Kayıp Rıhtım Arşiv Forum

Kurgu Güncesi => Kurgu İskelesi => Konuyu başlatan: darrel standing - 10 Şubat 2014, 01:05:30

Başlık: Siyah Martı (4.Bölüm Eklendi)
Gönderen: darrel standing - 10 Şubat 2014, 01:05:30
Bu aralar yazdığım bir korku hikayesi. Evimin yakınlarında eski, yıkık dökük bir ev var, ona bakarak kurguladığım şeyler zamanla bir hikayeye dönüştü. Beğenilerinize ve eleştirilerinize sunuyorum  :)

Giriş


  İçinden demir yolu geçmeseydi Kızıltoprak sessiz bir semt sayılabilirdi. Özellikle okulların kapalı olduğu zamanlarda sokaklarda çocukların gürültüsünden başka bir ses duyulmazdı. Fahrettin Kerim ve Bağdat caddeleri arasındaki bu semt, yetmişli yıllara kadar konakların, köşklerin ve bahçeli evlerin olduğu, dar sokaklarını karşılıklı ahşap köşklerin süslediği bir yerdi.   Kent Sineması ve Öğretmen Evi olmasaydı belki de varlığı bile bilinmeyecekti.

 Şehrin göç almasıyla birlikte burası metropolün bir parçası hâline geldi ve köşklerin yerini apartmanlar almaya başladı. 2001 yılına gelindiğinde burası iki okul, birkaç eski köşk, tarihi kıraathane ve Öğretmen Evi dışında eski günlerinden bir şeyin kalmadığı, İstanbul’un beton semtlerinden biri hâline gelmişti. Ama sükuneti hiç bozulmadı, hiçbir zaman bir evin olabileceğinden daha gürültülü olmadı.

 Ancak bu sakin semt, ürkütücü bir sırra sahipti. Tren istasyonunun arka sokağında, beş numaradaki terk edilmiş evde gizliydi bu sır. Bu köşk, küçük, sessiz ve güzel bir evin karanlık ve soğuk mahzeni gibiydi.
 Bu mahzenin korkunçluğundan haberdar olan birkaç kişi vardı ve bildiklerinin kendileriyle gömülmesi için ölecekleri günü bekliyorlardı. Bu evde olanları öğrendiklerinden beri, mezarlıktan geçerken şarkı söyler gibi bir hayat yaşıyorlar, korkularını gizleyip unutmaya çalışıyorlardı. Hayatları diğer insanlar gibi normal seyretse de zaman zaman mahzenden esen rüzgâra engel olamıyorlardı. Tıpkı 18 Haziran gecesi mahzenin kapılarının açılmasını engelleyemedikleri gibi…

 Gülizar, o gece öldürülene kadar köşkün yanındaki apartmanın birinci katında yaşıyordu. Haftada yirmi milyon verdiği bakıcısı dışında kimsesi yoktu. Seksen üç yaşındaydı, hayatının son zamanlarında olsa bile ölümünün bir başkasının elinden olması bir felâketti. Hayatının sona ereceği günü büyük bir şevkle bekliyordu ama Ferruh’u elindeki bıçakla üstüne gelirken görünce dehşete kapıldı ve bu dehşet hissettiği son duygu oldu.

  Gülizar’ın komşularından biri, Ferruh’un elinde maymuncukla apartman kapısını zorladığını görünce polisi aradı. Polislerin Gülizar’ı kurtarmak için yeterince zamanı olmasa da Ferruh’u yakalamak zor olmadı. Onu beş numaralı köşkün bahçe duvarına tırmanmaya çalışırken yakaladılar. Yakalandığında korku, heyecan, pişmanlık gibi duygulardan eser yoktu yüzünde. Yorucu bir iş gününden sonra evine dönmeye çalışan bir adamdan farksızdı.
 Ferruh, Frigo satarak hayatını kazandığı Kent Sineması yıkıldıktan sonra parasız kaldı ve alkolün damarlarında onu delirtecek kadar dolaşmasına izin verdi. On bir yıl kaldığı Erenköy Akıl Hastanesi’nden taburcu olunca kalacak bir yeri olmadığı için tren istasyonunda çalışıyor ve kendisi için ayrılan depodan bozma bir odada kalıyordu. Ancak akli dengesinin yerinde olduğu söylenemezdi. Akıl hastanesinde geçirdiği yıllar onu agresifleştirmişti. Zaman zaman yolcularla sebepsiz yere tartışıyor, sinemanın yerine dikilen on katlı binanın kendisine ait olduğunu iddia ediyor ve bunu söyledikten sonra kendini yere atıp çığlıklar atıyordu.

 Cinayet işlenmeden dört gün önce kaybolmuştu. Kalacak bir yeri ve ya onu kabul edecek bir akrabası yoktu, üstelik akıl hastanesine de dönmemişti. Sinir krizlerinden sonra gideceğini söyleyip dururdu ama gideceği yeri kimseye söylemezdi. Onun için endişelenmeleri sadece birkaç saat sürdü. Kalacak bir yeri olmadığı için geri dönecek ya da bu sinir krizlerini kendini öldürerek sonlandıracaktı.

 Aklını yıllar önce yitirmiş olmasına ve saldırgan davranışlarına rağmen Gülizar’ı öldüreceğini kimse tahmin etmezdi.

 Komiser Bülent, sorgu odasında karşısında oturan kâtil hakkında bunları biliyordu. Gülizar’ın parasına ve ya mücevherlerine dokunmamış, yakalandığında ise kaçmaya çalışmayıp teslim olmuştu.

  Bülent, her cinayetin haklılığı olmasa da bir sebebi olduğunu düşünecek kadar uzun zamandır cinayet masasındaydı. Geçimini ölümlerle sağlamasına rağmen, kimsesiz ve yaşlı bir kadını görünürde hiçbir sebep olmadan öldüren bu adam tüylerini ürpertiyor ve onda inanılmaz bir tiksinti uyandırıyordu.

 “Niye burada olduğunu biliyorsun değil mi?”
 Ferruh başıyla onayladı ve yüzüne sinsi bir gülümseme takındı. Bu gülümseme, yüzünde patlayan bir tokatla karşılık buldu. Bu tokatla neredeyse dengesini kaybedip sandalyeden düşecekti ama ürkütücü soğukkanlılığı yüzünden silinmedi. Bülent, birkaç disiplin uyarısı aldığı için Ferruh’u fazla hırpalamamaya çalışsa da bu adamdan laf alabilmek için birkaç yönetmelik dışı davranışın işe yarayacağını düşünüyordu.

“Seni enseleyen çocuklara ‘Ödülümü almam için öldürmem lâzımdı’ demişsin. Neyin ödülü bu?”
“Anlatmamın mümkünâtı yok komiserim.”
“Neyin mümkünâtı yok ulan? Kadın seni doyurmuş sokakta yatarken. İstasyondaki işi, kalacak yeri o konuşmuş. Sırf sen sokakta kalma diye senelerdir konuşmadığı akrabalarını araya sokmuş. Böyle mi teşekkür ediyorsun lan? Neyin karşılığında öldürdün kadını? Biri para mı teklif etti sana? Anlat yoksa anandan doğduğuna pişman ederim seni!”
“Kimse para teklif etmedi komiserim. Para için de öldürmedim. Mücevherleri, parası gözümün önünde duruyordu elimi bile sürmedim. Bu hayatta yaşadığımın ötesinde bir şeyler var. Kapıyı açmam için Gülizar Hanım’ı öldürmem gerekiyordu.”

 Bülent, derin bir nefes aldı ve öfkesini kontrol etmeye çalıştı. Tabancasını çıkardı ve masanın üzerine koydu. Öfkeli bakışlarını Ferruh'un soğukkanlı yüzüne dikti.

“ Senin kapına bacana s*çarım it oğlu it! Tedavi raporların, görüşme tutanakların bokun püsürün ne varsa baktım, iyileşmişsin. Kafan zehir gibi çalışıyor. Senin gibi zilyon tane adam geçti elimden, yüzüne bakınca ne mal olduğunu anlıyorum, bana deli ayağı yapma!”

 Cevap vermedi. Gözlerini Bülent’in öfkeli yüzüne dikip ürkütücü soğukkanlılığını takınmakla yetirdi. Kendisine karşı yüksek sesle konuşulduğunda bile sinir krizleri geçiren bu adamın tavırları oldukça ürkütücüydü. Üstelik bu sessizliği korkudan kaynaklanmıyordu.

“Anlaşıldı konuşacağın yok senin! Şimdilik gidiyorum, dönünce seni öttüreceğim it herif!”

 Masanın üstündeki tabancasını aldı ve sorgu odasını terk etti. Acemilik yıllarından beri metanetini bu kadar kaybetmemişti. Çözmesi gereken bir şey yoktu, elinde suçüstü yakalanmış ve yaptığını reddetmeyen bir kâtil vardı. Sadece cinayet nedenini öğrenmeye çalışıyordu ve kâtilin soğukkanlılığı karşısında kendininkini yitirmişti. Onun karşısında öfkelenip zayıf görünmemek için biraz ara vermesi gerektiğini düşünüyordu.

 Ofisine gitti ve masanın üzerindeki telefon defterinden Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin numarasını çevirdi. Karısının ve çocuklarının fotoğrafının olduğu çerçeveyi kapattı, böyle kötü bir zamanda onlara bakmak istemiyordu. Telefon dört kez çaldıktan sonra bağlandı. Bülent, birkaç dakika sekreterle ve başhekimle konuştuktan sonra Ferruh’un doktorlarından Dr. Şemsettin Güven’e ulaştı. Ahizedeki ses oldukça yaşlıydı.

“Şemsettin Bey ben cinayet masasından baş komiser Bülent Dinçer. Müsait misiniz?”
“Tabi komiserim müsaidim buyurun.”
“Eski hastanız Ferruh Tunçbilek bir cinayet işledi haberiniz var mı?”
“Maalesef… Sabah haberlerinde izledim. Açıkçası tahmin etmezdim böyle bir şeyi.”
“Tahmin etmek işiniz değil mi doktor bey! Adamın ruh sağlığının yerinde olduğuna dair heyet raporu var! Heyetin başında da siz varsınız! Demin sorgusundaydım, hâli hareketi yerinde değil! Dün gece bir kadını öldürdü, hayatının geri kalanını hapiste geçirecek ve felâket soğukkanlı adam. Ben de psikoloji eğitimi aldım, bu adamı ruh sağlığı yerinde değil. Nasıl karar verdiniz iyileştiğine?”
“Komiser bey, takdir edersiniz ki uzun incelemeler neticesinde karar alıyoruz. Kendisi son iki senedir düzelme gösteriyordu. Agresif davranışları, sanrıları, krizleri olmuyordu eskisi gibi. Esasında taburcu edilmesinden altı ay önce tamamen iyileştiğine kanaat getirdim ancak meseleyi riske atmamak için altı ay daha gözetim altında tuttum. Sadece ben değil, sekiz hekim teste tabii tuttu kendisini ve iyileştiğine kanaat getirdi. Ne yazık ki bu cinayeti işleyeceğini tahmin edemedik.”
“Sanrıları neydi Şemsettin Bey? Halüsinasyon mu görüyordu?”
“Evet. Halüsinasyonlar, gaipten sesler… İlk geldiğinde hayal ile gerçeği ayırt edemez hâldeydi.”
“Ne tür sanrılardı bunlar? Neden bahsediyordu?”
“Her gece siyah bir martının penceresine konduğunu ve kendisine bir şeyler söylediğini görüyordu. Hasta bakıcılar onu pencereye konuşurken görmüşler. Sorduğumuzda ise bu gördüklerini bizim anlayamayacağımızı, bir kapının açılacağını söylüyordu. Bu kapı açıldığında hayatını yeniden yaşamaya başlayacağını ve bir insanın elde edebileceklerinden fazlasına sahip olacağını söylüyordu. Gerek ilaçlarla, gerek konuşma seanslarıyla bu halüsinasyonları görmemeye başladı. Daha sonra…”

 Şemsettin telefonun diğer ucunda ağdalı bir dille konuşmaya devam ederken Ertan, Bülent’in ofisine telaşlı bir şekilde daldı. Yüzü kızarmıştı, derin nefesler alıyor ve Bülent’in yüzüne büyük bir telaşla bakıyordu. Bülent “Bir dakika doktor bey” dedi ve ahizeyi eliyle kapattı.

“Ne oldu Ertan?”
“Amirim sorguladığınız şüpheli…”
“Ferruh mu?”
“Evet amirim.”
“Eee ne olmuş ona?”
“Kendini öldürmüş. Jiletle bileğini ve şah damarını kesmiş.”

 Bülent, telefonu Şemsettin’in yüzüne kapatarak sorgu odasına koştu. Açılan kapılardan ve yaşayacağı yeni hayattan bahseden bir adamın kendini öldürmüş olması ona normal gelmiyordu. Bütün karakol, sorgu odasının başında toplanmıştı. Meraklı kalabalığı yararak içeri girdi.

 Girdiğinde, Ferruh’un bedeni masada kanlar içinde yatıyordu. Ölmeden önce yaptığı son şey masaya kendi kanıyla “Kapı açıldı” yazmak olmuştu.
Başlık: Ynt: Siyah Martı
Gönderen: duhan - 10 Şubat 2014, 10:57:20
Adettendir diye sormuyorum, hakikaten bitti mi? bana bitmemiş gibi geldi, bu kurgu burda bitmemeli, biterse beyhude bir yazı olacak benimi İçin. Devamı varsa merakla bekliyorum, ama yoksa, vakit kaybı diyeceğim kendi hesabıma.
Başlık: Ynt: Siyah Martı
Gönderen: darrel standing - 10 Şubat 2014, 11:27:21
Adettendir diye sormuyorum, hakikaten bitti mi? bana bitmemiş gibi geldi, bu kurgu burda bitmemeli, biterse beyhude bir yazı olacak benimi İçin. Devamı varsa merakla bekliyorum, ama yoksa, vakit kaybı diyeceğim kendi hesabıma.

Bitmedi, giriş kısmı bu sadece. Devamı gelecek. Okuduğunuz için teşekkürler :)
Başlık: Ynt: Siyah Martı
Gönderen: serhan1310 - 10 Şubat 2014, 18:02:03
merhabalar oncelıkle ılk bastakı betımlemeler gercekten hosuma gıttı. Yasanmıslık kokuyor adeta ve gozde canlanıyor. Merak ve gızem unsuru okunabılırlıgı artırmıs. Benım tek elestırım karakter tasvırlerını bıraz daha detaylı gormek ısterdım. Mesela komserın bır tıkı olsa ve ara sıra degınılse daha bı canlı kılar karakterlerı. Devamını beklıyorum basarılar
Başlık: Ynt: Siyah Martı
Gönderen: safir - 10 Şubat 2014, 19:16:03
 "Bülent, derin bir nefes aldı ve öfkesini kontrol etmeye çalıştı. Tabancasını çıkardı ve masanın üzerine koydu. Öfkeli bakışlarını Bülent’in soğukkanlı yüzüne dikti."
Bu kısımdaki son cümlede "... Ferruh'un soğukkanlı yüzüne dikti," olması gerekiyor sanırım.
Güzel bir girişti. Elinize, kaleminize sağlık.
Başlık: Ynt: Siyah Martı
Gönderen: darrel standing - 10 Şubat 2014, 20:59:35
merhabalar oncelıkle ılk bastakı betımlemeler gercekten hosuma gıttı. Yasanmıslık kokuyor adeta ve gozde canlanıyor. Merak ve gızem unsuru okunabılırlıgı artırmıs. Benım tek elestırım karakter tasvırlerını bıraz daha detaylı gormek ısterdım. Mesela komserın bır tıkı olsa ve ara sıra degınılse daha bı canlı kılar karakterlerı. Devamını beklıyorum basarılar

Giriş bölümü olduğu için kısa tutmaya ve detay vermemeye çalıştım. Ama yorumunuzu dikkate aldım ve tekrar göz attım, biraz betimleme gerçekten hareket katabilirmiş :) Teşekkür ederim okuduğunuz ve yorumladığınız için.

"Bülent, derin bir nefes aldı ve öfkesini kontrol etmeye çalıştı. Tabancasını çıkardı ve masanın üzerine koydu. Öfkeli bakışlarını Bülent’in soğukkanlı yüzüne dikti."
Bu kısımdaki son cümlede "... Ferruh'un soğukkanlı yüzüne dikti," olması gerekiyor sanırım.


Evet, tekrar kontrol ederken gözümden kaçmış. Uykusuzluk ve dikkat dağınıklığı böyle ciddi hatalara sebep olabiliyor. Bahsettiğiniz kısmı düzeltiyorum. Teşekkür ederim :)
Başlık: Ynt: Siyah Martı
Gönderen: thevoice - 11 Şubat 2014, 13:36:26
Çok güzeldi ,elinize sağlık. Son paragrafta tüylerimin dalgalandığını hissettim :)
Başlık: Ynt: Siyah Martı
Gönderen: darrel standing - 11 Şubat 2014, 13:42:21
Çok güzeldi ,elinize sağlık. Son paragrafta tüylerimin dalgalandığını hissettim :)
Teşekkür ederim, beğenmenize sevindim :)
Başlık: Ynt: Siyah Martı
Gönderen: M.K.Immortal - 11 Şubat 2014, 18:27:35
Öykünün başlarında "bu" kelimesinin çokluğu biraz gözüme battı. Onun dışında birkaç hata var yazınızda. Ama hikayenin kendisi, özellikle sonunun merak ettirici ve güzel olması bütün bunları unutmasına neden oluyor okuyucunun. Güzel bir serinin ilk bölümünü okumuş hissi veriyor yazınız. Elinize sağlık.
Başlık: Ynt: Siyah Martı
Gönderen: darrel standing - 12 Şubat 2014, 02:30:38
Öykünün başlarında "bu" kelimesinin çokluğu biraz gözüme battı. Onun dışında birkaç hata var yazınızda. Ama hikayenin kendisi, özellikle sonunun merak ettirici ve güzel olması bütün bunları unutmasına neden oluyor okuyucunun. Güzel bir serinin ilk bölümünü okumuş hissi veriyor yazınız. Elinize sağlık.
Evet, yazı tiki gibi bir şey olmuş o. Siz söyleyince fark ettim, kurtulsam iyi olacak :) Teşekkürler okuduğunuz için.
Başlık: 1.Kısım / 1.Bölüm
Gönderen: darrel standing - 12 Şubat 2014, 02:31:28
  İstasyonun tüneline inen gökkuşağı rengine boyanmış merdivenlere çöktüğünde vücudunda dayanılmaz bir yorgunluk hissediyordu. Renkler ve sesler bulanıklaşınca içkiyi fazla kaçırdığını anladı ve doğum günü ritüeline devam eden arkadaşlarına veda edip bardan ayrıldı.

 “Çok içtin oğlum Bora” diye söylendi kendi kendine. Evi bir sokak ötedeydi ama yürümeye devam edemeyecek kadar yorgundu. Beyni bir deniz, bilinci denizin fırtınasında sallanan bir gemi gibiydi. Sarhoşlukta yürümek fırtınalı bir denizde yol almak kadar zordu.
Yeterince dinlendiğine karar verdiğinde saat dördü otuz iki geçiyordu. Gökyüzü, sabahın alacasından önceki son zifiri karanlığındaydı. Dolunay, şehrin üzerinde yükseliyordu. Dünyanın dışında değil de yeryüzünün tavanında asılı gibiydi. Kanatlı at takımyıldızı, geceyi körleştiren şehir ışıklarına ve dumanlarına rağmen gökyüzünde parlıyordu.

Evine yürürken gözü beş numaradaki terk edilmiş köşke ilişti. Eskiden olduğu gibi yıkık dökük, bakımsız ve ürkütücüydü. Betonun şehre küf mantarı gibi yayıldığı zamanlarda yerini dairelerinin yüksek fiyatlarla satıldığı bir apartmana bırakmamış olması mucizeydi.
 
Bu unutulmuş sokak Gülizar’ın öldürüldüğü gecenin ertesinde hiç olmadığı kadar kalabalıktı. Bora o günü unutamıyordu. Küçük trafonun önüne bir canlı yayın aracı ve birkaç polis arabası park etmişti. Gazeteciler ve polisler sağa sola koşturuyor, bir Kanal D muhabiri canlı yayında Gülizar Ayşe Demir cinayetini anlatıyordu. Bora, yetişkinlerin ağlayabildiğine o gün şahit olmuştu.  

 Gülizar’ın öldürüldüğünü duyduğunda hissettiklerini ancak şimdiki kelime haznesiyle ifade edebiliyordu; insanın kötülük yapmak için Şeytan’a ihtiyacı yoktu çünkü delirdiğinde savunmasız bir ihtiyarı öldürebilecek kadar ruh pisliğine sahipti.

 Annesi kötü etkileneceğini düşünüp karşı çıksa da Gülizar’ın cenazesine katıldı Bora. Ölülerin cenaze törenlerinde sevdikleriyle son kez bir arada olduklarını ve insanlar ona eşlik ettiklerinde mutlu olduklarını duymuştu. Bir cenazeye katılmak ürkütse de Gülizar’ın ruhunu üzmek istemiyordu.

 Cenaze namazı bittiğinde dedesi Seyfi’yle birlikte eve dönerken, yaşlı bir adam önlerini kesti. Fötr şapkasını göğsüne bastırmıştı ve gözlüklerinin ardındaki telaşlı gözlerle Seyfi’ye bakıyordu. Bastonu tutan buruşuk elleri korkudan titriyordu, gözlerinin etrafı kızarmıştı, kendini biraz kaybetse bir iskambil kulesi gibi yere yığılacaktı.
“İstasyonun arksındaki o harabe yüzünden!” dedi adam “Seneler evvel bitmesi lâzımdı. Yine oldu!”
“Alâkası yok Hikmet! Ferruh ne yapacağı belli olmayan aklı evvel herifin biriydi. O meseleleri hiç açma şimdi sırası değil!”
“Dün gece dolunay vardı Seyfi…”
“Yahu sekiz on günde bir olur dolunay!”
“Komiseri konuşurken duydum. Ferruh o evde kalmış. Sorgulanırken de intihar etmiş! Masaya kanıyla…”
“Hikmet, Allah’ını seversen çocuğun yanında konuştuğun şeye bak!” diye Hikmet’in sözünü kesti ve Bora’ya dönerek “Sen önden git, ben Hikmet amcanla bir şey konuşacağım.” dedi.

 Bora, kendini bildiğinden beri kontrol edemediği bir merak duygusuna sahipti. Gördüğü ve duyduğu bir çok şeyi merak ederdi. Bu merak bazen iyi sonuçlar doğururdu; kuşların nasıl uçtuğunu merak ettiği için on yaşında aerodinamik diye bir şeyin olduğu bilgisine sahipti. Bazen ise pek iyi sonuçlar doğurmazdı ve o gün merakının ilk kötü tecrübesini yaşadı.

 Cenazenin üstünden saatler geçmişti. Gülizar’ın ölümü onu hâlâ üzüyordu ama ailesinden olmayan birinin ölümüne bütün gün yas tutamayacak kadar çocuktu. Seyfi ise balkonda oturuyordu. Yüzünde kötü bir duygunun ifadesi vardı. Üzüntü değildi, Gülizar ile ölümüne yas tutacak kadar samimi değildi, bir korku, bir telaş ifadesi vardı yüzünde. Hikmet kadar belli etmese de yüzünden okunuyordu telaşı.

  Bora, Seyfi’nin yanına oturdu. Fahrettin Kerim Gökay Caddesi’nin hafiften gelen gürültüsü ve sokaktan zaman zaman geçen arabaların sesi dışında bir ses duyulmuyordu.  Seyfi, Bora’yı görünce zoraki bir gülümseme takındı ve başını okşamaya başladı. Bora ise hâlâ dedesiyle Hikmet arasında geçen meseleyi merak ediyordu. Ama sormaya cesaret edemiyordu. Seyfi, merhametli olduğu kadar otoriter bir adamdı. Bugüne kadar ne anne-babası ne de o Seyfi’nin söylediklerine karşı çıkmamıştı. Şiddet kullanmaz, çok öfkelenmedikçe bağırıp çağırmazdı ama sözünü dinletmeyi başarırdı.
“Bir şey sorabilir miyim dede?” Cesaretini toplamak zor olsa da merakı cesaretsizliğinden daha fazlaydı.
“Sor tabi oğlum.”
“Camideki o amca neden söz ediyordu?”
“Boşver Bora. Bunak işte. Aklı bir karış havada ben de anlamadım.”
“Çok korkmuştu ama. O evden niye korkuyor? Ferruh niye kendini öldürmüş?”
“Ne yapacaksın oğlum bunları? Her naneyi de öğrenmeyiver!”
 “Ama kötü bir şey varsa bilmem lâzım. Bileyim ki uzak durayım. Ne var o evde? Ferruh niye orada kalınca Gülizar teyzeyi öldürdü?”

  Bora, yüzüne yediği tokatla neredeyse dengesini kaybedecekti. Yanağını tuttu, ağlamamak için kendini tutuyordu çünkü dedesi karşısında ağlanılmasından hoşlanmazdı. Seyfi, torununa tokat attığı için pişman olsa da öfkesi geçmemişti. Ona ilk defa bu kadar öfkeli bakıyordu.
“Bak Bora, bir daha ne o evi sorduğunu, ne merak ettiğini, ne önünden geçtiğini işitmeyeyim! Sil o evi şu kalın kafandan! Duyman gereken bir şey olsaydı senin yanında konuşurdum! Lüzumsuz şeyleri merak edip beni sinirlendirme! O evi de unut!”

 Eğer çocukluğunda vazgeçtiği merakı on iki yıl sonra nüksetmeseydi, bu gece onun için arkadaşlarıyla eğlenip sarhoş olduğu sıradan-özel bir gece olarak kalacaktı.

 Etrafı kontrol ettikten sonra yan apartmanın çöp konteynerini bahçe duvarının önüne çekti. Köşkte ne olduğunu merak ediyordu ama bu evi görmek istemesinin tek sebebi merak değildi.
 Dedesine hiçbir zaman karşı gelmedi ve ölümünün üstünden beş yıl geçmiş olmasına rağmen hâlâ kafasının içinde onun sesini duyuyordu. Sınavları kötü gittiğinde, dersleri veremediğinde, pişman olduğu bir şey yaptığında dedesinin azarları kafasının içinde yankılanıyordu. İçindeki Ses, Seyfi’nin ses tonuyla konuşuyordu.

  Dedesinin yasakladığı bir şeyi yapmanın içindeki bu sesten kurtulmak için tek yol olduğunu düşündü. Böylece onun karşısındaki cesaretsizliği kırılacak ve Seyfi, Sahrayıcedit Mezarlığı’nda yatan bir aile büyüğü olarak kalacaktı.
 Konteynerin üstüne çıkarken dizleri titriyordu. Dizleri titrediği için bir an dengesini kaybedip düşecek gibi olduysa da, dengesini toparladığında cesaretini kendine kanıtladığı için mutlu oldu.

 Köşk üç katlıydı. Giriş katının pencereleri ve kapısı dışarıdan tahtalar çakılarak kapatılmıştı. İkinci ve üçüncü katların pencereleri yoktu. Bahçe yabani otlarla kaplıydı, hatta bahçe girişinden evin kapısına uzanan yol yabani otlar tarafından işgâl edilmişti. Çoktan paslanmış demir bir masa ve etrafındaki üç sandalye vardı yabani otların işgâl ettiği saksıların önünde, yıllar önce terk edildiklerini anlamak zor değildi.  

 İkinci katın pencere boşluğunda bir şeyin kımıldadığını fark etti. Siyah bir silüet hareket ediyordu. Doğaüstü olaylara karşı bir inancı olmasa da elleri ve dizleri öncekinden daha şiddetli titriyordu. Bu gördüğünün bir göz yanılması olduğunu düşünüp gözlerini ovuşturduysa da işe yaramadı, silüet hâlâ oradaydı.
 Bunun sarhoşluğun etkisi olduğunu düşündü. Belki de LSD’ydi. Seçil –partideki arkadaşlarından biri- LSD kullanıyor ve etrafındaki herkese methediyordu. Bora’yı bu şeye alıştırmak için içkisine koyabilecek bir karaktere sahipti. Gördüklerinin gerçek olmasındansa uyuşturucu etkisinde hayaller görüyor olmayı tercih ederdi.

 Akıllı telefonunun fenerini pencere boşluğuna tuttu. Kımıldayan şeyin bir karabatak olduğunu görmek onu rahatlattı. Karabatak ışıktan rahatsız olmuş olacak ki, pencere boşluğundan çıktı ve evin çatısına konarak çığlıklar atmaya başladı. Bora hayatı boyunca görmüştü bu kuşları ama ilk defa bir karabatağın ötüşü onu ürkütüyordu. Belki duyduğu korkunun etkisindeydi, belki de bilinçaltında hâlâ dedesinin korkusunu taşıyordu ama bulduğu hiçbir açıklama duyduğu tuhaf korkuyu gidermiyordu.
 Görülecek başka bir şey olmadığına karar verip aşağı indi ve ellerini cebine koyup evine doğru yürümeye başladı. Bir an önce uyumak istiyordu. Ertesi gün başında dayanılmaz bir ağrıyla uyanacağının farkındaydı ama bu gece çekeceği bütün ağrılara değmişti.

 Tüm bunları düşünerek evine doğru ilerlerken, öfkeli bir köpek hırıltısı duydu. Arkasını döndüğünde Kerberus’un soyundan gelmiş gibi korkunç bir köpekle karşılaştı. Neredeyse bütün tüyleri dökülmüş, kalan siyah tüyleri gri derisinin üstünde birkaç yerde toplanmıştı. Gözlerinin ve dişlerinin parıltısı bir canavarınkini andırıyordu.

  Köpeğin üstüne atlamaya yeltendiğini görünce zigzag çizerek koşmaya başladı. Köpekleri anlatan bir belgeselde zigzag çizen nesneleri takip etmekte zorlandıklarını öğrenmişti ve öğrendiği hiçbir şeyin doğruluğunu bu kadar arzulamamıştı. Köpekten kaçarken, kalp atışları, derin nefesleri ve sokağa vuran ayaklarının sesleri bile korkması için yeterliydi.  

 Sokağın sonuna geldiğinde köpeğin sesi kesildiyse dekoşmaya devam etti. Apartman kapısına geldiğinde köpeği etrafta görmeyince derin bir nefes alarak rahatladı. Bu geceyi bir an önce atlatmak, tüm bu tuhaf korkulara son vermek için evine çıktı ve üstünü bile değiştirmeden kendini yatağına bıraktı.

 Nefes egzersizleri yaparak uykuya dalmayı denedi. Bu yöntemi yogayla ilgilenen eski sevgilisinden öğrenmişti. “Altı saniye nefes al, dört saniye tut, sekiz saniyede üfleyerek ver.” Uykusuzluk sorunu yaşadığında bu egzersizler işe yarıyordu. Nefesini verdikçe vücudunun hafiflediğini ve kafasının içindeki yumuşak bir elin beynine masaj yaptığını hissediyordu.

Üst komşunun kedisi Silvester’ın bağırdığını duydu. Onun çiftleşme çığlıklarına alışkındı ama bu sefer bir şeyden korkmuş gibi bağırıyordu. Silvester’ın çığlığı yankılanırken nefes egzersizlerine devam ediyordu ama üst katta yankılanan bu kulak tırmalayıcı ses onu uykusuz bırakmak için yeterliydi.
 Yatağının yanındaki pencerenin çerçevesinden yere doğru siyah bir sıvı akıyordu. Ne olduğunu anlamak için dokunacak cesareti bulamadı kendinde. Korkudan sesinin kesildiğini ve nefesinin boğazında ağırlık yaptığını hissediyordu.

 Boğazını bütün gücüyle titretti bağırabilmek için ama ağzından çıkan sadece bir fısıltıydı. Sıvı, döküldüğü yerde siyah bir dumana dönüşüyordu ve birikinti oluşturdukça odayı yangın dumanı gibi boğuk bir duman kaplıyordu.
 Yerinden kalkmayı denediyse de vücudunu hareket ettiremiyordu. Silvester bağırmaya devam ediyordu, bir şeylerden korktuğunu anlamak zor değildi. Bora ise bütün gücünü vücuduna verip evdekileri uyandırmak ve bu evden çıkmak istiyordu.

 Penceresinden akıp dumana dönüşen bu sıvının neden kaynaklandığı umurunda değildi, tek bildiği ondan korkması gerektiğiydi.
 Duman bütün odasını doldurmuştu. Odanın içindeki eşyaları ve sokak lambasının ışığının yansıdığı duvarları görmek zorlaşıyordu.
 Dumanın içinde bir şeyin hareket ettiğini fark etti. Büyük bir kuştu bu. Odanın içinde çember çizerek uçuyordu. Bora, bu kuşun kanatlarının rüzgârını yüzünde hissettikçe bu korkuyu daha fazla yaşamamak için ölmeyi diledi.
 Dedesi haklı olmalıydı, o evde bilmemesi ve merak etmemesi gereken bir şeyler vardı. Kendine ne kadar cesur olduğunu kanıtlamak isterken bu muazzam korkuya boğulmanın pişmanlığını hissetti.
 Odanın içinde uçan bu yaratığın bir martı olduğunu fark etti. Ama diğer martılardan farklıydı. Bir albatros büyüklüğündeydi ve tüyleri simsiyahtı.

 Uyandığında neredeyse bir çığlık koparacaktı. Gerçekliğe dönse de gördüğü kâbusun etkisi geçmedi. Daha önce gördüğü hiçbir rüyayı bu kadar gerçek hissetmedi. Derin nefesler alıp sakinleşmeye çalıştı ve uzun süre alkol kullanmaması gerektiğini düşündü. Başındaki dayanılmaz ağrı ve gördüğü kâbuslar, içkinin kendisine zararlı olduğunu anlaması için yeterliydi.
 
 Fırına gitmek için evden çıktığında Kamuran ile karşılaştı. Kamuran, babası Erdinç’in çocukluk arkadaşıydı. Neşeli bir adamdı. Bora, Kamuran’ı kendini bildiğinden beri tanırdı, ilk defa böyle öfke ve hayal kırıklığıyla baktığına şahit oluyordu. Kamuran, Bora’ya yanına gelmesini işaret etti.
“Ne oldu abi?” diye sordu Bora “Bir şeye sinirlenmiş gibisin?”
“Boracığım dün ne yapıyordun sen orada?”
“Nerede?”
“Biliyorsun nerede olduğunu! Seni gördüm dün. Balkonda çay içiyordum. Peşinden süvari kovalıyor gibi koşuyordun. Ne tesadüf, çöp tenekesi de beş numaralı evin önündeydi!”
 “Dün gece sarhoştum abi biraz.”
“Eee?”
“İşte orada biraz dinlendim. Çok yorgundum. Giderken gözüme ilişti ev. Ben de bir bakayım dedim. İndiğimde de nereden çıktıysa bir köpek vardı. Üstüme saldırdı. Sokağın sonuna kadar kovaladı beni.”
“Köpek möpek yoktu oğlum!”
“Abi nasıl yoktu ya! Peşimdeydi hayvan!”
“Benim balkon o sokağı görüyor biliyorsun. Köpek falan yoktu! Sana bağırdım duymadın! Bütün mahalle ‘Bora, Bora’ diye inledi duymadın! Deden seni uyarmadı mı o köşkle ilgili?”
“Uyardı da abi ne bileyim işte!”
“Neyi ne bileyim! Şu merakından vazgeçmeyecek misin sen?”
 Kamuran bunları söyledikten sonra Bora’nın omzunu tuttu ve “Seni evladım gibi severim bilirsin” dedi yumuşak bir sesle “Doğduğun gün hastanedeydim. Elimde büyüdün. Benim rahmetli Seyfi Abi’nin elinde babanla birlikte büyüdüğüm gibi. Sen benim ailemsin, evladımsın! Bir şeyden uzak durmanı istiyorsam o senin menfaatin içindir. Şüphen var mı bu konuda?”
“Yok abi estafurullah.”
“O zaman bir daha yaklaşma o eve. Bilmediğin, anlayamayacağın bir şeyler var ve anlayacak duruma gelmen senin menfaatine olmaz. Batıl inanç mı dersin, doğaüstü mü dersin ne dersen de. Üstünde birazcık hatırım varsa o evden uzak dur. Zaten iyi kötü anlamışsındır sebebini. Neyse, ben şimdi işe gidiyorum. Bir şey diyor musun?”
“Yok abi.”
“Tamam, o zaman görüşürüz. Dediklerimi unutma.”
 
Bora, tüm bunların deli saçması olduğuna kendini inandırmaya çalıştıysa da başarılı olamadı. Evden uzak durmaya karar verdi. Gördükleri sanrı da gerçek de olsa o evden uzak durmak yararına olacaktı.
 Eğer Kamuran’la konuşmasaydı tüm gördüklerini birer sarhoşluk sanrısı ya da kâbus zannetmek gibi bir şansı olacaktı, ama şimdi o evde algılayabileceğinin ve kabullenebileceğinin dışında bir şeyler olduğunu biliyor ve bu durum onu korkutuyordu.

 Eve döndüğünde Erdinç ve kız kardeşi Olcay kahvaltı masasında oturuyor, annesi Nurgül de sofrayı hazırlıyordu. Hiçbir şey olmamış gibi davranmaya çalışsa da duyduğu korku yüzüne yansımıştı. “Ne oldu abi?” diye sordu Olcay “Hiç iyi görünmüyorsun.”
“Dün içkiyi fazla kaçırmışım. Başım ağrıyor.”
“Ağzınla içmeyi bir türlü öğretemedik sana zaten” dedi Erdinç “Ne zaman içsen oran buran ağrıyana kadar sarhoş oluyorsun.”

 Cevap vermedi ve sofraya oturdu. Ailesinin tuhaf bakışlarını üzerinde hissetse de görmezlikten gelmeye çalışıyordu. Olcay’ın da yorgun göründüğünü fark etti. Devamlı gözlerini ovuşturuyor ve bayılacak gibi oluyordu.
“Uyuyamadın mı?” diye sordu Bora.
“Gece yarısı uyandım. Silvester sağ olsun uyutmadı bir türlü. Hayvana ne yapıyorlarsa artık yukarıda, böyle feryat duymadım!”
Gördüğü kâbus kafasında dönüp duruyordu. Olcay, Silvester’dan bahsedince odasını kaplayan siyah duman ve martı gözünde canlandı. Tüm bunları bir an önce unutabilmeye çalışıyorsa da aklını gördüklerinden kurtaramıyordu.
“Odada bir şey içtin mi dün gece?” diye sordu Nurgül.
“Yoo. Neden sordun ki?”
“Ne bileyim. Odan felâket is kokuyor. Bir de pencerenin kenarında rutubet izi gibi bir iz var. Bir şey dökülmüş sanki. Hayır, üstte, yanda banyo falan yok ki rutubet olsun. Anlamadım ne olduğunu.”

 Bora bunu duyduktan sonra vücudundan soğuk terler boşaldığını hissetti. Kolları ve bacakları karıncalandı, eli çatalı tutamayacak kadar güçsüzleşti ve gözleri kararmaya başladı. Erdinç onu düşmemesi için tutarken Nurgül ellerini kavrıyor ve Olcay, yüzünde telaşlı bir ifadeyle telefonda konuşuyordu. Gözleri tamamen kararmadan önce gördüğü son şey bu oldu.
Başlık: Ynt: Siyah Martı
Gönderen: Stormholder - 12 Şubat 2014, 03:41:45
Deyim yerindeyse forumda siklikla rastladigimiz tugla duvar goruntusu olmus yine. Satirlar arasinda bosluk birakmanizi oneririm. Yorucu oldugundan okuma hevesimi elimden aldi maalesef. Soyle bir baktigimda noktalama isaretlerini ozenle kullandiginizi gorebiliyorum. Daha faydali yorum yapmak isterdim fakat dedigim gibi boylesine bir yaziyi okumak bir sure sonra yoruyor.
Başlık: Ynt: Siyah Martı
Gönderen: darrel standing - 12 Şubat 2014, 03:52:39
Deyim yerindeyse forumda siklikla rastladigimiz tugla duvar goruntusu olmus yine. Satirlar arasinda bosluk birakmanizi oneririm. Yorucu oldugundan okuma hevesimi elimden aldi maalesef. Soyle bir baktigimda noktalama isaretlerini ozenle kullandiginizi gorebiliyorum. Daha faydali yorum yapmak isterdim fakat dedigim gibi boylesine bir yaziyi okumak bir sure sonra yoruyor.

Word'de boşluk bırakıyorum aslında ama foruma kopyalayınca böyle oluyor. Buraya kopyaladıktan sonra editlesem iyi olacak sanırım.
Başlık: Ynt: Siyah Martı
Gönderen: M.K.Immortal - 12 Şubat 2014, 18:37:24
Olaylar hem hızlı gelişiyor gibi ama daha yavaş olsa da sıkar gibi bir his uyandırdı bu bölüm bende. Onun dışında olumsuz bir yorumum yok.

Diyaloglarınız çok gerçekçi oluyor ve okuması zevkliler. Konunuz da güzel ilerliyor. Editlenmiş halini okudum sanırım ki gayet akıcı ve gözü yormayan bir düzen vardı sayfada. Ellerinize sağlık.
Başlık: 2.Bölüm
Gönderen: darrel standing - 15 Şubat 2014, 20:57:41
http://www.youtube.com/watch?v=VFGAEd_Ujqw (http://www.youtube.com/watch?v=VFGAEd_Ujqw) Yazarken tekrar tekrar dinledim, tavsiye ederim.

***

Duyduğu sesler, bir kalabalığın sesi gibi bulanık ve tekdüzeydi. Annesi, babası ve kız kardeşinin seslerini ayırt edebiliyordu ama kelimelerini ve tonlarını seçemiyordu. Başı, iki kayanın arasında sıkışmış gibi ağrıyordu.
 Gözlerini açtığında televizyonun karşısındaki kanepede yatıyordu. Sesleri duyuyor, bileklerini ovuşturan ve yüzüne dokunan elleri hissediyordu ama etrafta kimse yoktu. Sağ tarafındaki balkon penceresinden baktığında bir güneş tutulması karanlığı gördü.

 Bu yaşadığının bir kâbus olduğunu düşünecek kadar iyimser olamadı. Beden ötesi bir deneyim yaşadığının farkındaydı. Belki de ölüm ötesini tecrübe etmeye başlamıştı. Yaşadıklarını ancak bu hayatı boyunca inanmadığı kavramlarla açıklayabiliyordu. 

 Lambanın etrafındaki birikintiden damlayan siyah sıvıyı gördüğünde bir çığlık kopardı. Boğazındaki acıyı hissetti ve kendi sesini duydu ama başka kimsenin duymadığından emindi. Sıvı, damladığı yerlerde siyah, gür bir duman çıkarıyordu ve yerde biriktikçe odayı duman kaplıyordu. Kafasını kollarının arasına alıp ağlamaya başladı, ağladıkça nefesinin boğazında tıkandığını hissediyor ve umutsuzluğun korkusunu yaşıyordu.

 Tırnaklarını kemirdikçe, gördüklerinin parmak derisinin dişlerindeki tadı kadar gerçek olduğunu anladı.
“Yalvarırım rahat bırak beni!” diye bir feryat kopardı “Söz bir daha o eve yaklaşmayacağım. Bir daha seni rahatsız etmeyeceğim. Benden alabileceğin hiçbir şey yok, rahat bırak beni!”
 Siyah Martı, yerdeki duman birikintisinin içinden havalanarak kanepenin üstüne kondu. Kafasını yukarı kaldırıp kanatlarını çırparak kahkaha atarcasına ötmeye başladı. Bir martı sesinden daha kalın ve boğuk bir sese sahipti.

 Kendini kanepeden attığında dumanın içinde buldu. Etrafta koyu siyah bir sisten başka bir şey yoktu. Dumanı soludukça genzi bir ateş yutmuş gibi yanıyordu. Martının kahkahaları kaybolduğu bu körlükte kulaklarında yankılanıyordu.
 
 Duman dağıldığında kendini bahçeli köşklerin peşi sıra sıralandığı bir yerde buldu. Akşam vaktiydi, sokak ahşap direklere asılan elektrikli lambalarla aydınlanıyordu. Otuzlu yılların kıyafetleri içinde iki adam bir şeyler konuşarak yürüyor, bir fayton atların ağır adımlarıyla ilerliyordu.

  Bora, ne olduğunu merak ettiği bu sokakta ilerlerken yaşlı bir adam sokağın başından “Madam’ın evi yanıyor” diye bağırarak koşmaya başladı. Oldukça telaşlı görünüyordu. Sokağın ortasında durduğunda yorgunluk nefesleri içinde dizlerini ovuşturdu. Onun sesini duyan birkaç kişi pencerelere çıktı. Sokakta yürüyen bir adam, ihtiyarın karşısında durdu ve onu izlemeye başladı.
“Ne bana bakıp lakırdıyorsunuz? Madam’ın evi yanıyor diyorum! Simsiyah duman çıkıyor evden!”
“Senin Madam’ın evi de her akşam yanıyor Panayot Efendi!” diye bağırdı bir kadın “Ne hikmetse itfaiye gelmeden sönüveriyor.”
 Faytoncu, arabasını durdurdu ve “Cinler yakıyor cinler!” diye bağırdı “Evvelden yakıyorlar babalık kızınca söndürüyorlar. Alimallah İhtiyar Panayot olmasa bütün mahalleyi yakacaklar!”

 Panayot, kendisini bir komedi izler gibi izleyen bu kalabalığı görünce şapkasını yere attı ve yumruğunu evlere sallayarak bağırmaya başladı. Öfkesi yüzünden okunuyordu.
“İnşallah eviniz yanar, ben de karşınıza geçip gülerim!”

 Bora, Panayot’u takip etti ve tarihi kahvehaneyi görünce Kızıltoprak’ta olduğunu anladı. Panayot, kahvenin önünde oturup nargile içen bir adama bağırıp çağırıyordu. Yan masada oturan birkaç adam onu alaylı gözlerle süzüyordu. Panayot’un yüzü öfkeden ve korkudan kıpkırmızı olmuştu ama evin yandığına kimseyi inandıramıyordu.
“More bir haftadır yanamadı gitti şu ev!” diye söylendi nargile içen adam “İtfaiyeciler üç kere geldi, onlar bile gelmiyorlar artık. Ya palavra sıkıyorsun ya da şuurunu kaybetmişsin!”
“Yahu Arnavut görmüyor musun? Kapkara duman çıkıyor evden!”
“İyi Panayot Efendi, telefon senin git ara.”

 Panayot, hızlı adımlarla kahvehaneye girerken Bora sokağın sonuna doğru yürümeye başladı. Siyah duman, devasa bir çınar ağacının arkasından yükseliyordu. Köşkün çatısı dumanla kaplıydı ve bir kadın çığlığı yükseliyordu. Dönüp kahvehaneye baktı, Arnavut nargilesini içiyor, diğerleri de Panayot’un dedikodusunu yapıyordu. Dumandan ve çığlıklardan bir ihtiyar ve bir zaman gezgini dışında kimsenin haberi yoktu.

 İnsanların kendisini görmediğini ve bulunduğu yerde etkisiz olduğunu fark etse de yardım edebileceğini düşünerek çığlığın geldiği yere koştu.
 Köşkün bahçesinde bir kadın, boynundan kanlar akarak yerde yatıyordu. Kadının etrafında üç çocuk vardı. Kanlar içinde çığlıklar atan kadına bakarken yüzlerinde hiçbir ifade yoktu. Bora, kalbinin hızla attığını hissetti, bahçeye girip yerde kanlar içinde yatan bu kadına yardım etmeye karar verdiğinde bunu nasıl yapacağını bilmiyordu.

 Bora bahçeye adım atacakken, siyah martı kadının yüzüne kondu ve gagasıyla boynunu deşmeye başladı. Çocuklar martıyı görünce gülümsediler, kadının acı çekmesinden aldıkları zevk yüzlerinden okunuyordu. Bora, gözlerini kapattı ve bütün bu gördüklerinin bir hayal olduğunu kendine söyleyip durdu. Gözlerini açtığında kadının çığlıkları kesilmişti, cansız bedeni yerde yatıyor ve martı onun yüzünü pençeleriyle deşiyordu.

 Kafasını kadından kaldırınca, bahçesinde bir kadının can verdiği köşkün “o ev” olduğunu fark etti. İkinci katın pencerelerinden dumanlar çıkıyor ve göğe yükseliyordu. Çocuklar evin açık kapısından içeri girdiklerinde martı havalanarak dumana karıştı.

 Bora bir hırıltı duydu ve sesin geldiği yere baktığında o gece kaçtığı köpeğin üstüne atladığını fark etti. Kaçmaya çalıştıysa da hareket edemedi. Panayot ise arkasında kendisiyle alay eden insanlara aldırmadan, iki kova su taşıyarak köşke doğru koşuyordu.

 Gözlerini bir hastane odasında açtı. Sesler hâlâ bulanıktı ama onları seçebiliyor ve anlayabiliyordu. Başındaki ağrı geçmemişti. Gördüklerinin birer sanrı mı yoksa gerçek mi olduğuna da karar veremedi ama onlardan kurtulduğu için seviniyordu. Nurgül bir yandan oğlunun elini tutuyor, diğer yandan doktorla konuşuyordu.
“Korkmanız gereken bir durum yok” dedi Doktor “Baygınlık geçirmiş sadece.”
“Dün gece içkiyi abarttı biraz, ondan mı acaba?”
“Yok yok, bir şok geçirmiş. Bir şeyden korkmuş, öfkelenmiş, üzüntü duymuş ve aniden duyunca vücudu kaldıramamış.”
“Ama böyle bir şey olmadı ki Taner Bey. Sabah kahvaltı ediyorduk, normal konuşuyorduk, şok geçireceği bir şey olmadı. Kalktığından beri bir tuhaftı.”
“Çok sık oluyor mu bu?”
“Hayır, ilk defa oluyor.”
“Neden kaynaklandığını bilemeyiz. Bir kâbus görmüş olabilir, bir şey hatırlamış olabilir. Telaşlanmanız gereken bir durum yok, bir saate taburcu edilir.”

 Bora, uyandığını belli etmek için annesinin elini sıktı. Vücudunda dayanılmaz bir ağırlık hissediyordu. Nurgül, elini Bora’nın elinin üstüne koydu ve gözlerine bakmaya başladı. Sevinçli olmasına rağmen telaşı geçmemişti. Taner “Geçmiş olsun” dedi ve başka bir hastayla ilgilenmek için odadan çıktı.
“İyi misin oğlum?”
“İyiyim. Ne zamandır buradayız?”
“İki üç saat oluyor. Durumun iyiymiş.”
“Evet, duydum konuştuklarınızı…”
“Sınav stresi seni çok yordu, ondan böyle oldun. Ne zamandır iyi görünmüyordun zaten. Neyse, Ayvalık’a gideceğiz bir hafta sonra dinlenirsin biraz.”
 Bora, annesinin söylediklerini duyunca gülümsedi. Bir hafta öncesine kadar hayatındaki en önemli meselenin sınavlar olduğunu düşünüyor ve gecelerini onları düşünerek harcıyordu. Bir sınavı kötü geçtiği zaman morali bozulur ve nasıl kurtaracağını düşünmeye başlardı. Şimdi ise bir sonraki sınav dönemine kadar hayatta kalacağından emin değildi.
 
 Eşyalarını toplamayı bitirdiğinde balkona çıkıp bir sigara yaktı. Hastanedeki küçük zaman yolculuğundan beri siyah dumanla ve martıyla karşılaşmıyordu. Zaman zaman martının kahkahası çınlıyordu kulaklarında ve bu sesi kafasının içinden gelmediğini anlayacak kadar net işitiyordu. Korkusu geçmemişti, geceleri yatarken ışıkları kapatamıyor ve odasındaki küçük televizyon açık olmadan uyuyamıyordu. Hissettiği korkuyu ailesine belli etmemeye çalışsa da her şeyden ürker hâle gelmişti. Aniden duyduğu bir ses onu ürpertiyor, gece yarısı duyduğu bir insan ve ya araba sesiyle yataktan sıçrıyordu.

 Ertesi akşam gideceklerdi. Olcay giyeceği kıyafetleri hazırlarken Erdinç kalacakları evin detaylarına tekrar tekrar bakıyordu. Nurgül ise Kamuran’ın davetli olduğu kahvaltı sofrasını hazırlıyordu. Evde bunlar olurken Bora, balkondan aşağı baktı ve bir an kendini bırakmayı düşündü. Yaşadığı korkuların ölünce biteceğinden emin olsaydı, arkasından yas tutacak insanları umursamadan öldürebilirdi kendini.

 Kamuran, kahvaltı sofrasına oturduğunda her zamanki gibi neşeli görünüyordu. Anlattığı her şeyde masadan bir kahkaha kopuyor, Bora eskiden katılarak güldüğü bu iş anılarına zoraki bir gülümsemeyle karşılık veriyordu.
“…sonra patron beni çağırmış odasına. Bu Fransa’dan gelen Mösyö dö Şansuva kılıklı Nusret yok mu, o işte. ‘Kamurancığım’ dedi ‘İyi bir aşçısın ama burası elit bir yer, seçkin müşterileri var. Böyle bir yerde senin yaptığın gibi paldır küldür konuşulmaz. Biraz adabına, kelimelerine dikkat et! Bir restoranda yemek kadar prestij de önemlidir. Eğer bu konuda bir şikâyet daha gelirse kendini kapının önünde bulursun.’ Ben de ‘Valla ben evimde de böyle konuşurum, sokakta da işyerinde de’ dedim ‘İsterseniz kovun.’ Herif hâlâ bik bik ötüyor şöyle kibar ol, böyle edepli ol diye. Ben de dedim ki ‘Nusret Bey, ben müşterilere yemek yapıyorum sonuçta koyunlarına girmiyorum.’ Herifin yüz kıpkırmızı oldu.”
“Sonra ne oldu?” diye sordu Erdinç. Kamuran’ı büyük bir keyifle dinliyordu.
“Ne olacak kovuldum şimdi iş arıyorum!”
 “E ne yapacaksın şimdi?”
“Bu tazminat bitene kadar iş bulurum ben. Kadıköy’de benim gibi aşçıyı zor bulurlar.”
 Kamuran, kahvaltısını yapıp iş anılarını anlatırken bir yandan Bora’yı süzüyordu. Onun ne kadar korktuğunu ve bu korkusunu içine gömdüğünü anlaması zor olmuyordu. Birkaç gün önce sert çıkıştığı için pişmanlık duydu bir an ama yıllar önce bitmesi gereken lanetin hortlamasından korkuyordu.
“Bora bir baksana” dedi Kamuran “Benim yeğene hocası ödev vermiş, yaz tatilinde üç tarihi roman okuyacak. Oğuzhan’ı da biliyorsun, keratanın Fotomaç dışında bir şey okuduğu yok. Kahvaltıdan sonra Kadıköy’e inip kitapçılara bakalım mı? Anlarsın sen.”
“Olur…” diye isteksizce karşılık verdi Bora. Kamuran’ın onu kitap önerisi için çağırmadığının farkındaydı ama artık hiçbir şeyi merak etmiyordu.

 Kahvaltı bitince Bağdat Caddesi’ndeki bir kafeteryaya gittiler. Bora bir limonata istedi, sıcak hava boğazını kurutmuştu. Klimanın soğuğunu hissettikçe kendini hasta gibi hissediyordu. Gözlerini ne zaman kapatsa köşk, martı, duman, ihtiyar Panayot ve yerde kanlar içinde yatan kadın geçiyordu karanlığından.
Kamuran “Bir şey oldu mu son zamanlarda?” diye sorunca, hastanede uyandığı, sanrı ya da yolculuk hangisi olduğuna karar veremediği deneyimini anlattı. Kamuran üzgün görünüyordu, buna rağmen şaşırmış ve ya telaşlı değildi.

“Seyfi Abi babam gibiydi biliyorsun” dedi Kamuran “Beni kendi evlatlarından ayırmadı. Babam ben ufakken öldü, Seyfi Abi annemle bana kol kanat gerdi. Hasanpaşa’da bakkal dükkânı vardı, beş parasız kaldığımızda oradan beslenirdik. Böyle esaslı bir adamdı deden.

 On yaşında ya vardım ya yoktum, o evin oralarda top oynuyorduk. Bizdeki de akıllılık ya her yer çayır, sazlık dolu o yıllarda, daracık sokakta top oynuyoruz. Neyse, baban topa bir güzel vurdu, top da evin bahçesine kaçtı. Deden kahvede oturuyordu. Ben girip alayım dedim, birden bire yerinden kalktı ‘Sakın girmeyin o köşke!’ diye bağırdı. Biz de kalakaldık, ilk defa böyle bağırdığını, bu kadar korktuğunu gördük. Birkaç kuruş saydı elime ‘Top kaç paraysa gidin yenisini alın’ dedi. Sonra da o eve asla girmememizi, nedenini de sormamamızı istedi. Biz de ne girdik ne de sorduk. Bana çok mantıklı da gelmiyordu işin doğrusu ama Seyfi Abi’yi de kırmak, kızdırmak istemedim.

 Yetmiş üç senesinde herifin biri o evi üstüne geçirdi. Şükrü’ydü adı hiç unutmam. O zamanlar mesken hukukunda bir bokluk vardı, bir evin sahibi yoksa vergilerini ödeyip üstüne konabiliyordun. Biraz tadilat madilat yaptı evde, sonra öğretmenler için bir pansiyona çevirdi. Öğretmenevi lojmanında yer olmuyordu, olsa bile öğretmenlerin tayini çabuk değişiyordu bazen, kira paraları ellerinde patlıyordu. Orası fiyat olarak da uygundu, cazip geldi hâliyle. Rağbet gördü ama çok uzun sürmedi.

 Bir öğretmen, kaldığı ilk gecede kendini evin çatısından attı. Biri bileklerini kesti. Biri gece yarısı delirip kafasını duvarlara vurdu. Hepsi üç-dört gecede oldu bunların ha! Evden her gece feryatlar geliyordu. Böyle böyle evin müşterileri azaldı, zamanla kimse kalmadı. Şükrü de kafayı yiyip kendini trenin önüne attı diyorlar, doğru mu bilmiyorum.

 Bir gün işten eve dönerken o evin önünden geçtim. Bir çığlık duydum, ulan bir yandan eve girmeye korkuyorum e yardım da etmem lâzım... Ne yapayım ne edeyim derken bahçenin kapısını kırdım daldım içeri. Sonra senin baygınken gördüğünü gördüm. Kadının biri yerde yatıyor, martı da konmuş yüzüne kadıncağızın boğazını parça parça ediyordu. Üç tane de velet vardı etrafında, bakıp bakıp sırıtıyorlardı.

 Vallahi ondan sonra ne oldu, ne yaptım ne ettim hatırlamıyorum ama kendimi Kuşdili Çayırı’nda yatarken buldum. Gece bekçisi uyandırdı, öyle döndüm eve.

 Burada kalmaya g*tüm yemedi. Bir gemi için kamarot arandığını duymuştum, gittim başvurdum. Kabul edildim. Buralardan uzaklaşınca kurtulacağımı zannettim ama olmadı.

 Cebelitarık’ın Atlantik’e döküldüğü bir yer vardır, gemiler orada sallana sallana gider. Akıntısı çok pistir. Orada ilerliyoruz, ben işleri bitirip kamarama çekilmişim ama uyuyamıyorum. Gördüklerim kafamdan çıkmıyor. Tavandan da şıp şıp bir şey damlıyor. Önemsemedim, güverteden yağ akmıştır bir şey olmuştur dedim. 
 Bir baktım kamara duman olmuş. Yangın söndürme tüpünü aldım, sağa sola sıkmaya başladım fayda etmedi. Dışarı da çıkamıyorum, kapı açılmıyor. O siyah martı, kamaramın içinde bir oraya bir buraya uçmaya başladı. Ulan dışarıdan gelse görürdüm. Ötüşü de korkunçtu. Ben elimdeki yangın tüpüyle vurmaya çalıştım, mahlûk resmen kahkaha attı.

 Sabah güvertede uyandım. Bütün mürettebat başımda. Sabaha karşı çığlıklar ata ata güvertede koşmuşum, sonra kendimi denize atmaya çalışmışım. Denize düşsem kurtarma ihtimâlleri de yok ha, o dalgalarda boğulur giderim. Kamaramda yangın çıktı, her yer dumandı dedim, gidip baktılar, tertemiz. Üstelik dumanı gören, yanık kokusu duyan da olmamış.

 Artık kâbus mudur ne halttır bilmiyorum boyuna görmeye başladım. Mahmud diye Cezayirli bir aşçıbaşı vardı. Aramız çok iyiydi. Zaten kendimi denize attım atacağım adam deli olduğumu zannetse ne olur etmese ne olur diye ne var ne yok anlattım. Dinledi, anlamaya çalıştı sonra ‘Oğlum balatayı sıyırmışsın sen’i kibar kibar, lafı dolandıra dolandıra anlattı. ‘Gel aynı kamarada yatalım’ dedi ‘Belki yalnız uyumazsan kâbus görmezsin’. Kabul ettim. Gemide adımız da çıktı bir güzel, ama doğrusunu istersen umurumda değildi. Mahmud da beni yüzüstü bırakmadı. Kâbus gördüğüm gecelerde ben korkmayayım diye uyanık kaldı.

 Brezilya’ya vardığımızda zar zor uluslar arası arama yapan bir yer bulup Seyfi Abi’yi aradım. Ne var ne yok anlattım. Eve girdiğimi duyunca sağlam bir azar çekti, sonra ‘Sakın üstüne gitme bunların’ dedi ‘Bir kalede olduğunu tasavvur et. Düşman kalenin burçlarını zorluyor, içeri girmeye uğraşıyor, sen zafiyet gösterip kapıları açtığın anda girecek. Bulunduğun vaziyet bu.’ Böyle yaptım ben de. Kâbusları hâlâ görüyorum, ebesini kovaladığımın kuşu hâlâ ötüyor. Dolunaylı gecelerde artıyor bu. Yirmi senede bir daha çok artıyor. Artık alıştım, takmıyorum, önemsemiyorum diyemem ama bir şekilde hayatıma devam ediyorum.

 Anlatacaklarım bu kadar. Bunları anlattım, çünkü sen fazla meraklı bir çocuksun, her durumda kafanın dikine gidiyorsun. Eğer o eve girecek olursan, bahçesine bakmakla ya da girmekle kurtulduğun gibi kurtulamazsın. O eve giren sağ çıkmadı.
 Ne olduğunu ben de bilmiyorum ama bir şekilde rahatsız ettin. Seni ele geçirmeye çalışacak, zorlayacak, elinde sonunda ya başaracak ya da kafanın içinde bir parazit olarak kalacak. O yüzden bu meseleyi burada kapat, normalde ne yapıyorsan, neyle uğraşıyorsan devam et ve kimseye de anlatma. Anlaştık mı paşam?”

“Anlaştık…”
“Bir de ortada böyle ruh gibi dolaşma. Biri niye bu hâlde olduğunu merak eder, boş bulunup anlatırsın sonra yayılır. Bir kere bulaştın madem başkasını bulaştırma.”

 Kamuran, bir telefon konuşmasından sonra kalktığında Bora hayatı boyunca bir lâneti taşıyacak olmanın derin üzüntüsü ve korkusu içindeydi. Sanki etrafındaki bütün renkler soluklaşıyor ve sesler baritonlaşıyordu.

 Caddede amaçsızca yürümeye başladı. Nereye gittiğine dair bir fikri yoktu. Arabalar ve insanlar yanından geçerken kalabalığın bir dekor gibi göründüğünü düşündü. Bir lanetin tohumu kafasının içinde yerleşince dış dünya önemsizleşiyordu. Bir gün bu korku dışında her şeyin önemsizleşeceğinden korktu. Ailesi, sevgilisi, dostları, bu lanetle savaşırken geri kalan ve bugüne kadar önem taşıyan her şeyin önemsizleşmesi onu korkutuyordu.
Başlık: Ynt: Siyah Martı (Yeni Bölüm Eklendi)
Gönderen: serhan1310 - 15 Şubat 2014, 21:50:53
Hoş olmuş. Evin geçmişini anlattığın kısımdaki geçiş güzeldi. Devamını bekliyorum.
Başlık: Ynt: Siyah Martı (Yeni Bölüm Eklendi)
Gönderen: darrel standing - 22 Şubat 2014, 02:52:46
Tren istasyonunun perona açılan kapısı dışında bütün kapı ve pencereleri kapalıydı. Fırtına bulutları gürlüyor ve sert bir rüzgâr esiyordu. Küçük istasyonda yürüdükçe etrafta kendisi dışında kimsenin olmadığını fark etti. İçeride voltalar atıp duruyor ve gelecek treni bekliyordu. Vücudundaki soğukluğun kendisini öldüreceğinden korkuyordu, teni rüzgâr değdikçe bir ölünün teni gibi beyazlıyordu.

 Üstünde yürüdüğü yerin mezar taşlarından yapıldığını fark etti. Ayaklarının altındaki mezar taşları istasyonun giriş kapısından perona kadar uzanıyordu. Üstündeki yazılar okunmayacak kadar bulanıktı. “Nazif Erdoğan ” yazan mezar taşı dışında hiç biri okunacak hâlde değildi. Yürüdükçe mezar taşları çatırdıyor ve çatlaklarından dumanlar çıkıyordu.

 Soğuktan korunmak için duvarda asılı TCDD armalı ceketi sırtına geçirdi ona sıkıca sarıldı. Kapıyı kapatmaya cesaret edemiyordu. Mezar taşlarına basmamak için bankın üzerine çıktı. Bir tren sesi geldi ama raylar bomboştu. Siyah bir duman raylardan yükseliyor ve ses azaldıkça kayboluyordu.

 “Yardım et!” diye bir ses geldi dışarıdan “Yalvarırım yardım et!” Ses tonunda acı ve korku hissediliyordu. Tren yolunda ve istasyonun taş duvarları arasında yankılanan bu feryat fırtınanın gürültüsünü bile bastırıyordu.
 Mezar taşlarının üstünde ürkek adımlarla yürüyerek perona çıktı. Sesin geldiği yeri arayınca rayların altında bir mezar gibi kazılmış çukuru gördü. Ses bu çukurdan yükseliyordu. Rayların üstüne atladı ve çukura eğildi.

Panayot, acı çeken bir yüz ile ona bakıyor ve yardım için yalvarıyordu. Teni bir ölününki gibi solgundu. Bacakları, kolları ve gövdesi bir duvar gibi yosun tutmuştu. Bilekleri ve boynu kesiklerle doluydu. Yaraları kabuk bağlamış ve sertleşmişti.
“Beni bıraktılar!” dedi Panayot “Senelerdir buradayım. Hepsi gördü beni, senin gibi geldiler, baktılar, korkup kaçtılar! Bıraktılar beni burada. Cesedim çürüdü ben esir kaldım! Senelerdir buradayım, insanlar doğuyor, yaşlanıyor, ölüyor, üzerimden trenler geçiyor, insanlar geçiyor ben buradayım! Ben hepsini görüyorum, hepsini duyuyorum ama kimse beni duymuyor! Yardım et bana… Yalvarırım yardım et.”

  Panayot ağlamaya çalışarak ellerini gözlerine götürdü ancak gözyaşlarının akmadığını fark edince acı dolu bir çığlık kopardı. Boynunda ucundan kan damlayan sivri bir taş asılıydı. Ayaklarının altındaki toprak onu yutmaya başladı. Çığlık attıkça trenin ve fırtınanın gürültüsü şiddetleniyor, martının kahkahaları yankılanıyordu. Bora, ona elini uzattıysa da bir işe yaramadı. Toprak onu bir yılanın avını yuttuğu gibi yutmuştu.
 Bora, kaçmak için ayağa kalktığında bir trenin kendisine doğru büyük bir gürültü kopararak geldiğini gördü. Gözlerini açmadan önce gördüğü son şey, trenin önünde parçalanan ve parçaları sağa sola savrulan bir beden oldu.

  Uyandığında kendini Zehra’nın yanında buldu. Ayvalık’a gitmeden önceki son gecesini sevgilisiyle geçirmek istemişti. Uykulu bedeni ona büyük bir aşkla sarılmıştı. Zehra’nın kollarından kurtulup pencerenin kenarına geçti ve bir sigara yaktı. Odanın penceresi Rıhtım’a çıkan bir sokağa açılıyordu.  Güneş, denizin üstünden gökyüzünün tepesine doğru yükseliyordu. Eski apartmanların birbiri ardına sıralandığı sokak, insanların, binaların otobüslerin kalabalığında bitiyor, ondan sonra parıldayan bir mavilik başlıyordu.

 Sigara dumanını ciğerlerine çektiğinde uyurken ve uyanıkken gördüğü bütün kâbusları yok edecekmiş gibi hissediyordu. Güneşe bakınca İkarus’un hikayesi geldi aklına. İkarus’un en büyük isteği güneşe gitmekti. Bu hayalini gerçekleştirmek için marangoz olan babasına kanat yaptırmış ve bu kanatları kollarına balmumuyla yapıştırmıştı. Güneşe yaklaştıkça kanatlar eridi ve İkarus bu cesaretinin bedelini yere çakılarak ödedi. Bora, Panayot’un sesini kafasının içinde duydukça, gerçekliğinden bile emin olmadığı bu esaretten kurtulması için yardım etmek istiyor ama buna cesaret ederken sonunun İkarus gibi olmasından korkuyordu. Üstelik güneşe gittiğini zannetmek gibi bir heyecanı hiç hissetmeyecekti.

 Zehra’yı uyandırmamak için parmak uçlarında yürüyerek salona gitti ve bilgisayarı çalıştırdı. “Nazif Erdoğan” ismi hâlâ aklındaydı. Bu ismi araştırmayı düşündü, büyük ihtimalle bir sonuç bulamayacak ve Panayot’un esaretinin bir kuruntu olduğuna inanıp peşini bırakacaktı. Meseleyi düşündükçe Kamuran’ın konuşmaları beyninde canlanıyordu. O eve yaklaşacak cesareti yoktu, asla olmayacaktı ama cesaretsizliği merakına yenik düşebilirdi ve bu bir felâket olurdu.

 İsmi Google’a yazdığında karşısına birkaç Facebook ve Twitter profili çıktı. Birkaç sayfa ileri gittiğinde de ilgisini çekecek bir şey bulamayınca Milliyet’in arşiv sayfasını açtı ve ismi burada aradı. Sonuçları tarihe göre sıraladığında bir ölüm ilanıyla karşılaştı.

 “Merhum Servet Paşa’nın torunu, Mevlide Hanım’ın eşi, Çetin, Levent ve Müjgan Erdoğan’ın babaları, Kuşdili Eczanesi’nin sahibi Nazif Erdoğan, vahim bir kaza neticesinde hayatını kaybetmiştir. Cenazesi 24 Mart 1986 tarihinde öğle namazını takiben Kızıltoprak Zühtü Paşa Camii’nden kaldırılacaktır.”
 Ölüm ilanını gördükten sonra sayfayı kapatmayı düşündüyse de merakına yenik düştü. Panayot’un sesi hâlâ kafasında yankılanıyordu ve duyduğu tüm korkuya rağmen bu adama yardım edebileceğine dair bir inanç taşıyordu içinde.
“Kızıltoprak’ta Korkunç Kaza: 1 Ölü” başlıklı haberi açtı. Ölüm ilanından iki gün önce yayınlanmıştı. Tren istasyonunda toplanan bir kalabalığın fotoğrafı vardı haberde.
“Dün sabah saatlerinde Kızıltoprak Tren İstasyonu’nda tren beklemekte olan Nazif Erdoğan (48), dengesini kaybederek tren yoluna düştü ve Adapazarı Ekspresi’nin altında kalarak can verdi. Tren istasyonu çalışanları Erdoğan’ın uykulu göründüğünü ve dengesini kaybederek düştüğünü teyit etti.”
 Bunu okuyunca trenin önünde parçalanan adam gözünde canlandı. Vücudunu bir titreme aldı, okuduklarının gerçek olup olmadığını anlamak için gözlerini birkaç kez ovuşturdu. Tren istasyonunda duyduğu soğuğun vücudunu okşadığını hissetti. Gördüğü şeyin bir kâbus ya da kuruntu olmadığına, gerçek olmasa bile bilinçaltının mahsulü olmadığına emindi artık.

 Zehra’nın alarmı Salif Keita’nın “Folon” şarkısıyla çaldı. Bora, bu hâlini Zehra’nın görmesini istemiyordu. Bayıldığını ve birkaç gündür ışıksız uyuyamadığını öğrenmişti. Dün akşam bu yüzden büyük bir tartışma yaşadılar. Zehra bu hâlinin sebebini sordukça Bora kâbus ve uykusuzluk gibi kaçamak cevaplar veriyordu. Uzun süren bir tartışmadan sonra, yaşadıklarını anlatamayacağını, bir hastalık gibi ölene kadar taşıyacağını ve üstüne gitmemesi gerektiğini anlattı. “Tanımlayamayacağım bir şey” dedi “Daha önce yaşadığım, yaşadığın hiçbir şeye benzemiyor. Eğer üstüne gidersek zarar görürüm.”

 Salondan bir tezgâhla ayrılan mutfağa gitti ve kattle’ı çalıştırdı. Telaşlı görünmemeye çalışıyordu ama gözleri bir savaş görmüş kadar korkulu görünüyordu. “İzinliyim bugün ama alarmı kapatmayı unutmuşum!” diye söylenerek salona girdi Zehra “Bu saatten sonra da uyuyamam ki off!”
 Bora, ona gayri ihtiyari bir gülümsemeyle karşılık verdi. Zehra, buzdolabını karıştırırken bir yandan da uykulu bir sesle konuşuyordu.
“Seni gördüm dün gece rüyamda.”
“Hadi ya. Ne yapıyordum?”
“Böyle tuhaf tuhaf şeyler yapıyordun. Mesela elinde kahve kavanozu vardı, şimdiki gibi tutuyordun, su kaynıyordu sen hâlâ tutuyordun. Yüzünde bir korku vardı ama sen sırıtıyordun. Ben sana ne olduğunu sorunca da ‘Anlatamam, anlatabileceğim şeyler değil, lütfen sorma’ deyip duruyordun’. Ne garip rüya!” diye söylendi ve dolaptan çıkardığı salata tabağını Bora’ya uzattı “Kalkar kalkmaz kahve içme miden ağrıyor sonra!”

 Elindeki kahve kavanozunu rafa bıraktı ve kanepeye oturup salatayı yemeye başladı. Açlık duygusuna sahip olduğunu bile unutmuştu. Ruhunun ağrısı benliğini midesininkinden daha çok rahatsız ediyordu.
“Bu ne?” diye seslendi Zehra bilgisayarın ekranını göstererek.
“Ha öyle canım sıkıldı, bir şeylere bakayım dedim.”
“Canın sıkıldı? Ne güzel bir uğraş bulmuşsun. Seksenli yılların ölüm haberleri!”

 Telefon çaldı. Arayan Erdinç’ti. Bu saatlerde yola çıkacağını söylemişti. Bora ise Ayvalık meselesini neredeyse tamamen unutmuştu.
“Efendim baba. Evet, iyiyim iyiyim… Ha yok ben şimdi gelmeyeceğim. Ya Zehra da dört gün sonra Antalya’ya gidecekmiş, son günleri birlikte geçirelim dedi kabul ettim ben de. İlaçlarım? Evet baba alıyorum. Haklısın, unuttum aramayı. Siz yola çıkıyor musunuz? Tamam, ben de dört-beş gün sonra geçerim. Görüşürüz. İyi yolculuklar size.”

 Telefonu kapattığında Zehra’nın şaşkın bakışlarıyla karşılaştı. Bir yandan gezindiği ilanlara bakıyor, diğer yandan kendisini şaşkınlıkla süzüyordu.
“Bora niye yalan söyledin adama?”
“Gidesim yok… Birkaç gün burada kalayım şimdi evde kalırsam…”
“Bir yıl kal!” diye sözünü kesti Zehra “İstediğin kadar kal ama niye benim üzerimden yalan söylüyorsun babana? Birkaç ay sonra nişanlanacağız ve bu yalan bir şekilde karşımıza çıkacak!”

Cevap vermedi. Başını önüne eğdi ama bunun sebebi pişmanlık değildi. Sevgilisini telaşlandıran ihtimaller onun için önemsizdi. İçinde olan biteni anlatmaya karşı derin bir istek vardı, anlatınca rahatlayacağını ve Zehra’nın onu anlayacağını düşünse de boynuna kadar ulaşan bataklık çamurunu sevgilisinin paçalarına bulaştırmak istemiyordu.

 “Seni tanıyamıyorum” dedi Zehra “Dün akşam geldiğinden beri tanıyamıyorum. Bambaşka biri var sanki vücudunda. Tepkilerin, konuşmaların o kadar yabancı ki. Ayılıp bayılıyorsun, ben mesaj atana kadar sokaklarda boş boş dolaşıyorsun, kâbuslar görüyorsun, hep korkmuş görünüyorsun, sebebini anlatmıyorsun. Önemsemen gereken meseleleri önemsemiyorsun. Yalan söylüyorsun, açıklamasını bile yapmıyorsun. Sabahları ölüm ilanlarına falan bakıyorsun. Tuhafsın Bora… Anlayamıyorum seni.”

 Bir süre konuşmadılar. Bora, duvardaki Afrika totemlerini tekrar tekrar incelerken Zehra kafasını eline yaslamış, sayfadaki gazete haberlerine bakıyordu.

“Anlatacağım” dedi Bora “Ama senden söz vermeni istiyorum. İşin peşine düşmeyeceksin, konu burada kapanacak ve bana psikologa gitmemi falan söylemeyeceksin.”
“Tamam. Çözümü yoksa bile, sen bir şeylerden korkarken ben hiçbir şey yokmuş gibi yanında güle oynaya dolaşamam. Birimiz mutsuzsak diğerimiz de öyle olmalı. Anlat hadi.”

 Kelimeler ağzından dökülürken bir rahatlama hissediyor ve hissettiği bu duygudan nefret ediyordu. Her şeyi anlatmaya başladı, sarhoşluk gecesini, odasını dolduran dumanı ve martıyı, ihtiyar Panayot’u, Kamuran’ın anlattıklarını, gördüğü kâbusu… Ruhunu kemiren ve ona korku veren her şeyi, sanki kurtulacakmış gibi kusuyordu. Kendini Amerikan filmlerinde gördüğü günah çıkarma seanslarından birindeymiş gibi hissetti. Ağzından çıkan her şey anlatınca bitecekmiş ve bu itirafları sayesinde tanrı tarafından affedilecekmiş gibi bir rahatlık duyuyordu.

“İnanmadığını biliyorum” dedi Bora “Delirdiğimi falan düşünüyorsun. Ben de öyle düşünüyorum bazen. Ama hepsini gördüm, duydum, hissettim… Sıvının döküldüğü yerde rutubet izi var. Dün gece rüyamda trenin önünde parçalanan bir adam gördüm, ismini mezar taşında okudum, önünde açık işte… Berbat bir şeye bulaştım, hayatımın sonuna kadar taşıyacağım ama bir yandan ihtiyarın yüzü aklımdan çıkmıyor. Ne yapacağımı bilmiyorum.”

  Kalan son ruh kirleri gözyaşlarıyla temizlenecekmiş gibi ağlamak istiyordu ama gözyaşlarını tuttu. Ne zaman ağlamaya kalksa dedesinin öfkeli yüzü aklına gelir ve gözyaşlarını yutardı. Zehra ise şok içindeydi. Bora’nın yanına oturdu ve yüzünü okşamaya başladı. Ne tepki vereceğini, duyduklarını nasıl karşılayacağını bilmiyordu. Gerçek olmadıklarını düşünmenin sebepleriyle, gerçekliğin kanıtları arasında kalmıştı.
 
“Doğa üstü şeylere inanırım Bora biliyorsun. Sevgili olmadan önce çok tartışmıştık bu konuları. Ama olayda kopukluk var gibi. Kamuran Abi’nin sağlıklı olduğuna emin misin? Uyuşturucu falan kullanıyor olabilir mi?”
“Sanmam. Olsa bile fark etmez ki. İkimiz de delirsek bile aynı hayali nasıl görelim…”

 Zehra, başını öne eğdi ve bir süre konuşmadı. Israrcılığından pişmanlık duysa da sevgilisinin acısını paylaştığı için kendini mağrur hissediyordu.

“Bizim kafeye gelen bir adam var” dedi Zehra “Antikacı normalde ama Kadıköy’ün tarihiyle ilgili bir kitap yazıyor. Geçen gün biraz konuştum, on yıldır bu kitapla uğraşıyor ve Kadıköy civarındaki tarihi yapıları iyi biliyor. Telefonunu vermişti. Elinde o köşk hakkında bir şeyler olabilir. Bir arayalım istersen.”
“Faydasız… Bir işe yaramaz. Hiçbir şeyi çözmez.”
“Olsun. En kötü ihtimalle yine depresif bir zombi olarak takılırsın. Zaten ölene kadar taşıyacağım diyorsun, öyleyse kaybedeceğin bir şey yok. Eve girip martıyı da rahatsız etmezsin böylece.”

 İlhan’ın dükkanı İngiliz Protestan Kilisesi’nin sokağında, iki katlı eski bir evin alt katındaydı. Dükkanın önünde eski fotoğraflar ve ucuz biblolar vardı. İçerisi oldukça genişti. Raflar eski pikaplarla, televizyonlarla, radyolarla ve elektronik aletlerle doluydu. Duvarlarda sinema, konser afişleri ve şarkıcıların posterleriyle kaplıydı.
 İlhan, Zehra’yı görünce purosunu söndürdü ve ayağa kalktı. Bilgisayarın hoparlörlerinde Deniz Kızı Eftalya’nın “Kadıköylüm” şarkısı çalıyordu. İlhan, şarkıyı mırıldanarak Zehra ve Bora’nın elini sıktı. İfadesinde her zaman olduğu gibi sebepsiz bir mutluluk vardı.

“Çalışmıyor musun bugün?” diye sordu Zehra’ya “Aman diyeyim ha Zafer abi pek hoşlanmaz işi ekenlerden.”
“Yok yok izinliyim. Aslında senden bir konuda yardım istemek için geldik buraya” dedi Bora’yı göstererek “Erkek arkadaşımın bir araştırması varmış eski evlerle ilgili. Belki elinde bir şeyler vardır.”
“Tabi tabi bakarız. Otursanıza şöyle.”

 Çalışma masasının önündeki koltuklara oturdular. İlhan, kül tablasındaki puroyu tekrar yaktı ve derin bir nefes çekti. Bilgisayarda bir şeyleri kurcaladıktan sonra “Anlatın gençler” dedi “Size nasıl yardımcı olabilirim?”
“Kızıltoprak’ta bir köşk var” dedi Bora “Eski bir köşk. Yıkılmaya yüz tutmuş. Ben de mahalleyle ilgili ufak bir araştırma yapıyorum ama o evle ilgili bir şey bulamadım. Zehra da sizin bir kitap yazdığınızı, bu konularda bilgili olduğunuzu söyledi.”
“Eh işte biliriz üç beş bir şeyler. Neresinde Kızıltoprak’ın?”
“İstasyonun arka sokağında.”
Biraz düşündükten sonra “O bölgeyi gezdim beş-altı sene önce” dedi “Bağdat Caddesi’nin üstü, o Öğretmenevi’nin oralar, Üst Feneryolu falan oraları sokak sokak dolaşıp eski binaları fotoğrafladım. Çoğunun da arşiv kayıtlarına ulaştım. Bilgisayarda fotoğrafları olacak, istersen bir göz at eğer arşiv kaydına ulaşabildiysem tutmuşumdur.”
 
 Bora’nın fotoğrafı bulması fazla zaman almadı. Fotoğraf gündüz çekilmiş olmasına rağmen korkunç görüntüsünü koruyordu. “Buldum” dedi ve laptopu İlhan’a uzattı. Zehra hiç konuşmuyor, meraklı gözlerle olan biteni dinliyordu. Bir an burada olduğu için pişmanlık duydu Bora. Lanetine alışması gerekirken onun peşine düşüyordu, üstelik Zehra’yı da bulaştırmıştı. Korku ve umut arasında bir duygu hissediyordu ruhunda.

“Arşivim aşağıda” dedi İlhan “Gel bakalım istersen. Zehra, sen de burada kal gelen falan olursa seslenirsin.”
 Giriş kapısının karşısındaki merdivenlerden bir mahzeni andıran bodruma indiler. İçerisi çekmecelerle, kitaplıklarda dizilmiş dosyalar ve defterlerle doluydu.

“Babamın tuhaf bir alışkanlığı vardı” dedi İlhan “Küçük bir büfesi vardı Fikirtepe’de. Orada gazete satar, sattığı gazetelerde Kadıköy ile ilgili bir haber olursa kesip saklardı. Bu huyu bana da geçti. Çocukluğumdan beri içinde Kadıköy geçen bütün gazete haberlerini sakladım. Böyle böyle başladım olaya. İnternette bir veritabanı kuracaktım da gazeteler bik bik etti. Yok telif hakkıymış falan filan bir sürü şey.”

 Çekmecelerden birini açtı ve üstünde “Köşkler / Kızıltoprak / M.A” yazan dosyayı uzattı. Bora, elindeki dosyayı açtığında köşkün bahçesinde çekilmiş bir fotoğrafla karşılaştı. Fotoğrafın üstüne 12 Nisan 1934 tarihi atılmıştı. Genç bir kadın, elindeki papatyayla poz vermişti. Uzun boylu bir adam kolunu kadının omzuna dolamıştı ve Panayot bu çiftin yanında oturuyor ve gülümsüyordu. Bora, Panayot’u ilk defa fotoğrafta mutlu görüyordu.
“Tam aradığım şey” dedi Bora “Çok teşekkür ederim.”
“Estağfurullah. Yardımımız dokunduysa ne mutlu. Yalnız o bana lâzım olabilir, sokağın başında bir büfe var oradan fotokopi çektirip getirirsen elinde bir kopyası olur.”


    *******
  Madam Angelapulo’nun köşkü, 1927 yılında yapıldı. Dolores Angelapulo, Fransa’da doğup büyüdüğü için “Madam” olarak tanınıyordu. Kibar bir kadındı Dolores, piyano çalar, kadınlar ve çocuklar için uygun fiyata piyano dersleri verirdi. Eşi Stavro Angelapulo dönemin müzik çevreleri arasında tanınan bir ud sanatçısıydı. Geçimini meyhanelerde ve tavernalarda ud çalarak sağlıyordu. İşlettiği taverna Tatavla Yangını’nda kül olunca, Dolores’in annesi tarafından yaptırılan Kızıltoprak’taki köşke yerleştiler.
 
 Stavro, yardımseverliğiyle ve kibarlığıyla tanınan bir adamdı. Ancak zaman zaman olur olmaz şeylere sinirlenir, bağırıp çağırır ve kavga ederdi. Bazen de kimseyle konuşmaz, insanlardan kaçardı. Sarhoş olduğu zaman taverna işlettiği günlere duyduğu özlemi anlatırdı. Bir meyhane müzisyeni olarak eskisi kadar kazanamıyordu. Bazen sabah saatlerine kadar çalmak zorunda kalıyordu. Paraya düşkün bir insan değildi Stavro ama zengin hayatından sabahlara kadar çalıştığı bir yaşama düşmek ruhunda yaralar açmıştı. Karısına düşkündü, en büyük hayali ondan bir çocuk yapabilmekti. Genellikle kibar davranırdı ona ama son zamanlarda evlerinden kavga sesleri yükselmeye başlamıştı.

 1934 Mayısı’nın bir akşam günü Stavro’nun elinde büyük bir bavulla evini terk ettiği görüldü. Önceki akşam Madam ile kavga ettikleri duyulmuştu. Stavro, bir süre sonra yurtdışında ünlenmeye başladı. New York’taki Club Port Said’de bir süre çaldıktan sonra birkaç plak doldurdu ve bir orkestra kurup dünyayı dolaşmaya başladı. Paris’te, Kazablanka’da, Kahire’de, Sicilya’da, Atina’da gece kulüplerinde büyük konserler verdi. Bir daha Türkiye’ye dönmedi. İki yıl sonra Londra’da bir otel odasında ölü bulundu. Bileklerini kesmiş ve yere kanıyla bir şeyler yazmıştı ama ne yazdığı hiçbir zaman anlaşılamadı.

 Madam’dan ise o günden beri ses çıkmıyordu. Onun evi daha önce terk ettiğine dair dedikodular vardı. Bazen evin ışıkları yansa da etrafında kimse görünmüyordu. Stavro’nun orkestra arkadaşı kemancı Panayot, zaman zaman “Madam’ın evi yanıyor!”, “Madam’ı öldürüyorlar çiğ çiğ yiyorlar!” diyerek ortalığı birbirine katıyordu ama Madam’ın ne kendisine ne de ölüsüne rastlayan olmadı.
                            

********
 Bülent, arabasını sokağın girişinde durdurdu ve kapısını öfkeyle çarparak istasyona doğru ilerlemeye başladı. Tren rayları üstünde yaşlı bir adamın cesedi bulunmuştu. Cinayet mahali, on iki yıl sonra bir film seti gibi aynı yerde kurulmuştu. Siyah bir martıdan bahsettikten sonra bileklerini kesen ve kanıyla masaya bir şeyler yazan ruh hastası gözlerinin önünden gitmiyordu.

 Meraklı bir kalabalık polis barikatının başına toplanmıştı. Bülent, ağzına bir naneli sakız atıp çiğnemeye başladı. Sigarayı bıraktığından beri öfkesini böyle kontrol etmeye çalışıyordu. Polis barikatını aşarak birkaç aydır kullanılmayan istasyona girdi ve hızlı adımlarla perona ilerlerdi.    

  Altmış yaşlarında bir adam, rayların üstünde sırt üstü yatıyordu. Elindeki köpek tasmasını sımsıkı tutmuştu. Kafasından akan kanlar, tren yolunun raylarını ve taşlarını boyuyordu. Böyle duygularını acemilik döneminde bırakmış olmasına rağmen üzüldü bu adam için. Üstünde eşofmanları vardı. Kısa bir gezinti için dışarı çıkmış ve bir daha evine dönememişti.

 Olay yeri inceleme ekipleri cesedin etrafında delilleri topluyor, gazeteciler fotoğraf çekiyordu. Bülent bu kalabalığa baktı. Arabalar değişse de sirenleri, insanları değişse de korkulu ve meraklı kalabalıkları hiç değişmemişti.

 Ersin’i görünce yanına çağırdı. Bu genç polisi fazla heyecanlı bulsa da azmi ve araştırmacı ruhunun takdir edilmesi gerektiğini düşünüyordu. Ona kalırsa Ersin bir polis değil gazeteci olmalıydı, çünkü ölülerle uğraşmak için fazla temiz ve çıkar sağlayamayacağı işlerin peşinden koşmak için fazla kurnazdı.

“İsmi ne maktulün?”
“Fahrettin Edipoğlu…”
“Ne zaman bulmuşlar adamı?”
“Bu sabah amirim. Balkona çıkan bir kadın görmüş. Dün gece öldüğü tahmin ediliyor.”
“Nasıl ölmüş peki?”
“Otopsisi henüz yapılmadı ama kafasını raylara vurup ölmüş büyük ihtimalle. Dengesini mi kaybetmiş yoksa oraya itilmiş mi otopsiden sonra öğreneceğiz.”
“Köpeği yanında mıydı?”
“Yok komiserim değildi.”
“Sence köpek gezdirmek isteyen bir adamın tren yolunda ne işi olur? Civarda üç dört tane park var, adamı deli mi dürttü gecenin köründe raylarda köpek gezdirsin?”
“Sokakta kamera olmadığı için bilemiyoruz komiserim. Ama doğrusunu isterseniz bu durumun doğal olduğunu düşünmüyorum.”
“Herhalde değil oğlum! Adam doğal yollardan ölse bize ne zaten anasını satayım! Yarım saat dişini sıkıp evde kalp krizinden ölse şu an yayılıyor olurduk.”
 Sigarayı bıraktığını bir anlığına unutup gömleğinin cebine uzandı ve kutudan bir sakız daha çıkarıp ağzına attı.
“Otopsiden sonra beni mutlaka ara. Şu ileride inşaat varmış, git işçilerle mişçilerle konuş. Eğer otopside bir boğuşma, vücutta bir zorlama çıkarsa, öldüğüne değil de öldürüldüğüne dair bir şüphen olursa sokağa gizli kamera taktır. On iki senede bir gelmekten sıkıldım koyduğumun yerine!”
“Emredersiniz amirim.”

 Ersin’e birkaç emir daha yağdırdıktan sonra tekrar cesedin başına gitti. Barikatın önünden bir kadının çığlıkları yükseliyordu. Bu çığlıklar ona bir şey hissettirmiyordu. Acemilik yıllarında her duyduğunda kendini kötü hissettiği bu çığlıklar siren sesi kadar sıradanlaşmıştı. Ölümler, acılar, cesetler, insanların korkup kaçtığı her şey bir mesleğin parçası olarak sıradanlaşmıştı.

 Sıradanlaşmayan tek şey “On iki sene önce kendini kesip Siyah Martı’dan bahseden ruh hastası”ydı.
Başlık: Ynt: Siyah Martı (3. Bölüm Eklendi)
Gönderen: serhan1310 - 23 Şubat 2014, 10:43:35
hıkaye harıka devam edıyor. Sonrakı kısmını sabırsızlıkla beklıyorum
Başlık: Ynt: Siyah Martı (3. Bölüm Eklendi)
Gönderen: darrel standing - 23 Şubat 2014, 12:51:34
Teşekkür ederim yorumlarınız için :)
Başlık: Ynt: Siyah Martı (3. Bölüm Eklendi)
Gönderen: duhan - 28 Şubat 2014, 15:14:04
Tüm bölümleri bir çırpıda yuttum deyim yerindeyse. Kurgu sağlam hikaye ilgi çekici her şey gayet güzel tek eleştirim komiserli bölümlerde diyaloglar çok yavanlaşıyor sanki bu bölümleri başka biri yazmış hissine kapılıyorum. Merakla bekliyorum devamını
Başlık: Ynt: Siyah Martı (3. Bölüm Eklendi)
Gönderen: darrel standing - 01 Mart 2014, 22:13:56
Sabah hikayeye göz gezdirirken fark ettim bu durumu öyle olmuş biraz. Yeni bölümü yarın gece yayınlıyorum, teşekkürler okuduğunuz için :)
Başlık: Ynt: Siyah Martı (Ara Bölüm Eklendi)
Gönderen: darrel standing - 13 Nisan 2014, 20:30:51
Ara bölümün bir hata olduğunu düşündüm. Kurguda bazı değişiklikler yapınca silmek zorunda kaldım.
Başlık: Ynt: Siyah Martı (4.Bölüm Eklendi)
Gönderen: darrel standing - 10 Mayıs 2014, 23:45:58
Etrafını saran kalabalığı ancak Kilise meydanındaki bir banka çöktüğünde fark edebildi. Dizlerinde kalabalıkların arasında geçirdiği saatlerin yorgunluğunu taşıyordu. Yalnız kaldığında düşünüp işittiklerinden kaçmak için şehrin gürültüsüne acizce ihtiyaç duyuyor ve Zehra işten dönene kadar bütün zamanını bu gürültüyü duyabileceği yerlerde geçiriyordu.

 Vücudunda ani bir soğukluk hissettiğinde kalabalıkların onu korumadığını anladı. Kaçacak bir yeri olmamanın çaresizliğiyle kendini öldürmek istedi bir an. Daha önce intiharı düşündüğünde aklına sevdikleri gelir ve vazgeçerdi. Şimdi ise onu hayatta tutan tek şey ölüm sonrasının belirsizliğiydi.

 Bir fırtına soğukluğu bedenine vururken, kollarını ovuşturarak kendini korumaya çalışıyordu. Genç bir kadın yanına oturmuş onu sakinleştirmeye çalışıyor, az ileride orta yaşlı bir adam uyuşturucunun zararları üzerine nutuklar atıyordu. İnsanların seslerini işitse de kelimelerini zorlukla seçebiliyordu.

 Duyduğu sesler bulanıklaşmaya başladıkça başında öncekinden daha kötü bir ağrı hissetti. Etraftakilerin konuşmaları önce bulanık ve anlamsız seslere sonra bilmediği kelimelere dönüşüyordu.

 Kelimeler kafasında yankılandıkça başı ondan kurtulmak isteyeceği kadar ağrıyordu. Kafasını koparmak istermiş gibi ellerinin arasında sıkıştırırken, hissettiği acının ellerinden geldiğini anlamayacak kadar kendinden geçmişti.

Kendine geldiğinde etrafında hiç kimse kalmamıştı. Birkaç dakika önce kendisiyle baş başa kalmamak için sığındığı kalabalığın doldurduğu yerlerde canlı namına hiçbir şey yoktu.
 Ayağa kalktı ve Rıhtım’a doğru korku içinde yürümeye başladı. Gökyüzü hızlıca kararıyor ve neredeyse bütün binaları yerinden sökecek güçte bir rüzgâr esiyordu. Kilisenin duvarlarından ve timsah heykellerinden yerlere damlayan siyah sıvıyı görünce daha hızlı yürümeye başladı. Nereye gittiğini ve ne yapacağını bilmiyordu, bildiği tek şey neden kaçtığıydı.

 Siyah Martı’nın ötüşlerini duydukça saklanacak bir yer arıyor, sonra saklanamayacağını bilmenin çaresizliğiyle kaçmaya devam ediyordu. Duman, bir sis bulutu gibi her yere yayılmış, şehir ve deniz bu siyah örtüyle neredeyse görünmez olmuştu.
 Duyduğu ani bir çığlıkla ürperdi. Dolores, kilisenin duvarlarının dibinde yerde yatıyor, göğüslerine konup boğazını deşen Siyah Martı’dan kurtulmak için çırpınıyordu. Martı’nın gagasındaki et ve kan parçalarını etrafa savrulurken var gücüyle kurtulmak için çabalıyordu. Gözlerinin olması gereken yerde içinden kan ve duman fışkıran iki boşluk vardı. Üstündeki eski elbise kana bulanmıştı.

 Yüzleri birer ölü gibi beyaz ve solgun üç çocuk vardı Dolores’in etrafında. Onun acılar içindeki çırpınışlarını büyük bir zevkle izliyorlardı. Yüzlerindeki gülümseme Dolores’in ızdırap çığlıklarından daha korkutucuydu.
 Dolores’in çırpınışları durduğunda Martı kanatları çırpıp kahkaha atarcasına ötmeye başladı. Çocuklar kafalarını yerde kanlar içinde yatan bedenden kaldırıp Bora’ya çevirdiler. Yüzleri yara içindeydi ve gözbebekleri yoktu. Üstlerinde otuzlu yılların kıyafetleri vardı ve yüzlerindeki ifade bir çocuğun sahip olamayacağı korkunçluğu taşıyordu.

 Martı, kilisenin çanının üzerinde daireler çizerek uçmaya başladı. Uçtukça rüzgâr sesine benzer bir gürültü etrafı kaplıyor ve dumanlar bütün gökkubbeyi kaplayacakmış gibi yükseliyordu. Çocuklar, cesedi çiğneyip Bora’ya doğru yürümeye başladılar.

 “Glavros mavro klopta onira sas / Sas skipnai mia alli zoi otan kimaste”
 Bora, çocukların ağzından bir cehennem kalabalığının çığlıkları gibi dökülen bu kelimeleri duydukça dizlerinin katılaştığını ve canını yakan bir şeyin damarlarında dolaştığını hissediyordu. Kaçmayı denese de bacaklarını hareket ettiremiyordu. Bir oyun oynar gibi ağır adımlarla üstüne gelen çocukları gördükçe kendini Dolores’in cansız bedeni kadar çaresiz hissetti.

 Evin önündeki yaşlı köpeğin öfkeyle kendisine bakıp hırladığını ve saldırmak için hazırlandığını fark ettiğinde, boğazındaki bütün damarları acıtacak kadar gür bir çığlık kopardı.

“Tamam tamam, sakin ol! Şimdi yetişeceğiz hastaneye.”
 Gözlerini bir ambulansta açtı. Ambulans görevlisi onu sakinleştirmeye çalışıyordu. Derin nefesler alıp sakinleşmeye çalıştıysa da, gördüklerinin bir kâbus olduğunu düşünüp rahatlayamayacağının farkındaydı.

 Zehra, Haydarpaşa Numune’nin koridorlarında koşarken büyük bir korku hissediyordu. Kafeden çıkarken önlüğü üzerinde unutacak kadar telaşlıydı. Acil Servis’in önünde korkuyla bekleyen insanları gördükçe kendini daha kötü hissediyordu. Hastanelerden çocukluğundan beri hoşlanmazdı. Sedyeyle oradan oraya taşınan insanları, babasının ölüm haberini alıp kendini yerlere atan kadını ve kapının önünde bekleyen insanların korkusunu gördükçe Bora’nın hayatından daha çok endişe ediyordu.

 Telefonu çaldı. Arayan Erdinç’ti. Kendini sakinleştirene ve ağlamaklı sesini kontrol edebileceğini düşünene kadar açmadı telefonu. Ağlamak için daha önce duymadığı bir arzu duyuyordu ama bunun Bora’nın ailesini daha çok endişelendireceğinden korkuyordu.
“Efendim Erdinç Abi.”
“Kızım Bora nasıl? Hastaneye kaldırılmış, annesini aramışlar kadın harap oldu.”
“Beni de aradılar, şimdi geldim hastaneye. Bilmiyorum hâlâ içeride. Sabah gördüm bir şeyi yoktu, sokağın ortasında bayılmış.”
“Biliyorum kızım biliyorum söylediler… Biz gitmeden önce de baygınlık geçirdi. Zehra, senden bir konuda söz istiyorum.”
“Tabi ki!”
“Bora bugüne kadar sana söylememiş olabilir ama on üç yaşındayken psikolojik tedavi gördü. Garip davranıyordu, rüyayla gerçeği karıştırıyordu, biraz tedavi gördükten sonra düzeldi. Yine böyle bayılmıştı o zaman. Büyük ihtimalle o sorunu nüksetti. Biz bir-iki güne döneceğiz, Bora’nın tekrar tedaviye başlaması gerekiyor. Ama ikna etmemiz zor olacak. Sen de ikna etmeye çalış, bizi dinlemez ama seni dinler.”
“Tamam, haklısınız ikna etmeye çalışacağım.”
“Tamam kızım. Hadi kapatıyorum şimdilik haber ver duruma göre.”

 Telefonu kapattıktan birkaç dakika sonra doktorun “Bora Gürpınar’ın yakını var mı?” diye bağırdığını duydu ve büyük bir heyecanla yanına koştu.
“Endişelenecek bir şey yok” dedi Doktor elindeki kâğıtlara göz gezdirerek “Daha doğrusu fiziksel bir şey bulamadık. Daha önce aynı sebepten hastaneye kaldırılmış. Psikolojik bir şey tetikliyor. Bunu söylemek zorundayım; kendisi ancak uyuşturucu kullanan birinin göstereceği tepkiler veriyor ve böyle bir şey kullandığına dair bir ize rastlamadık. Bizim yapabileceğimiz pek bir şey yok, birkaç rutin testten sonra taburcu edeceğiz ama psikolojik destek görmesi şart.”

 Apartmanın dönemeçli merdivenlerinden çıkarak eve girdiklerinde kendini dünyanın bir ucundan diğerine yürümüş gibi yorgun hissediyordu. Zehra’nın telaşlı ve yorgun hâlini görünce kendinden utandı. Sevdiği kadının bedeninde ve ruhunda bir yük olduğunu düşündü. Korkup acizleştikçe onun omuzlarına yığılıyordu.

 Bir sigara yaktı. Uzun zaman sonra ilk defa sigaranın genzini yaktığını ve onu rahatsız ettiğini hissetti. Televizyonda bir komedi kanalı açtı. Woody Allen’ın bir filmi oynuyordu. Gözlerini kırparken bile bir korku hissediyor, çaresizliğini deneyimlemiş olsa da ışıkların ve seslerin yoğunluğuyla kendini rahatlatmaya çalışıyordu.

 Zehra, yanına oturdu ve başını göğsüne yasladı. Onun nefeslerini göğsünde hissetmek inanılmaz bir huzur veriyordu. Neredeyse yaşadığı her şeyin kötü bir rüya olduğu sanrısına kapılacaktı.

“Doktor psikoloğa gitmen gerektiğini söyledi.”
“Fayda etmez. Ne yapacak ki psikolog? Olay benim hayal gücümden ibaret olsa deli gömleği giymeye bile razıyım ama değil, biliyorsun.”
“Biliyorum… Baban aradı sen içerideyken. Bir şeylerden bahsetti, tedavi görmüşsün çocukken.”
“Evet,  doğru… Hâlâ neden tedavi gördüğümü bilmiyorum. Bir süre sonra iyileştim, ilaç falan verdiler normale döndüm ama anormal olan neydi hâlâ hatırlamıyorum. Keşke bir tedavi görüp şu son zamanları da unutabilseydim…”

 Bülent, neredeyse uyuyakalacakken telefonun sesiyle irkildi. Bütün gecesini dava dosyalarını okuyarak geçirmişti. Terfiler, plaketler ve övgüler hiçbir zaman umurunda olmamıştı. Kontrol edemediği, bitmek bilmeyen bir başarı hırsına sahipti. Cesetlerin peşinden koşarken onu teşvik eden ve aklını yitirmesini önleyen tek şey bu önüne geçemediği hırstı.

 “Söyle Ferda?”
“Amirim bir hanımefendi hatta, Fahrettin Edipoğlu’nun ölümüyle ilgili sizinle görüşmesi gerektiğini söylüyor, bağlayayım mı?”
“Ha evet evet, hemen bağla!”

 Birkaç yıl önce tenis turnuvasında kazandığı plaket, gurur duyabildiği tek ödüldü. Emekli olup bir spor mağazası açmanın hayaline dalmışken, telefonda orta yaşlı bir kadının sesini duyup bu hayalden uyandı ve hâlâ polis olduğunu hatırladı.
“Bülent Bey siz misiniz?”
“Evet buyurun?”
“Ben rahmetlinin eski bir arkadaşıyım. Ölümüyle ilgili bir şeyler biliyorum. Sizinle hususi olarak görüşmem lâzım.”
“İsminizi alabilir miyim hanımefendi? Tanık ifadelerine geçmek için…”
“İsmimi bilmenize lüzum yok!” diye sözünü kesti Bülent’in “Moda Parkı’nda, spor aletlerinin yanındaki bankta olacağım.”

 Arabasını tenis kortunun önünde park etti ve koşar adımlarla parka doğru yürümeye başladı. Buraya en son on yıl önce, Moda Sahili’ndeki bir cinayet davasını soruştururken gelmişti. Parkta oynayan çocukları gördükçe yüzünü çeviriyor, bir cesedin peşinden koşarken onların yüzüne bakmanın haksızlığı olduğunu düşünüyordu. Merhametli biri sayılmazdı, ailesi ve birkaç arkadaşı dışında kimseyi sevdiği de söylenemezdi ama çocukların masumiyeti onun için bütün duyguların üstündeydi.

 Kafasına sardığı eşarp ve neredeyse bütün yüzünü kaplayacak büyüklükte bir güneş gözlüğüyle kendini saklamaya çalışan orta yaşlı kadının yanına oturdu. Ancak kendini gizlemek isteyen birinin olabileceği kadar ilgi çekici görünüyordu. Kadının bir elinde bir süs köpeğinin tasması, diğerinde ise bir kutuyu vardı.
“Size nasıl hitap etmemi istersiniz?” diye sordu Bülent. Buraya geldiği için acemice davrandığını düşündü bir an.
“Emine, Ayşe, Fatma, nasıl isterseniz… Ya da Nesrin deyin, severim o ismi. Gülizar Hanım’ın davasına siz bakmıştınız değil mi?”
“Evet.”
“Kızıltoprak İstasyonu’nun oralarda kaç kişi öldü unuttum. Ölüp gidiyorlar, arkalarında hiçbir iz kalmıyor. Bazıları kaza, bazıları faili meçhul sayılıyor. Eğer Ferruh kaçarken yakalanmasaydı onu kimse bulamayacaktı.”
“Hanımefendi biraz daha açık konuşur musunuz?”

 Nesrin, elindeki karton kutuyu Bülent’e uzattı ve “Açın” dedi. Kutuda bakırdan bir tablet vardı. Bir martı, kanatlarını açıp göğe bakıyor ve iki yanından dumanlar yükseliyordu. Martının altında Yunan harfleriyle bir şeyler yazılıydı. Bülent, tableti inceledikten sonra Nesrin’e meraklı bir bakış attı.
“Bugüne kadar uğraştığınız cinayet vakaları gibi değil, Bülent Bey. Bu bir salgın! Zaman zaman yayılıyor ve insanları alıyor. Size ne olduğunu açıklamam, açıklasam bile üstesinden gelmeniz mümkün değil ama işin üstüne giderek bazı şeyleri önleyebilirsiniz.”
“Neyi önleyebilirim? Dalga mı geçiyorsunuz benimle? Eğer bildiğiniz bir şeyler varsa açık açık anlatın yoksa da oyalamayın beni!”
“Bundan daha açık anlatamam inanın. Çünkü anlatacaklarım sizin için bir şey ifade etmez, görmeniz lâzım. Sadece her şeyin o evle ilgili olduğunu söyleyebilirim. Ferruh’un kaçarken bahçesine girmeye çalıştığı ev var ya, o işte… Her şey onunla ilgili
 Tableti araştırın Bülent Bey. Sizinle konuşup konuşmamayı çok düşündüm ama hayatım boyunca şahit olduğum bir şeyler var ve onları düşünerek ölmek istemiyorum. Tableti ve evin geçmişini araştırdığınızda sizinle neden böyle konuştuğumu anlayacaksınız.”

 Nesrin bunu söyledikten sonra “İyi günler” dedi ve ayağa kalkıp hızla yürümeye başladı. Bülent, bu garip kadını büyük bir şaşkınlıkla izlerken davayı kapatmayı düşündü. Elinde bir cinayet olduğuna dair hiçbir delil yoktu, peşine düşmek belki de vakit kaybı olacaktı.
 Ama hırsına yenik düştü ve bırakmaktansa ruh sağlığından emin olamadığı, hatta adını bile bilmediği bir kadının getirdiği kanıtın peşine düşmeyi daha cazip buldu. Kâtilin kim olduğunu bulmasa bile Ferruh’un mutlu intiharının sebebini öğrenecek olmak onu heyecanlandırıyordu.


 Rasputin Kafe, öğlen olmasına rağmen oldukça kalabalıktı. Kafenin loş duvarları totemlerle ve büyücüleri anlatan tablolarla doluydu. Kapının hemen karşısında Rasputin’in korkutucu bir portresi vardı. Hemen hemen her masada birileri fal bakıyordu.
 Buraya Gülseren ile konuşmak için gelmişlerdi. Zehra, Gülseren’e fal baktırmak için gelirdi. Gülseren birkaç kez aklından geçenleri okumuş ve kimseye anlatmadığı sırlarını söylemişti. Devamlı ezoterizmden, ölülerle konuşma deneyimlerinden bahseden bu kadına umut bağladığı için kendini aciz hissetse de, mücadele etmek felâketi beklemekten daha cazip geliyordu.

“İşe yaramayacak” dedi Bora “Faydalı olacağını sanmıyorum.”
“Zararlı olacağını sanıyor musun?”
“Hayır! Neden?”
“İyi. Öyleyse faydalı olma ihtimâlini denememizde bir sakınca yok.”

 Garson onları Gülseren’in fal baktığı küçük odaya götürdü. Ucuz tütsülerin kokusu içeriye sinmişti. Gülseren, koltuğun üstünde bağdaş kurmuş, masanın üstünde yanan tütsülerin kokusunu içine çekmeye çalışıyordu. Tütsünün dumanını içine çektikçe dengesini kaybediyor ve yüzünde anlamsız bir gülümseme oluşuyordu.

 Gülseren, gözlerini açtı ve bakışlarını Bora’ya çevirdi. Eliyle oturmalarını işaret etti. Yüzünde yorgun bir ifade vardı. Bora, bu kadına karşı nedensiz bir korku duydu. Tavırları ve ruh hâli onu korkutuyordu. Masanın altından tarot destesini çıkardı ve kartları masaya dizmeye başladı.
“Fal baktırmayacağız Gülseren abla” dedi Zehra “Başka bir şey konuşmaya geldik.”
“Biliyorum tatlım. Görüyorum. Fal bakmayacağım zaten.”
  Gülseren, Bora’nın şaşkın bakışları içinde eline iki zar sıkıştırdı. Kendisine güvenmesini istermiş gibi tuttu elini.  Ama gözlerini Bora’dan kaçırıyor ve göz göze geldiğinde acımayla bakmaktan kendini alıkoyamıyordu.

“Zarları kartların üzerine doğru at.”

  Gülseren, zarların üzerinde durduğu iki kartı eline aldı ve diğerlerini ortadan kaldırdıktan sonra masanın üstüne koydu. Birinde yıkılan bir kule, ötekinde ise gökyüzünde trampet çalan bir melek resmedilmişti.
“Bu kart yıkım anlamına gelir” dedi Gülseren parmağını kulenin üstüne koyarak “Büyük bir felâket yaşıyorsun. Kıyamet senin için kopmuş. Kıyameti hayatınla yaşıyorsun. Öteki de ‘Son hüküm’dür. Hâlâ bir şeylerin değişebileceği anlamına gelir. Savaşarak yenilebilirsin, ama savaşmazsan yenilgin kesindir!”
“Ne yapmam gerekiyor?” diye sordu Bora “Kendimi bu şeyin içinde buldum ve ne yapmam gerektiğini bilmiyorum!”
“Sana yardım edemem. Benden bunu beklediğinizin farkındayım ama bu şeyin üstesinden gelecek güce de uğraşacak cesarete de sahip değilim. Çok yoğun bir enerjin var, eğer denersem sana da kendime de zarar veririm. Sana yardım edebilecek tek kişi var. Başkasıyla uğraşman vakit kaybı olur.”
“Kim o?” diye sordu Zehra. Bora’nın elini tutup onu iyi hissettirmeye çalışsa da içindeki telaşı önleyemiyordu. Gülseren, defterine bir şeyler karaladı ve yazdığı kâğıdı koparıp Bora’ya uzattı.
“Adresiyle telefonu var burada. Benim gönderdiğimi söyleyin, sizi kabul edecektir. Işık sizinle olsun.”

  Gülseren’in bahsettiği ev, Burgazada İskelesi’nin karşı sokaklarından birindeydi. Duvarları maviye boyalı ve kapısında bir gül çizili olan evi fark etmeleri zor olmadı. İki katlı, eski bir evdi burası. Kapıyı birkaç kez çaldılarsa da içeride pencereden onlara bakan İran kedisi dışında hiçbir canlı yoktu.

 Orta yaşın üzerinde, uzun boylu bir adam bisikletini evin önünde durdurdu ve hasır şapkasını çıkarıp onları selamladı. Yüzünde yorgun, neşeli bir ifade vardı.
“Hoş geldiniz çocuklar. Ben Feridun. Gülseren gönderdi sizi değil mi?”
“Evet” diye cevap verdi Bora “Ancak sizin yardım edebileceğinizi söyledi.”
“Anladım” dedi ve Bora’nın omzuna dostça dokundu “Merak etmeyin her şey çözülür. Hadi içeri girelim de konuşalım şu meseleyi.”

 Evin salonu üst kattaydı. Duvardaki birkaç yağlı boya tablo dışında sade bir evdi. Feridun, salondaki şovaleyi “Kusura bakmayın gençler çalışıyordum” diyerek balkona kaldırdı. Bora burada nedensiz bir güven hissediyordu.

  Bora başından geçen her şeyi anlattı. O geceden, gördüğü rüyalardan, Panayot’tan, Fahrettin’in ölümünden önce gördüğü kâbustan, Kamuran’ın anlattıklarından ve yaşadığı her şeyden bahsetti. Anlattıklarına kendini kaptırıyor, ses tonunda ani değişmeler yaşıyor ve vücudu bir drama oynar gibi kendinden geçiyordu.  Feridun, bazen şaşırsa da büyük bir soğukkanlılıkla dinledi onu. Borayı dinlerken diğer yandan notlar alıyor ve soğukkanlı görünmeye çalışıyordu.

 “Öncelikle ben doğaüstü diye bir şeye inanmam çocuklar” dedi Feridun “Nasıl gözlerimiz belli renkleri görebiliyorsa, kulaklarımız belli frekansları duyabiliyorsa tabiatın da bizim göremediğimiz bir yönü vardır. Ben bu işlere bir bilim disipliniyle yaklaşırım. Öyle falcılıkla soytarılıkla olacak bir şey olarak görmem.
 İnsanın altı duyusu vardır. Beşini doğumumuzdan itibaren kullanırız. Yaşamımızı onlardan istifade ederek sürdürürüz. Ancak altıncı duyuyu açmak zor iştir. Buda rahipleri olsun, tasavvuf ehli olsun, bunlar uzun inzivalardan ve sıkı bir disiplinden sonra altıncı duyularını açmayı başarırlar. Dediğim gibi, evrende beş duyumuzla algıladığımız bir yaşam vardır ve altıncı duyu bu yaşamı algılamamızı sağlar.
 Ancak bazen bir uğraş, bir çaba olmadan kendi kendine açılır. Senin yaşadıkların bundan kaynaklanıyor. Altıncı duyun senin istemin dışında açılmış ve etrafındaki kötü şeylere şahit olmuş. Altıncı duyun bir kere açıldıktan sonra geri dönüşü yoktur.”

“Ne yapmam gerekiyor?” diye sordu Bora. Ses tonunda bir çaresizlik seziliyordu. Zehra’nın gözlerine bakarken dudaklarını sıktığının farkında değildi.

“Onu eğitmen lâzım. Ama önce neyle karşılaştığını bilmen gerekiyor.
 Mesela bir köpekten bahsettin. Aslında köpek falan yok. Birisi sana vurduğunda canın yanar, bu beynin seni zarar göreceğine dair uyarmasıdır. Köpek de öyle, bilincin korkularını kullanarak seni uyarıyor. Bilincini eğitmende yardımcı olurum ama onu neye karşı kullanacağını öğrenmen lâzım.”

Savaşarak yenilebilirsin, ama savaşmazsan yenilgin kesindir. Gülseren’in bu sözleri Bora’nın beyninde defalarda yankılanıyordu.
Düşüncelere daldıkça bataklık çamurunun boğazına kadar yükseldiğini hissediyordu. Onu hayatta tutan şey ise çırpınarak batmanın usulca gömülmekten daha iyi bir son olacağının düşüncesiydi.
Çırpınmak dışındaki zamanını medeniyetin eski bir alışkanlığını devam ettirerek, bütün yaşamını ölümün reddi üzerine kurarak geçiriyordu.
Gözü duvardaki eski saate ilişti ve yelkovanın ilerlediğini görmek bile dehşete kapılmasına yetti. Aynalar ve saatler hiç son zamanlardaki kadar korkunç olmamışlardı.
********

Bülent, kapısında Prof. Dr. İsmail Cangören yazılı kapıyı tıklatarak içeri girdi. İçeri girince onu Erysikhton’un kendi kendini yemesini tasvir eden bir tablo karşıladı. İsmail, okuduğu kitaptan başını kaldırdı ve gözlüklerin ardından Bülent’i süzdü.

“Hoş geldiniz komiserim” dedi İsmail “Nasılsınız görüşmeyeli?”
 Bülent, masanın önündeki koltuğa oturdu ve “İyiyim çok şükür” dedi gayri ihtiyari bir ifadeyle. İsmail ile birkaç yıl önce bir öğrencinin ölümünü araştırırken tanışmıştı.
“Hatırlarsanız telefonda konuşmuştuk hocam…”
“Hatırladım hatırladım” diye Bülent’in sözünü kesti “Bir tabletten bahsettiniz. Yanınızda mı?”
 Bülent, tableti paketinden çıkardı ve İsmail’e uzattı. İsmail, birkaç dakika tableti inceledikten sonra “Bunda benlik bir şey yok” dedi.
“Günümüz Yunancasıyla yazılmış. Muhtemelen yüz yılı bile bulmayan bir el işi. Yunan adalarında bolca bulunur bunlardan. Büyük ihtimalle yerel bir halk inanışıyla ilgili. İlk defa karşılaşıyorum.”
“Ne yazıyor peki?”

 İsmail, gözlüğünü düzeltti ve tablette yazılanı yavaşça okumaya başladı.
“Glavros mavro klopta onira sas
Sas skipnai mia alli zoi otan kimaste

Tercüme edeyim; Siyah martı düşlerini çalar, bir dünyada uyuduğunda bir başkasında uyandırır…”