutuyorum kendimi, beni günaha sokma, kaç aylık doğdun lan sen gavgav artığı? Bekle hele. Bak şimdi Feyyaz Kayacan geliyor, diyor ki: “Ben kefen kefen uyurken sen uyandırdın beni delikanlı. Tutup başımı sen çıkardın toprağın rahminden. Kim tozlu öykülerimi okuyup üflerse, bu ölüm-doğum oyunu yeniden perde buluyor. Ne kadar dilersen o kadar çal beni, yeter ki duyulsun müziğim.”
-   Muhteşem! Abi ne güzel söyledin ya. Süper. Yani üstad Feyyaz Kayacan kızmıyor öyle mi?
-   Yok oğlum kızmıyor, birileri onu, ondan çalmak için bile olsa, okuduğu için mutlu. Sonra bizim yazar bozuntusu pişman oluyor yaptığından. Bir dahaki öykü toplantısına üstadın kitaplarıyla gidiyor, yaptığı gerzekliği açıklıyor, özür diliyor. O haftaki başlangıç metnini üstadın öykülerinden seçmelerini öneriyor. Herkes ilk defa duysa da üstadın ismini, bizim salağın ustadan aparttığı öykünün güzelliğini hatırlayınca kabul ediyorlar ve her biri bir öykü seçip başlangıcını kullanarak yazmaya karar veriyor. Aylarca öyküler yazılıyor. Bazıları hakikaten çok güzel oluyor. Grubun üyeleri bu önemli yazarı bilmemenin utancını hissettikleri için onun öykülerinden ilham alarak yazdıkları öyküleri toplayıp bir kitap çıkarıyorlar. Nasıl?
-   Süper abi, kitabın adı ne oluyor peki?
-   Bir Deli Değilin Öyküleri: Feyyaz Kayacan’dan Feyyaz Kayacan’a.
-   Harika. Çok zekisin be abi. Kitap deli gibi satıyor değil mi? Herkes üstadın ismini duyuyor?
-   Hayır Metin, öyle olmuyor, çok az kişi farkediyor, okuyor. Çık artık şu pembe dünyandan. İşler böyle yürümüyor yazma işinde. Böylece bitiyor öykü. İyi mi?
-   Hüzünlü be abi.
-   Gerçekçi ama. Sana kalsa karanlığın içinden yaratık falan çıkaracaksın heyecan olsun diye, gayduri!
-   Teşekkür ederim abi. Yine yaptın yapacağını. Güzel oldu bu haliyle. Hemen yazmaya başlıyorum. Hakkını nasıl öderim bilmiyorum.
-   Mühim değil len, bangoboz.

Herkes sessiz sessiz, bir değil iki kız. Metin bir heves, bir haz:
-   Abi ya? Hiç üstada geldin mi? Yardım ettin mi ona da?

Musa, bakıyor ahşap zemine, baktıkça dalarak derine:
-   Ben onun değil, o benim ilhamımdı be oğlum.

Başlık: Ynt: Son Nokta
Gönderen: Quid Rides - 07 Ağustos 2013, 13:24:59
-   Hay ben senin benzetmene...

- Musa abi neden öyle diyorsun çocuğa. Metin'in benzetmeleri gayet güzel olmuş. Okurken baya güldüm yani.
Başlık: Ynt: Son Nokta
Gönderen: cemaziyel - 16 Ağustos 2013, 20:17:15
Birinin kendisine seslendiğin duyunca irkilerek kafasını yaptığı işten kaldırdı. Doğru mu duymuştu yoksa yorgun beyni kendisine bir tür oyun mu oynuyordu? Durup dikkatle dinledi, ama çıt yoktu. Başını eğerek yaptığı işe geri döndü; sonra sanki sesin sahibini kandırabilecekmiş gibi bir kez daha kaldırıp yeniden dinledi, ama nafile. Omuzlarını silkerek işine geri döndü ve tam o anda o billûr sesin sorduğu anlamlı soruyu duydu:

"Abe ister misin bi fal bakayım sana?" Sesin sahibi, bedeninin etrafında mütemadiyen bir can simidi taşımak zorundaymış gibi yürüyen, esmer tenli, yazmasını kafasının üzerinden düğümlemiş bir roman kadıncağızdan başkası değildi. Herkese sorup, genelde kısa ve net olumsuz yanıtlar aldığı sorusuna yine öyle bir cevap beklediği için, ısrar cümlelerini namluya sürmüş, acımasızca karşısındakine saydırmak için tetikteydi. Karşısındaki bu görünüşte diğerlerinden hiçbir farkı olmayan adamın sipali görmüş bakışları karşısında önce tereddütle arkasında başka gacı var mı diye dönüp baktı. Sokaklarda yetişmiş bir insan olarak korkusunu yüzüne yansıtmadan gürültü çıkarmanın bu durumda en çok işe yarayan şey olduğunu biliyordu. Öyle de yaptı.

"Ulan kapçık aazlı! ne aazını açıp bakarsın üüle be! Namusuyla fal bakan rumanım ben. Güzünü başka yana çevir! Uyarım, Alla' canımı alsın, o u'ursuz güzlerini!" Kadın dışından adama sövüyor, içindense kendisine kızıyordu, ona bulaştığı için. Akşam vakti doğru düzgün kimseyi bulamadığından bir de bu ayakkabı boyacısında şansını denemek istemişti. Nereden bilecekti herifin ırz düşmanı olduğunu.

Beri ki bu şiir gibi cümleleri büyük bir huşu içinde dinliyordu. Bunlar şimdiye dek duymuş olduğu en tatlı sözlerdi. Elindeki ayakkabı tekini bir kenara bırakmış, tatlı tatlı konuşan kadının sözlerini dinliyordu. Sanki bir derenin şırıltısını, bir kekliğin eşini çağırmasını dinliyor gibiydi. Billûr sesli kadının ağzından cümle değil de hayat akıyor gibiydi. 'İşte buydu!' diye geçirdi içinden, 'Eksik olan şey buydu!' Ne kadar da güzeldi... Tıpkı hayallerindeki gibi, belki daha da güzeli...

Kadının fantazi dünyası artık sınıra gelip dayanmıştı. Bildiği bütün ince ve uzun nesnelerle, boyacının tüm muhtemel dişi akrabalarını ilişkilendirerek değme bulmaca yazarlarına dudak ısırtacak bir mantık bulmaca diyagramı oluşturmuştu. Fakat hayatının bu en muhteşem performansı hiç bir işe yaramamıştı. Aksine gubarcık ağızlı herif ağzını daha da bir yaymış, gözünü daha bir kısmıştı. Elindeki baklaların bulunduğu bezi adamın kafasına atacak gibi oldu, fakat bunun hırsını yatıştırmayacağını düşündü. Adama doğru sinirle iki adım attı.

Boyacı yalnızca düşünüyordu. Bu sesi duymadan geçirdiği yılları düşünüyordu. Kadın susup kendine doğru bir iki adım atınca etrafındaki diğer seslere de odaklanma şansı oldu. Yoldan geçen arabaların yaklaşıp uzaklaşan fırıltılarını, yıkılmaz annesinin ellerinden tutup şekerci dükkanına doğru devirmeye çalışan çocuğun viyaklamalarını, çingenenin bağırışlarını merakla seyreden insanların aralarında fısıldaşmalarını ve kıkırdamalarını ve nihayet durup bu anlamsız kavgayı seyretmekten daha önemli işleri olan acele adımların takırdamalarını dinledi. Yaşamak buydu işte! Her nesnenin sesinin rengini keşfedebilmekti. Acaba denese o da böyle sesler çıkartabilir miydi?

Öte yandan kadının attığı, insanlık için yavaş fakat kendisi için oldukça hızlı, iki adım bitmiş; Ona hedefine saldırabilmesi için yeterli mesafeyi vermişti. "Sali'a'ya bulaşmak neymiş gürürsün şimdi!" diye bağırıp kirli elleriyle boyacıya sağlam bir tokat patlattı. Ondan sonra da arkasını dönüp gitti.

Oysa o tokat inene kadar boyacı ne güzel şeyler düşünmüştü. Geleceğe dair ne güzel planlar kurmuştu kafasında. Önce yeni tanıştığı, canlı-cansız, her sesin aynısını çıkarmayı deneyecek sonra da diğer insanlar gibi konuşmayı deneyecekti. Belki de ikisini birden yapacaktı. Buna ne engel olabilirdi ki? duyuyordu artık. Sonra da vitrin camlarından gördüğü ucunda delikli top olan sopaya konuşanların yaptıklarını da yapabilirdi. Hatta şu tahtadan yapılmış, üzerine sıra sıra teller takılı aletlerde bile şansını deneyebilirdi. Sizler için bu kadar hayali o tokadın havaya kalkıp inmesine sığdırmak zor, fakat kelime kullanmayan bir insan için kafasından kelime geçirmeden bu hayalleri bir anda kurmak öyle kolay ki... Sizin için kolay olan ise bu hayalleri söndürmek. Tıpkı o kadın gibi işte... Tokadı kulağına indikten sonra yirmi yıldır dinlediği sessizlik geri gelmişti. Sinirli adımlarla yürüyüp giden kadına kızamadı bile... Çok ağlamadı da... belki iki damla yaş... Kenara bıraktığı siyah deri ayakkabıyı eline alıp işine devam ederken 'ne bekliyordun ki?' diye kızdı kendi kendine, 'Mucizelere kapılıp kim olduğunu unutursan, işte böyle dersini alırsın!'
Başlık: Ynt: Son Nokta
Gönderen: mit - 18 Ağustos 2013, 22:16:13
Sallanan sandalyede oturmuş, odadaki antika saatin tik-taklarıyla eş zamanlı olacak şekilde bir ileri bir geri yavaş yavaş, düşünceli bir şekilde sallanıyordu. Elinde tuttuğu nesneye dikkatle bakıyor, ahşabın çıkardığı kulak tırmalayıcı gıcırtıları duymuyordu bile. Ne kadar zamandır o odada oturduğundan emin değildi. Derin bir nefes aldı, ardından elindeki [...]
Başlık: Ynt: Son Nokta
Gönderen: - 13 Eylül 2013, 14:33:22
Sallanan sandalyede oturmuş, odadaki antika saatin tik-taklarıyla eş zamanlı olacak şekilde bir ileri bir geri yavaş yavaş, düşünceli bir şekilde sallanıyordu. Elinde tuttuğu nesneye dikkatle bakıyor, ahşabın çıkardığı kulak tırmalayıcı gıcırtıları duymuyordu bile. Ne kadar zamandır o odada oturduğundan emin değildi. Derin bir nefes aldı, ardından elindeki küçük tüpteki zehiri bir dikişte içti. Zehir damağında herhangi bir tad bırakmasa da, artık geri dönüş olmadığını bilmek midesinde yanma hissetmesine neden oldu. Şimdi hissettiği heyecan ve korkuyla sallanan sandalyenin ritmleri gitgide hızlanıyor, antika saatin tik-tak ları büyük bir gürültüyle beyninde yankılanıyordu.

Gözleri vitrine takıldı. Vitrin plaketlerle, teşekkür ve onur belgeleriyle doluydu. Cinayet masasından Komiser Oğuz Gültekin. Plaketlere baktıkça anılar birer birer hafızasında canlanıp soluyordu. "Hayatı film şeridi gibi gözünün önünden geçmek" böyle bir şey mi? diye düşündü. Evlenmediği için mutluydu. Ölümünden sonra geride onun için ağlayacak eşi ve çocukları olmamasından biraz teselli oldu. Olsaydı intihar o kadar kolay bir karar olmazdı. Kolay bir karar olmasının nedeni yaklaşık 3 ay kadar önce kanser olduğunu öğrenmesiydi. Doktor her ne kadar "hala bir şansımız olabilir" konuşması yapmış ve iyi niyetli olasılıklarla sonsuz bir hayat vaad eder gibi konuşmuş olsa da gerçekleri ondan saklayamazdı. Hayatını cinayet soruşturmalarıyla geçirmiş, sayısız ağızdan sayısız yalanlar duymuş ve yalanları insanların gözlerinden okumayı bilen birine "umut var" demek yararsızdı.

Hayatı sırları çözmekle geçmişti. Şimdi çözülecek son bir sır kalmıştı. Yine bir cinayet diye düşündü. Ama sır cinayetin sırrı değil, ölümün sırrıydı. İnsanoğlunun varoluşundan bu yana çözülemeyen en büyük sırlardan biri. Bu düşüncenin uyandırdığı merak ona ihtiyacı olan cesareti veriyordu. Her gün insanların nasıl ve neden öldüğünü araştırırdı. Şimdi ise ölümün nasıl olduğunu tecrübe edecekti. Ve bunun için yalnızca bir tek şansı vardı. Ve sonra... İşte en büyük soru işareti buradaydı : "Sonra". "Sonra" var mıydı? "Sonra" ne olacaktı. Ama bunu sonra öğrenecekti. Şimdi ölmeliydi. Ölmek nedir öğrenmeliydi. Ölmeden, ölümden sonrasını bilemezdi.
Birden sallanan sandalyenin gıcırtısıyla kulakları yırtılacak gibi oldu. Terlediğini farketti. Sandalyenin sallanışları yavaşlamaya, vücudu bitkin düşmeye başladı. Kaslarını güçlükle harekettirebiliyor, hatta bazılarını hissetmiyordu bile. Aniden soğukkanlılığını parçalara ayıran bir panik şokuyla titremeye başladı. "Ne yaptım ben??? Ne yaptım? diye düşündü ama bu sözcükleri söylemesi komutunu veren beyni o anda konuşamadığını farketti. Gözleri yuvalarında dönmeye başladığında artık karanlıktaydı. Nefes almak hiç bu kadar zor olmamıştı. Her nefes daha zor hale geliyor ve git gide kulaklarında canını yakan bir çınlama sesi büyüyordu. Hissettiği acı nefes almasını engelliyor, nefes alamamaksa daha çok acı veriyordu. Sonunda kulaklarındaki çınlama tarifsiz bir acıyla patladı. Bu patlamanın üzerinden ne kadar geçmişti, ne olmuştu, neredeydi bilmiyordu. Hiç bir şey bilmiyordu. Artık acı hissetmiyordu. Hiç bir şey hissetmiyordu. Duymaya, görmeye çalışıyordu ama onları da yapamıyordu. Sadece düşünebildiğini farketti. Sakinleşmeye çalıştı. Acıdan kurtulunca amacını, merakını hatırlayarak durumu gözden geçirdi. "Düşün..Düşün.." Ve artık düşünmekten başka birşey yapamadığını anladı. Varlığının düşünmekten ibaret olduğunu kabullendiğinde artık sadece birtek şey düşünebiliyordu: "Ölüm". Düşünceler de gitmişti. Ölüm düşünememekti.

NoT: Hikayedeki isim o anda aklıma gelmiş olup kimseyle bir ilgisi yoktur.
Başlık: Ynt: Son Nokta
Gönderen: - 23 Kasım 2013, 20:31:09
Hiçbir Şey ve Diğerleri

(http://www.tonicmedia.in/blog/media/2012/06/6a010534a7bc55970b0120a6e94e61970b-320wi.jpg)
Ayfer Tunç ve Roberto Bolaño'ya

Sallanan sandalyede oturmuş, odadaki antika saatin tik-taklarıyla eş zamanlı olacak şekilde bir ileri bir geri yavaş yavaş, düşünceli bir şekilde sallanıyordu. Elinde tuttuğu nesneye dikkatle bakıyor, ahşabın çıkardığı kulak tırmalayıcı gıcırtıları duymuyordu bile. Ne kadar zamandır o odada oturduğundan emin değildi. Derin bir nefes aldı, ardından elindeki heykelin neye benzediği konusunda tahminler yürütmeye devam etti.

Sahaf da bilmiyordu ne olduğunu, on gün önce rahmetli olan yaşlı bir adamın kitaplarını almaya gittiğinde adamın torunu bu ahşap heykeli de vermişti. Bunu da alın, bizim bir işimize yaramaz, dükkânınızda dursun süs niyetine. Sahaf Hüseyin, önce almamaya niyetlense de sonra belki hanımının hoşuna gider diye kabul etmişti.

Leyla hanım severdi ahşabı; metalin soğuğuna, camın donukluğuna yeğ tutardı. Kolay kolay kırılmazdı da hem ahşap eşyalar. Lisedeyken, onca dikkat etmesine rağmen, annesi Rukiye hanımın üzerine titrediği cam biblolardan birini kırmış, annesinden yemediği azar kalmamıştı. Oldum olası sakarsın sen, demişti, sevgisizce. Kesin baba tarafına çektin, beceriksiz. Leyla hanım kızmamıştı annesine, üzülmüştü. Hep üzülürdü annesi için. Umarım baba tarafıma çekmişimdir, derdi içinden.

Annesi uzun zaman önce, Leyla hanım iki yaşındayken, çok sevdiği eşini kaybetmiş ve bu acıya katlanamayıp intihar etmek istemişti. Üçüncü kattaki evlerinden aşağı atlamış, bacakları kırılmış, şükür ki ölmemişti. Kalan ömrünü tekerlekli sandalyede geçiren Rukiye hanım, eşine üzülmeye devam etmişti kaldığı yerden. Bu üzüntü onulmaz bir acıya, sonra da nefrete dönüşmüştü. Ne diye öldün be adam? Ne diye öldün pis herif, derdi günde bilinmez kaç sefer. Kızı Leyla da inadına babasını andırırdı. Leyla’yı sevmedi Rukiye hanım, aklını da sevmedi, yavaş yavaş terk etti ikisini de. Cam biblolara bakar oldu akan suya bakar gibi, türbe yaptığı evin dört bir yanına camdan mumlar dikti sanki. Leyla ne yapsın, ergenliğiyle aniden büyüyen kollarını bacaklarını koyacak yer bulamayınca kırdı cam biblolardan birini. Ahşap iyiydi o yüzden, çok iyiydi. Eşi o şekilsiz ahşap heykeli getirince de çok sevinmişti ama bu şekilsizlik, birkaç gün sonra onun huzurunu bozmuştu. Düzeni severdi Leyla hanım, her şey birbiriyle dengede olmalıydı evde. Al götür bunu bey, sevmedim, dedi eşine. Abuk sabuk bir şey bu, nereye koysam yakışmadı, al götür koy dükkâna.

Hüseyin bey de vitrine koymuştu heykeli, üst üste dizilmiş Brittanicaların üzerine. Melek, haftada en az üç kez uğradığı sahafa Perşembe günü yine uğramış, yeni kitaplar geldi mi, diye sormuştu. Hüseyin bey, kızım geçen toplu bir alım yaptım ama bilmem hoşuna gidecek bir şey var mı, demişti bakır çaydanlığı ocağa koyarken. Melek, henüz raflara dizilmemiş kitap yığınının yanına gitmiş, elleri tozdan kararana dek karıştırmıştı. Üç kitap beğenmişti. 1970 basımı bir bilimkurgu öyküleri derlemesi, Hamlet’in eski bir çevirisi ve Dini Bilgiler adlı yeşil bir kitap. Kitapların parasını ödeyip dükkândan çıkacakken farketmişti heykeli. Hüseyin amca, şu heykel de satılık mı? Ne kadar? Al kızım, senin olsun demişti sahaf Hüseyin. Melek, hayır olmaz öyle şey, parasıyla alacaksam alayım gibi boş laflar etmeyip, aralarındaki samimiyete dayanarak kabul etmişti hediyeyi.

Şimdi de dikkatli dikkatli bakıyordu heykele. Ne acaba bu? At desen, değil, insan figürü desen, değil, dalgaya benziyor biraz, şu kıvrımlar falan, sanki bir örtü gibi, evet evet, örtü bu, altında bir şey var? Ne acaba? Melek’e göre ne olduğu hemen belli olan sanat eserleri zamanla sıkıcı bir hal alıyordu. O yüzden severdi böyle belirsiz şeyleri. Kapalı şiirleri, gizemi zor çözülen öyküleri, anlaşılmaz resimleri. Godot'yu Beklerken’i defalarca izlemişti. Üniversitedeyken tiyatro topluluğunun sergilediği o acemice oynanmış haline bile bayılmıştı.

Üniversite yılları çok güzel geçmişti. Çok da hızlı. Mezun olur olmaz yüksek lisansa başlamış, zamanla yardımcı doçent olmuştu. Hiç evlenmemişti. Ama bir adamı sevmişti. Semih’le bu evi kiralarken tanışmıştı. Evin sahibinin oğluydu. Kiraya dair konuşurlarken aşık olmuştu adama. Konuşması, kaşlarını oynatışı, sakalı, gözlerinin iriliği, sesinin tonu Melek’i hayran bırakmıştı. Semih de Melek’i sevmişti. Kadının seçtiği sözcüklere hayran olmuştu o da. Herkesi güzelliği için sevebilirdi insan. Ama aklı için sevilebilecek çok az insan vardı yeryüzünde. Melek’in aklını sevdi Semih; Melek de Semih’in sıcaklığını, ona sarılışını sevdi.  Semih, öldü. Neden öldüğünü kimse anlamadı. Yaşlı değildi, 42 yaşındaydı öldüğünde. Hiçbir sağlık sorunu da yoktu. Ölüm nedeni belirsizdi. Semih ölünce Melek ağlamadı, cenazesine de gitmedi. O evi satın aldı. Bütün eşyaları attı. Yerlerine ikinci el eşyalar aldı. Sigaraya başladı. Kimseyle Semih hakkında konuşmadı. Arkadaşlarından da yavaş yavaş uzaklaştı. İçine kapandı.

Üniversitede ders veriyor, ardından doğruca eve geliyor, yol üstündeki sahafa uğruyor, okusa da okumasa da iki-üç kitap alıyordu. Eski kitaplar. Toz kokusu sinmiş kitaplar. Kapağındaki harfleri silinmiş, adları belirsiz kitaplar. Bazen çalışma masasına geçip bir şeyler yazmaya çalışırdı. Bazen hiçbir şey yapmadan şekersiz kahveyle sigara içerdi. Kahve kupasını yazdığı kağıtların üzerine bırakır, her seferinde önceki kahveden yadigar kurumuş lekeye denk getirmeye çalışırdı kupanın tabanını.

Heykel hala elindeydi, hala heykele bakıyordu, bakışlarını bir kıvrıma sabitleyip. Örtünün altındakileri hayal ediyordu. Birbirine sıkıca sarılmış iki insandı belki. İki aşık, iki dost, iki akraba, iki küçük çocuk. En son bir insana sarılalı yedi yıl olmuştu. Yedi soğuk yıl. Sandalyeden kalktı. Heykeli çalışma masasına koydu. Evindeki her şey gibi masa da eskiydi. Eski, sade, dingin. Pencereye doğru yürüdü, pencereyi açtı. Sigarasını almak için yeniden çalışma masasına gitti. Bir sigara yaktı, bir nefes çekti, heykeli eline aldı, örtünün altındakileri düşündü. Dumanı heykele doğru üfledi. Sanki altındakiler rahatsız olup çıkacaklarmış gibi. Bekledi. Bir şeyler olmasını bekledi. Bir şeyler olmasını istedi. Bekledi. Bekledi. Sigaranın külü birikmişti. Düştü düşecekti. Bekledi. Hiçbir şey olmadı. Sadece saatin tik-takları.
Başlık: Ynt: Son Nokta
Gönderen: - 27 Kasım 2013, 11:04:00
LANETLİ

Sallanan sandalyede oturmuş, odadaki antika saatin tik-taklarıyla eş zamanlı olacak şekilde bir ileri bir geri yavaş yavaş, düşünceli bir şekilde sallanıyordu. Elinde tuttuğu nesneye dikkatle bakıyor, ahşabın çıkardığı kulak tırmalayıcı gıcırtıları duymuyordu bile. Ne kadar zamandır o odada oturduğundan emin değildi. Derin bir nefes aldı, ardından elindeki tabancayı usulca şakaklarına dayayıp bir an bile tereddüt etmeden tetiğe bastı.
Gözlerini açtığında, yine ölemedim diye söylendi içinden. Ardından tanımadığı o odada şöyle bir göz gezdirdi. Hiç sevmediği tipten bir dijital duvar saati gördü önce. Çalışmıyordu. Pili bitmiş yahut bozulmuş olmalıydı. Ardından dört bacaklı sallanmayan sandalyeye baktı öfkeyle, fabrika üretimi giysi dolabına, üstü çiçek tarlasını andıran makyaj masasına… Yanında yarı çıplak yatan kadına baktı sonra. Karısı olmalıydı. Güzeldi. Vücudunu bir resim gibi inceledi bir süre. Pek etkilenmedi. Ses çıkarmamaya özen göstererek kalktı yerinden. Giysi dolabından eline geçirdiği bir pantolon ve gömleği üzerine geçirdi. Yastığın altındaki taze kullanılmış tabancayı beline yerleştirdi. Tam bu sırada yataktaki kadın açtı gözlerini. Onu o halde görünce şaşırdı.
“Hayırdır bu saatte,” diye sordu şaşkınlıkla. Cevap veremedi diğeri. Verecek bir cevabı olsa muhakkak söylerdi karısına ama yoktu ne yazık ki. Olsa da o anlayamazdı. Yalnızca o değil, yeryüzündeki hiçbir canlı anlayamazdı onun vereceği cevabı.
Kocası cevap vermeyince kadın korkuyla yerinden doğruldu.
“Bir yere mi gidiyordun, cevap versene,” dedi kararlı bir sesle. O anda adamın aklına güzel bir yalan geldi:
“Saatin pili bitmiş de, pil alacaktım,” deyiverdi. Bu söylediği yalanla her şeyi daha da kötüye götürdüğünün farkında bile değildi.
“Sabahın köründe ne saati, ne pili!”
“Gözlerimi açtım ve saate baktım. Durmuştu. Çoktan durmuş olmalı. Pil alma işini erteledikçe o öyle duracak hep. Düşündüm ki…”
“Ne düşündün! Ne saçmalıyorsun sen sabah sabah! Kaçıyor muydun? O kadına mı gidiyordun yoksa?”
“Hangi kadına? Hayır, yok kadın madın. Ben sadece…”
“Hangi kadın mı? O sarışın orospuya işte. Hayallerinin kadınına!”
“Yok gerçekten ben…”
“Allah senin belanı versin!”
Derken küçük kızları gözlerini ovuştura ovuştura odaya girdi.
“Baba nereye gidiyorsun,” diye sordu. “Annem neden bağırıyor?”
Sevimliydi kızı. Yüzüne uzun uzun baktı. Kucağına aldı kızını sonra, saçlarını okşadı. Fena bir hayat değil diye geçirdi içinden. Keşke o sarışın kadın kimse, o hiç olmasaymış.
Bu sırada karısı art arda sorular soruyor ve bir yandan da ağlıyordu. Ağlamakla da kalmıyordu üstelik saçını başını yoluyor, sağa sola oje ve parfüm şişelerini filan fırlatıyordu.
Kız da korktu annesinin o halinden. Gözlerinden iri taneler boşalmaya başladı. Adam son derece soğukkanlı bir sesle,
“Bunun böyle olmasını istemezdim. Keşke bir kez olsun bu hayatı deneme şansı verseydin bana,” dedi kadına. Epeyce yaşlanmıştı artık. Yıllar geçtikçe kadınlara tahammülü daha da azalıyordu. Belindeki tabancayı çıkarıp şakaklarına dayadı ve gözlerini bile kırpmadan tetiğe bastı.
Gözlerini açtığında sahilde bir şezlongda uzanıyordu. Dalga sesleri insan cıvıltılarına karışarak kulaklarına doluverdi. Yine ölemedim, dedi içinden.
Altı yüz küsur yıldır olduğu gibi yine ölememişti.
Başlık: Ynt: Son Nokta
Gönderen: - 27 Kasım 2013, 22:51:10
"Lanetli" adlı devam öyküsü o kadar bol çağrışımlı bir öykü ki okuyunca ben de bir alternatif yaşam ve ölüm yazmak istedim ve muhtemelen yazacağım. Harika bir öykü.
Başlık: Ynt: Son Nokta
Gönderen: - 10 Aralık 2013, 21:32:52
Not: Biliyorum, bu kısmın adı Son Nokta, öyküleri bitirmemiz gerekiyor; ama affınıza sığınarak "Lanetli" adlı son nokta'ya bir devam yazdım. Yazmak için müthiş fikirler barındıran harika bir son nokta öyküsü "Lanetli". Ben de kendimi durduramadım. Affedin.

Lanetli (Devam)

Ayağa kalkıp etrafı izledi. Çok güzel bir plajdı. Hava ılık, deniz tertemizdi. Yerde, kumların arasındaki silahı gördü. Ayağıyla üstüne bastırdı ve silah tamamen görünmez olana kadar ayağıyla üzerine kum ittirdi. Derin bir nefes alıp yeniden şezlonga uzandı. Sağlıklı, bronz bir vücudu vardı. Saçlarını, yüzünü yokladı. Muhtemelen kırklı yaşların sonundaydı. Gülümsedi. Yavaşça gözlerini kapadı ve yeni hayatının keyfini çıkarmaya başladı. Hiçbir şey düşünmemeye çabaladı.

Yaklaşık yarım saat sonra yanındaki şezlonga birinin uzandığını fark etti. Gözlerini açtı. Genç ve güzel bir kadın yatıyordu şezlongda. Uzun uzun baktı kadına. Siyah kısa saçları, ince bir vücudu vardı. Yüzü çok güzeldi. Güneş gözlüğü takıyordu.

“Karım olamayacak kadar genç” dedi adam sessizce.
Kadın, adama bakıp gülümsedi.
“Efendim, baba.”
Adam, telaşla “Neredeydin?” dedi.
“Biraz yüzdüm, daha da çıkmayacaktım ama su soğudu biraz.”
“Anlıyorum.”
“Ne oldu, baba? Bi’ garipsin.”
“Bir şey yok. Düşünüyordum sadece.”
“Neyi?”
“Burası çok güzel bir yer, sık sık gelelim buraya.”
“Olur, baba.” dedi kız, şaşkınlığını gizlemeye çalışarak.

“Bu sefer oldu sanırım” dedi adam içinden. Bu sefer güzel bir hayat sürebilirdi. Varlıklı biri olduğu belliydi. Güzel, ilgili bir kızı vardı. Eşi var mıydı? Varsa neredeydi? Bilmiyordu ama o kadar da önemli değildi. Şimdilik keyfi yerindeydi. Her zamanki gibi her şeyi zamana bırakacaktı. Zamanla öğrenecek, hayatını tanıyacak ve uyum sağlayacaktı. Hızlı ve etkili gözlemlerle fazla dikkat çekmeden isimleri öğrenmeyi, geçmişe dair önemli bilgileri edinmeyi öğrenmişti.

“Baba.”
“Efendim kızım.”
“Annemi özlüyor musun?”
Soruyu sorarken kadın, gözlerini bir-iki saniyeliğine kaçırmıştı. Adam anladı eşinin öldüğünü. Kadının sesi sakindi. Demek ki uzun zaman olmuştu eşi öleli. Tatile kızıyla geldiğine göre eşi öldükten sonra hayatına kimse girmemişti ya da biri girdiyse de ilişkisi biteli çok olmuştu. Risksiz bir cevap verdi.
“Özlüyorum.”
“Ben de özlüyorum, baba. Çok özlüyorum. İsmimi söyleyişini unutamıyorum. ‘Feyza, kızım’ derdi hep. ‘Kızım’ı illa ki eklerdi.”
“Bana nasıl seslenirdi, çok zor hatırlıyorum Feyza.”
“Sana da ‘Hakan’ım’ derdi baba. A’ları bazen bilerek uzatırdı biraz. Önünde eğilirdi eteğini tutarak. Sen de alnından öper kaldırırdın. Ne çok yakışırdınız birbirinize.”

Onca yıl sonra, onca dert ve acıdan sonra bile, adam hala hüzünleniyordu karşılaştığı bu elim hikâyelere. Eşini görmek istedi birden. Kadın hala yaşıyorken bu hayata girmek isterdi. Yaşadığı binlerce hayatı; uzun, kısa binlerce ömrü düşündü. Sonra kızına baktı. Kızı neden babasıyla gelmişti tatile? O da mı yalnızdı?

“Okul nasıl gidiyor Feyza? Arkadaşlarınla aran nasıl?”
“İyi baba, takılıyoruz işte.”
“Kalbini titreten biri…”
“Baba, dikkat et!”
Adam kızının gösterdiği tarafa baktı. Beş-altı yaşlarında bir çocuk, kuma bulanmış silahı sarsak sarsak tutuyor, namluyu adama doğrultuyordu. Hızla yerinden kalktı adam. Çocuğun üzerine atladı. Kadın çığlık attı. Silah ateş aldı.

Gözlerini açtığında yumuşak bir yerde yattığını fark etti. Beyaz bir tavana bakıyordu. Etraf sessizdi.
Ölmek istememiş ama ölmüştü.
Başlık: Ynt: Son Nokta
Gönderen: mit - 11 Aralık 2013, 12:28:19
Evet arkadaşlar, bu lüzumsuz ve affedilmez hareketinin ardından Bülend'i süresiz olarak forumdan uzaklaştırıyoruz :)  Estağfurullah efenim, affedilecek ne var? Sayın Sulhi Saygılı'nın itirazı yoksa bizim hiç olamaz. Elinize ve kaleminize sağlık, gayet güzel bir devam bölümü olmuş.
Başlık: Ynt: Son Nokta
Gönderen: cemaziyel - 13 Aralık 2013, 16:14:26
(Sanıyorum ben hikaye yazmadan yeni paragraf eklemeyecek bu adam! yazayım bari...)

Sallanan sandalyede oturmuş, odadaki antika saatin tik-taklarıyla eş zamanlı olacak şekilde bir ileri bir geri yavaş yavaş, düşünceli bir şekilde sallanıyordu. Elinde tuttuğu nesneye dikkatle bakıyor, ahşabın çıkardığı kulak tırmalayıcı gıcırtıları duymuyordu bile. Ne kadar zamandır o odada oturduğundan emin değildi. Derin bir nefes aldı, ardından elindeki köstekli saati kurmayı bitirdi. Seviyordu bu saati. Hatta 'seviyordu'dan ziyade aralarında duygusal bir bağ vardı. Mareşal olan babasından kalan yegane hatıraydı bu onun için. Babası bu sene mareşal olmuştu. Hayır. Tabi ki ölü insanlar rütbe atlayamaz. Fakat o her iki üç senede bir 55 yıl evvel binbaşı olarak ömrünü tamamlamış olan babasının yıldızına yıldız eklerdi. Karşı da çıkamazdınız. Yani çıkardınız da bir işe yaramazdı. Takmış adam bir kere kafaya... Hem yaşlı adam bırakın öyle olduğuna inansın, canım, ne çıkar yani bundan? Sizi ne ilgilendirir hem! Sinirlendim yine... kusura bakmayın... Ama bu adam söz konusu olduğunda biraz hassaslaşıyorum. Şekerim de yüksek çıktı bu ara... Doktor 'dikkat et!' diyor. Neyse ne anlatıyordum ben? Saat!

Saati kurup usulca sandalyesinden kalktı. Yeri gelmişken söyleyeyim o sandalyeyi de çok severdi bu adam. Koca salonda sanki oturacak başka hiçbir yer yokmuş gibi hep gider o sandalyeye otururdu. Koltuk takımlarını 10 yılda bir, yüzlerini de 2 yılda bir değiştirmemize rağmen hiç kullanmadı adamcağız diyebilirim. Tabi bütün bu değişiklikler yapılırken o sandalyeye dokunmamıza hiç izin vermedi. Hatta 'Gıcırtı yapıyor' diye mızmızlanacak oldum da bir keresinde 'Sen daha çok gıcırdıyorsun.' diye münasebetsiz bir laf soktuydu, o dönem iki hafta yüzüne bakmadım deyyus herifin. Pek konuşmazdı ama böyle ağzını da açtı mı da bir laf ederdi ki tiksinirdiniz, yani boğuveresiniz gelirdi o dakika. Evet... Hayır canım siz niye boğasınız adamcağızı! Hayret doğrusu!
Gene uzaklaştık biz konudan. İnsana anlatacağı şeyi de anlattırmıyorsunuz!

Sandalyeden kalktı kapıya doğru ilerledi. İlerledi ya parkeleri yeni silmiştim. Halıları toplamışım falan. Öyle pis terlikleriyle yeni sildiğim yere bastı geçti. Hiç dikkat etmezdi böyle şeylere. Kaç kez uyardım. "Bak" dedim. "Efendicağızım!" dedim. "Oracığa, ayağının tam dibine deterjanlı bez koyuyorum." dedim. "Ne olur yani silip geçsen? Şimdi ben senin geçtiğin yerleri yeniden sileceğim. yazık değil mi bana?" dedim. Pasaklı bi adamdı yani. Hiç dikkat etmezdi böyle şeylere. Hoş değil yani. Gene başka bir şeyler anlatıyorum değil mi ben? Hay dilim kopsun!

Benim dediklerimi duymazdan geldi. Kapıdan çıkıp antreye çıktı. Genişçe bir antremiz vardı bizim. Salon kapısı ile dış kapının arasında, Salon kapısından çıkıp sağa dönerseniz üst kata çıkan merdivenlere, sola dönerseniz de mutfak ile kilere gidersiniz. ama o dış kapının yanındaki vestiyere gitti. Gene konudan uzaklaşacağım sandınız değil mi? Yok efendim bu kez evimizi gözünüzün önüne getiresiniz diye öyle anlattım. O da çok değer verirdi evimize. Çocuğu gibi bakardı. Bir çok yerini kendi elleriyle onarmıştır. Hatta arka taraftaki korkulukların tamamını kendi elleriyle yapmıştır. Gerçi biraz eğri büğrü oldu orası. Kendisine de söyledim boş bulunup bir sürü söylendi yine. Bana da iyilik yaramıyormuş, nesi varmış gül gibi korkuluk olmuşmuş falan. Ama ben söylediydim huysuz herife! "Çam ağacından yapılmaz orası. Cevizden yapaydın, hiç olmazsa sedirin rengine uyardı." dedim. Yine dinlemedi. Zaten beni hiç dinlemezdi. Öyle her şeyi kafasına göre yapardı. Kalın kafalı herif!

Vestiyere gitti. Kaşe ceketine şöyle bir elini attıı. O ceketi de pek severdi. Yeğeni almıştı 8 sene evvel. "Dayı," demişti. "50 yıldır aynı yamalı ceketi giyiyorsun. Bu benimkini vereyim de üşüme!" iyi çocuktu Abdurrahman. Dayısını da severdi. Dayısı da onu severdi ya, neyse... O zamanlar hiç aklımıza gelmezdi, Abdurrahman gelecek de... dayısına bir takım kağıtlar imzalatacak da... o kağıtlarla bizim evi kendi üstüne geçirecek de... sonra o evi müteahhide satacak da... müteahhit bizim kapımıza polisle dayanacak da... Peki evladım kısa keseyim.
 
Sonra nedense ceketi almaktan vazgeçti. Üst kata çıktı. Hani bahsetmiştim. Salondan çıkınca sağ taraftaki merdivenlerden... O merdivenler de eskidiydi gerçi. Tam müteahhidin polisle geldiği gün onu söylüyordum. Dördüncü basamak çürümüş. Biz de artık genç değiliz. Çıkarken ayağımız giriverir içine maazallah! Çoluk çocuk da yok. Kim bakar bize? Kusura bakmayın evladım. Çoluk çocuk lafı geçince bir kötü olurum. Aslında vardı da işte salgında sizlere ömür hepsi. Sizler hatırlamazsınız. Teee 50 sene evvel bi salgın olduydu... Neyse çok üstelemedim ben merdiven konusunda. Tabi sonra polisler falan gelince "ev de bizim değilmiş madem, basamak onarmanın bir anlamı yok!" dedim ben. Ben öyle deyince bir durgunlaştıydı adamcağız.

O gün? Haa yukarıdan indi aşağı tekrar. Kapıyı açtı, çıktı, gitti öyle. Ceketi bile almadı. O soğukta hem de! Arkasından gittim ama yetişemedim de... Nereye gideceğini de söylemedi. Zaten hep böyleydi bu adam. Hiç sağlığına dikkat etmezdi. Öyle yelekle falan çıkardı kış ortasında sokaklara. "Adam sen artık genç değilsin!" desem de dinletemezdim. Zaten beni hiç dinlemezdi.

Sonra da sizin arkadaşlar gelip aldılar beni. Yok evladım. Ben nereden bileyim? Adam yukarıdan babasının beylik tabancasını alacak da... yeğeninin dükkanına gidecek de... vuracak da falan. Aklıma gelmedi desem yalan olur. Ama dedim. "Aman Efendim!" dedim. "Sakın ola ki Abdurrahman'ı babanın beylik tabancasıyla vurmaya kalkma!" dedim. "Sen fevri adamsın. Şimdi 'Bu yaştan sonra hapse girsem ne olacak?' dersin" dedim. "Abdurrahman bunca yıl emek verdiğin evini hileyle elinden alıp el aleme satmış olabilir." dedim. "Ama sen sen ol gene de elini kana bulama." dedim. Dedim de beni dinleyen kim? A evladım! Yine yapmış yapacağını bizim adam!
Başlık: Ynt: Son Nokta
Gönderen: Refeco - 24 Ocak 2014, 21:47:01
Sallanan sandalyede oturmuş, odadaki antika saatin tik-taklarıyla eş zamanlı olacak şekilde bir ileri bir geri yavaş yavaş, düşünceli bir şekilde sallanıyordu. Elinde tuttuğu nesneye dikkatle bakıyor, ahşabın çıkardığı kulak tırmalayıcı gıcırtıları duymuyordu bile. Ne kadar zamandır o odada oturduğundan emin değildi. Derin bir nefes aldı, ardından elindeki gitarın tellerinde bir melodi tutturdu. Tırnakları kırılmış, elleri bütün gün sırtında taşıdığı kömür yüzünden kirlenmişti.

Her sabah kimse güneş doğmadan çalar saatin sesiyle uyanır, eski kulübenin ahşap kapısını gıcırtı sesiyle açardı. Kapıyı kaparken kendine “Akşam döndüğümde bu kapıyı bir güzel yağlayacağım” sözünü verir, her akşam unuturdu. Bugün de diğerlerinden farksız geçmişti, yine yorgundu, uyumak için yatağa gitmek bile zor geliyordu.

Joe Fredie Blackstone.

Kimlik kartındaki resmi adı buydu. Gözlerinin yeşil rengi yüzünden herkes ona Yeşil Joe derdi. Kömür madenlerinde işçi olarak çalışan binlerce afro-amerikan’dan bir tanesiydi. Madenlerden kazandığı paranın çoğu kira ve faturalara gider, kalanıyla “Bumbum’un Yeri” ne gidip o gece deliksiz uyumasını sağlayacak kadar içki içerdi. Hayatındaki tek lüks harcama elindeki yirmi dolarlık gitardı. Parmaklarını kıpırdatacak kadar enerjisi olduğunda uyuyana dek gitar çalardı. İyi çalardı.

Kapı gürültüyle çalmaya başladığında isteksizce gitarı sandalyenin hemen kenarındaki sehpaya bıraktı. Sehpanın üzerindeki toz, pencereden içeriye sızan ay ışığında kendini gösterdi. Yeşil Joe ise sandalyenin kenarlarından destek alarak kapıya doğru gitti. Ahşap kapının hemen kenarındaki pencerenin camından dışarıda kim olduğuna baktı. Pencerede asıldığı günden beri dokunulmadığı bir hayli belli olan ucuz bir perde vardı. Joe başını eğip perdeye çarptığında bir miktar toz havalandı.

Gıcırdama sesiyle kapıyı açtığında sabah kendine verdiği sözü unuttuğunu farketti Joe. Karşısında elinde yarım şişe ev yapımı ucuz viskiyle bekleyen bir adam vardı. Kendisi gibi bir afro-amerikan, çocukluk arkadaşı Micheal. O kadar eski arkadaşlardı ki Joe, Micheal ile ne zaman tanıştığına dair hiçbir şey hatırlamıyordu. Koca Mike ile birlikte doğmuş gibiydi.

“Uyumadan önce bir düete ne dersin Yeşillik?” dedi Koca Mike. Lakabının hakkını verecek kadar iriydi. Üzerindeki renkli gömleğe sığmayan göbeği, ucuz saatinin kordonunu patlatacak gibi duran iri bilekleri vardı. Koca gövdesi arkasından evin içine sızmaya çalışan ay ışığını engelliyordu. Joe, sadece Mike’ın arkadaşı olduğu için defalarca dayak yemekten yırtmıştı. Buralarda oturan herkes “Yeşil Joe’ya bulaşırsan, Koca Mike’a da bulaşmışsın demektir” sözünü iyi bilirdi.

“Eğer adam akıllı çalacaksan neden olmasın Mickey fare?” diye devapladı Yeşil Joe. Cevabı verirken içeriye, gitarı bıraktığı yere doğru ilerlemeye başlamıştı bile.

“Bu işi sana kimin öğrettiğini unutma Yeşillik. Müzik, benim ailemin kanında var. Gitar çalmayı sana dedem öğretmişti, beni tanımasaydın dedemi de tanımayacaktın, dolayısıyla sana gitar çalmayı ben öğrettim diyebilirim. Değil mi?” Koca Mike bunları söyledikten sonra viskiden koca bir yudum alıp, ıslak dişleriyle sırıtarak Joe’ya baktı. Kardeşi olmamıştı, O da Joe’yu kardeşi bilmişti. Bunu buralarda yaşayan herkes iyi bilirdi.

“Deden bu işi biliyordu Mike. Hem de iyi biliyordu. En çok da buna şaşırıyorum, deden sana hiçbir şey öğretmemiş. Ya da ev yapımı viski içmekten o koca kafanın içi tamamen boşalmış da olabilir.” Joe, gitarı omzuna atmış, sırıtarak kapının dışına yürümeye başlamıştı.
 
Havanın güzel olduğu, yorgun olmadıkları zamanlarda Mike ile mahallenin ilerisindeki parka gidip düet yaparlardı. Koca Mike mızıka çalardı. Joe, Mike’ın o koca gövdesiyle ellerinde kaybolan küçücük mızıkayı üflerken gördüğünde daima gülümserdi. Küçücük mızıka, belli bir süre sonra koca adamı nefes alamaz hale getirir, üflemekten yanaklarını kızartırdı.

Yeşil Joe, bir çırpıda kapıyı kapattı. Kapısını kilitlemezdi, şehrin bu kısmında pek hırsızlık olayı olmazdı. Hırsızlar hangi semtlerin daha çok para getireceğini ve Joe’nun evinden alabilecekleri en değerli şeyin şu an elinde tuttuğu yirmi dolarlık gitar olduğunu iyi bilirlerdi. Belki de ilahi adalet böyle sağlanırdı.

İki kafadar caddenin ortasından yürümeye başladılar. Ay ışığı, sağ taraflarında onları takip eden iki kişilik garip şekilli bir gölge oluşturuyordu. Caddenin iki tarafında bakımsız ve oldukça eski küçük kulübeler sıralanmıştı. Sağ taraflarında ay ışığına doğru yüzüne dönmüş, yetmiş yaşlarındaki “Ördek Tom” sallanan sandalyesinde sallanırken iki kafadarı görüp başıyla selam verdi. Elleriyle mızıka çalar gibi yaparak Mike’a baktı. Tom da mahallenin birçok yaşlı erkeği gibi maden işin emekli olmuş, müzmin öksürük hastalarından birisiydi, istemsizce öksürdü.

Koca Mike, koca sağ elini arka cebine soktu ve küçücük bir mızıka çıkardı. Elindeki viski şişesinin kapağını kapatıp cebine koydu. Tom’dan mesajı almıştı. Yürümeye devam ederken mızıkasını ağzına götürdü ve çalmaya başladı. Gecenin sessizliğinde her şeye isyan edercesine yüksek perdelerden bir şeyler çalmaya başladı. Kelimelerin anlatamadıklarını küçük mızıkadan çıkardığı notalarla öyle güzel anlatıyordu ki birçok evden radyoların sesi kısıldı. Ördek Tom gülümsüyordu.

İki arkadaş gecenin karanlığını yırtan mızıka sesiyle parka doğru giden caddeyi adımlarken radyoların sesi duyulmaz olmuştu…
Başlık: Ynt: Son Nokta
Gönderen: meçhull - 23 Şubat 2014, 19:21:26
Sallanan sandalyede oturmuş, odadaki antika saatin tik-taklarıyla eş zamanlı olacak şekilde bir ileri bir geri yavaş yavaş, düşünceli bir şekilde sallanıyordu. Elinde tuttuğu nesneye dikkatle bakıyor, ahşabın çıkardığı kulak tırmalayıcı gıcırtıları duymuyordu bile. Ne kadar zamandır o odada oturduğundan emin değildi. Derin bir nefes aldı, ardından elindeki yüzüğü parmağına taktı ve kendinden emin bir tavırla ayağa kalktı. Düşündüğü tek şey bu sefer doğru zamana gitmesi gerektiğiydi. On yedinci denemesinden sonra bu durumdan fazlasıyla sıkılmıştı. 1800 lü yıllarda bir tarihçinin ölümle veda ettiği odasına son kez baktı ve gözlerini kapadı.  
Derin bir nefes aldı ve 'Matt Crow 'ın evi.' diye fısıldadı. Ardından odanın dönmeye başlamasıyla başının döndüğünü hissetti. Diğer eli hala yüzüğün üzerindeydi. Tam bir dakika sonra zeminin dönmeyi bıraktığını anladı ve sımsıkı kapadığı gözlerini endişeyle araladı. İlk gözüne çarpan şey karşısındaki savaştan çıkmış gibi acı çeken dağınık masa oldu. Yüzündeki endişe yerini rahatlamaya bırakırken birinin ona sarılmasıyla havaya sıçradı.
''Tanrım sonunda gelebildin!'' yaşlı adam heyecanla nefes alışlarını kontrol etmeye çalışarak konuşmuştu.
Genç kız nutku tutulmuş bir halde ona bakıyordu ve neredeyse kekeleyerek konuşmaya çalıştı.
''Baba se-n .. Sana ne- ol du..''
Yaşlı adam kızının saçlarını okşadı ve ona şefkatle baktı.
''Sadece yaşlandım tatlım.''
''Ama bu..''
Genç kız cümlesini tamamlayamadan babasına sarıldı ve göz yaşlarının yanaklarını işgal etmesine izin verdi.
**
''Bu yaşa geldin ve hala masanı toplamayı öğrenmedin öyle mi?'' kız masada ki kağıtları ve gereksiz bir sürü ıvır zıvırı toplarken babasına söyleniyordu. İlk gelişine nispeten biraz rahatlamış görünse de karşılaştığı durum korkunçtu. Yüzük babasının Zamanda yolculuk yapmaya yarayan ilk icadıydı. On dokuz yaşında olan genç kız o doğduktan hemen sonra ölen annesini görmek için yüzüğü büyük bir hevesle denemek istemişti. Fakat işler ters gitmiş ve eve dönmesi biraz uzun sürmüştü. Çok değil sadece 50 yıl !
''Ahh ölmemek için bin takla attım ben masayı düşünecek halim vardı sanki!'' yaşlı adam sandalyesinde oturmuş kızını izliyordu. Genç kız içi burkulmuş bir halde onun yanına geldi ve kollarını ona sardı. Konuşmaya başladığında ses tonu ağlamak üzere olduğunu vurguluyordu.
''Annemi bir kaç saat görebilmek için seninle geçireceğim tam elli yılı harcadım baba çok özür dilerim.''
Yaşlı adam sevgiyle onun ellerini tuttu ve ona gülümsedi.
''Özür dileme prenses o buna değer, o benim kalbim seninse annen ve ben onu görebildiğin için çok mutluyum.''


Spoiler: Göster
 Bu son nokta benim çok hoşuma gitti umarım devam eder/ederiz.

Başlık: Ynt: Son Nokta
Gönderen: mit - 09 Ağustos 2014, 15:03:20
Spoiler: Göster
Cemaziyel'in ısrarcı dürtüklemeleri sunar


Yeni Paragraf

Acele etmeliydi, her an gelebilirlerdi. Eğer yaptığı şeyi bitirmeden önce kapıdan içeri girerlerse her şey ama her şey mahvolabilirdi. Tüm o hazırlıklar, onca emek... Bu olumsuz düşüncelerden kurtulmak için başını iki yana silkeledi ve ellerine hız verdi. Tam o esnada kapının öteki tarafında bir ses duyar gibi oldu ve..."
Başlık: Ynt: Son Nokta
Gönderen: Aget - 10 Ağustos 2014, 01:34:45
Spoiler: Göster
Peşin not: Fazla acemiyim ;D



Acele etmeliydi, her an gelebilirlerdi. Eğer yaptığı şeyi bitirmeden önce kapıdan içeri girerlerse her şey ama her şey mahvolabilirdi. Tüm o hazırlıklar, onca emek... Bu olumsuz düşüncelerden kurtulmak için başını iki yana silkeledi ve ellerine hız verdi. Tam o esnada kapının öteki tarafında bir ses duyar gibi oldu. Kapıya doğru baktı, kapının topuzunun zorlandığını gördü; bir sağa, bir sola. "İyi ki kapıyı kilitlemişim." diye düşündü. Kapı topuzu tekrar hareketsiz bir hal aldı. Taner, hiç vakit kaybetmeden masanın üzerinde kalmış birkaç deste 100 dolarlık banknotu da çantasına atıverdi.

Bir müddet para dolu çanta kucağında, sanki aniden bir tehtit belirecekmiş gibi silahını çekip kapıya doğrulttu. Herhangi bir ses veya hareket yoktu. Tabancanın horozunu başparmağı ile indirip, arka kapıya doğru hızlı adımlarla ilerledi. Kapıyı açıp tam ilk adımını atacaktı ki, önünde iri yarı iki dazlak korumayı fark etti. Öylece, hiç hareketsiz ve korkmuş bir vaziyette kalakaldı.

Zayıf, uzun boylu, orta yaşlı bir adam ona doğru geliyordu.
Korumalardan biri elindeki çantayı çekiştirip alıverdi ve uzun boylu adama doğru uzattı.

Adam çantayı aldı ve yere bıraktı. Ardından İki koruma kollarına girip Taner'i sıkıca tutmaya başladı.
Sıska adam elinin tersiyle sert bir tokat savurdu, elini silkeleyip kısık sesle bağırdı. Eli acımış olmalı.

"Patron kendisine kazık atanlara ne yapar? Biliyor musun o*****u çocuğu?" dedi ve Taner'in çenesini sıkıca tutup "Ha? Biliyor musun?" diye sorusunu yineledi. Taner, adamın yüzüne kanla karışık tükürerek; "Üzgünüm. Unutmuş olmalıyım." dedi.

Sıska herif, cebinden çıkardığı mendille yüzünü silip, bir tokat daha savurdu.

"Çok değil, birazdan hatırlayacaksın kuş beyinli. Gerçek saat nerede! ?"

 Taner bir tarihi eser kaçakcısıydı. Başı belada olduğuna göre, bu sefer önemli bir şeyi kendisine saklamış olmalıydı.

Taner alaycı bir gülüş takınarak; "Size verdiğimin nesi var ?" diye sordu.

Sıska adam, Taner'in karın boşluğuna sıkı bir yumruk attı. Taner bir süre nefes almakta zorlandı.

"Sana yapacaklarımdan sonra dişlerin öyle beyaz ve parlak olacak mı acaba!" dedi ve tam elini tekrar kaldırmıştı ki, zaman durdu. Her şey dondu. Gelen Taner'in ortağı Tuna'ydı. Aradıkları saat elindeydi. Taner'in evine girdi ve tamir aletlerini karıştırmaya başladı. Sonunda bir kerpeten de karar kılıp, yeniden arka bahçeye indi. Sıska adamın yumruğunu önüne indirip avucunu açtı.  Tehtidini duymuş olsa gerek, dişlerini sökmeye koyuldu. Adamın 32 dişini tek tek söküp eline bıraktı. Ardından yerde duran para dolu çantayı alıp arabaya atladı. Geri dönüp Taner'i aldı ve oradan tam gaz uzaklaştı.

Saatin pimini yeniden indirdi ve zaman tekrar akmaya başladı. Taner'in kendine gelmesi biraz zaman aldı. "Neden bu kadar geciktin? Az kalsın ölecektim alçak herif!" dedi sinirli bir ses tonuyla.

"Ama ölmedin." dedi Tuna gülümseyerek.

"Ayrıca şu an, 32 dişini birden senin bahçene savurmuş bir adamın daha büyük sorunları var." dedi ve kahkaha atarak gülmeye başladı.
Başlık: Ynt: Son Nokta
Gönderen: - 14 Ağustos 2014, 13:48:49
Acele etmeliydi, her an gelebilirlerdi. Eğer yaptığı şeyi bitirmeden önce kapıdan içeri girerlerse her şey ama her şey mahvolabilirdi. Tüm o hazırlıklar, onca emek... Bu olumsuz düşüncelerden kurtulmak için başını iki yana silkeledi ve ellerine hız verdi. Tam o esnada kapının öteki tarafında bir ses duyar gibi oldu ve..." Arkadaşını da alıp g..tüm g..tüm oradan uzaklaşarak  aceleyle arabasına atladı ve gaza kökledi.

Yaklaşık bir saattir yoldaydılar. ''Biraz mola verelim.'' diye seslendi uyuklayan arkadaşına Ahmet. Arabayı esrarengiz derecede sessiz ve sakin olan bir petrolün önüne park etti. Mehmet de bu arada mayışmış halinden kurtulmak için arabadan inip arabanın torpido gözünde bulduğu bir şişe pet suyu kafasından aşağı boşalttı. ''Dostum benim acil beton dökmem lazım içeri girip bir soralım hela nerdeymiş.'' Birlikte bu eski püskü petrolün marketine doğru yola koyuldular.

İçeri girdiklerinde açılan kapı arkalarından devrilip düştü. Onları abur cubur bölümünde  sallanan sandalyede oturan sakallı bir adam karşıladı. Adam o kadar yaşlı görünüyordu ki Ahmet kendini tutamayıp ''Hacı sen ölmeyi unutmuşun ya resmen.'' dedi. Mehmet de Ahmet da kendilerini tutamayıp kahkaha attılar. Neredeyse altına edeceğini hisseden Mehmet ''hacı burda tu..'' diyemeden yaşlı adam araya girdi. ''Veresiye yok, para üstü yok! Alacağınızı alın da basın gidin burdan.'' Yaşlı adamın kafasında yıpranmış bir kovboy şapkası vardı onuda zaten ters takmıştı, elinde tuttuğu çifteliyle sandalyesinde sallanarak Mehmet'e bakıyordu. Sanki adamın kafasında kırışıklardan oluşmuş bir dünya haritası vardı.

Ahmet yine kendini tutamayıp ''Moruk, kafana bakarak tuvaletin yerini tahmin etmek çok zor, nereye sı..caz söyle de basıp gidelim.'' dedi. Yaşlı adamın gözleri araba tekeri kadar büyüdü, kaşları biraz daha uzun olsa bıyıklarının devamı sanacaktılar. ''Ne bakıyon öyle dayı söylesene yahu.'' dedi Mehmet kıvranarak. Ahmet yine kendini tutamayıp ''neyin tribindesin sen ya.'' dedi. ''Mk sallanan sandalye, şapka, tüfek.. Hem sen niye kasada oturmuyonda burda oturuyon. Yaşlı adam çatlamış dudaklarının arasından ve çürümüş yampirik dişlerinin arkasından bir kahkaha patlattı. ''Burda çikilota ve peskevit var da ondan'' dedi. Sonra birden ciddileşerek ''Yürümek benim gibi yaşlı bir adam için çok zor, tabi sizin bunu anlamanızı beklemiyorum hem zaten tam da bu yüzden para üstü yok!''.

''Tamam dayı.'' dedi artık dayanacak hali kalmayan Mhmet. ''Hela nerde söyle artık köpeğin olayım. Yaşlı adam bir gözünü kısıp diğerini kocaman açarak ve alaycı bir ses tonuyla ''naabacaksıgız heladaa siz bagıym.'' dedi. Mehmet: S...caz dayı s..caz çok merak edilecek bişey yok yani nerde bu lanet olası tuvalet seni nankör budala.'' Sonra kendine hakim olamayıp biraz daha saydırdı '' seni gidi bencil şişman pislik. Neredeyse yaşlı adamın üzerine saldıracaktı ki Ahmet onu son anda tuttu. Artık nefes nefese kalmıştı. Yaşlı adamın da artık keyfi yerine geldiğinden, helanın yerini söylemeye razı oldu. ''Hadi gençler hela marketin arkasındaki baraka gidin s..cın.'' Ama şunu bilin ki oraya giden kimse bir daha geri dönemedi. Ve bu söylediğinin arkasına kötücül ve puslu bir kahkaha daha patlattı hatta o kadar aşırıya kaçtı ki neredeyse adam kalpten gidecekti.

Tuvalete vardıklarında yaşlı adamın dedikleri akıllarına geldi. Sonra Ahmet amaan be adam bizimle kafa buluyor gir s..cta artık gidelim burdan patron çoktan peşimize düşmüştür. Mehmet bir yandan tuvalette işini görürken diğer yandan da söyleniyordu ''mk altı üstü bir kasa bu ve senin yirmi dakikan vardı senin yüzünden ya ölecez yada böyle kaçarak geçecek hayatımız. Ahmet tuvaletin kapısının önünde Mehmeti beklerken istasyona yaklaşan bir arabanın sesini duydu. Burası o kadar sessizdi ki bunu kolayca işitmişti.

''Hadi lan ne s..carmışın bee çık artık da gidelim, ben kıllanmaya başladım.'' Fakat Mehmet cevap vermedi. Ahmet tekrar seslendi ''hadisene olum ayar oldum burda çık artık gidelim, ha bu arada arabayı da bu sefer sen kullanacan bacaklarım hala sızlıyor.'' Arabadan inen adamların markete girdiğini duyunca biraz rahatladı. ''Şimdi bizim ihtiyar onları bir saat oyalar orda.'' Kendine hakim olamadan gülümsedi. ''Mehmet, lan cinik ordamısın ses versene olum.'' Mehmet'ten hala ses gelmiyordu. Marketten gelen silah sesini de duyunca, Ahmet geriye doğru ilerledi, bir hışımla ileri atıldı ve baraka tuvaletin kapısını kırdı.

 İçeri girdiğinde kendini tamamen farklı bir yerde buldu. Arkadaşı mehmet de oradaydı etrafta da bir sürü ahşap evler vardı. Ahmet yanına gelip ''olum bura nere lan?'' dedi. Sonra arkasını döndü ve barakaya baktı, hala oradaydı. ''Boşa deneme geri dönüş yok.'' Mehmet buraya nasıl geldik olum, bu insanlar kim?'' Sonra barakadan içeri ellerinde uziyle birlikte dört adam girdi. Yaşlı moruğu konuşturup sonra da öldürmüş olmalıydılar. Adamlar ''elinizi kaldırın ulan'' diye seslendi. Sonra kararlarını değiştirip ''yada boşver kaldırmayın diyip tetiği çekerek Ahmet'le Mehmet'i öldürdüler.
Başlık: Ynt: Son Nokta
Gönderen: kngzz - 18 Ağustos 2014, 18:39:32
      Acele etmeliydi, her an gelebilirlerdi.Eğer yaptığı şeyi bitirmeden önce kapıdan girerlerse her şey ama her şey mahvolabilirdi. Tüm o hazırlıklar, onca emek... Bu olumsuz düşüncelerden kurtulmak için başını iki yana silkeledi ve ellerine hız verdi. Tam o esnada kapının öteki tarafında bir ses duydu ve duraksadı. Hayatında hiç olmadığı kadar heyecanlanmıştı. Kapıdan gelen sesler şiddetlenmeye başlamıştı. Bir anlık duraksamanın ardından gülümsedi. Kendini küçümseyen bir gülümsemeydi bu. Nasıl bu kadar aptal olabildiğini düşündü. Belli ki bunu kendine yakıştıramamıştı. Yüzlerce yer soymuştu daha önce. Koca şehirdeki tek hayaletti aslında. Şimdi ise bir kapının ardındaki sesin korkusundan elleri titriyordu.
     
      "Hadi ama, böyle bitemez." dedi kendi kendine. Bulunduğu odaya göz gezdirdi. Tepesinde güçsüzce yanan lambanın dışında pek bir şey yoktu. Tam karşısındaki portre tablo dikkatini dağıtıyordu. Usta bir hırsız olma hevesinin peşinde yıllar önce ölen babasını anımsatıyordu ona. Dikkatini geri topladı. Eski püskü bir kitaplığın üzerinde duran tozlanmış süs eşyalarının arasındaki değerli takıları görmezden geldi.  Seslerin geldiği kapıdan başka bir çıkış göremedi. Bir pencere bile yoktu. Bu onu kızdırmıştı aslında, bir o kadar da korkuyordu. Titremesi geçtikten sonra ellerine daha da hız verdi. Bir yandan da kendini avutmaya çalışıyordu. "Korku dedikleri bu muymuş? Peh!" dedi. Kapının ardından gelen sesleri ilk defa görmezden gelmeyi başarmıştı. Bir elinde ince bir tel ötekinde ise bir kilit vardı.. Yaklaşık 15 dakikadır lanet olası bir kilidi açmayı başaramamıştı. Oysa ki daha önce yüzlerce kez kilit çözmüştü. Duyguları sürekli gel git içerisindeydi. Şimdi ise tekrar umudunu yitirmişti.

     "Birazdan orada olacağız! Elini çabuk tutsan iyi edersin çaylak!" diye gürledi kapının arkasından bir ses.
     
      Vakti daralıyordu. Terlemesi yoğunlaştı. Kalp atışlarını boğazında hissediyordu. Ne yapacağını bilemeden elindeki kilidi fırlattı, rafta duran tozlu büyük süs eşyalarından birisini kaptı ve odadan çıkmak için tek yol olan kapıya yaklaştı. Kapının yanındaki duvara sırtını dayadı.

     "Başlamadan önce böyle demiyordunuz ama!" diye titrekçe seslendi odanın içerisinden.

     "Ahh, evet. 'Yıllardır bu işi yapan efsanevi bir hırsızsın sen.' Ne yalan ama! Yıllardır bu işi yapan efsanevi bir hırsızın rahatlığını göstermedikçe işin her zaman zor olurdu. Zaten yıllardır bu işi yapan efsanevi bir hırsızın dışında ancak ölü bir beden bu rahatlığı gösterebilir." dedi kapının arkasından. "En ufak bir kilidi bile çözemeyebilirsin." diye devam etti kahkahalarla. "Aynı zamanda üzerindeki basıncı da hissetmelisin. Kendi evindeymiş gibi davranamazsın. Orası senin evin değil! Hiç olmadı da! Sen sadece bir yabancısın." dedi.
 
    Bir süre sonra kapı aralandı. Titremeye tekrar başlayan ellerini yumruk şekline getirdi, nefesini tuttu. Kapının aralanması ile odaya, lambanın loş ışığını bastırabilen daha güçlü bir ışık hakim olmaya başladı. İçeri atılan ilk adımı gördüğü anda saldırıya geçti. Kuvvetli ellerinde sıkıca tuttuğu büyük süs eşyası hiçbir şeye çarpamadan içeri giren ince adamı ıskaladı ve boşta kalan kolunun sıkıca kavrandığını hissetti. Bacağının arkasındaki basit çelme ile bir kalp atışlık sürede kendisini yerde buldu. Sanki dakikalarca dövüşmüş gibi nefes nefeseydi. Göğsü inip kalkıyor, ne yapacağını bilmez bir biçimde sağa sola bakıyordu.
 
     Karşısına siyahlar içinde gelen adam bir süre orada öylece durdu. Arkasındaki kişilerde aynı şekilde giyinmişlerdi ancak liderlerinin önde olduğu belliydi."Başaramadın." dedi nazik bir ses tonuyla. "Bu siyahları giyinmek sandığın kadar kolay değil. Evinde oturup eline aldığın kilitler üzerine çalışmakla olmazdı zaten. Olmadı da."
   
     Yattığı yerde hiç bir cevap veremeden öylece bekledi. Kalbi eskisi kadar hızlı atmıyordu. Öleceğini düşündü. Hatta buna tamamen inandı. Yaşlı gözlerle karşısında duran adama baktı.
     
     "Kusura bakma evlat, bunu yapmak zorundayız." dedi karşısındaki adam. Hızlı bir hamle ile belinden hançerini çekti ve Zaan'ın göğsüne sapladı. Zaan kısık sesli bir iniltinin ardından donuk gözler ile göğsünde duran hançere baktı. Babasının macerasına çıkmadan önce aldığı hançerdi bu. Adam hançerini titrek ellerle çekip aldı. Yüzü asabi bir görünüm kazanmıştı. Belli ki ilk defa elleri titriyordu. Zaan kafasını yukarı kaldırmaya çalıştı,  ağız dolusu kan öksürdü. Karşısında duran adamın yaşlı gözlerini gördü. Her şey kararmadan önce ağlamaklı bir sesle söylenmiş son bir şey duydu.
   
    "İlk testi bile geçemedi.Cesedi alın. Sıradaki!"
Başlık: Ynt: Son Nokta
Gönderen: Leopold - 06 Ekim 2014, 02:26:16
Acele etmeliydi, her an gelebilirlerdi. Eğer
yaptığı şeyi bitirmeden önce kapıdan içeri
girerlerse her şey ama her şey mahvolabilirdi.
Tüm o hazırlıklar, onca emek... Bu olumsuz
düşüncelerden kurtulmak için başını iki yana
silkeledi ve ellerine hız verdi. Tam o esnada
kapının öteki tarafında bir ses duyar gibi oldu
ve endişeyle kapıya doğru bir adım attı. Sesler kesilince paranoyasının bir sonucu olduğunu düşünüp şaheserine devam etti.

Yarım saatin ardından her şey tam anlamıyla hazır olmuş, hatta küçük bir konuşma metni bile hazırlamıştı kafasında.

"Sevgili dostlarım," klişe diye düşündü. Kafasındakileri silip baştan kurguladı.

"Beni dinleyenler, dostlarım.
 Ben, tanıdığınızı düşündüğünüz ama hakkında hiçbir şey bilmediğiniz, karşı, bitişik veya alt kat konuşunuz Rıfat. Bir kafa sallamadan öteye geçmeyen gereksiz resmiyetiniz, silik gülümsemeleriniz ile zoraki sohbetleriniz... Bu gece, bütün bunlar için buradasınız. Bu masada, benim evimde.

Önünüzde duran tabaklarda her birinizden birer parça var. Eksik ruhunuzdan, ekşimiz kişiliğinizden birer parça. Bazılarınızın unuttuğu çocukluğundan da bir parça koydum. Fazla gelişmiş entellektüel beyninize almayı reddettiğiniz, gerçekte sahip olduğunuz tek şey olan hepinizden bir parçayı yemek halinde tabaklarla size sundum, çünkü; gösteriş uğruna önünüze geleni her türlü şeyi yediğiniz oburluğunuzdan faydalanmak istedim.

Sizi bir hazine avına çıkarıyorum. Kendinize ait parçayı bulun. Tabakların dibini bulmadan, o parçanın tadını keşfedin. Ömrünüzde bir defaya mahsus, çocukluğunuzu dinleyin."

Tak, tak.

7 günah sandelyelere çöktü.
Şimşek çaktı hava parladı, yer gök ile dans etti, gece etrafı bürüdü. Ateşler şahlandı ağaçların arasından ve son oyun başladı.
Başlık: Ynt: Son Nokta
Gönderen: mit - 27 Ocak 2015, 11:32:49
Kayıp Rıhtım 7. Yıl Şenliklerine özel paragraf

Gemisinin rotasını bir kez daha kontrol etti. Doğru yolda olduğundan emin olmak istiyordu; geç kalmaya tahammülü yoktu. Kayıp olarak addedilen rıhtımdan çok uzun bir zamandır uzaktaydı ve oraya geri dönmeyi iple çekiyordu çünkü...
Başlık: Ynt: Son Nokta
Gönderen: - 29 Ocak 2015, 00:34:27
Gemisinin rotasını bir kez daha kontrol etti. Doğru yolda olduğundan emin olmak istiyordu; geç kalmaya tahammülü yoktu. Kayıp olarak addedilen rıhtımdan çok uzun bir zamandır uzaktaydı ve oraya geri dönmeyi iple çekiyordu çünkü...

Anlaşmanın kendi payına düşen kısmını tamamlamıştı. Yıllar boyunca süren matem, bitmek tükenmek bilmez bekleyiş nihayet son bulmuştu. Mücevherlere tekrar dokunabilmek o müthiş hikayeleri, şiirleri yeniden duyabilmek istiyordu. Rıhtıma ilk ayak bastığı gün canlandı gözünde. Mürettebatına gemide kalmalarını ve kendini beklemelerini söylemişti. Çünkü bu hazineye tek başına sahip olmak istiyordu. İlk dokunan ilk hisseden olmak. Sonrasında mücevherlerin büyüsüne kapılınca mürettebatına kendini rıhtımda bırakmalarını ve oradan ayrılmalarını emretmişti. Bundan zerre pişman değildi lakin sonradan işler biraz garipleşmişti. Rıhtımda yalnız olmadığına dair bir his kaplamıştı içini bir süre sonra. Ağaçlar fısıldaşıyorlardı her gece. Ay, bazı günler daha parlak ve efsunlu görünür oldu gözüne. Karnını doyurmak için ormana girerdi arada sırada bizim kaptan.

Mücevherlerin olduğu sandığı da sahilde, kendi yaptığı tahta barakanın altındaki gizli bir bölmede saklardı. Ormana her girişinde içini bir korku kaplar ve mücevherlerin kaybolacağına dair bir kuşku baş gösterirdi zihninde. Ama yiyecek ve içilebilir su bulmak zorundaydı. İşte böyle zamanlar orman daha bir puslu olurdu, sanki kendi paranoyası yeterli değilmiş gibi. Yine bir gün ormanda meyve ve su aramaya çıkmıştı. Üstelik bu sefer sahilden hiç olmadığı kadar uzaklaşmıştı. Ormanın sessizliği dikkatini dağıtan bir büyü gibi sarmıştı etrafını. Serin bir rüzgar, aldı envai çeşit yaprağı ve raks etti havada bir deniz kızı silüetinde. Sonrasında yaşlı ve aksi bir ses gerçekliğe çekti onu.

Sol tarafındaki ne idüğü belirsiz ağacın köklerinde oturmuş yaşlımı yaşlı ağzında diş kalmamış bir kadın, bir gözünü kısmış diğeriniyse kocaman açmış kendine bakıyordu. Kadın: “Sana diyorum sana efendi!” diye seslendi tekrar. Kaptan bir hışımla geriye doğru çekilip kılıcını çekti ve bu ani şokun etkisinden sıyrılarak konuştu: “Sende hangi şeytansın, kendini tanıt!” Kadının yüzünde kurnaz bir gülümseme belirdi. Ve yanıt vermeside hiç gecikmedi: “Buralarda bir balıkçı karısıyım ama rıhtımdakiler bana Fırtınakıran der.” Kaptan gırtlaktan gelen derin sesiyle bir kahkaha patlattıktan sonra: “Burada bizden başka hiç kimse yok kadın.” diye hayıflandı. Kadının yüzünde bu sefer ne olduğunu anlamlandıramadığı bir ifade belirdi. Kadının gözleri kayboluyordu adeta yüzünü eşkittikçe. Sonrasında konuştu balıkçı karısı ve dedi ki: “Sen öyle san saftirik, buralar kadim yazarların bilge ozanların mekanıdır. Hem şimdi söyle bakayım asıl sen kimsin.”

Kaptan bir yandan kadının söylediklerini düşünürken bir yandan da sakalını kurcalıyordu. Sonunda kadının bekleyen gözleri onu koşuşmaya sevk etti: “Ben yedi denizlerin en korkulan, en namlı korsanıyım. Şimdi çabuk kaybol gözümün önünden yoksa seni tabancamla vururum. Hem adamlarımda birazdan burada olurlar bilmem siz ozanlar korsanlar hakkında ne biliyorsunuz ama pek de dost canlısı olmadığımızı belirteyim.” Yaptığı blöfü daha inandırıcı kılmak için bir süre sert bir şekilde gözünü kırpmadan kadına baktı. Kadının verdiği tepkiyse kaptanın beklediğinden pek bir farklı oldu. Sinirlenmişti belli ki ama kaptanında geri adım atmaya niyeti yoktu ve sonunda kadın kısık ve kararlı bir sesle konuştu: “Ahh tabii biz korsanları iyi biliriz sonuçta buraya gelmeye çalışır bir çoğu ve çok azı bulabilir kaybolmuş rıhtımı. Sorun şu ki; pek nadir bir yetenektir zaten kaybolmuş bir yeri bulmak. Söylesenize kaptan yetenekli misinizdir?”

Kaptan alaycı bir gülümsemeyle: “İstersen bunu mürettebatım da buraya teşrif ettiklerinde konuşalım. Hem sorgulamış olursun kendini balıkçı karısı yada Fırtınakıran artık her ne haltsa ne kadar iyi tanıyormuşsunuz bakalım!” Kadın umursamaz bir tavırla arkasını döndü ve zıpladı. Evet zıpladı hemde öyle bir zıpladı ki göklere kadar yükseldi ve sonunda bulutların arasında kayboldu. Kaptan kafasından lanet şapkasını çıkardı ve yaşadıklarını anlamlandırmaya çalıştı. Tabii ki bu gördükleri gerçek olamazdı. Birden önceden hissettiği yalnız değilmişlik hissi tekrardan şişirdi içini. Öte yandan kadının söylediğine göre ormanda yaşayan insanlar vardı. Sonunda sahile, barakasına dönüp bir plan yapmaya karar verdi. O gece pek rahat uyuyamadı ve envai çeşit kabuslarla terletti rıhtım onu.

Ertesi gün uyanır uyanmaz bir şeyler atıştırıp bir iki yudum su içti ve ağaç yapraklarından ve çeşitli hayvanların derisinden yaptığı yatağını kaldırdı. Hemen yatağının altındaki bölmeden sandığı çıkarıp mücevherleri dinlemeye başladı. Sonra mı? Sonra mücevherleri bir kenara bırakıp sakin kafayla bir plan yapmaya koyuldu. Belli ki burası sandığından daha büyülü bir yerdi. Ve yine belli ki aynı zamanda burada yalnız da değildi. Ayrıca evvelsi gün karşılaştığı kadın büyük ihtimalle gerçekti çünkü yaşadıkları oldukça gerçekçiydi. Hem zaten kadının da aslında olduğunu idda ettiği kişi olduğuna inanmamıştı.

O cadı belli bir nedenden ötürü görünmüştü belkide kendisine. Kaptanın zihni bu düşüncelerle çalkalanırken. Sırtında hissettiği batma hissi adeta kalbine indirecekti. Hemen ayağa kalktı ve sıçrayarak bağırdı: “Sen de kimsin be adam!” Karşısında elinde uzun tahta sopasıyla genç bir delikanlı duruyordu. Adam konuştu: “Ehe efenim ben Lordmuti. Dün Fırtınakıranla sohpet ediyordukda bana senden bahsetti. Bende kendi gözlerimle bir göreyim dedim. Ha tabii seni böyle yalnız başına bulmayı beklemiyordum. Adamın yüzünde kaptanın anlamlandıramadığı bir gülümseme vardı. Tıpkı dün karşılaştığı kadında olduğu gibi.

Kaptan: “Demek kendi gözlerinle görmek istedin ben şimdi gösteririm sana.” diyerek doğruca silahını çekti ve adamın göğsüne ateş etti. O vakit gökyüzü allah bullak oldu. Bulutlar adeta hırçın bir boğa gibi birbirlerinin içine ve şekilden şekle giriyorlardı. Kara bulutların arasından aşağı kırmızı pelerinli ve en az dünkü kadın kadar yaşlı bir adam indi. Doğruca kaptana kendini Lordmuti olarak tanıtan adamın yanına gidip cesedini göğe fırlattı. Sonra kaptana dönüp konuştu: “Selamlar senyor. Bilmenizi isterim ki, biz burada işleri bu şekilde halletmeyiz. Bir yolcu olarak gelip geçici olduğunuz için çok şanslısınız yoksa sizi Fırtınakıran'ın insafına bırakırdım. O da sizi bir güzel kırbaçlardı.”

Kaptan daha fazla şaşıramayacağını sanırken adamın bu söyledikleri karşısında hissizleşivermişti. Sonra konuştu: “Az önce adamını öldürdüm ve sen bunları mı söylüyorsun? Ayrıca kimmiş gelip geçici; ben burada daimiyim ve sonsuza dek mücevherleri dinleyeceğim. Pelerinli adam: “Eğer burada daimi olmak istiyorsanız pis korsan geleneklerinizden vaz geçmeli ve insanlara daha saygılı davranmalısınız kaptan. Hem bir rıhtımdaş olmak istiyorsanız Karn Aduamin’e gidip kaydınızı yaptırmanız gerek.” Kaptan: “Karın ne ne? Ben nerden bileyim karın adminini. Hem ben Kaptan Sivribıyığım anladın mı sizin alengirli işlerinize bulaşmaya da hiç niyetim yok.” Pelerinli adam: “Dediğim gibi kaptan eğer daimi olmak istiyorsanız kayıt yaptırmalısınız. Kaptan: “Yemişim senin daimiliğini benim tek istediğim mücevherlerimle ölene dek yalnız kalmak.” Pelerinli adam bir kral edasıyla: “Adadaki tek mücevherlerin onlar olduğunu mu sanıyorsunuz? Rıhtım büyük zenginlik sunar. Mücevherler sizde kalabilir kaptan ancak bilin ki bir süre sonra daha fazlasını isteyecektiniz, emin olun hep daha fazlasını isterler...” Sonra kırmızı pelerinli adam zarif bir şekilde zıplayıp gökte kayboldu.

Sonraki günlerde kaptan, pelerinli adamın söylediklerini düşünmeden edemiyordu. Yani rıhtımdaki başka hazineleri... Tüm korsanlık içgüdüleri azıtmıştı adeta. Tıpkı eski korsanlarında dediği gibi “alabildiğini al ve asla geri verme”. İşte tam olarak bu durum söz konusuydu onun için. Ayrıca her akşamüstü gün batımlarında zıplama antrenmanları da yapıyordu ancak pek de faydalı olduğu söylenemez. Belli ki, o insanlara özgü bir yetenekti bu.

Kaptan sonunda diğer hazinelere ulaşmanın en kestirme yolu olarak pelerinli adamında dediği gibi karın adminini bulup oraya kayıt yaptırmaya karar verdi. Böylece sandığını sırtladı ve daldı ormanın derinliklerine. Artık orman o eski gariplik duygusunu yaşatmıyordu. Hatta rüzgarın ardına kattığı yapraklar ona yol gösteriyor gibiydi. Sonunda karşısına bir tabela cıktı. Kaptan şöyle bir etrafına bakındı tabela dört büyük ağacın ortasında duruyordu ve üzerinde KARN ADUAMİN yazıyordu. Pelerinli adam bunu kastetmiş olamazdı ya. “Ne yani!” diye bağırdı göğe bakarak. “Kaydımı bir tabelaya mı yaptıracağım?”

O sırada gökten başka bir adam indi. Bu seferki öyle yaşlıydı ki adam resmen zombi olmuştu artık. Sakalı, bıyığı, kıyafetleri ve ona dair her şey kelimenin tam anlamıyla bilgeliği yansıtıyordu. Birbirlerine baktıkları birkaç dakikanın ardından sakallı adam konuştu: “Merhabalar efendim. Ne bağırıp durursunuz?” Kaptanın en son beklediği şey o tipten böyle mütevazı bir cümlenin çıkacağıydı ve pelerinli adamın dediklerini de hatırlayarak elinden geldiğince kibar konuşmaya çalıştı: “Öhömm benim adım Kaptan Sivribıyık bu hazine benimdir ve Karn Aduamin’e kayıt yaptırmaya geldim.” Sakallı adam: “Demek öyle. Siz Lordmuti’yi vuran ve Fırtınakıran’a sayğısızlık yapan kaptan olmalısınız. Ee neyi bekliyorsunuz zıplasanıza...” Kaptan bu duyduğunun karşısında neye uğradığını şaşırarak sandığını kucağına aldı ve zıpladı.

Ancak yarım metre dahi yükselemeden ayakları yerle buluştu. Sonrasında gelen sinirle: “Siz benimle dalga mı geçiyorsunuz? Hepinizi geberteceğim sizi pis sıçanlar!” Sakallı adam kendini gülmemek için zorlayarak: “Ahh özür dilerim tamamen benim hatam size söylemeyi unuttum.” Kaptan: “Neyi söylemeyi unuttun söylesene be adam!” Sakallı adam artık kaptanın dersini aldığını düşünerek: “Tabelaya kendinizi tanıtın lütfen ve sonra zıplayabilirsiniz.” diyerek zıpladı. Kaptan, sakallı adamın gökte kayboluşunu izledikten sonra bir yandan kendi kendine homurdanırken bir yandan da tabelaya ne söyleyeceğini kararlaştırıyordu. Kararını verdikten sonra artık sabrı kalmadan, aceleyle: “Ben Kaptan Sivribıyık yedi denizlerin en korkulan korsanıyım, güneyin, kuzeyin, doğunun ve batının rüzgarlarına hükmettim. Kaydımı yapın!”

Tabeladan tanıdık bir ses yükseldi: “Rıhtım kanunlarına uyacağınıza söz veriyormusunuz kaptan?” Bu o cadaloz balıkçı karısının sesiydi elbette başka kim olacaktı. Kaptan işi dahada uzatmamak için seslendi tabelaya: “Evet ben Kaptan Sivribıyık Bağıran Orkide’nin kaptanı söz veriyorum.” Sessizlik etrafa yeniden hükmetmeye başlamıştı. Kaptan bir kez daha zıplamak için sandığı eline aldı ve... Göklerdeydi, rüzgarı yüzünde hissedebiliyordu. Kalbi çok uzun zaman böylesine delice atmamıştı.

Bulutların arasına karışır karışmaz tüm vücudu karıncalandı ve yer çekimini yeniden hissetti. Sanki gökyüzü bir kapıydı da diğer yeryüzüne açılıyordu. Sadece rıhtımdaşların girebildiği Forumcity. Kaptan Forumcity’de ya da diğer adıyla Forumopolis, çoook çok yeni şey öğrendi; Fırtınakıran, kırmızı pelerinli adam ve sakallı adamın Kayıp Rıhtım'ın yöneticileri olduğunu ve yaşlı görünmelerinin de bilge olmalarından kaynaklandığını öğrendi. Burada ne kadar bilgi sahibiysen o kadar yaşlı görünürmüşsün. O yüzdendir ki bir anda genç ve çakır bir delikanlı oluverdi bizim kaptan.

Amma ve lakin korsan davranışlarının, yaptığı saygısızlıkların, aç gözlülüğünün ve rıhtım kanunlarına uymayışının sonucunda rıhtımın efendisi kırmızı pelerinli adam tarafından tam yüz yıllığına sürgün edildi. İşte hikayemiz böyle başladı.Evet başladı bunun bir son olduğunu düşünenlere inat. Anlaşmanın şartlarına göre kaptana bir gemi verildi, mürettebata ihtiyacı olmayacağı söylenip sürüldü rıhtımdan, mücevherlerinden ve Kayıp Rıhtım’ın diğer bütün harika hazinelerinden men edildi tam yüz yıllığına. Bu zaman içerisinde kaptan yaşadıklarından ders aldı, medeni bir insan gibi davranmayı öğrendi. Şimdi sanki ilk kez kayıt oluyormuş gibi o rıhtıma gidecek ve gökyüzüne zıplayacak...
Başlık: Ynt: Son Nokta
Gönderen: Fırtınakıran - 29 Ocak 2015, 10:32:39
mit'in verdiği paragraftan bir tam öykü çıkaran Hatunkız sayesinde Son Nokta'ya yorum yazıyorum. Bu konunun devam etmesi için yeni bir paragraf lazım gibi göründüğü için rahat rahat bu başlığa yorum yazıyorum.

Sonu oldukça ters köşe olmuş :D. Doğruyu söylemek gerekirse mücevherler falan derken başta neden böyle klişe bir şey yazdığına anlam verememiştim. Yazılabilecek pek çok alternatif geçmişti aklımdan. Ama iyi ki sonuna kadar okumuşum. Bol hicivli, bol göndermeli ve de bir o kadar gerçekçi olmuş.

Hepsinden de önemlisi çağrışımlı olmuş ama. Neden mi?

Hatunkız'ın Son Nokta'ya getirdiği devamdan sonra pek çoğumuzun aklına kaçınılmaz olarak o efsanevi Kayıp Rıhtım temalı Öykü Seçkisi (http://oyku.kayiprihtim.org/arsivler/) gelmedi mi :)?

Utanmadan, ama Hatunkız'ın affına sığınarak, bu öyküyü okuyunca aklıma gelenleri buraya sıkıştırmak istiyorum.

- Papyonlar Havalıdır! (http://oyku.kayiprihtim.org/papyonlar-havalidir-laughing-madcap/)

- Altın Çağ (http://oyku.kayiprihtim.org/altin-cag-koyubeyaz/)

- Kayıp Rıhtım'da Bir Yabancı (http://oyku.kayiprihtim.org/kayip-rihtimda-bir-yabanci-mit/)

- İsyan (http://oyku.kayiprihtim.org/isyan-firtinakiran/)


Not: Beni balıkçı karısı yapan eller utansın. Ben ne utanacağım :P.
Başlık: Ynt: Son Nokta
Gönderen: - 29 Ocak 2015, 11:18:12
Ehe ben de zaten o öykü seçkisinden etkilenerek yazdım. Biraz da haddime olmadan devamı gibi yazmaya çalıştım :P

O balıkçı karısı göğe kadar zıplıyordu hatırlatırım sevgili Fırtınakıran :).
Başlık: Ynt: Son Nokta
Gönderen: Lordmuti - 29 Ocak 2015, 17:59:53
Hazal ölmemiş ne güzel hoplamış zıplamış, ben niye öldüm =(
Başlık: Ynt: Son Nokta
Gönderen: - 29 Ocak 2015, 18:07:08
Sen ölmedin ki Magical seni göğe fıcıttı :). Forumcity'ye düştün. Orada gerekeni yaptılar sana. Fırtınakıran'la da konuştuk hikaye çok daha uzun olacaktı, yalnız fazla uzun olursa okunmaz diye böyle kısa kestim. Senin olduğun bölümde hikayeyi devam ettirecektim yoksa.

Spoiler: Göster
Ayrıca hikayeyi ayrıntılandırıp olay örgüsünü genişleterek ilerleyen zamanlarda kurgu iskelesinde paylaşmayı düşünüyorum.
Başlık: Ynt: Son Nokta
Gönderen: mit - 02 Şubat 2015, 15:43:58
Bu paragrafı yazarken böyle bir öykü çıkacağını hiç düşünmemiştim doğrusu :) Gayet eğlenceli ve ilginç olmuş. Lordmuti'nin konuşma şekline bir hayli güldüm, balıkçı karısı benzetmesini de esefle kınadım :P

Her şey iyiydi hoştu da "Virgüüüül, virgül! Neredesin eski dostum?" diye feryat etmeye başladım bir yerden sonra. Eksikliği çok yorucu olmuş maalesef. Yine de ellerinize sağlık.

Son Nokta'ya diğer arkadaşların katılımını da bekliyoruz merakla :)
Başlık: Ynt: Son Nokta
Gönderen: - 02 Şubat 2015, 16:32:10
Beğenmene sevindim abi :). Kendi çapımda bir şeyler karaladım. O noktalama beni bitiriyor zaten...
Başlık: Ynt: Son Nokta
Gönderen: magicalbronze - 02 Şubat 2015, 21:07:16
Hazal ölmemiş ne güzel hoplamış zıplamış, ben niye öldüm =(


Sen ölmedin ki Magical seni göğe fıcıttı :). Forumcity'ye düştün. Orada gerekeni yaptılar sana.

Magical seni göğe fıcıttı. Orada gerekeni yaptılar sana.


Lamı cimi yok. Ben öyküyü çok beğendim. Bence arada bir sosyal medyada bazı cümlelerdeki puntoları daha da büyüterek paylaşalım......


Şakası bir yana güzel bir kurgu olmuş. Düzeltmeler yapıldığı ve detaylandırıldığı takdirde çok daha güzel bir öyküye dönüşecektir :)

Diğer arkadaşların da aynı paragraftan yola çıkarak neler yazacağını merakla bekliyorum açıkçası.

Spoiler: Göster
Hazalcım sen her halinle güzelsin, kıskananlar çatlasın *-*
Başlık: Ynt: Son Nokta
Gönderen: mit - 05 Kasım 2015, 22:33:01
Yeni Paragraf

Bitti, her şey sona erdi. Bunca yıllık emek, uğraş, atıldığım maceralar, aldığım riskler... Hepsi bu an içindi işte. Ve sonunda başardım. Amacıma ulaştım! Bugünden sonra insanlar adımı anarken bana...
Başlık: Ynt: Son Nokta
Gönderen: cemaziyel - 06 Kasım 2015, 13:16:51
-Bitti, her şey sona erdi. Bunca yıllık emek, uğraş, atıldığım maceralar, aldığım riskler... Hepsi bu an içindi işte. Ve sonunda başardım. Amacıma ulaştım! Bugünden sonra insanlar adımı anarken bana...
-Annenize yakıştırdıkları meslek gruplarıyla hitap edecekler.
-Ne diyorsun sen be? İnsanlık için çok büyük bir icat yaptım ben!
-Tekrar hatırlayalım sayın bilim insanı. Tam olarak ne yapıyordu bu icat ettiğiniz zamazingo?
-Zamazingo mu? Atom dönüştürücüsü!
-Her ne haltsa...
-Bazen seni neden karşıma alıp konuştuğumu merak ediyorum biliyor musun? Yani televizyonda kanalları gezmekten sıkılıp işe dalınca açık unuttuğum kadın programı gibisin. Kafamı kaldırıp fark edince kendimden tiksiniyorum...
-Aşağıla tabi. Hakkındır. Ben kendimi hatırlatayım istersen. 5 yaşından beri arkadaşınım. Belki senin kadar okuyamadım ama benim de şu hayatta faydalı olduğuna inandığım bazı fiillerim olmuştur. Mesela 12 yaşındayken senin hayatını kurtarmış olmak gibi. Gerçi şimdi bunun insanlığa faydalı olduğunu tekrar sorgulamaya başladım.
-Gene başlama Semih. Tamam, sana hayatımı borçluyum bunu inkar etmiyorum. Zaten o günden beri bu minneti kullanarak sırtımdan geçindiğini de görmüyorum değil ama...
-Yazıklar olsun! Sayemde bütün okulları birincilikle bitirdin! Sanıyor musun ki o ödevleri, sınavları tek başıma yapamazdım! Demek beni bu kadar aptal sanıyordun ha? Yazık! Benim sayemde her şeyin üzerinden iki kere geçerek diğerlerinden daha üstün bir öğrenci oldun. Üniversitede tökezlemenin sebebi de zaten benim seninle aynı okula gitmemiş olmamdır.
-Gerçekten bunu bu şekilde açıklayabilecek başka bir insan var mıdır bilemedim. Üniversite sınavını kazanamayacağını bilerek girmedin. Ama bu seni kalkıp benim evime yerleşmekten alıkoymadı. Hem sana hem kendime bakmak zorunda kaldığım için okulu bitiremedim.
-Nankörlüğün bu kadarı... Pes doğrusu! Senin bütün ev işlerini ben yaptım be! Bu kadar şikayetçiysen defolup giderim buradan! Sana yeni icadınla başarılar dilerim! Hayatını borçlu olduğun adama böyle davranıyorsun demek! Seni kurtarmasam o gölde balıklar senin atomlarını dönüştürürdü artık.
-Offf, gel buraya başımın belası. Özür dilerim, tamam. Bazen çok sıkıyorsun canımı, geri dönüp o göle tekrar atlayasım geliyor.
-Kuru bir özür... Neyse tamam.
-Çok özür diliyorum Semih Beyefendi hazretleri. Ne olur affedin beni! Kapanayım mı ayaklarına?
-Tamam yeter istemez. Bu kadar sululuk kafi...
-Neymiş icadımın insanlık tarafından bu kadar nefretle karşılanacağının sebebi?
-Sen insanları sefaletten kurtarmayı vaat ediyorsun.
-Evet.
-Senin makinenle kurşunu altına dönüştürebilecekler.
-Tam olarak makine diyemeyiz de neyse... Ne var bunda?
-Sanıyor musun ki bunu fakir insanlar kullanacak da zenginleşecekler?
-Yeterince altın olursa kimse birbiriyle savaşmaz.
-Yeterince altın verirsen yeteri kadar olmayan başka bir şey için savaşacaklar.
-Ne olacak peki?
-Önce bu icadı ele geçirmek için tonla para dökecekler. Tabi ki bunu kim yapacak? En zenginler. Daha zengin olmak için değil kendilerinden daha zengini olmasın diye... Sonra parayla ele geçiremeyenler silah kullanacak. Hükümetler korumaya almaya çalışacak. Yeni bir savaş patlak verecek. Bir çok insanın hayatı tehlikeye girecek. En başta da senin... Senin peşine düşecekler ve bu sefer kusura bakma senin hayatını kurtaramam. Kıytırık üç, beş dalga değil boğuşmam gereken.
-Tamam, her şeyi buraya bağlamana gerek yok. Yani bu icad savaş çıkaracak diyorsun?
-Hem de en büyüğünden...
-Hayatımı buna adadım ben Semih! Karanlık çağ simyacılarının rüyasını gerçekleştirdim. Tam yirmi yıl dünyanın her yerinde araştırmalar, deneyler yaptım! Şimdi sen kalkmış bu icadın insanoğlunun sonu olacağını mı söylüyorsun!
-Daha önce sormadın ki...
-...
-Hop, hoop! Dur bakalım! Bırak şu tabancayı bakalım.
-Dur, bırak beni! engel olmasana be adam!
-Nereden buldun bu şeyi? Dur şarjörü çıkarayım. Namluya da mermi sürmüş! Ciddiymiş ulan bu!
-Ciddiydim tabi. Önce şu zamazingoyu, sonra kendimi vuracaktım!
-Şimdi zamazingo mu oldu?
-Çekiç! Çekiç yok mu?
-Otur oturduğun yerde! İcada da kendine de zarar vermeyeceğiz Tahir!
-Ne yapacağız ya?
-Bu zıkkımı kendi ütopyanı kurmak için kullanabilirsin. Elinde sonsuz bir para gücü var.
-Hımm... Yalnız zıkkım değil atom dönüştürücü...
-Atom dönüştürücü tamam... keyfin yerine geldi bakıyorum.
-Seviyorum lan seni!
-Bana ikinci kez hayatını borçlanıyorsun yalnız... yeni ütopyana benim adımı verirsin herhalde!
-Semih Cumhuriyeti... Kulağa kötü gelmiyor doğrusu...
Başlık: Ynt: Son Nokta
Gönderen: Amrasamandil - 19 Ağustos 2016, 00:44:00
"Bitti, her şey sona erdi. Bunca yıllık emek, uğraş, atıldığım maceralar, aldığım riskler... Hepsi bu an içindi işte. Ve sonunda başardım. Amacıma ulaştım! Bugünden sonra insanlar adımı anarken bana korku ile bakacaklar! Tüm Gyro Şehri'ne kaosu getirdim. Ben getirdim!" Sesi televizyondan bile gelse cümlesinin sonunda attığı kahkaha tüyler ürperten cinstendi.
Her şey şehirde artan suç oranları ile başlamıştı. Gyro Şehri'ne turist gelir gibi ufak çaplı suçlular akın ediyordu. Teröristler, uyuşturucu tüccarları, hırsızlar, tecavüzcüler, sokak çeteleri, psikopatlar... Bunun sonunu kimse öngöremezdi elbette. Başlangıçta pek de sorun olmuyordu çünkü Gyro Şehri polisi ve askeri birlikleri işlerini çok iyi yapıyor, hiçbir suçluyu bir haftadan fazla dışarıda tutmuyordu. Baskınlar, operasyonlar derken şehirdeki hapishaneler yetersiz gelmeye başladı. Devlet, kaynaklarını daha fazla silahlanma ve hapishane yapımı/güçlendirilmesi yönünde harcamak üzere bir politika izlemeye karar aldı. Zaman içerisinde devletin bu mecburi tutumu halkın refahını yüksek tutmakta zorlamaya başlamıştı. Bunca suçlunun neden ve nasıl Gyro Şehri'ne geldiğine kimse anlam veremiyordu zira olaylar başladıktan 3 ay sonra şehre giriş çıkışlarda denetim arttırıldı. Fakat sorunlar yavaş yavaş kendini göstermeye başladı. Şehrin kolluk kuvvetlerinin fazla mesaisi, okul, hastane gibi temel ihtiyaçların binalarında bakımsızlık; gelir&gider dengesinin kurulamaması... En kötüsü de önceleri ufak tefek suçlularla uğraşılırken artık sadece yıkımdan, anarşiden keyif alan eli silahlı psikopatların sayısı artmıştı. Dışarıda siren sesleri susmaz olmuş, çevredeki neredeyse her dükkanın vitrinleri kırılmıştı.
En acıklı tarafı ise tüm bunlar olurken başkanın televizyona çıkarak halka sanki her şey yolundaymış gibi yapmacık tavır takınmasıydı. Muhabirin askeri güçlerin devereye girip girmeyeceğini sorması üzerine, "Ülkemiz savaşta değil. Bunlar her ülkede her şehirde gerçekleşen olağan suçlar. Polis güçlerimiz işini en iyi şekilde yapmaya çalışıyor. Ayrıca ne yapmalıyız? Cadde tank dolaştırmamızı mı? Gülünç olmayın." şeklinde bir cevap vermişti.
Polis şefi 3 gün sonra nihayet evine gelmişti ve sıcak bir duş alıp kanepesine uzandı. Televizyonu açacaktı fakat başkanın yayında olduğunu hatırladı. Babasından ona kalan tek hatıra radyosunu açtı. Eskiyi yad etmek ona biraz olsun iyi gelebilirdi. Çeken tek kanalı buldu. Bir propaganda duydu. Başlangıçta sokak kaçıklarından biri sandı ama...
"...hiçbir yere varamayız. Artık başkan değişmeli. Sokaklarda kıyım başlıyor. Askeri kuvvetleri derhal kullanmalıyız. Başkanın savaşta değiliz tavrından bıktık usandık! Hayatta kalmak istemiyor muyuz? Çocuklarımızı korumak istemiyor muyuz? Şehrimizi-geri-istemiyor-muyuz?!"
"Haklı tarafları var." diye düşündü şef. En azından başkan değişmeli. Aldığı son duyumlara göre yozlaşmaya başlayan polisler yüzünden sınırı kolayca geçenler oluyormuş. Kanepede uykuya dalarken kafasının içinde radyodaki adamın sesi...
Ertesi gün insanlar dün geceki yayını yapan "kahramanı" konuşuyorlardı. Halkın böyle zor zamanlarda en azından gerçekleri korkmadan söyleyenlere ihtiyacı vardı. Adam sadece radyo değil TV yayınına da girerek sesli mesajını Gyro Şehri ile paylaşmış. Şefin tüm gün sokaklarda devriye gezerken (ve elbette kovalamacadan yorulup barda mola verdiğinde) duyduğu tek şey bu herkesin bu gizemli adam için seferber olacağıydı. Elbette kimse ne zaman ne yapacağını bilmiyordu. Sadece "Bir harekete geçse en önde ben desteklerim." diyen tiplerden ibaretti hepsi.
Akşama bir yayın yapıldı. Tüm TV'ler, radyolar hatta polis telsizlerinde bile bu adamın sesi duyuldu. "Sizin için geliyorum!" Askeri kuvvetleri arkasına almış tanklarla, jiplerle şehrin sokaklarına giriyordu. Toplu halde şehre giren konvoy sokaklara dağıldı. Her yerden anons geçiyorlardı. "Evlerinizde güvenli bir şekilde saklanın. Biz sokakları temizleyeceğiz." Tepesinde gizemli adamın bulunduğu tank ise doğruca başkanlık binasına doğru yoluna devam etti. Şef hiç vakit kaybetmeden arabasına atladı ve tankın peşi sıra devam etti. Başkanlık binasına geldiklerinde gizemli adam tanktan indi. Şef aracını durdurup koşar adımlarla yanına gitti. Duruşu tam bir askerdi. Kısa saçları, sert bakışı, keskin yüz hatları... Üç kişilik ekibi ile binanın kapısında durdular. Şef kendini takdim etmeye fırsat bulamadan başından vuruldu. Ekip hızla binaya daldı ve korumaları ateşe tuttu. Başkanın ofisine girdiler.
İnsanlar evlerinde ya da kapıları kilitli bir şekilde barlarda, kafelerde televizyondan olan biteni öğrenmek istiyorlardı. İstediklerine başkanlık ofisinden canlı bağlantıyı görünce ulaştılar. Başkan ve gizemli kahraman bu olayı çözüme kavuşturmak üzere birlikteydi fakat önce silah sesi duyuldu sonra başkan düştü. Bir silah sesi daha ve gizemli kahraman ekrandan kayboldu. Herkesin donup kaldığı sırada yüzü makyajlı, suratına rujla gülücük çizilmiş bir psikopat kadraja atlayıp "Sürpriz!" diye bağırdı ve kahkaha attı. Hayatınızda duyacağınız en içten en zevk alınarak atılmış kahkaha. Ve durmadan tekrar etti. "Sürpriz, sürpriz sürpriz..." Sanki bitmek bilmeyen bir şarkı gibiydi. "Sıra sizde!" Bu emirle birlikte sokaklarda tüm tank ve jip birliklerinde birkaç asker yanlarındakileri vurarak psikopatlarda birlikte mühimmatı ele geçirdi. Hapishanelere yakın olanlar duvarları top atışına tutarak mahkumların kaçışına yardım ederken caddelerdeki tanklarsa rastgele binalara nişan alarak atışta bulunuyorlardı.
"Bitti, her şey sona erdi. Bunca yıllık emek, uğraş, atıldığım maceralar, aldığım riskler... Hepsi bu an içindi işte. Ve sonunda başardım. Amacıma ulaştım! Bugünden sonra insanlar adımı anarken bana korku ile bakacaklar! Tüm Gyro Şehri'ne kaosu getirdim. Ben getirdim! Joker!"