Geçen yıl, Edebiyat Proje Ödevi için yazdığım bir hikaye. Bazı kısımlarını düzenleyip burada paylaşacağım. 3 Bölümlük kısa bir hikaye olacak. Bölümlerde geçen bazı cümlelerin açıklamasını bölüm sonlarında vereceğim. Umarım beğenirsiniz.
ÇOLPAN
“Oğuz Kağan’ın üç oğlu oldu. Birincisine Gün, ikincisine Ay, üçüncüsüne Yıldız dediler. Oğuz Kağan’ın üç oğlu daha oldu. Birincisine Gök, ikincisine Dağ, üçüncüsüne Deniz dediler. Oğuz Kağan’ın bir oğlu daha oldu. Ve ismi hiç anılmadı.”
Bölüm 1: Umut
Kış kapıdaydı. Çırılçıplak kalmış ağaçlar, beyaz giysilerini giymeyi bekliyordu. Rüzgâr insanın derisini kemiriyor, kuru soğuk ciğerlerine işliyordu. Yerlerdeki tüm yapraklar, dünyada hüküm süren kedere üzülürcesine çürümeye yüz tutmuştu. Gökyüzünde kuşlar ötmüyor, çevrede tek bir hayvan dahi görünmüyordu. Hayvanlar benden sağduyulu çıktı anlaşılan, diye söylendi Barlas. Şehre vardığımda bir han bulsam iyi olacak.
Uzun bir yolculuk geçirmişti. Şimdiye kadar onlarca yerleşim yerine gitmiş, taşınmakta olan aileleri yakalamış, gittiği her yerin bilgesine danışmış ancak onların da bu hastalığa çare bulamadıklarını öğrenmişti. Dermansız bir hastalıktı bu. Her geçen gün elindeki sürenin azaldığını biliyordu. Her geçen gün, ölümün sevdiklerine bir adım daha yaklaştığını biliyordu. Zaten kısıtlı olan zamanını, sağduyulu olmakla harcayamayacağını da biliyordu. Bu nedenle geldiği bu şehirde işini çabuk halletmesi iyi olacaktı.
Şehre yaklaştığında burada da derdine derman bulamayacağı hissine kapıldı. Şehir kapısından ötedeki çimlerin çoğu, cenaze merasimlerinden kalma alevlerle[*]Eski Türk cenaze törenlerinden birisi, önce ölen kişinin çadırının yakılması, sonrasında ise geride kalan küllerin gömülmesi olarak iki ardışık işlemle gerçekleşirdi.[/*] yanmış, toprağın çoğu bölgesi siyaha dönmüştü. Sol tarafta mezar olduğu anlaşılan, uzun bir şerit boyunca uzanan topraktan tümsekler kendini belli ediyordu. Bir şehrin girişi için pek de hoş bir manzara değildi. Gittiğim her yerden daha fazla.
Aslen şehir ticaret yolu üzerine kurulmuş, ülkedeki nadir yerleşik şehirlerden birisiydi. Çevresine dışarıdan içeriyi görmeyi imkânsız kılan geniş duvarlar örülmüş, kervanların rahatça geçebilmesi için şehrin belli bölgelerine büyük kapılar inşa edilmişti. Kapılar sağlam ahşaptan yapılmış, iyi işçilik ürünleriydi. Kalınlıkları hemen hemen bir arşın boyunda, boyları ve genişlikleri ise yaklaşık on iki kulaç uzunluğundaydı. Duvarların üzerine nöbetçilerin konuşlanması için ufak burçlar yapılmıştı. O anda oradaki birkaç nöbetçiyi seçebiliyordu.
Barlas gözlerini nöbetçilerden kararan gökyüzüne çevirdi. Rüzgâr sertleşmeye başlamış, soğuk iyiden iyiye etkisini arttırmıştı. Adımlarını sıklaştırmaya başladı. Gördüğü manzara bu yer hakkındaki umutlarını yitirmesine sebep olmuştu zira. Vaktini de daha fazla yitirmesinin anlamı yoktu. Şehre girip şu hanlardan birine uğrayacak, kendine bir yatak tutacaktı. Sabah olunca bir umut, şehrin bilgesini bulup hastalığın dermanını soracaktı.
Kapıdan içeri girdiğinde, yaptığı bütün planlar kafasından uçup gitti. Şehir tamamen gürültüden oluşuyordu sanki. Kulağına kaçmış bir sineğin vızıltısından daha rahatsız edici, insanın beynini kemiren böyle bir sese yalnızca yemek için birbirlerini didikleyen karga sürülerinde şahit olmuştu. Şehrin duvarları sesleri bir arada tutuyor, insanın kafasının kaldıramayacağı kadar ağır bir uğultuya sebep oluyordu belli ki. Şehirdeki insanların bu gürültüye nasıl katlandıklarını merak etti. Sonra insanların yüzlerini fark etti. Yüzleri hiç de rahatsız oluyormuş gibi değildi oysa. Madem alışılabiliyordu, o zaman onun da alışması gerekecekti. Bu amaçla kapının orada bir süre beklemeye karar verdi ve şehri süzmeye başladı.
İçerisi epey hareketliydi. Yeni gelen kervanlar kendilerine yer arıyor, şehrin çeşitli yerlerine kurulmuş tezgâhlarda türlü türlü ürünler satılıyordu. Elli metre ötede, bir demirci gördü. Dükkânının raflarında işçiliği sağlam, güzel hançerler, baltalar, kılıçlar ve birçok metalden iş aleti asılıydı. Hemen ötesindeki dükkânda türlü renklerde hasırlar vardı. Onun da ötesinde…
Gözü büyük bir binaya takıldı. Üç kattan oluşuyor gibi gözüküyordu. Dikkatle incelediğinde, ona han diye anlatılan yapılardan biri olduğunu anladı. Aslen şehir çok güzel bir yerleşkeydi. Vakti olsa buralarda dolaşmak ona büyük bir keyif verebilirdi. Ancak heba edecek ne zamanı, ne de parası vardı. Hana yaklaşmaya karar verdi. Yeterince yaklaştığında hanın kapısının sağ tarafında asılı duran bir tabela fark etti. Tabela yeni yapılmıştı, ya da en azından üzerine yakılmış isim öyleydi. Tahtanın üzerinde, “Kutlu Han” yazıyordu.
İlginç bir isim. Tahtaya şöyle bir kez daha göz attı ve kapıdan içeri girdi. Kapının ardı geniş bir hole açılıyordu. Holün karşısındaysa ahşap merdivenler vardı. Sağ taraftan mutfaktan geldikleri belli olan tabak çanak sesleri, sol taraftan ise güçlükle duyulan boğuk bir insan sesi geliyordu.
Hanın sahibinin mutfakta olmayacağını düşünerek, soldaki insan sesinin geldiği kapıya doğru yürüdü. Kapıyı açtı ve usul adımlarla içeri girdi.
“…Ne kanatları ne de uzun bacakları varmış. Ancak hızlıymış. İnsan gözünün takip edemeyeceği kadar hızlı, ezeli düşmanıyla kapışabilecek kadar hızlı. Kanatları yokmuş ancak uçabilmek için böyle bir uzva da ihtiyacı yokmuş. Öyle ki, yeryüzüne onlardan kudretli bir yaratık gelmediği söylenir. –Ne diyordum? Ha- Kükreyişiyle dağları inletebilir, güzel sesiyle ağaçları ağlatabilirmiş. Gözleri elmastan daha keskin, pulları güneşten daha parlakmış. Açık havada, ikinci bir güneş parçasıymış. Pençesi o kadar kuvvetliymiş ki…”
Herkes geniş salonda bir çember oluşturmuş, ortadaki yaşlı adamı dinliyordu. Adamın vücudundaki tüm kıllar rengini yitirmiş, yüzü yaşlılığın getirdiği kırışıklıklarla dolmuştu. Ön sıralardan, yaşlı adamı dinlemekte olan bir adam şöyle arkaya baktı, Barlas ile göz göze geldi. Yüzüne bir gülümseme yerleştirerek, oturduğu yerden kalkıp onun yanına doğru yürümeye başladı. Şişman bir adamdı. Boğum boğum olmuş ellerini önünde birleştirmiş, ovuşturmaktaydı. Dışarıdaki soğuk havaya rağmen, boncuk boncuk terlemişti.
“Göğünüz açık olsun.” diye selamladı adam Barlas’ı, kalıplaşmış sözlerle. Hanın sahibinin bu adam olduğunu anlaması çok uzun sürmedi.
“Yolunuz aydınlık olsun.” diye karşılık verdi Barlas.
“Yorucu bir yolculuk geçirmişe benziyorsunuz.” dedi adam, Barlas’ı şöyle bir süzerek. “Ne istersiniz? Yatak, yemek, içki?”
“Hepsinden.”
Adam başını sallayarak kapıya doğru seyirtti. Hancı salondan çıktıktan sonra Barlas taburelerden birisine oturdu, yaşlı adamı dinlemeye başladı.
“…toplam dokuz yıl sürmüş. Öyle amansız bir mücadeleymiş ki bu, savaş boyunca yeni dağlar, ovalar, adalar, denizler ve nice yeryüzü şekli oluşmuş ve yok olmuş. İyiliğin ve kötülüğün bu amansız savaşında, iyilikler ve kötülükler doğmuş. Kâh gökyüzü kararmış, kâh ışık tayfları göğü doldurmuş. Kâh alev topları yağmış, kâh gök yeryüzünü serin yağmurlarıyla mükâfatlandırmış. Savaşın hat safhasında Bükrek, Sangal’a karşı üstünlüğü ele geçirmeyi başarmış. Rivayetlere göre bunun sebebi, zamanında yavruları Sangal tarafından katledilmiş efsanevi kuş Garuda’nın, Sangal’ın dikkatini dağıtmasıymış. Tam o sırada Bükrek dikkati dağılan Sangal’ın boynuna pençesini geçirivermiş. Öyle muazzam bir acıymış ki, Sangal’ın inanılmaz çığlığı yeryüzünde yeni bir dağ oluşmasına sebep olmuş. Çürük yapraklı, meyve vermeyen uzun ağaçlardan oluşan, ışığın girmediği ve hiçbir hayvanın…”
Yaşlı adam elinde tahta bir tepsiyle yiyecekleri getirmişti.
“Odanızı hazırladım, aslına bakarsanız bugün tek bir boş oda vardı. O yönden şanslısınız. Ayrıca bu şehirde bulabileceğiniz en güzel kımız buradadır. Afiyet olsun.”
Barlas adamı başıyla onayladıktan sonra bir yandan yemeğini yemeye başladı, bir yandan da yaşlı adamı dinlemeye devam etti. Bükrek ve Sangal’ın mücadelesini yüzlerce kez dinlemişti. Ancak bu adamda başka bir tını vardı. İnsanı hikâyenin içine sokan, o anları yaşatan bir şeyler. Hiçbir zaman inanmadığı bu hikâyeler, bu adamın ağzından sanki gerçekten yaşanmışçasına dökülüveriyordu.
“Sangal’ın ölümü uzun sürmüş. Tabi çığlıkları da öyle. O ölene kadar yeryüzüne hiçbir canlı çıkmamış. Denilene göre bu çığlıklar toplam yedi gün yer ve gök arasında yankılanmış durmuş. Mücadele bittiğinde Bükrek kendisinin de yaralandığının farkına varmış. Uzun pullarının çoğu kopmuş, alt derisi yarılmış, ve vücudunun neredeyse her karışı kanıyor durumdaymış. Savaşın harareti geçtiğinde ne kadar yorgun olduğunu hissetmeye başlamış Bükrek. Dinlenmek için oradan ayrılıp yaşadığı yere, üst denizlere[*]Okyanus.[/*] gitmiş. Rivayetlere göre Bükrek, her bin yılda bir yeryüzüne gelir ve durumu kontrol edermiş. Yeryüzüne indiği zaman, Sangal’ın yarattığı dağa ışık huzmeleri girer, dağın şerri o gün yeryüzünden çekilirmiş. Biz o dağı, Ejder Dağı olarak biliyoruz.”
Adam hikâyeyi bitirdiğinde dinleyenlerden, özellikle gençlerden türlü türlü sorular gelmeye başladı. Ejderler hala var mı? Üst deniz ne kadar büyük? Ejder Dağı nerede? Garuda güçlü müymüş yoksa savaş sırasında ölmüş mü?
Merak içinde sorulan sorulardı bunlar. Hayatında, dizinin soyulmasından daha büyük acılar yaşamamış çocukların tasasız haykırışlarıydı. Kendisi de böyle bir çocukluk geçirmişti aslında. Çocukluğu boyunca ninesinden hikâyeler dinleyen, Oğuz Kağan’ın, Bükrek’in ve nice kahramanın destansı mücadeleleriyle yaşayan bir çocuktu. Ancak babasının savaşta ölmesiyle büyümek zorunda kalmıştı. Genç yaşında tarla sürmüş, koyun yetiştirmiş, eline kılıç alıp savaş alanında koşturmuştu.
Dört harflik bir kelime tüm hayatını alt üst etmişti. “Ölüm.” Ölüm, şimdi de kardeşinin peşindeydi. Ancak Barlas bu kez hayatının onun elleri tarafından değiştirilmesine izin vermemeye kararlıydı. Bu nedenle uzun bir yolculuğa çıkmış, yağmur, soğuk, kış, kar, kıyamet dinlemeden derdine derman bulmaya çalışıyordu. Bu kez sana izin vermeyeceğim. Bu kez sevdiklerimi elimden almana müsaade etmeyeceğim.
Barlas yemeğini bitirdiğinde, yaşlı adam yeni bir hikâyeye başlamıştı. Tokluğun ve sıcak odunların verdiği hisle mayıştığını hissetti. Doğrudan hancının gösterdiği odaya gitti ve kafayı vurdu. Yataktayken zihninde yankılanan tek bir kelime vardı. Ölüm.
Sabahın erken saatlerinde şehir hareketlenmeye başlamıştı. Kervan trafiği devam ediyordu. Hava kasvetliydi. Kalın bulutlar gün ışıklarının yeryüzüne doğrudan ulaşmasına izin vermiyordu.
Barlas yatağından kalktığı gibi hancıyı buldu ve borcunu ödedi. Hanın bu haşmetli görüntüsünün ve verdiği iyi hizmetin yanında ödediği bedel, devede kulak dahi değildi. Odasında bıraktığı iki parça eşyayı yanına aldı ve vakit kaybetmeden handan çıktı.
Şehrin sokaklarında yürüdükçe havadaki kasvetin sadece bulutlardan kaynaklanmadığının farkına vardı. Sokakların belli bölgelerinde, Barlas’ın dün orada bulunmadığından emin olduğu cenaze çadırları bulunuyordu. Kimilerinin etrafında birçok insan feryat ediyordu. Göğe yükselen çocuklarını, atalarını, kardeşlerini ya da arkadaşlarını uğurluyorlardı. Kimilerinin önünde ise yalnızca kurban edilmiş küçükbaş hayvanlar bulunuyordu. Göğe yalnız yükselenlerdi onlar. Gökyüzünün soğuk rüzgârlarında savrulan, yolunu bulmaya çalışan, yalnız bırakılmış, ya da yalnız kalmış kanadı kırık kuşlardı. Barlas her birinin önünde ayrı ayrı durdu ve Gök Tanrı’ya dua etti.
O anda içinde bir şey hissetti Barlas. Göğsünün sol tarafında, canını acıtan bir sıcaklık. Bu çadırların yerinde olan kişinin kardeşi olduğunu düşündü bir an. Tek başına uçan ufak bir serçe. Yolunu şaşırması muhtemel, çelimsiz bir kuş.[*]Eski Türk geleneklerinde, insanın ölürken canının bir kuş gibi uçup gittiği varsayılırdı.[/*] Hayır, diye düşündü. Bu kadar erken değil. Benden evvel değil.
Kafasını sağa sola sallayıp cenaze çadırlarının olduğu yerden uzaklaştı. Şehrin aşağısına doğru yürümeye başladı. Hancının tarifine göre bilgenin kaldığı yer aşağı kısımlardaydı.
Aşağı sokaklara gitti Barlas. Bilge’nin evine ulaşana kadar gördüğü her sokakta cenaze çadırları gördü, her köşe başında matem çığlıkları işitti. Geride kalanların buruk acısını yüreğinde hissetti. Şimdiye kadar umudunu taşıdığı göğsünde, o yakıcı sıcaklığın farkına vardı. İlk defa kendini bu kadar çaresiz hissediyordu. İlk defa bu kadar işe yaramaz.
Bilgenin yaşadığı yapı, şehirdeki diğer binalara nazaran çok daha basit kalıyordu. Binanın çevresindeki ufak bahçede, çeşitli şifalı otlar bulunuyor, çatısından farklı türlerde sarmaşıklar sarkıyordu.
Binanın kapısına yaklaşıp, kapıyı elinin tersi ile tıklattı. İçeriden bir “Gir!” sesi gelmesi hiç vakit almadı. İçerisi, bu küçük binaya göre oldukça ferah görünüyordu. Bina geniş bir holden ve iki küçük odadan oluşuyordu. Odalarda hastaları kontrol ettiğini tahmin etti Barlas. Çoğu Bilge Evi’ne göre oldukça düzenli bir yapıya sahipti.
“Öksürük ve balgam ha?” diye soruyordu Bilge karşısındaki kadına. “Şu dolaptan bir tutam öksökenotu al. Evet o, sarımtırak olan. Onu kaynat ve iç. Soğuktan kendini sakın. İyice terlemeye çalış. Birkaç güne bir şeyin kalmaz.”
Kadın, Bilge’nin her kelimesini içtenlikle dinliyor, kafasını onaylarcasına sallıyordu. Şehirde gerçekleşen bu çok sayıdaki ölümlere rağmen, insanların Bilge’ye olan saygısı ve güveni yerini koruyor gibiydi.
“Ha bir de,” diye ekledi Bilge. “Gök Tanrı’ya dua etmeyi unutma. Şu dönemde ilgilendiğim en ufak şikâyet seninki.”
Kadın ayrıldıktan sonra Barlas, Bilge’nin önündeki tabureye oturdu.
“Hoş geldin evlat.” dedi Bilge. “Çay ister misin?” Anaç bir kadındı.
“Kardeşim hasta.” dedi Barlas, hiç beklemeden. Çaya ayıracak vakti yoktu.
Kadının yüzü birden otoriter bir hava aldı. Gözünde Barlas’ın tam tanımlayamadığı bir şey var. Dermansızlık mıydı? Çaresizlik mi? “Burada mı?”
“Hayır. Getirebileceğim bir durumda değil. Özellikle bulunup bulunmadığını bilmediğim bir dermanın peşinden koşarken.” Bilge, Barlas’ın neyi kastettiğini anladı.
“Kara Hastalık değil mi?” diye yanıtladı. Bu bir soru değildi. Bilge’nin gözlerindeki şeyi şimdi çok daha iyi fark etti.
“Çare bulundu mu? Anam kurtulacak mı? Atam, kardeşim, evladım kurtulacak mı? Bir yıldır bu tür sözlerle yatıp kalkıyorum. Bir yıldır insanlara yardımcı olamamanın kederi ile kahroluyorum. Tüm hayatımı Bilge unvanına ulaşabilmek için çalışarak geçirdim. İnsanlara yardım etmek en büyük arzumken bu hastalık için elimden hiçbir şey gelmiyor oluşu o kadar canımı acıtıyor ki. ” Alnını sıvazladı. Çaydanlığa doğru yürüdü. İki ahşap bardağa çay doldurdu. Birini Barlas’a uzattı.
“Hayır, evlat. Çare falan bulamadım. Elle tutulur hiçbir şey yok. Hastalığı kapan insanlar, bilinçlerini yitiriyor. Sanki derin bir uykudalarmış gibi. Kimi zaman tepki verdiklerine şahit oluyorum gerçi. Ancak bunlar kas seğirmesinden öteye gitmiyor. Nefes alıyorlar, ancak bir karış kıpırdamıyorlar. Kalpleri atıyor, ancak ruhları orada mı bilinmiyor. Elim kolum bağlı, yapabildiğim tek şey ölümlerini izlemek. Zaten kanıma en çok dokunan da bu.”
Barlas, burada derdine derman bulamayacağını şehrin girişindeki mezarları gördüğünden beri biliyordu. Ancak bu sözleri duymak, yine de içini burktu.
“Göğünüz açık olsun.” dedi ve kapıya doğru yöneldi Barlas.
Tam kapıdan çıkacaktı ki “Evlat.” diye seslendi Bilge arkasından. “Bu hastalığa hiçbir Bilge’nin çare bulabileceğini sanmıyorum. Kardeşin bu hastalığa yakalandığına göre, pek vaktinin kalmadığının farkındasındır.” Barlas yüzünü Bilge’ye döndü. Kadın ne geveliyordu?
“Çorak Topraklar’ı duydun değil mi? Orada yaşayan Kındakarbu Kabilesi’nin bir Ulu Bilge’ye sahip olduğu söylenir. Denilenlere göre inanılmaz bilgi ve kudret sahibiymiş. Eğer şehri bırakacak bir halefe ve bu kabileyi arayacak vakte sahip olsaydım, kesinlikle arardım. Ancak böylesine zayıf bir umut için bu insanları terk edemem. Ancak sen, var olmadığından emin olduğun bir derman için, var olduğundan emin olamadığın bir umudun peşinden koşabilirsin. Eğer hala bunun için istekliysen, vaktini onu bulmak için harcamanı öneririm.”
Barlas kafasını salladı ve oradan ayrıldı. İçinde bir umut yeşermişti.
“Önün aydınlık olsun, evlat.” diye fısıldadı kadın, Barlas kapıyı kapatırken.
Bölüm 3: Ölüm
Hava soğuktu. Kış, tam anlamıyla gelip çatmıştı. Rüzgârlar inanılmaz derecede artmış, hava insanın kulaklarını düşürecek kadar soğumuştu. Ancak Barlas bu kez Bilge tarafından hazırlanmıştı ve çevre koşullarına hazırlıklıydı.
Kabileden ayrılalı yaklaşık bir ay kadar olmuştu. Bilge’nin dediğine göre Ejder Dağı’nın yalnızca efsanelerde kalmasının nedeni büyük dağ sıralarının arasında kaybolup, dağın gerçekten var olduğunun farkında olmayan insanların ancak çok büyük bir şans eseri o dağı bulabilmesiydi. Tabi buna şans denebilirse. Zira yine Bilge’nin dediğine göre, o dağa varıp da geri dönebilen olmamıştı.
Barlas’ın bu büyük dağlara tırmanışı inanılmaz eziyetli bir işti. Dağların yüzeyinin çoğu kısmı çıplaktı ve bu bölgelerde tutunacak bir dal, bir ağaç kökü bulamadığı gibi, kardan kayganlaşmış yüzeyler de ona epey sıkıntı yaşatıyordu. Dağlara tırmanırken bir iki defa düşme tehlikesi yaşadığı da oldu.
Tırmandıktan sonra, orada bir gece dinlenmeye karar verdi. Dağın üst yüzeyi diğer yerlere göre çok daha soğuktu. Ancak Barlas’ın şansına tırmandığı yerin yakın tarafında hayvanlar tarafından terkedilmiş bir mağara vardı. Ayrıca dağın biraz içerilerinde de kırılmış, kuru ağaç dalları bulmak mümkündü. Geceleyin, geçenki gibi bir donma tehlikesi atlatması hiç işine gelmezdi.
Ateşi yakması biraz uzun sürdü. Köksöken mantarını bulmak, hele ki böylesine karın altında, epey zordu. Ancak Barlas mantarın nerede bulunacağını çok iyi biliyordu. Bu nedenle çoğu kişinin karlar eriyene kadar bulamayacağı bu mantarı güneş batmadan evvel bulabildi. Mantarın orta katmanı esnek, çabuk alevlenen özel bir yapıya sahipti. Bilge’den edindiği çakmak taşını, mantardan kestiği ince halkaya sardı. Kılıcının arka tarafıyla çakmak taşına hızlı ve sert darbeler indirdi. Taştan çıkan kıvılcım, mantara yapışıp közlenmeye başladığında, közü ufak üflemelerle canlı tutmaya çalıştı. Rüzgâr sert estiği için köz birçok defa söndü. Ancak birkaç deneme sonra önceden topladığı çabuk yanabilen otlarla közü birleştirmeyi başardı. Bu, odunları tutuşturmak için yeterliydi.
Ateşin verdiği sıcaklık eşliğinde taş oyuğuna kıvrıldı ve uykuya daldı Barlas. Belki de bu geçireceği en rahat uykuydu.
***
Dağın inişi, en az çıkışı kadar zordu. Keskin yamaçlar, dar patikalar ve kardan kayganlaşmış bir zemin. Burada ölme olasılığının çok daha yüksek olduğunu düşündü.
Aşağılara indikçe seyrelmiş hava tekrar normal seyrine dönüyordu. Nefes almak kolaylaşmıştı. Kendini daha iyi hissediyordu. Dağı inmesi tam bir gün sürmesine rağmen, buradan sonrası ona pek bir sıkıntı yaşatmadı. Hava karardığında dağın yamacında bir ateş yakmış, kurutulmuş etlerini kemiriyordu. Çok geçmeden karların nispeten az olduğu bir yerde yakmayı başarabildiği ateşin kenarını kıvrıldı.
Barlas uyandığında sabah çoktan olmuştu. Ancak burada, gece fark edemediği garip bir şeyler fark etti. Gökyüzü her ne kadar kapalı olsa da, hava bir kış sabahı için oldukça karanlıktı. Belirlenen yoldan Ejder Dağı’na doğru yürüdükçe, hiçbir yükselti olmaksızın havanın tekrar seyrelmeye başladığını hissetti.
Ejder Dağı zorlukla da olsa Barlas’ın bulunduğu bölgeden görünebiliyordu. Dağa yaklaştıkça etrafta zaten nadir görülen hayvanların da tamamen ortalıktan kaybolduğunun farkına vardı Barlas. Hava gittikçe kararıyor gibiydi. Etrafta görülebilen tüm bitkiler solmuş, canlılıklarını yitirmişti.
Ejder Dağı’nın eteklerine vardığında orada uğursuz bir şeyler olduğunun farkına vardı. Tam olarak açıklayamadığı bir şeydi bu. İnsanın içini gıdıklayan, huzursuzluk verici bir histi.
Dağın eteklerinde tek sağlam ağaç yoktu. Hepsinin yaprakları sararmış ve çürümüştü. Ancak ilginçtir her yaprak dallarında duruyordu. Tıpkı döşeğinde ölümü bekleyen bir hasta gibi.
Bu ağır havanın onlardan kaynaklandığını tahmin etti Barlas. Ölmeye yüz tutmuş yaşayan yapraklar. Havaya hâkim olan pis soluklar. İçerilere ilerledikçe karanlık ve içinde uyanan tedirginlik duygusu artıyordu. Bulutların sebebiyet vermediği aşikâr olan bu karanlık, ciğerlerine işliyordu.
Ağaçlara dikkatle baktığında ağaçların dallarında ve yapraklarında birçok kurdun bulunduğunu da fark etti. Normallerine göre daha sarımtırak, hastalıklı birer renge sahiptiler. Hiç de hassas olmayan midesinin içeride çalkalandığını hissetti Barlas. Gerçi içeride kuru et ve sudan başka çalkalanacak bir şey yoktu.
Çürük ormanın derinlerine doğru gitmeye başladı.
Yıllardır dinlediği hikâyeyi düşündü. Bükrek’in keskin darbesini ve Sangal’ın feryadını. Böylesine bir dağı yaratmak için ne kadar acı çekmek gerekiyordu? Hayal bile edemiyordu.
Yürürken bir yandan da yaşadıklarını düşünüyordu. Ömrü boyunca sıkıntılar yaşamış, kollarında birçok arkadaşının ölümünü izlemişti. Savaşta, birçok defa ölümcül yaralar almış, uzuvlarını kaybetme tehlikesi yaşamıştı. Savaş alanı ona hayatın kıymetini öğretmişti. Ancak şu anda, hayatının o kurtlarınkinden bile daha değersiz olduğunu düşünüyordu. Ve hayatına ancak bu hastalığa bir çare bularak bir anlam yükleyebilirdi.
Hava neredeyse tamamen kararmıştı. Henüz öğlen vakti olmasına rağmen, gökyüzü alacakaranlıktı. Yolunu görmekte zorlanmaya başladı. Elindeki tek mumu harcamak istemediğinden, şimdilik yoluna yarı kör devam etmeye karar verdi. İlerledikçe birçok taşa, birçok ağaç köküne takılıp yalpalıyordu. Birkaç defa düşüp dizini ve avuç içlerini soydu.
Ve zifiri karanlığa adımını attı. Artık gözleri hiçbir şey göremez olunca, mumunu yakmaya karar verdi Barlas. Bir kıvılcım elde edebilmek için arta kalan mantarı kullandı.
Hiç durmadan devam etti yoluna. Belki günler, haftalar geçti. Durmadan ilerledi. Burada zaman oldukça çarpıktı. Ona haftalar geçmiş gibi gelmesine rağmen elinde tuttuğu mum hiç azalmamıştı. Evet, yorulmuştu. Üzerinde bir haftanın değil bir ayın yorgunluğunu hissediyordu. Ancak vaktin daha bir saati geçmediği de aşikârdı. İşte o an artık karanlığın bir parçası olduğunun korkuyla farkına vardı. Burada ne kadar vakit geçirirse, kat kat yaşlanacağını, şu ağaçlar gibi ayakta çürüyeceğini ve neden buraya gelenlerin geri dönemediğini anladı. Karanlığın içinde yüzlerce yıl yürümüş yine de dağın çıkışını bulamamış olabilirlerdi. Çoğunun elinde bir mum bile yoktu muhtemelen.
Barlas kafasından bu düşünceleri uzaklaştırdı ve onu bulmaya odaklandı. Bu işi çok geç olmadan bitirmeliydi.
Yürüdü. Daha derinlere doğru ilerledi. Geri dönüşünün olup olmayacağını bilmiyordu. Yapması gereken tek şey Adı Anılmayan’ı –O’na bu ismi vermişti- bulmaktı. Birçok eğimli yoldan çıktı, birçok dar patikalardan geçti. Gördüğü her su birikintisi zift kadar siyah ve bulduğu her bitki O’nun ruhu kadar çürüktü.
Aylar, yıllar geçti. Mumun titreyen alevi eşliğinde yürürken, gerçekten ilerleyip ilerlemediğinden dahi şüphe etmeye başladı Barlas. Tüm bunlar bir hayal miydi? Yaptığı şeylerin bir gerçekliği var mıydı? Çıldırmamak elde değildi.
İlerledi, ilerledi. Derisinin buruştuğunu hissetti. Ciğerlerinin bu pis havayla çürüdüğünü, gözlerinin artık görme yetisini kaybettiğini fark etti. Aklını yitirdiğini, beyninin o hastalıklı kurtçuklar tarafından yendiğini zihninde canlandırdı.
Çok uzun bir yürüyüştü. Geri dönüşü olmayan bu yolda, pes etmek bir seçenek değildi. Bu nedenle yoluna devam etti. Sanki dağ onunla kafa buluyordu.
Ve zihninde eski anılara ait sesler duymaya başladı bir süre sonra. Ölen arkadaşlarının seslerini, kız kardeşinin “Ağabey!” deyişini duydu. Ninesinin destansı hikâyelerini, babasının savaşa giderken ki son sözlerini duydu. “Onlar sana emanet evlat.”
Bu, zihnin burada hâkim olan korkunç sessizliğe karşı aldığı bir önlemi miydi, yoksa tüm bunlar saf delilikten mi ibaretti bilmiyordu. Ancak bu seslerden memnundu, en azından bazılarından.
Barlas’a iki hafta gibi gelen bir süre kadar sonra, nihayetinde kafasındaki seslerden başka bir ses duydu Barlas. Bir insan gülüşüne benziyordu. Ancak bunda insanın tüylerini diken diken eden garip bir şey vardı. Sese doğru yürümeye başladı. Hedefine yaklaştığını hissediyordu.
Ancak ne kadar yürürse yürüsün ses asla yaklaşmıyor, o kahkahalar hep aynı uzaklıktan Barlas’ın kulaklarına geliyordu. Barlas artık bu kimse, onunla oyun oynadığının farkına varmış ve bu sevimsiz oyundan ziyadesiyle sıkılmıştı. Sinirleri bozulmuş halde karanlığa doğru haykırmaya başladı. Bir işe yaramayacağının farkındaydı. Gerçekten de işe yaramadı zaten. Yine günler boyunca o sesin peşinden gitmek zorunda kaldı.
Tam artık sesi bırakıp farklı bir yöne doğru yürümeye niyetlenmişken karanlığın içinde kımıldayan bir şey fark etti. Bu kararı daha evvel verse, daha önce onu görebilecek miydi diye düşündü bir an. Çok geçmeden bu anlamsız düşünceyi kafasından uzaklaştırdı. Karşısındaki şeyin ne olduğunu bilmiyordu ve böyle bir düşünceyle kafasını meşgul etmenin hiçbir anlamı yoktu.
Gördüğü şeye doğru ilerledi. Mum ışığı onun üzerine gitmiyor gibiydi. Sanki etrafındaki bir şey tüm ışığı tutuyor, ona ulaşmasını engelliyordu. Barlas yaklaştı ancak çok fazla değil. Elini kılıcının kabzasına koydu. Öbür elinde mumunu tutuyordu.
Karanlığın içerisinde bir şey kıpırdıyordu. Kahkahaların ondan geldiğine şüphe yoktu. Barlas cesaret edebildiğince şekle doğru yaklaştı. Kalbi, yeni yakalanmış bir serçenin kalbi kadar hızlı atıyordu.
Artık şekille arasında yalnızca on adımlık bir mesafe vardı. Seçebildiği kadarıyla karartı, başını aşağı eğmiş bir insana aitti. İçini ürperten kahkahalar bir anda kesildi. Günlerce süren kahkaha seslerinden sonra aniden gelen sessizlik, çok daha ürkütücüydü.
Şeklin başını kaldırdığını fark etti Barlas. Her ne kadar göremese de, onun kendisine baktığını hissedebiliyordu. Şekil ona yaklaşmaya başladı. Adım adım yaklaşıyordu. Barlas’ın kalbi yerinden çıkacak gibiydi.
“Uzun zamandır buralara kimse adımını atmamıştı.”
Şekil Barlas ile arasında beş adım mesafe kala olduğu yerde durdu.
“Ah, o kadar uzun zaman oldu ki. Yalnızlık çok kötü bir şey. Gerçekten.”
Adamın uzun zamandır konuşmamaktan kaynaklanan, çatallaşmış bir sesi vardı. Barlas ne diyeceğini bilemiyordu. Kılıcını çekip doğrudan başını kopartmalı mıydı, yoksa beklemeli miydi?
“Ah, sakin ol. İki insan gibi konuşabiliriz değil mi? Dahası, beni öldürmenin kardeşin için pek de faydalı bir şey olacağını sanmıyorum.”
Barlas bu kez gerçekten şaşırmıştı. Tabi şu ana kadar yaşadıkları yenir yutulur cinsten şeyler değildi ancak adamın bu söylediği şey, çok can sıkıcıydı. Bu da ne demek oluyordu? Kardeşini nereden biliyordu? Onu tanıyor muydu yoksa?
“Sakin ol. Tedirgin olduğunun farkındayım. Amacım seni korkutmak değil. Ah, şöyle bir düşündüm de, ortam pek de huzur verici sayılmaz, değil mi? Epey karanlık gerçekten.” Güldü.
Ortalık bir anda aydınlandı. Bir kamp ateşi yoktan var olmuştu adeta. Gözleri o kadar süredir karanlıktaydı ki, bu ani ışık neredeyse onu kör etti. Barlas refleksle kılıcını belinden sıyırdı. Her ne kadar göremiyor olsa da, bir insanın kılıcını çekmiş bir adama saldırmaya tereddüt etmesi muhtemeldi. Ancak adam yerinden kıpırdamamıştı bile. Barlas ışığa alışınca, elini gözlerinin üzerinden çekti. Adama şöyle bir baktı. Sıradan birine benziyordu. Kıvırcık siyah saçları ve sıradan esmer bir teni vardı. Kısa boyluydu, yaşıtı erkeklerle kıyaslandığında çelimsiz denecek bir vücuda sahipti.
“Böylesi daha iyi ha?” dedi elinde salladığı alevi göstererek.
Barlas gözlerine inanamadı. Adam elinde kocaman bir ateş parçası tutuyordu! Ateş parçası! Elinde! Kafasını tekrar toparlayabildiğinde, adam ile arasına kılıcını soktu. Normal birisi olmadığı aşikârdı. Dikkatli olmak zorundaydı.
“Adı Anılmayan sensin değil mi?” diyebildi, zorlukla.
Adam içten içe kahkahalarla sarsıldı ancak Barlas’ın sorusunu duymazdan geldi.
“Yorulmuş olmalısın, gel otur şöyle.” dedi kıkırdayarak. Barlas’a az ilerideki iki geniş kütük parçasını gösterdi.
Normalde böyle bir teklifi asla kabul etmezdi. Çünkü oturmak demek kılıç kabiliyetinin neredeyse tamamını kaybetmek demekti. Ne bacaklarından güç alabilirdin, ne de kollarındaki gücü tam olarak kullanabilirdin. Bir de eğer böylesine bir düşmanla karşı karşıyaysan, saldırı ve savunma gücünü kaybetmek, bir seçenek dahi değildi. Bilmediği bir nedenden dolayı, bacaklarındaki kuvvetin çoktan onu terk ettiğini hissetti Barlas. Az evvel, daha günlerce yürüyecek güce sahip bacakları, şimdi tir tir titriyordu. İstemeye istemeye kütüklere doğru yol aldı. Ancak kılıcını elinde tutmaya devam etti.
“Sen, Adı Anılmayan’sın değil mi?” diye yineledi Barlas kütükten destek alıp, kılıcını sıkıca kavrayabildiğinde. Aslında bu bir soru değildi. Yalnızca emin olduğu bir şeyi bir de onun ağzından teyit etmek istemişti. Gördükleri zaten onun kim olduğunu anlamasına yetmişti.
Adamın dudakları kıvrıldı. “Demek bana bu ismi taktılar ha. ‘Adı Anılmayan.’ Ne kadar da kaba.”
Barlas, Bilge’nin dediklerini düşündü. Erklig Han’ın oğlu. Doğuştan şer ile yıkanmış bir beden ve zihin. Tarihte ağza anılmayacak şeyler yapmış ve yasaklanmış bir isim. En önemlisi de ölümsüz bir insan. Ancak “insan” bu adamı tanımlamak için yeterli bir kelime miydi emin değildi Barlas. Lakin tüm bunları düşünebilmesine rağmen, onun yanında nasıl bu kadar rahat olduğuna anlam veremiyordu. Bu çürümüş ve zifiri karanlık ormanın içinde, adamın elinden çıkan ateşin ışığıyla, şeytanın oğlu ile göz göze oturuyordu. Ve en ufak korku ve huzursuzluk hissetmiyordu. Gerçekten delirmeye mi başladığını merak etti.
“Huzursuz olmanı gerektirecek bir şey yok. Burada güvendesin.”
Barlas gerçekten anlamsız bir şekilde güvende hissediyordu.
“Kardeşin için üzüldüm, gerçekten.” dedi adam. Hüzünlü bir hali yoktu, dudakları hala uğursuz bir şekilde kıvrılmış duruyordu.
“Bunu nereden biliyorsun?” diye sordu Barlas. Az evvel de kardeşi ile ilgili bir yorumda bulunmuştu. Adam sorusunu yine yanıtsız bıraktı. Sanki az evvel hiçbir şey söylememiş gibi Barlas’ın yüzüne bakıyordu.
“Adı anılmayan.” diye tekrar etti adam. Açık açık sırıtıyordu bu kez.
“Çocukluğumdan beri, hiç sevilmedim. Ata binemedim, yay geremedim ya da kılıç kuşanamadım. Aptal bir çocuktum, konuşamıyordum. Kardeşlerim benden daha yiğitti ve ben onları kıskanıyordum. Hasedimden çatlıyor, onlara yetişmeye çalışıyordum. Tüm kabile benimle alay ediyordu. Ve ben de bir gün delirip babamı öldürdüm. Ne kadar acıklı bir hikâye değil mi?”
Adamın yüzündeki o sırıtış, Barlas’ın içindeki tüm güven duygusunu yerle bir eden gür bir kahkahaya dönüştü.
“Gerçekten babanı öldürdün mü?” diye sordu Barlas.
“Ah, evet. Ancak bir sinir krizi ile değil.”
“O halde neden?” diye sordu Barlas.
“Bir nedeni yok. Onu öldürebiliyor olduğum için öldürdüm.”
“Gök Tanrı’dan hiç korkmadın mı?”
Adam bir kahkaha daha patlatıverdi. Hayır, artık emindi, bu normal bir kahkaha değildi, bir insana ait olamazdı. Barlas o anda karanlığın üzerine çöktüğünü hissetti.
Adam hâlâ kahkaha atıyordu. “Tanrı mı?” diye sordu bağırarak. Adamın ne yapacağını kestiremiyordu Barlas. Deminki o sakin adam, şimdi bambaşka bir şeye dönüşmüştü.
“İnsanlar Tanrı’dan korkmaz!” dedi. “Korkunun ta kendisi Tanrı’dır.” Çıldırmış gibiydi. Gözleri bir o yana bir bu yana dönüyor, elindeki ateş parçasını sağa sola deli gibi sallıyordu.
“Ve ben sizin en büyük korkunuz olacağım!” diye haykırdı.
Adam hâlâ gülüyordu. “Aciz bir çocuk. Beceriksiz, pısırık. Dışlanan bir velet. Hepsi benim uydurmam. O Yıldız’ın soyundan gelen Bilge de, Beş Ulu dedikleri de her şeyden habersiz, benim onlara verdiğim yemleri yutuyorlar yalnızca. Siz insanları kontrol etmek ne kadar da kolay! Ben büyük bir güçle doğdum. Tıpkı babam gibi, çok hızlı bir gelişim gösterdim. Ağabeylerimden daha iyi kılıç kullanıyor, daha iyi ok atıyor ve daha iyi ata biniyordum. Savaşlarda herkesten daha çok adam öldürüyordum. Ve evet, bunu kimse bilmese de ben Şeytan’ın oğluydum. Ve onun gücünden de bir parça aldım.” Adam babam kelimesini tükürürcesine telaffuz etmişti.
Elinde tuttuğu ateşi inanılmaz boyutlara ulaştırdı. Ve ormanın büyük bir kısmını ateşe verdi. Alevler o kadar sıcaktı ki, Barlas geri çekilmese derisi kavrulacak, gözleri eriyecekti.
Adam o anda, sol elinde bir su kütlesi yarattı. Muazzam su kütlesini alevlerin üzerine doğru döktü. Tüm alevler bir tıs sesiyle sönüverdi ve tüm orman yine zifiri karanlığa büründü.
“Ve bana Çolpan dediler!” Ses derin ormanda yankılandı.
Barlas karanlıkta korkudan titriyordu. Bacağının yandığını hissetti. Dağları inletecek bir haykırış kopardı. Bacağı yanıyordu ancak herhangi bir alev ya da ışık görülmüyordu. “Hiç Kara Alev’i[*]Kara alevler Erklig Han'ın belirtilerinden birisi olarak rivayet edilirdi.[/*] duymuş muydun? Erklig’in Güneşi’ni?”
Sol kolunun sert bir darbeyle kırıldığını duydu. Zifiri karanlıkta darbelerin nerelerden geldiğini bilmiyordu. Ancak o siyah gözlerin tam üzerinde olduğunun farkındaydı.
“Sizler,” dedi Çolpan, “Sizler benimsiniz. Benim leke sürülmemiş, istediğim renge boyayabileceğim parşömenlerimsiniz. Sizlere istediğim şeyi yaptırabilir, istediğim şeyleri düşündürebilirim. Zihinlerinizi okuyabilir, duygularınızı yönetebilirim. Sizleri öldürebilirim ve yeniden diriltebilirim. Ben, sizin Tanrı’nızım. Ben sizin efendinizim!”
Adam delirmişçesine bağırıyordu. Barlas sol kolunun koptuğunu anladı. Bağıracak takati kalmamıştı. Bu canavara karşı hiçbir şansı yoktu. Gözlerinden dökülen yaşların farkına vardı. O yaşlar, çektiği acıdan dolayı değildi. Buraya zaten bunları göze alarak gelmişti. O yaşların nedeni kız kardeşiydi.
“Asırlardır burada, doğru anın gelmesini bekliyorum. Ve daha asırlarca bekleyeceğim.”
Darbelerin ardı arkası kesilmiyordu.
“Bir gün, kendimi göstereceğim. İnsanın insana acımadığı, milletin, ailenin, atanın bir kıymetinin kalmadığı, kardeşin kardeşi öldürdüğü bir gün kendimi göstereceğim. Ve siz sefil insanlara hükmedeceğim.”
Barlas, artık sonunun geldiğinin farkındaydı. Ölümü artık kabullenmişti. Ve o son darbe geldi. Ya da geldiğini sandı. Ormanın her tarafı bir anda ışımaya başladı. Gün ışığı ormanın derinliklerine daldı, karanlığı yardı. Zar zor açık tutabildiği gözleriyle mavi, bulutsuz gökyüzünü gördü. Ve bir ses duydu. Yaşamı boyunca duyduğu en güzel sesi.
Çevresine baktı, ağaçların canlandığını fark etti. Çürümüş dalların ve yaprakların tekrar yeşillendiğini gördü. Üzerlerindeki sarımtırak kurtların, altın kanatlı kelebeklere dönüştüğünü fark etti. Dağın inlediğini, tüm şerrin akıp gittiğini hisseti.
Ve Çolpan’ı gördü. Pür dikkat gökyüzünden süzülen ışık huzmelerine bakıyordu. O anda onun da bir insan olduğunu, etten ve kandan oluştuğunun farkına vardı Barlas. Her ne kadar üstün güçlere de sahip olsa, onun da ölebileceğinin gerçekliğine vardı. Yere düşürdüğü kılıcını, damarlarında kalmış son kuvvetle savurdu.
Ve onun kafasından dökülen kanı gördü. Sağ gözünden fışkıran, yerlere saçılan kırmızı sıvıyı. Iskalamıştı. Derman kalmamış kollarından kılıcını düşürdü, takati kalmamış bedeni yere serildi. Ve yattığı yerden Çolpan’ın acıdan feryadını işitti.
Tek gözlü, zavallı bir Tanrı.[*]Çolpan, Eski Türkçe'de Kızıl Gezegen Venüs’ün karşılığıdır. Aynı zamanda zavallı ve aciz anlamlarına da gelmektedir.[/*]
Çolpan’ın dağdan uzaklaşıp, karanlığa doğru ilerlediğini fark etti. Onda bıraktığı iz ölümcül bir yara değildi. Kaçmasının sebebinin kendisi olmadığını biliyordu Barlas.
“Bir gün,” diyordu Çolpan uzaktan yankılanan sesiyle, “Bir gün geleceğim! Bir gün size hükmedeceğim!”
Ormanın nasıl oldu da böylesine canlandığına bir anlam verememişti Barlas. Çok fazla kan kaybetmişti ve bilincini açık tutmakta zorlanıyordu. Bedenini kıpırdatamıyordu. Çok fazla susadığını hissetti. Ancak her şey o kadar da kötü değildi. Nihayetinde o içine işleyen korkudan kurtulduğunu hissedebiliyordu. Sonunda özgürdü. Uzun süredir hasret kaldığı gökyüzüne baktı. Handa dinlediği hikâyeyi anımsadı, gülümsedi. İlk defa ölümün olmadığı bir yere varacaktı Barlas. Çünkü o, ölümün efendisine gidiyordu.
İşte o gün, Ejder Dağı’nın derinliklerinden bir kartal yükseldi. Gök Tanrı’ya doğru, mavi gökyüzünde süzülen kahraman bir kuş…
“Ve bir gün tek gözlü şeytanın tekrar geleceği, insanları kandırıp yoldan saptıcağı rivayet edildi. İşte ona, ‘Deccal’ dediler.”
SON