Kayıp Rıhtım Arşiv Forum

Kurgu Güncesi => Kurgu İskelesi => Konuyu başlatan: azizhayri - 22 Eylül 2015, 17:45:30

Başlık: Anchilea - Kutsal Kalkan
Gönderen: azizhayri - 22 Eylül 2015, 17:45:30
                                G İ R İ Ş

      Dünyamız Milattan sonra 1054 yılında evrimini tamamlayan büyük kütleli bir yıldızın patlamasına tanık oldu. O zamanlar Çin de hüküm süren "Sung" hanedanının tarihçisi  Sung-Shih şöyle yazıyordu.

      “Chig-Ho egemenliğinin birinci yılının beşinci ayında  Thien-Kuan'nın güney doğusunda bir konuk yıldız belirdi. Bir yıldan fazla bir süre orada kaldıktan sonra yok oldu"

      Aynı olay o yıllarda Konstantiniye Polis'te yaşayan Bağdatlı İbni Butlan tarafından da kaydedilmiştir. Ayrıca bu olay Kızılderili'ler tarafından Kuzey Amerika'da Chako kanyonundaki kayalara da işlenmiştir.
      Yukarıda yazılı tarihi bilgiler dışında bir başka gerçek olayı on dördüncü yüzyılda yaşamış ünlü Gezgin-tarihçi İbni Batuta anlatmaktadır.

      “Yine bir toplantı sırasında bey bana; "Hiç gökten inen taş gördün mü?" diye sormuş, bende; "Ne gördüm ne işittim" cevabını vermiştim. Bunun üzerine Birgi dışında böyle bir taşın düşmüş olduğunu söyleyip adamlarını çağırttı. Onlara söz konusu taşın getirilmesi emrini verdi.
      Bu adamlar simsiyah, sert ve kaypak bir kayayı alıp getirdiler. Ağırlığı zannıma göre bir kantar çekmekte idi. Bey bu defa taşçıları çağırttı. Bunlardan dört usta gelip divan durdular. Taşın parçalanmasını emredince ellerindeki balyozlarla dörder kere vurdularsa da bir şey olmadı. Buna şaştım kaldım. Bey bu denemeden sonra taşın götürülüp eski yerine konmasını buyurdu."



                           B İ R İ N C İ B Ö L Ü M  

   Adamın bir dediği iki olmuyordu. Çevresi ipeklerle kuşatılmıştı, yattığı yatak, başını koyduğu kuştüyü yastıklar, içinde bulunduğu odanın duvarları rengarenk kumaşlarla kaplanmıştı. Zeminde uzun tüylü bir halı vardı, parmakları halının havları arasında kayboluyordu. Ömrünce görmediği göremeyeceği bir rahatlıktaydı. Kolunda, genç, etine dolgun, beyaz tenli ve güzel bir kadın vardı. Kösnül hareketleri ile adamı büyülemişti sanki. Uzaktan gelen seslere uyan bedeni, yuvarlak kalçaları hiç boş durmuyor kıvranıyordu. Kocaman göğüslerini adamın ağzına sokacak gibi uzatıyor adam onları öpmek ister gibi yaklaşınca, kıvrak hareketlerle kendini geri çekiyordu. Bir başka güzel az ötede, sabırsızlıkla sırasını bekliyor gibiydi. Sadece iki kişi değillerdi, başka güzeller çevresinde dört dönüyorlardı. Gencecik delikanlılar yarı çıplak bedenlerinle hem adama hem de diğer kadınlara hizmet etmek için bir görünüyor bir kayboluyorlardı. Kadehi hiç boş durmuyor o içtikçe çevresinde dönüp duran gençlerden biri gelip kadehini tekrar dolduruyordu. Önündeki sehpada tadını bilmediği meyvelerle dolu tabaklar vardı. Dilberler bir parça ondan bir parça ötekinden uzatıp tattırıyordu. Uzaklardan gelen tatlı bir melodi içine işliyordu.
   Birden bir gürültü koptu, dünya karardı. Zifiri karanlık çevrelerini bir ağ gibi kaplamıştı. Müziğin insanın içine işleyen yumuşak nağmeleri, davulların zillerin çaldığı çılgınlığa dönüştü. Uzaktan duyulan koro, acı haykırışlarla bağrışıyordu şimdi. Adamın kadehindeki tatlı şarap, kızıl kana dönüşmüştü, kanın ılıklığını dudaklarında hissetti. Kucağında kendisini öpen koklayan güzel kadın, bir anda yaşlı ve çirkin bir cadıya dönüştü. Çevresinde dönen delikanlılar ellerindeki keskin bıçaklarla üzerine gelmeye başladılar. Tanrının verdiği güç ile üzerindeki ucube varlığı itti. Bir yandan aksak ayağının engellemesine rağmen kaçmaya çalışıyor, bir yandan da içinden gelen kusma isteğini durdurmaya gayret ediyordu. O anda, dostları, silah arkadaşları yanında belirdi. İşler tersine dönmüş bu kere kaçma sırası çirkin cadıya gelmişti.
      Cadı kaçarken, Bir gün geri döneceğim! Sizlerden intikam alacağım!!" diye bağırıyordu. Derisi kemiklerine yapışmış titrek cadı birden beliren sislerin arasında kayboldu. Önce bir gölge haline geldi sonra tamamen kayboldu. Kayboldu ama cırtlak sesi sislerin içerisinden duyuluyordu. "Hekate, sizlerden bunların hesabını soracak" diyordu. Adam, Kaçma! Dur kaçma derken kan ter içinde uyandı. Tiz kahkahalar kulaklarında çınlıyordu. Gecelerdir kendisini rahatsız eden kabuslardan birini daha görmüştü. Birkaç dakika geçmemişti ki çadırının kapısı aralandı. Genç ulaklardan birinin kafası kapıda göründü.
   -Bey sizi çağırıyor" dedi. Yaşlı adam sözleri onaylamak için başını sallarken gördüğü kabusun etkisindeydi hala.


      Yattığı yerde, belki onuncu belki yüzüncü kez ve bir kere daha döndü. Esmer tenli hafif toplu genç gezgini, başını saman yastığa koyalı saatler olduğu halde bir türlü uyku tutmuyordu. Akşamüzeri Birgi Beyinin gösterdiği taşın sırrını çözmeden uyku tutmazdı da. Taşı bulup getirdiği söylenilen "Topal Memet" namlı kişi ile görüşebilmek için haber salmıştı. "Topal Memet ovada anca yarın gelir" dediklerinde gecenin uykusuz geçeceğini biliyordu.
      Uyandığında ise uykusuzluğundan eser kalmamıştı. Güneş ortalığı aydınlatmaya başlayalı bir hayli zaman geçmişti. Daha iyi daha yumuşak yataklarda da yatmıştı ama batı rumelinin yoksul beyliğinde bulabileceği rahatlık bu kadar olmalıydı, gerneşerek yerinden doğruldu. Gezginliğin en güzel yönlerinden biride kaçta uyanırsan uyan kahvaltını hazır buluyordun. Hem de öyle böyle değil, mükellef bir kahvaltı. Aylardır yollardaydı, artık iyice öğrenmişti ki konukluğun hakkı üç gündür. Uyandığı bu sabah ise üçüncü günün sabahıydı. Konukluğunu daha uzatırsa böylesi zengin ikramların azalacağını bir zaman sonra ise hiç bulamayacağını biliyordu. İşte bu yüzden yol boyu dinlediği öykülerin ilginçlerinden biri olan bu "Gökten inen taş" öyküsünü dinleyip tekrar yollara düşmeliydi.
     Topal Memet kapıda belirdiğinde kahvaltısını yeni bitirmiş kahvesini yudumluyordu. Kapıda durup içeri girmek için destur bekleyen yaşça kendisinden büyük kişi öyle bir kantar ağırlığı kaldırıp taşıyabilecek birine benzemiyordu. Orta boylu ufak tefek yapıdaydı. Zayıf bir bedeni vardı ama çelimsiz biri gibi de durmuyordu.
    “Beni emretmişsin Gezgin Bey" dediğinde kapıda çakı gibi dineliyordu. Kahvesinden bir yudum daha alan Gezgin ayakta dikilen adama göz ucuyla baktı. Ayakta duruyorken topallığı belli olmuyordu.  "Gel" anlamında bir işarette bulunarak yanına çağırdı kapıdaki adamı. Adam hafif aksayarak yürüdü, gezginin oturduğu sedirin karşına yere bağdaş kurdu. Gezgin, saniyeler geçtiği halde söze nasıl gireceğini bilemiyordu. Onun bu sıkıntısını anlayan Topal Memet söze başladı.
     “Beni Karataş için aradığınızı söylediler" dedi. Akşam gezi defterine "Gökten inen taş" diye yazmıştı ama Topal Memet "Karataş" diyerek merakını daha kısa ve öz olarak anlatmıştı. "Karataş." Oda bundan sonra kısaca "Karataş" diyecekti.
     “Evet yiğidim, Karataşın öyküsünü senin yaşadığını söyledilerdi. Merak ettim anlatır mısın" dedi. Aslında Topal Memet bu konu üzerinde daha fazla durmak istemiyordu. Kendi anlattıklarının değiştirilerek ve abartılarak anlatıla geldiğini biliyordu. Odada sedirin köşesinde bağdaş kurup oturan esmer derili kırçıl sakallı genç gezgine öylece baktı. Buraya bu odaya gelmeden önce uğradığı Beyi istememiş olsaydı anlatmayı düşünmezdi. Beyinin hatırı için bir kere daha anlatacaktı.
     Topal Memet boyundan umulmayacak kahramanlıklar yapmış bir yiğitti. Yıllarca karada ve denizde küffarla savaşmıştı. Bir kaç yıl önce bir gaza esnasında ayağından oklandığı için yürüyüşü aksamaya başlamıştı. Üstelik yaşlanıyordu da, gençlerin arasında kılıç kullanma zamanı geçiyordu. Mehmet Ağa bu olaydan sonra da kaldığı yerden devam etmek istemişti ama Süleyman Bey onu geriye çekmişti. "Bunca zamandır cenk ettiğin yetti. Artık yanımda kal bizlere yiğitler yetiştir." demişti. İstese de istemese de bu emre uyacaktı. Aldığı eğitim ve disiplin bunu gerektiriyordu.    
   Yaşlı adam bir an durdu. Gözlerini karşısında oturan genç gezginin arkasındaki duvara dikti. Duvarların çok ötesini görüyor gibiydi. Gezgin ise bakışlarını yere eğmiş sabırla bekliyordu. Duyduklarının doğrusunu öğrenebilmesi için karşısındaki Gazi'nin gönlünün olması gerektiğini biliyordu. Yerinden yavaşça doğruldu. Parmaklarının üzerinde yürüyerek kapıya çıktı. Kapının hemen önünde beklemekte olan hizmetkâra "Kendilerine iki soğuk şerbet getirmesini" söyledi. Yerine tekrar oturduğunda savaşçı anlatmaya başlamıştı. Kelimeler ağzından dökülüyordu ama kendisi orada değildi sanki.



     “Ayağımdan oklandığımda yaramı önemsememiştim. Gazadan dönünce ulu caminin imamına gösterdim. Mümin hoca eskilerdendir. Medresede okuduğu için bilgisi derindir. Okun ayağımda kalan bölümünü çıkardı. Şifalı otlarla tımar etti. Zamanla yara iyileşti ama eskisi gibide olmadı. İşte o zaman Süleyman Bey, beni yanına aldı. Özel ulağı oldum. Talimcilik yapmaya başladım. Bilirsin kılıç kalkan, ok atma gibi savaş sanatlarını elimden geldiğince yeni yetmelere öğretmeye çalışıyordum. Bir gün beyin beni istettiğini söylediler. Yanına vardığımda bana özel görevler vereceğini söyledi. Dağ köylerine kaybolan kız çocukları olduğunu, oralarda gizlenen putperestlerden kuşkulandıklarını ekledi. Çocukları bulmamı, putperestler hakkında sağlam bilgiler, kanıtlar edinmemi" istedi. "Bu iş sandığımızdan daha ciddi olabilir bu nedenle, git ve bizi unut" dedi.
Hayatımda bir hareket yoktu. Her ne kadar yeni yetmelere bir şeyler öğretmek cazip görünse de benim gibi biri için çok zordu. Belki yaşamım biraz hareketlenir diye umutlanmıştım. Lakin oralara öyle elimi kolumu sallayarak gidemezdim. Bir oyunbozanlık gerekiyordu. Onu da ben bulmuştum"

Onlar konuşurlarken odaya hizmetkâr elinde tepsiyle girmişti. Maşrapaların içindeki karlar yenice eriyordu. Elinde tepsiyi hafifçe titreyerek tutan yaşlı adam  "Size Bozdağ’ın karlarıyla şerbet yaptım" dedi. Tepsideki bardaklarda kırmızı renkli karlar vardı. Kışın toplanan karlar serin mağaralarda, derin kuyularda bekletiliyor, yazın içecekler bu kar suyu ile yapılıyordu. Hizmetkar geldiği gibi sessizce çıktı. Oda da yalnız kalasıya kadar sessizce bekleyen Topal Ağa kapının kapanması ile tekrar anlatmaya başladı. Sanki anlatmıyordu da olayları yeniden yaşıyordu.


      Güneşin ufka yaklaştığı saatlerde yaşlı sayılabilecek ufak tefek bir adam kuytulardan, gölgelerden ilerliyordu. Hem yürüyor hem de kendi kendine konuşuyordu.
      “Yeteri kadar hoşgörü gösterdik" diyordu. "Daha dün geldiler bizleri baba toprağımızdan atmaya çalıştılar." Konuşan dili değildi sadece, gözü kaşı, eli, kolu konuşmasına eşlik ediyordu. "Yalnız Asya’nın içlerinden gelen Yörükler değil, Hıristiyan dönekleri de aynı. Biz onların ne ezanlarına ne çanlarına bir şey demiyoruz.  Peki, onlar neden bizlerle uğraşıyorlar. Ne istiyorlar bizlerden, bizim inançlarımızla ne alıp veremedikleri var.
     Bizler, yani akşam güneşinde yürüyen yaşlı adam ve birazdan aralarına katılacağı gurup; ve onlar, kendilerinden olmayanlar. Yani gücü yetermiş gibi tek bir tanrıya inananlar, İsa'ya, Musa'ya, Muhammet'e inananlar. Kafasını batıya çevirince güneşin ufka iyice yaklaştığını farketti, söylene söylene adımlarını hızlandırdı. Güneş, çam ormanlarıyla kaplı tepeyi aşmadan kendisi aşmalıydı. Üstelik daha öteye de çok yolu vardı.      
   Hıristiyan Rum köyünde doğmuştu. Köyün kilisesinde Mavro baba tarafından vaftiz edilmişti. Dini bilgilerini, İsa'yı, İncili hep Mavro Babadan öğrenmişti. O Mavro Baba ki kendi babasını da vaftiz etmişti. Köylerinde hiç müslüman yoktu. Köylerinde yoktu ama civarda Müslüman köyleri çoğalmıştı. Kendi çocukluğu da hemen yakınlarına konan göçebe Yörükleri anımsadı. Kendilerinden farklı yaşıyorlardı. Giyimleri, adetleri, ibadetleri, yaşantıları çok farklıydı. Büyükleri köy yakınlarında yerleşmelerini istemeyince karşı yamaca yerleşmişlerdi. İlk geldikleri gibi kalmamışlar sonradan gelenlerle çoğalmışlar, kocaman bir köy olmuşlardı.
     Yorgun bacakları yaşlı bedenini taşıyamaz olmuştu. Bütün gün evinin arka bahçesinde çapa yaptıktan sonra bu yürüyüş hiç mi hiç çekilmiyordu. "Önemli" denilmeseydi "Uzaklardan konuklar gelecek" denilmeseydi gitmezdi ya...
      Evlenme çağına geldiği günleri anımsadı. Bıyıkları yeni terlemeye başlayan bir delikanlı olduğu yıllarda köylerine bir adam gelmişti. O günlerde şimdi yaşadığı yılları yaşayan bir adam. Uzun ve kırçıllı sakalları vardı. Adının "Aiptos" olduğunu sonradan öğrendiği bu adam köylerinde kaldığı müddetçe hiç sevilmemişti. Sevilmemişti ama kimsede hakkında kötü bir söz söylememişti. Ahali, Aiptos'a korku ve korkudan kaynaklanan saygı duyuyorlardı.
     Günün aydınlığı yerini akşamın alacasına bırakmıştı. Yine de yaşlı adam olası meraklı gözlere görünmemek için yol kenarından, gölgelerden yürümeye devam ediyordu. Allah'tan boyu fazla uzun değildi. Bazen kasıtlı yolunu değiştiriyor, ağaçların arasına girip çıkıyordu. Bir yandan da bu kadar korkmasının gereksiz olduğunu kendi kendine telkin ediyordu. Türkler askerlikten fırsat bulup buralara çıkmazdı. Kendi soyundan olanlar ise daha çok ticaretle uğraştıkları için çok sevdikleri iş yerlerini bırakıp uzaklaşamazlardı.
    Bu düşüncelerle yürürken yolun üç yüz dört yüz metre ilerisinde aksayarak yürüyen gölgeyi fark etti. Durdu, her dakika daha da koyulaşan gölgelerden ayırt edebilsin diye gözlerini kısarak dikkatlice baktı. Tahmininde yanılmamıştı, önünde yürüyen "Topal Memet"ti. Birader diyecekti, yutkundu, tedbirli olmakta yarar var diye düşündüğü için bağırmaktan vazgeçti. Çıkmakla bitiremediği yokuşta bacaklarına kuvvet vermek için elleriyle dizlerine bastırmaya başladı. Hızını biraz olsun arttırmıştı. Önünde giden yolcuyu yakalayabilirdi çünkü Mehmet ağa topaldı.
     “Merhaba" dedi soluk soluğa. Sesi başkalarınca duyulamayacak kadar yakına gelince seslenmişti.      
    “Merhaba" diyerek selamını aldı Topal Memet. Selamı vereni tanımak için bir an durdu. Akşamın alacasında Aksak Gazi Memet’in kendine selam veren adamı tanımaması mümkün değildi. Arkasından geldiğini uzun zaman önce fark ettiği bu adam, O'na kapısını açan adamdı. Soluklarını düzenleyebilmek için kendini zorlayan, zayıf keçi sakallı yüzü bir süre süzdü. Beyiyle kavga edip kovulduğunda dağların güney yamacındaki köylere kaçmıştı. Tanrı misafirini sorgusuzca kabul edenlerden biri olmuştu yüzüne baktığı nalbant Yorgo.
     “Seni de mi çağırdılar Turko" dedi kuşkulu bir şekilde ve zorla gülümseyerek Aslında kendi milletinde kovularak aralarına sonradan katılmış birinin çağrılmasına hayret etmişti. Topal alıngan bir sesle,
     “Turko değil" dedi. Üzerine basarmış gibi "Birader" diye sözlerini tamamladı. Peşinden de zorda olsa gülümseyerek “Ne zamandır sizlerleyim hala mı "Turko" dedi sitemle. Mehmet Ağa'nın zayıf yüzü durgunlaşmıştı bu sözleri söylerken.
     Bu Topalı kim çağırmıştı bilmiyordu ama çağırıldığı iyi de olmuştu. Ne de olsa kendisinde daha genç ve daha kuvvetliydi. Yorgo'nun düşünceleri doğruydu. Kendisi gelmeden çok zaman önce namı gelmişti birlikte yürümeye başladıkları adamın. Komşusunun karısına mı, kızına mı göz dikmiş denilmişti. Dayaktan neredeyse öldürülmek üzereyken dağlara kaçmışmış. Uzun zamandır bu civarda oturuyor olsalar da bu toprakların sahipleriymiş gibi davransalar da henüz dağlara dağ köylerine hakim değildi Türkler. Köy de kıstırdıkları topal adamı bir hayli hırpaladıkları, kaçıp gelen adamın halinden belliydi ama kendisini dağların eteklerine kadar kovaladıktan sonra peşini bırakmışlardı.
     Köylerine geldiğinde köyün ileri gelenleri kabul etmemişlerdi Topalı. Köylüsünün tavrı ortadayken Yorgo'da barındıramazdı doğal olarak. Yine de gizlice bir kaç günlüğüne de olsa yatacak yer vermişti. Bir zaman sonra kendisinin de üyesi olduğu guruptaki etkili kişilerin yanına göndermişti. Uzun süren sessiz bir yürüyüşten sonra Yorgo kafasındaki soruyu yanında yürüyen arkadaşına sordu.
        “Senide mi çağırdılar?" Memetin verilen her işi yaparak gurupta tanınıp sevildiğini ve bu nedenle sorusunun gereksizliğini biliyordu.
     “Önemli bir toplantı olacak, eski, yeni her birader mutlaka gelecek denildi" Bir kaç saniyelik duraklamadan sonrada "Her yöreden konuklar gelecek denildi. Teos Ephesos, Sisamos..." sözleri Yorgo devam ettirdi.
        “Khios, Fokhia." Yorgo’nun içi rahat etmişti. Topal kendisine verilen ve karşı taraftan aranması istenilen şifreleri tam ve sırayla vermişti. İçi rahat edince de  "İstersen şurada biraz soluklanalım" Ama Mehmet Ağa ise kafasını olumsuzca salladı.
     “Oyalanmaya gelmez" dedi. “Bizleri bekleyen yemekleri, şarapları düşün." Onun sözlerini dinlemeden devrilmiş bir ağaç gövdesine oturmuş olan yaşlı nalbant yutkundu. "O kadar uzaktan gelenler olacaksa mutlaka güzel kızlarda vardır." Yorgo’nun yutkunması iyice belirginleşmişti. İstemeyerek yerinden doğruldu.
     Tepenin en yukarısına varmışlardı. Bundan sonrası daha kolay olacaktı. Yokuş çıkmaya alışmış olan kasları daha rahat hareket ediyorlardı. Bu rahatlık yürüyüş hızlarını da arttırmıştı Topal ağa bir ara yol arkadaşından yavaşlamasını istemeyi düşündü ama hemen vazgeçti. Şarap ve kızlar" sözcükleri geçince adam bir hayli hızlanmıştı. Hatta utanmasa koşacaklardı.
     Bazen sessiz bazen konuşarak geçen uzun bir yürüyüşten sonra aşağılarda bir yerlerde zayıf ve soluk bir ışık gördüler. Mehmet ağa bu yöreyi iyi tanımasa da aşağıda parıldayan ışığın varmak istedikleri yer olduğunu anlamıştı. Yine de,
     “Şu aşağıdaki düzlük mü varacağımız yer" Yorgo bir ara durdu. Nefes nefeseydi. Dudaklarından belli belirsiz bir "Hıı" döküldü.
     “Ben daha ışıklı daha hareketli bir yer bekliyordum" deyince Yorgo yığılırcasına yol kenarındaki irice bir kayaya oturdu. Bir kaç defa soluk alıp verdikten sonra “Güvenlik için" diyebildi. Sonra inmeye devam ettiler.
      İndikleri meydan kendi köylülerinin Yazı diyebilecek kadar genişti. Düzlüğü çevreleyen ağaçlar sanki özellikle seçilmiş gibi yüksektiler. Işık yukarıdan göründüğünden daha fazlaydı. Meydanı aydınlatan meşaleler uzaktan seçilmesinler diye yere yakın ve dağınık yerleştirilmişti. Ne zaman, kimler tarafından yaptırıldığı belli olmayan ama yüzyıllardan geriye sadece yıkıntılarının kaldığı bir kentteydiler.
   Sağa sola biraz daha dikkatli bakınınca nasıl bir yerde bulunduklarını anlamıştı Topal ağa. Koca meydanı dolduran yıkıntıların meşaleler ışığında dans eden gölgeleri arasında koşuşturanlar vardı. Mehmet Ağa ertesi gün güneş ışığı altında aynı düzlüğü gördüğün de ise gecenin kendisini ne kadar yanılttığını anlayacaktı.
     Yorgo, içinde bulunduğu ortamda iyice rahatlamıştı, belli ki sıkça gelip gidiyordu böyle topluluklara. Etrafı sarıp sarmalayan irili ufaklı ağaçlar, çalılar, otlar doğal halleriyle bırakılıyor olmalıydılar. Bu sayede yabancıların bu gizli tapınağı bulmaları zorlaştırılmış oluyordu. Rastlantısal olarak bulanlarsa asırlar önce terk edilmiş olan bu yerleri önemsemiyor olmalıydılar. Kim bilir belki bu yüzden ardından iki büyük din doğmuş olsa da bu adamlar hala atalarından gördüğü eski inançlarını yaşıyorlardı.
     Gözleri çevreye alıştıktan sonra Mehmet Ağa yıkıntıların arasındaki mermer koltuğun farkına vardı. Bulundukları yerin çaprazında karşılarında duruyordu. Kolçakları aslan figürleriyle süslenmiş oturan kişinin neredeyse iki katı büyüklüğünde görkemli bir koltuktu. Öyle kuytularda değil de ortada bir yerde duruyor olsaydı büyüklüğüyle hemen fark edilebilirdi. Ufak tefek kırıkları olsa da bu onun görkeminden bir şey eksiltmiyordu.
     Koltukta, hiç kıpırdamadan oturan kişi ise bunların farkında değilmiş gibiydi. Haketmediği bir büyüklüğün altında ezilmemek için tüm çabasını gösteriyormuş ama yine de eziliyormuş gibiydi. Kendisine duruşuyla bakışlarıyla, yüzyıllardan geriye kalan en görkemli nesne kendisiymiş havası veriyordu. Yorgo, Topalın kulağına eğilerek
     “Bu rahip Zethos, İkiz kardeşi Amphion ile töreni yönetmek için buradalar" Vakit gece yarısına yaklaşıyor olmalıydı. Yorgo ve Mehmet ağa meydanın bir ucuna kalın bir ağaç köküne oturmuşlar kendilerine gelmeye çalışıyorlardı. Tepeden baktıklarında hemen şurası zannettikleri yere varmaları saatlerini almıştı. Kah koşarak kah yuvarlanarak inebilmişlerdi yokuşu, enerjilerini düşmemek ve kaymamak için harcamışlardı. Her ikisinin de elleri yaralanmıştı düşmemek için can havliyle sarıldıkları dikenleri ve çalıları tutmaktan.
      Mehmet Ağanın canı, ellerinin acımasından, orasının burasının çizilmesinden çok Yorgo’nun "Zeus aşkına, Rehea aşkına" diye sıkça şikayet etmesine sıkılmıştı. Kimdi bu "Zeus, kimdi bu Rehea" şimdiye kadar adını pek duymamıştı. Bir peygamber, bir ermiş miydi? Ne zaman ve nerede yaşamıştı? Yoksa hala yaşıyorlar mıydı? Kafasının içi soru işaretleriyle doluydu ve o sorulara yanıt bulabilmesi için sabretmesi gerekiyordu. Bir ara gözleri yanan meşalelerin ışığında dans eden ağacın dallarına takıldı. Muhteşem bir ağaçtı dayandığı ağaç. O tanımadığı sık olarak adı geçen kişileri tanıyabileceği onlar kadar eski olabileceği aklına geldi. Bu dayandığı ağacın ve diğer ulu çam ağaçlarının buraları gizlemek için dikilmiş olabilecekleri aklına geldi. Hemen yakınındaki ağaca dayanmış olan Yorgonun sözleri Onu daldığı düşüncelerden sıyırdı.

     “Birazdan ziyafet başlar. Topal Ağanın  "Daha acıkmadım" demesi gerekiyordu ama midesinden gelen sesleri bastıramıyordu. Karşıdan meydanın ötesinden gelen tok ses daha da uzayacak gibi görünen konuşmayı kesti. Bu sesi ise belirgin bir hareketlilik izledi.
     Rahip Zethos'tu konuşan, saatlerdir heykel gibi kıpırdamadan oturduğu mermer koltuktan kalkmıştı. Elinde kocaman bir asa vardı. Önceden hazırlanan kürsüde konuşuyordu, konuşmasını yaptığı kürsüde en az taht kadar eski ve yıpranmış görünüyordu. Kürsü, yapıldığı zamandan bu güne kadar geçen süre azametinden bir şeyler götürmemiş gibiydi. Kara cübbeli Rahip ise kürsüde ve kürsüyü aydınlatan, diğerlerinden daha güçlü meşalelerin ışığında olduğunda heybetli görünüyordu.
     “Önce kaos vardı. Her şeyin alt üst olduğu, Tanrıların dünyayı henüz yaratmadığı dönemdi Kaos. Ardından, Kaostan Evren doğdu. Titanlar, doğan evrenin sahipleriydiler." Zethos, o zayıf bedeninden umulmayacak gürlükte bir ses tonuyla konuşuyordu. Sesi, sanki büyülemiş gibi insanları kendisine çekiyordu. Vurgusu, gitgide artan dinleyicilerini sarıp sarmalıyordu. Bazen bağırıp çağırıyor, bazen de çığlıklar atıyordu, Meydanı dolduran insanlar Zethos'la birlikte hareket ediyordu.
“Zeus" dedi konuşmasında sıkça. "Rehea, Hekate" dedi. Topal Memet ise öğrendiğini sandığı yerli dilini şimdi anlamıyordu. Anlamadığı yalnızca konuşma arasında geçen yabancı isimler değildi tabii. Topal Mehmet, bu topraklarda doğmuştu. Babası Gündoğusunda "Anayurt"ta doğmuş olsa da küçükken bu topraklara geldiklerini söylerdi.  
   “Ben eski yurdu bilmem" derdi babası. Yalnızca dedesinden duymuştu geniş uçsuz bucaksız ovaları olan eski yurdu. Yıllarca süren ve nedenini tam olarak bilmediği göçten sonra buraları yurt tutmuşlardı. Gün doğusundan geldikleri bu yeni yurtlarında yaşayanlar olduğunu görmüşler ve geldikleri bu yerlerin yerlileriyle iyi geçinmeye çalışmışlardı. Güzel dostlukların kurulmuştu, komşuluklar gelişmişti zamanla İşte Mehmet Ağa ve diğerleri o bağlamda öğrenmişti Rumca'yı. Yani az öncesine kadar öğrendiğini zannediyordu.
     Aslında Topal Ağa kendisine haksızlık ediyordu. Başrahibin konuştuğu her ne kadar Rumca olsa da yüzyıllar öncesinin Rumca'sıydı. Kullanılmadığı için çok kelimesi unutulmuş olan kadim bir dil. Dinleyenlerin büyük bir bölümü de kendisi gibiydi heyecanla söylenenlerden bir şey anlamıyorlardı.
     “Atalarımız" dedi Zethos. Her usta konuşmacının yaptığını yaptı; Durdu, karşısında kendisini dinlemek için gelmiş olan insanların yüzlerine baktı. Sonra bakışları hemen sağında ve solunda duran gençlere kaydı. Üçü bir yanında, üçü diğer yanında dikilen altı yarı çıplak genç vardı. Altı gencinde kucaklarında birer köpek yavrusu masumca duruyordu. Başrahip yanındaki toy gençlerden çok karşısında duran ve O konuştukça heyecanlanan kitlesini düşünüyordu. Bir kaç saniye süren bu bekleyiş istediği etkiyi yapmış kalabalığın ilgisini daha çok kendi üzerine toplamıştı. Sesini biraz daha yükselterek sürdürdü konuşmasını.
      “Atalarımız yüce bir Tanrıya inanıyordu. Tanrıların Tanrısı yüce Zeus'a... O Zeus ki Kahramandı ve Titanları yendi. Dünyayı Atlas’ın sırtında taşıdığı dünyayı kendisine kul yaptı. Kendine, kendi kadar etkili ve güzel bir Tanrıça buldu... Soyunu kurdu, dünyayı onlarla paylaştı... Adaletle yönetti. Sonra, bizler, faniler çoğalınca dünyadan elini ayağını çekip Olimpos'a döndü. Bizlere, armağan olarak "Hekate"yi bıraktı. Koruyucu Tanrıça Yüce Hekate'yi..." Hekate adı geçince Başrahibi dinleyenler anlaşılmaz hareketlere ve mırıltılara başlamışlardı. Görünmeyen iplerle birbirine bağlanmış kuklalar gibiydiler. Mırıltıları acemi bir koroyu andırıyordu
   Mermer tahtta oturan adam tekrar konuşmaya başladığında koroyla birlikte nereden çalındıkları belli olmayan ziller ve davullarda onlara katıldı. Koro adamdan adam korodan destek alır gibiydi Başrahip bağırıyordu artık.      
   “Sonra dinsizler geldi. Kendini Tanrının oğlu olduğunu iddia eden bir adama inanan Hıristiyanlar geldi. Benim atalarımı sizin atalarınızı inandıkları o yüce Tanrısından, Tanrılar Tanrısı Zeus'tan vazgeçirmeye çalıştılar. Bazen bir yılan gibi tatlı dille bazen de barbarlar gibi kuvvet ve zor kullanarak. Zavallıların pek çoğu onların isteklerine evet demek zorunda kaldılar, hıristiyanlaştılar. Nerede olduğu belli olmayan aslında varlığı ve yokluğu arasında hiçbir fark bulunmayan bir Tanrı’ya inanmaya başladılar. Zeus'un evlatları Herkül’ün, Ares’in ya da Artemis’in yerine İsa'ya tapınmaya başladılar.
      Sonra Müslümanlar geldi. Arapların Tanrısına ve peygamberine inanmamızı istediler." Yaşlı adam durdu. Bekledi. Meydandaki kalabalığın çoğalıp çoğalmadığını kontrol eder gibiydi. Dudaklarındaki memnuniyet gülümsemesi bütün yüzüne yayıldı. Toplanan kalabalıktan tahmininden çok olmalıydı. Yine de kendisinin bir davetiyle gelen bunca insanın yorgun olduklarını bildiği için sözünü bağlamaya karar vermişti. Asıl söylemek istediklerini ertesi güne bırakmalıydı. O an aklına geleni uygulamaya karar verdi. Hemen yanında duran genç çömezlere dönerek
        “Bana Yüce Rahip Amphion'u bulun" dedi. Bütün bu işleri planlayan kardeşine jest yapacaktı. Kalabalığın arasında alçak gönüllü bir şekilde dikiliyordu Amphion. İkiz olmalarına rağmen kardeşinden en az on yaş yaşlı gösteriyordu. İki kardeş birbirine taban tabana zıt karakterdeydiler. Zethos, ne kadar kendini düşünen olaylardan ve durumlardan kendine pay çıkaran biriyse Amphion'da o kadar içine kapanık ve duygusal biriydi. Birbirlerine fiziksel olarak ta duygusal olarak ta benzemiyorlardı.
“Amphion...Yüce Amphion... Prienli Amphion... Meydanı dolduranlar şimdi Başrahibin kardeşinin adını haykırıyorlardı. Amphion ise yüzü kızarmış bir halde olduğu yerde donup kalmıştı Sanki orada değildi, olduğu yere çömeldi kaldı. Kalabalığın uğultusu ona gördüğü rüyaları anımsatmıştı, uzun zamandır sürekli gördüğü rüyaları.
     Saniyeler sonra birileri çömeldiği yerden koltuk altlarına yapıştı. Kendini bir anda omuzlarda buldu, bir saniye sonrasındaysa kürsüdeydi. Kendine gelir gibi olunca sağ elini yukarı kaldırdı, ondan bu hareketi beklermiş gibi ziller ve davullar sustu. Zillerle birlikte de kalabalığın uğultusu da kesilmişti. Kardeşinin sesiyle kıyaslandığında cılız kalan bir sesle konuşmaya başladı.
      “Kardeşlerim..." Ama cümlesini tamamlayamadan sözleri mermer kürsüden konuşan kardeşi tarafından kesildi. Lidersin ama benim kadar değil havası açıkça belli olmuştu.
      “Aziz Amphion'un yol göstermesiyle kutsal törenimiz yarın başlayacak. Şimdi yiyebildiğiniz kadar yiyin, içebildiğiniz kadar için, dinlenin. Güçlü yakışıklı delikanlılar, güzel kadınlar sizlere hizmet edecekler. Tanrıçamız Hekate'nin sizlere sunduğu bu güzel armağanları alın, tadını çıkarın
      Sözlerinin sona ermesiyle zillerden ve davullardan oluşan garip müzik tekrar duyuldu. Uşaklar, genç rahipler, ellerinde tepsilerle ağaçların arasından çıkmaya başladılar. Nereden ve ne zaman geldiği anlaşılmayan meyveler ve içkiler dağılmaya başladı. Zethos, kürsüden indi, kalabalığın arasına karışıp kardeşini kucakladı. Müritlerine ve mürit adaylarına ne kadar içten ve ne kadar yakın olduklarını kanıtlamak ister gibiydi. Çekingen Amphion ise kardeşinin çok iyi tanıdığı yapmacıklığına tepki vermedi. Yine de kucakladı kardeşini. İki el birleşerek havaya kalktı. Kalabalık bu birliği kutsar gibi çılgınca alkışladı. Zethos, vakur adımlarla meydanı geçip kendine ait olan mermer koltuğa oturdu.
      Zethos'un koltuğuna oturması ile önce ziller ve davullar sustu. Ortada yalnızca bir uğultu kalmıştı, sesi havayı titreştiren kuvvetli gong sesi uğultuyu bıçak gibi kesti. Tahtın sağından ve solundan altı genç rahip çıktı. Kasıklarını örten yaprak kümesinden ve kucaklarındaki köpek yavrularından başka üzerlerinde hiç bir şey yoktu. Onlar meydanı dolduran insanların arasına girdikçe kalabalık geri çekiliyordu. Üçerli iki gurup geniş bir yay çizerek Zethos'un önünü boşalttılar. Kucaklarındaki enikleri, yavaşça Başrahibin az önce konuşma yaptığı mermer kürsünün üzerine bıraktılar.
      Onların sevimli yavruları kürsü üzerine bırakması ile birlikte zil ve davul sesleri duyulmaya başladı. Davullar ve ziller fersahlarca ve yüzyıllarca uzakta çalıyor gibiydi. Genç adamlar ritmik hareketlerle kürsünün önünde dansa başladılar. Gerilerden duyulan ilahi korosunun sesi çömezlerin hareketlerine yön veriyordu.
      Ağır bir tempoda başlayan dansın ritmi dakikalar ilerledikçe müzik sesi ile birlikte artıyordu. Çömezlerin kendilerinden geçmiş hareketleri gözle fark edilemeyecek kadar hızlanmıştı. Heyecan ve ritmin en üst düzeye ulaştığı bir an davulların ve zillerin sustuğu bir an çömezlerin ellerinde bıçaklar belirdi. Bıçakların görünmesiyle bir an susan davullar ve ziller tekrar çalmaya başlamıştı. Bu defa bıçakların meşaleler altındaki pırıltısı tempoyu daha da artmıştı. Çömezler, meşalelerin ışığında parıldayan bıçakları bedenlerinin bir parçası, ellerinin doğal uzantısıymış gibi dans ediyorlardı. Ziller davulların, davullar ilahilerin, ilahiler çömezlerin hızını arttırdı. Bu durum az önce töreni başlatan gongun sesiyle son bulduğunda altı çömez oldukları yere yığılmışlardı.
      Bir kaç saniyelik bu ölüm sessizliğinden hemen sonra altı genç yerlerinden yavaşça doğruldular. Ellerindeki bıçakları az önce kürsü üzerine bıraktıkları köpek yavrularının yanlarına önceden çalışıldığı belli olan bir şekilde bıraktılar. Başından beri olan biteni yol arkadaşı Yorgo’nun yanında izleyen Topal Ağa o zaman masa üzerinde yatan köpek eniklerinin usulcacık soluk alıp verdiklerini fark etti. Hayvancıklar yaşıyordu ama tören için uyutulmuş olmalıydılar.
      Ziller tekrar duyuldu. Bu defa iyice ağır bir tempoda çalıyordu. Anlaşılan tören henüz sona ermemişti. Altı çömez bellerindeki son örtü olan yaprak yumaklarını da çıkardılar. Dallardan ve yapraklardan oluşan yumaklar be defa yavru köpeklerin üzerlerine örtüldü. Zilleri temposu gene arttı, davulların sesleri, zillerin ince seslerini bastırdı. Tempo yükseldi, yükseldi. Üçüncü kere çalan gong sesiyle aniden durdu. Zethos ayağa kalkmıştı. Elindeki kadehi havaya kaldırdı...
     “Hekate aşkına ! "  Uzaklardaki koro yanıt verdi.
     “Hekate aşkına !! "  Kalabalık koroyu izledi.
     “Hekate aşkına  "
      Zethos, sol elindeki asayı yere vurdu Kadeh tutan eliyle birlikte yamakların ellerinde ve havaya kalkmış olan bıçaklar indi. Bir dakika sürmemişti ki bıçakların uçlarında köpek yavrularının başları duruyordu. Kalabalıkta korkunç bir bağırış koptu. Zethos yerine oturduğunda kalabalık az önce çömezlerin durumuna düşmüştü. Çılgınlar gibi bağırıyor, haykırıyor çığlıklar atıyordu. Bir kaç dakika sonrasında, altı minik kafa bıçakların ucunda, bıçaklarda birer sırığın ucunda olmak üzere meydanın çevresine dikilmişti. Başsız gövdeler ise çarçabuk yüzülmüş ateşte çevriliyordu. Yanık et kokusu, havadaki kesif ter ve içki kokusunu bastırmıştı.
      Topal Memet, gördükleri karşısında dona kalmıştı. Yıllardır cenklere katılmış, sayısız kereler kopan, kesilen kollar bacaklar hatta kelleler görmüştü. Hiç biri onu şu dakikaya kadar yaşadıkları kadar iğrendirmemişti kendisini. Yine de tepkisini hemen yanında oturan Yorgo’dan gizlemeye çalışıyordu. Çünkü yanındaki yaşlı nalbant olan biten karşısın da memnundu, neredeyse göbek atacaktı. Allah'tan bu yaşadıkları fazla uzun sürmedi. Yiyip içmeler çoğaldı, neşeli kahkahalar tüm meydanı kapladı. Birkaç saat sonrasında törene katılanlar içkiye dayanamamış birer ikişer sağa sola sızmaya başlamışlardı.
      Ortalık iyice sessizleşmiş olsa da yattığı yerde uyumayan iki kişi vardı. Topal Mehmet ve Amphion. Topalın kafasına "acaba benden başka Türkmen var mı?" sorusu takılmıştı. Gördüklerinin karşısında bir tanıdık yüz aramak bile aklına gelmemişti. "Yarın gündüz gözüyle araştırırım" kararına varınca biraz olsun rahatlamıştı. Az sonra yanında horuldayan Yorgo'ya katıldı.
      Amphion ise gözlerini ağaç dallarının arasından ışıldayan yıldızlara dikmiş düşünüyordu. Uzun zamandır bir tehlikenin yaklaştığını hissediyordu. Gökyüzünden gelecek olan bir tehlike gün gün saat saat yaklaşıyordu. Anlamadığı, bilemediği bir nesne kendilerine doğru ilerliyordu. Kendilerine yakınlaşanın kötü olduğunu  zarar vereceğini biliyordu, yüreğinde hissediyordu korkuyu, aklına geldikçe titreme alıyordu bedenini, saç diplerinden terler fışkırıyordu. Truvalı prenses Kassandranın laneti kendisinde de vardı. Neler olabileceğini biliyor ama bildiklerine kimseyi inandıramıyordu. iliyordu.
   Rüyalarına giren, kocaman gümüş rengi bir nesneydi. İlk başta görmeye başladığı rüyaları ve hissettiklerini kardeşine anlattığında ikizi kendisine inanmamıştı. Sonra ne olduysa düşüncesini değiştirmiş bu töreni planlamıştı. Zethos, her ne kadar onu ciddiye almasa hatta kullanmaya çalışsa da kendisi iyice yakınlaşan o nesnenin kutsiyetine inanıyordu. Geceyi pırıltılı bir yorgan gibi sarmalayan yıldızların arasından çıkıp gelecek olana inanıyordu.
      “Anchilie" dedi usulca. “Tanrıların kalkanı... Biliyorum geleceksin ama gelişin felaketimiz olmaz umarım" Kendi kendine konuşmakta olduğunu fark edince bir an çevresine bakındı. Son zamanlarda bu alışkanlığı artmıştı. Tekrar düşüncelere daldı. Bu defa konuşmamaya özen gösteriyordu "Zethos söylediklerinde haklıydı. Dedelerinin yaşadığı o altın çağda yaşamak isterdi doğrusu. Ya o kitapta okudukları, Halikarnosos'lu ünlü gezginin yazdıkları. Pers imparatorluğuna karşı gelebilen, büyük cihangir Aleksandr'a direnen soylu ataları. Zenginlik ve ihtişam dolu yıllar.
      Sonra... Sonra bir gerileme ve çöküş, yokluk, yoksulluk. Her şeyi yakıp yıkan persler, ellerinde ne var ne yoksa alıp götüren Latinler, Romalılar, Bizanslılar, Cenevizliler Venedikliler en son gelen Türkmenler. Şehrinin ve kadim dine inananların yaşadığı acılar ve bu acılardan kurtulma kurtulma düşüncesi, bütün bu öğrendikleri Amphion'u o altın çağın dinine yöneltmişti. Gençlik yıllarında tanıdığı gizli dinin, gizli ama güçlü ilahesine tapmaya başlamıştı. O Din ki; eski mutlu ve güzel günleri vaat ediyordu, kendisine güç ve kuvvet veriyordu. Veriyordu ama şimdi uyuması gerekiyordu, sabaha az bir zaman kalmış olsa da uyumalıydı ne de olsa yarın büyük bir gün olacaktı.
      Topal Memet uyandığında güneş çoktan tepelerine varmıştı. O meş'um kazadan sonra evde yatmaya alıştığı için toprakta uyumak her tarafını ağrımıştı. Doğrulmak istedi ama yanı başında hala horuldayan Yorgo' yu görünce vazgeçti. Gecenin davulları kulaklarındaydı hala.  Kendini tekrar toprağın sert kollarına bıraktı. Yattığı yerden hareketlenmenin başlamasını, seslerin çoğalmasını izledi. Saatlerdir henüz yaş sayılabilecek bir toprakta uyuduğu için bedeninin bütün uzuvları ağrımıştı. Yattığı yerden çevresini incelemeye başladı.
      Alçak hatta çukur sayılabilecek bir yerde uyumuşlardı. Sağı solu yıkılmış mermer bloklarla çevrelenmişti. "Allah korumuş ya biri üzerimize devrilseydi" diye düşündü. Ayağa kalktı. Kollarını açtı gerindi. Bulundukları yer bayır aşağıydı. Yalnızca yıkıntıların çevrelediği düzlük vardı. Yukarı doğru baktığında çalılar, ağaççıklar ve ağaçlardan oluşan bir orman tepelere kadar uzanıyordu. Aşağıya doğru baktığında da aynı ormanlık arazi vardı ama tek fark dalların ve yaprakların arasından görünen mavi pırıltılardı. "Deniz" diye mırıldandı Mehmet Ağa. Çok ötelerde ise karşı sahilde yükselen dağlar vardı. Aynı dudaklar bu kere de "Samos Adası" diye mırıldandı.
     Gece, köşeye bucağa yerleştirilen meşalelerin ışığında hak etmediği kadar azametli görünen açıklık, güneş ışığında eski alçak gönüllü haline bürünmüştü. Her yönde göze görünen bir hareketlilik vardı. Dün gece ayinde çıldıran, sonra verilen ziyafette tıkınıp zıkkımlanan, kendinden geçen insanlar, sızdığı çalı diplerinden, ağaç arkalarından, yıkılmış irili ufaklı mermer blokların çevresinden birer ikişer çıkıyorlardı. Çevreye bakınırken gözü mermer tahta takıldı Topalın. Zethos bütün kibirliliğiyle oturmaktaydı. Bütün bu dağı, denizi ve adayı o yaratmış ve yarattığı dünyayı seyrediyor zannederdiniz.
      Etrafına belli etmemeye çalışsa da bir hayli heyecanlıydı Zethos. Uzun zaman düşünmüş çok ince ayarlı planlar yapmıştı. Yaptığı planlardan dolayı kendi zekasıyla gurur duyuyordu. Khios'taki arkadaşları yanılmıyorsa, bugün tüm insanları kendisine bağlayacaktı. Yaşlı bunak Pitteus'un söyledikleri ile kardeşinin anlattığı rüyalar üst üste çakışıyordu. Üstelik bütün bunlar "Kanlı Günler"e denk geliyordu. Tanrılar böyle olmasını istedikleri için bu olsa olsa ilahi bir rastlantıydı. Gerçekleşirse Ben yaptım diyecekti. Belki bir Aziz, peygamber olacaktı. Kafasının içindeki hoş düşünceler dudaklarına hafif bir gülümseme olarak yayıldı. O gülümsemeyi ise ellerini eteklerini öpmeye çalışanlar Başrahibin bir lütfu olarak yorumluyorlardı.
      Pitteus, kuzeyde denizin karşısında bir ada olan Khios'un dağlarında kendi halinde yaşayan bir bilgeydi. Toplumdan uzaklaşıp kendisine bilime vermişti. Halktan uzak yalnız yaşıyor olması O'na deli, bunak, kaçık gibi unvanlar kazandırmıştı. Zethos geçen yıl tarikat arkadaşı saydığı bu adama ziyarete gittiğinde önemli bilgiler edinmişti. Adamın gerçekten kaçık olduğuna karar vermişti okuduğu o kocaman defterleri kitapları gördüğünde. O zaman Pitteus bu günü işaret ederek
      “Yaptığım hesaplamalara göre gelecek yıl baharda" demişti yaşlı bilge. "kanlı günlerin başlangıcında gündüz vakti gece olacak" demişti. Zethos daha o cümleleri duyduğunda neler yapması gerektiğini planlamaya başlamıştı. Neyin nasıl olacağını öğrenmek için arkadaşını ısrarla sorgulamış ama "öğleden sonra" dan daha ayrıntılı bilgi alamamıştı.

      Mehmet ağanın başı müthiş ağrıyordu. Bir gece önce ister istemez ortama uymuştu. Gençliğinde pek sevdiği, ama sonradan bıraktığı mereti içmeyi reddetmemişti. Hoş böyle bir şeyi yapsaydı çevresinde kuşku uyandırırdı da. Yani bir nevi görev saymıştı içmeyi, üstelik tanık olduklarını, yaşadıklarını ancak içki hazmettirebilirdi.
       Sağa sola ilgisizce bakınırken meydanın gün batımı yönünde yapılan hummalı çalışmayı fark etti. Fazla meraklı olamayacağını ve çok soru soramayacağını biliyordu. Kaçamak bakışlarla bir süre olanları anlamaya çalıştıysa da bir zaman sonra ayakları dibinde horuldayan yol arkadaşına kaydı. Yaşlı nalbant rüyasında kimbilir hangi hurilerin koynunda dün gece bıraktığı gibi horuldamaya devam ediyordu.
        “Yorgo!...Yorgo !..."
      Sesine bir yanıt alamadı, ayaklarının dibinde ki yağ külçesi öylesine bir kıpırdandı sonra gene öylece kaldı. Mehmet ağa bir kere daha seslendikten sonra üstelemedi. Sağda solda Yorgo gibi çok kişi vardı horuldayan. "Demek ki henüz uyanma vakti gelmedi" diye düşünüyordu. Aklına Süleyman Ağasının sözü geldi. "Oraya vardığında ağzını sıkı tut ama gözünü ve kulağını iyice aç" demişti. Oturabileceği bir yer arandı, düz bir taşa iğreti bir şekilde oturdu.
      Bir gurup çömez çalışıyorlardı, başlarındaki yaşlı kişi işi idare ediyordu. Neler olup bittiğini oturduğu yerden tam olarak göremiyordu. Görebildiği gençlerin aynı boydaki uzun ağaç dallarıyla uğraşmasıydı. Uzun ve düzgün dallar birlerine birleştirilmeye çalışılıyordu. Önce bir parmaklık veya hapishane yapıldığını düşündü. Biraz ötelerde benzer faaliyetler olduğunu görünce, neler olup bittiğini anlayabilmek için biraz daha zaman geçmesi gerektiğini anlamıştı.
     Ağaç dallarından parmaklık yapılmaya çalışılan yerin az ötesine de basamaklarla çıkılan yüksekçe bir yer yapılıyordu. Her şey ağaç dallarından ve kütüklerden yapılmaya çalışılıyordu. Kütükler ve dallar usta eller tarafından bir birlerine sarmaşıklarla bağlanıyordu. Dört ayak üzerine bir oda inşa ediliyordu sanki. Bir zaman sonra ise beri yanda yapılan parmaklık benzeri ağaç nesne odanın tavanı olacak şekilde birbiri üzerine konuldu. Mehmet Ağa ne yapıldığını anlamaya başlamış gibiydi.
      “Nerelere bakıyorsun vre Topal" Ses daldığı düşüncelerden uyandırmıştı Mehmet Ağayı. Bir an sıçradı, kendini çabucak toparladı.
      “Ne zaman yemek yiyeceğiz, acıktım" dedi. Adama fırsat bırakmadan önce kendisi konuşmaya başlamıştı. “Karnım gurulduyor, çevrede yiyecekle ilgili hiç bir hareketlenme yok, üstelik kafam kazan gibi" dedi. "Deminden beridir bakınıyorum ama bir kişi bile bir ihtiyacı var mı? diye sormadı. Sözü daha da uzatmasına gerek kalmamıştı. Adam koca bedeni zorlukla taşıyan bacaklarını elleriyle destekleyerek yerinden doğruldu. Kalkar kalkmaz karşısında Rahibi görünce durdu. Gözlerinden bir korku bulutu geçmiş gibiydi. Mermer koltukla birlikte yontulmuş gibi oturan Zethos'u başıyla selamladıktan sonra alçak bir sesle
      “Çalışmalar erkenden başlamış" dedi. Başının belli belirsiz hareketiyle ötelerdeki çalışmaları gösteriyordu. Topalın aradığı fırsat doğmuştu.
      Bende fark ettim ama bir anlam veremedim. ilgisiz görünmeye çalışıyor, fazla sorularla kuşku uyandırmak istemiyordu. Yoldaşı uzun süre bir tepki vermeden olanları izledi. Topal Ağa sabırla bekledi. Adamdan bir yanıt, bir açıklama gelmeyince tekrar sormak zorunda kalmıştı.
     “Orada ne yapmaktalar ki?" dedi. Yanıt isteksiz bir şekilde geldi yoldaşından
      “Herhalde bu günkü törenin sunağını hazırlıyorlar" "Tabii ya bu bir sunak olmalı?" diye düşündü. Dün gece ki köpek yavruları aklına gelmişti. Bu caniler kurban edeceklerdi acaba.
      “Bu gün martın yirmi biri, yani "Kanlı Günler"in sonu. Topalın yüzündeki aptalca ifadeyi görünce gülmeye başladı.
      “Kanlı Günler bizim kadim dinimizde büyük törenlerin yapıldığı bir bayramdır. Kurban edilen altı yaşında bir boğa ile başlar." Mehmet Ağa belli etmeden bir oh çekti. Hiç olmazsa bu kere doğru dürüst bir kurban olacaktı kesilen. Kanlı Günler boyunca yenilir içilir, ibadetler ve eğlenceler iç içedir. Kanlı günlerin sonunda ise çömez rahipler kutsanarak Rahip; Rahipler ise Başrahip olur" dedi.
      Ne ile kutsanma. Yine kanla mı? Yorgo, çevresinden utanmasa kahkaha atacaktı.
      Çömezler kendilerinden bir parçayı keserek Yüce Hekate adına kurban ederler. Elleriyle cinsel organını işaret ediyordu. Mehmet Ağa irkildi. Az kalsın,  Sen o nedenle mi evlenmedin? deyiverecekti. Çünkü ilk tanıştıkları günlerde, Yorgonun hiç evlenmediğini öğrenmişti. Adam ciddi bir ses tonuyla anlatmaya devam ediyordu.
     “Gençliklerini, cinselliklerini Hekate için ve O' nun aşığı Adonis için kurban ederler. Ulu bir çam ağacının dibine gömerler Bu defa Mehmet Ağanın elleri istem dışı bacaklarının arasına gitmişti. Yorgo, kendini tutamayıp basmıştı kahkahasını.
      Korkma Birader. Sen hem genç değilsin hem de sünnetlisin. Seninkinden kurban olmaz. Arkadaşının tepkisi hoşuna gitmişti, bir zaman gülmeye devam etti.
      O çömezler kendi istekleri ile hadım oluyorlar, onları bu konuda zorlayan yok. Üstelik bizim dinimizde rahip olmak kolay değil" dedi. Bir an ciddileşti. Yeni bir konuya girecek gibiydi. Mehmet Ağa bunu sezinleyince şakaya devam etti.
“Kesilen parçaları yemeklere katmıyorlar değil mi?" Bu şakasına karşısındaki adam hiç gülmedi.
      “Bak Turko birader" diye söze başladı. Sanki biraz önce kahkahalar atan kendisi değildi  "Bizler gençliğimizi, ömrümüzü Yüce Tanrıça için veririz. Çünkü O'na aşığız, çünkü hepimiz birer Adonis' iz. Tıpkı yüzyıllar önce yaşamış Adonis gibi kendimizden bir parçayı severek O'na veririz. Sizlerin yaptığı gibi sembolik olarak değil. Onları bir çam ağacının dibine gömeriz mor menekşelere dönüşsünler diye. Senin zannettiğin gibi yemeklerimize katmayız." dedi. Topal şakayı yaptığına yapacağına pişman olmuştu. Konuşmalar tehlikeli bölgelere kayıyordu. Aklına durumu toparlayabileceği konu olarak içki ve yemek geldi.
      Dün geceki ziyafet çok güzeldi. Kanlı Günlerde hep böyle mi oluyor" Karşısında ki adam anlamamıştı. O'na fırsat vermeden ekledi. Sahi bize ne zaman yemek verecekler, kurt gibi acıktım da." Olabildiğince sevimli olmaya çalışarak Yorgo’nun yüzüne gülümsüyordu. Gülümsemesi uzun süre karşılıksız kalmadı. Bir kaç saniye sonra adam da gülümsedi. Ağzından neredeyse salyalar akacak gibi
      “İçki, yemek ve kadınlar istersen delikanlılar olacak tabi. Ama önce tören bitmeli ki yeni rahip olacakları ve Başrahibi kutsamış olalım. Hele bir Zethos ve biraderi Amphion Başrahip olsun da." dedi.
      “Zethos Başrahip değil mi?"
      “Bir tek başrahibimiz var. Benim bu dini bulmama yardımcı olan Bilge Aiptos, törenler tamamlanınca da Zethos ve Amphion. Yorgo mırıldanır gibi devam etti.  Güçlü Tanrılar bilir Aiptos kaç yaşında." Bakışları daldı. "Ben yeniyetmeyken bile Aiptos yaşlı bir bilgeydi." Bakışlarını az önce göz göze geldiği Zethos'a çevirdi. Bir anlık sessizlikten sonra
      “Bakalım kan banyosundan sonrada böyle oturabilecek mi?" Topalın bir şey demesine fırsat bırakmadan devam etti. Açlığımızı yatıştırabilecek bir iki lokma araştırayım" dedi. Yerinden doğruldu. Topal sesini ardından yetiştirebilmek ister gibi acele ile konuştu.
      “Ya kadınlar, kızlar" Şişman beden bir kaç adım sonra geri dönüp; Kadınlar en sona sevgili dostum" dedi. Kahkahalar atarak gittikçe artan kalabalığa karıştı. Bu Topal Mehmet Ağanın Nalbant Yorgo'yu son görüşü olmuştu.

      Sabahın erken saatlerinde uyanmıştı Zethos. Oturduğu yerden poposunun uyuşma pahasına kıpırdamadan çalışmaları izliyordu. Gözü bir gün önce yerleştirdiği güneş saatindeydi. Pitteus' tan almış ve nasıl kurulacağını iyice öğrenmişti. Güneş tepelerinde ilerledikçe, saatin ortasındaki metal çubuk, işaretli yere yaklaştıkça heyecanı artıyordu. Çevresine bakındı, insanlar meydanı doldurmaya başlamıştı. Onlarında  yemek yemediğini, hatta kahvaltı bile yapmadığını tahmin ediyordu. İzleyicilerinin aç olmaları doğrusu işine de geliyordu. Açlık, bekleyişi ve ilgiyi diri tutardı. Üstelik metal çubuğun gölgesinin ilk işarete gelmesine az bir zaman kalmıştı.
      Meydanı dolaşanların ilk anda fark edemeyecekleri bir yerden çıktı gerçek Başrahip Aiptos. Aniden belirivermiş gibi. Zethos bile bazen imrendiği bazen kıskandığı hocasının aniden ortaya çıkıvermesine şaşırmıştı. Kalablıktaki uğultu kesilmiş derin bir saygıyla iki yana açılmıştı. Yaşlı Başrahip, asasına dayanarak ağır adımlarla meydanın ortasına doğru yürüdü. Kalabalığın arasında adı bir efsaneden bahsediliyormuş gibi yankılanıyordu. Meydanın diğer ucundan da Amphion'da yürümeye başlamıştı tahtında oturan Zethos'a doğru.
      Üç bilgenin de meydanda olduğunu görenler sağdan soldan geliyor, meydanı dolduruyordu. Fısıltılar aleni konuşmalara dönmüştü. Bir kaç dakika sonra mermer tahtın önündeki güneş saatinin çevresinde içeride üç rahip dışarıda çömezler onunda dışında kalabalığın olduğu halkalar oluşmuştu.
      Zethos, yaşadıklarından memnundu, belki de yaşamının fırsatını yakalamıştı. Kafasını kaldırdı, güneşe baktı. Gökyüzünde parıldayan güneş onu endişelendirdi. "Acaba bunak Pitteus yanılmış mıydı?" Bakışlarını usulca önünde dikili bakır çubuğa ve çubuğun dikilmiş olduğu mermer bloğa baktı. Çevresinde halka olmuş bakışların kendisini izlediğini biliyordu. Hareketlerine bir esrar bir gizem vermeye çalışıyordu. Ağır hareketlerle eğilerek yanında duran yaşlı bilgenin eteklerini öptü, zamanı iyi ayarlamalıydı. Kendisini gören kardeşi de diz çökmüş durumdaydı. Herkesin duyabileceği bir sesle
      “Dualarını bizlerden esirgeme yüce Aiptos" dedi. Yaşlı başrahip, asırlık bedeninden umulmayacak gürlükte bir ses tonuyla eski ve az bilinen bir duaya başladı. Sesi titriyor, dalgalanıyordu. Çevreden çıt çıkmadığı için sesi meydandaki herkes tarafından duyuluyordu. Kenti ilk kuranların önemsediği akustik özellikler yıkıntılar arasında hala hissediliyordu. Arada sırada iki kardeş, pirlerinin dualarına yüksek sesle katılıyorlardı. Çömez rahiplerin ellerinde birer buhurdanlık belirmişti, dua eden Rahiplerini ve sessiz kalabalığı kutsuyorlardı.
      Zethos, belli etmemeye çalışsa da durumdan hoşlanmamıştı. O'na göre yaşlı bunak ne yapmış ne etmiş törenin inisiyatifini ele geçirmişti. Bakır çubuğun gölgesi ikinci işarete yaklaşmaya başlayınca elindeki asayı yukarı kaldırdı. Kalabalığın dışında bekleyen görevlilerden biri işareti görmüştü. Tüm duaları ve ilahileri bastıran gong sesi duyuldu. Gong sesi Zethos'un sesinin tekrar duyulmasına neden olmuştu. İkinci plana düşmüş olan yaşlı Başrahibin duaları sürüyordu. Zethos’un elindeki asa bir kere daha kalktı ve indi. Peşinden gongun sesi tekrar dağlarda yankılandı. İkinci Gong Aiptos' un dualarını kesmesine neden olmuştu.
      “Önce boğa kurban edilecek, çömezlerim boğanın kanı ile yıkanacak. Ardından kutsal kanın arındırdığı bedenler, en önemli uzuvlarını Hekate'ye kurban edecekler. Eğer Yüce Hekate, Altın çağın Tanrıçası sunulanları kabul ederse, yeryüzü güpegündüz geceyi yaşayacak."
      Zethos, iyi bir konuşmacıydı, nerede sesini yükselteceğini, veya fısıltı havasına büründüreceğini, nerede duracağını ve nasıl konuşacağını iyi biliyordu. Kitlesi ona harfiyen uyuyordu, bir sözü ile çılgınlar gibi bağırıyor bir hareketi ile süt dökmüş kedilere dönüyorlardı.
      “Gündüzün içinde yaşanacak gecede gerçek kurbanların kanları Hekate için akacak. O küçük kalplerden akacak tertemiz kanlar bizlere hayat bahşedecek. O kanlar, sizlere zaferler getirecek, Hekate, düşmanlarımızı kahredecek. Yine sustu. Kalabalığın bağırışları istediği etkiyi oluşturduğunun göstergesiydi. "Gerçek kurbanlar…Küçük kalpler…"

      Kalabalığın içinde olan biteni anlamaya çalışan Topal Memet Ağanın kafasında bir kıvılcım çakmıştı. "Gerçek kurbanlar" Bir an Beyinin sözleri aklına geldi. Koca Mikal dağının öte yanındaki köyü ve köyünden bir zaman önce kaybolan küçük çocuk aklına geldi. Silah arkadaşının arkadaşının kızıydı. Bir gün evinin önünde oynarken annesinin ve komşularının gözleri önünde kaybolmuştu. Hani "kaşla göz arasında" dedikleri türden bir olaydı. Uzun süre arandıktan sonra bulamamışlar, kurda kuşa yem olmuştur diyerek aranmaktan vazgeçmişlerdi.

      “O kanlar benim liderliğimi, benim önderliğimi sizlere kabul ettirecektir. Yalnızca siz dostlarıma değil düşmanlarıma da. Bizleri Ulu Hekate'nin yolundan döndürmeye çalışanları kahredecektir. O altın geçmiş, mutlu bir gelecek olarak bizlere geri dönecektir".Zethos bir yandan konuşuyordu ama diğer yandan bakışları ara sıra saate kayıyordu. Mermer bloğun üzerindeki gölge dairesel bir hareketle son işarete yaklaşıyordu.
      Üç dört kişinin güçlükle zapt edebildiği bir boğa hazırlanan ızgaranın üzerine çıkarıldı. Yamacın eğiminin fazla olduğu bir yerde sunağın hazırlanmış olması işlerini kolaylamıştı. Boğanın sunağa çıkarılması ile birlikte bir gece önce köpek yavrularını boğazlayan altı çömez belirdi. Üzerlerinde beyaz bir entari vardı. En azından sunağa çevrilmiş ağaç dallarının altına giresiye kadar beyazdı.
      Aiptos’un sesi tekrar duyulmaya başlamış, meydanı dolduran kalabalığın seslerini bastırmıştı. Dualar, ilahiler peş peşe okunuyordu. Dua bilmeyenler ise aralarda, sallanıyor, kendince bir şeyler okuyorlardı. Bir önceki gece sabahlara kadar çalınan davullar ziller gene başlamıştı. Zethos, hem Aiptos u izliyor hem de güneşi takip ediyordu. Bir an gözleri parıldadı, hava kararıyor muydu ne?

      Mehmet Ağa gözlerini iyice açmıştı, olan bitenin dışında kalmak istemiyordu. Altı yaşında olduğunu öğrendiği boğa, ite kaka tahta ızgaranın üzerine çıkarılmış, yere yatırılmıştı. Hayvanın her hareketiyle bir gün önce yapılan ağaç sunak çatırdıyordu. Boğanın yanı başında, ızgaranın altında duran altı çömez gibi giyinmiş biri vardı. Kasap veya cellat olmalı diye düşündü Mehmet Ağa. Dikkatini kurban törenine yoğunlaştırmak istiyordu ama istediğini bir türlü gerçekleştiremiyordu. Olaylar gözlerinin önünde hızla yaşanıyordu ve şimdi de hava kararmaya başlamıştı. Acaba başrahip kılıklı o sevimsiz adam doğru mu? söylüyordu. Davul ve zil seslerinin arasına dua ve ilahi okuyanların sesleri karışıyordu. Kalabalığın içinden birinin bağırtısı işitildi.
      “Bakın... Bakın gece oluyor." İnsan denizinde bir dalgalanma oldu. Gerçekten de hava belirgin bir şekilde kararmaya başlamıştı. Bütün başlar gökyüzüne çevrildi, güneş gökyüzünde parıldamaya devam ediyordu. Vakit öğle saatlerini henüz geçtiği halde akşam olmak üzereymiş gibi hava kararıyordu. Bir gong sesi daha duyuldu, ses ile birlikte meydanlık derin bir sessizliğe büründü. Onbeş yirmi saniye geçmemişti ki yamacın aşağısından, ağaçların çok ötesinden bir gong sesi karşılık verdi. Bu denizin karşısından gelen bir yanıt olmalıydı.
      Gong seslerini, Zethos'un sessiz işareti izledi. Yukarıdan aşağı inen el ile birlikte koca boğanında boynuna bıçak inmişti. Hayvan debelenmeye başladı. Sunak çatırdıyor ama sağlamlığını da belli ediyordu. Izgaraya, ızgaranın altına kanlar akmaya başladı. Altta duran altı genç üzerlerindeki tek parça elbiseleri çıkarmışlardı. Üryandılar, yalnızca ince bir sarmaşık ve ucunda sallanan bıçak kalmıştı elbise niyetine. Damlalar önce minicik kırmızı lekeler oluşturdu beyaz tenlerde, sonra kırmızı lekeler birleşti, çoğaldı. Olay tam anlamıyla bir kan banyosuna dönüşmüştü. Çömezler bir damla kanı bile ziyan etmemek için birbirleriyle boğuşuyorlardı adeta.
      On iki İon'ya kenti bizimle. Zethos'un gür sesi yeniden duyulmaya başlamıştı. “Karşıda Samos ta da benzer törenler yapılıyor. Fokhia da Prien de Myus ta uyanık. Tüm İonların yürekleri birlikte atıyor. Tüm İonların yürekleri Hekate için atıyor" diyordu. O konuştukça hava kararmaya devam ediyordu. Zayıf bir ses daha duyuldu. Aiptos sunağın altındaki kan revan içindeki gençlerin yanına gelmişti.
      Yaşayan tek Başrahipleri yanına vardığında gençler üzerlerindeki tek giysi olan sarmaşık kemerde asılı küçük bıçakları çıkardılar. Bir gece önce köpek yavrularını kestikleri bıçaklar, alaca karanlıkta ışıldadı. Alt dalları sunağa değen ulu çam ağacının gövdesinin önünde diz çöktüler. Bu törenin çalışmasını yaptıkları uyumlu hareket etmelerinden anlaşılıyordu. Ağızlarından küçük birer çığlık çıktı. Ağacın dibinden çıkan bir kaç kişi bir yandan yaralı çömezlerle uğraşıyor diğer yandan toprağı eşeliyorlardı. Çömezler kendilerinden kestikleri parçalarını Tanrıçalarına sunmuş, artık birer Rahip olmuşlardı.
      Amphion’un rüyalarının ve Pitteus'un kehanetinin doğru olup olmadığını anlamak için çok az bir zaman kalmıştı. Zethos'un gözü tekrar ortadaki güneş saatine kaydı. Alaca karanlıkta saatin ortasındaki çubuğu zorlukla seçebilmişti. Şu dakikadan sonra saate de gereksinimi yoktu. Saniyeler geçtikçe Khios’lu Aziz Pitteus'unda, ikiz kardeşi Amphion'unda haklılığı anlaşılır olmuştu. Yine de zamana ihtiyacı vardı.
      “Dua edin kardeşlerim... Yakarın Tanrılara." diyerek tekrar bağırmaya başladı. Bir ara kaçırdığını zannettiği kontrolü tekrar ele geçirmişti.
      “Gündüzün içinde gece yaratan Hekate için dua edin. Yüce Tanrıça'mızın tüm düşmanlarımızı kahretmesi için yalvarın. Gündüzün içinde yaşanacak geceden bizi koruması için yakarın. Bizleri geceden kurtarsın ama düşmanlarımızın hepsi gecenin karanlığında boğulsun diye yakarın."
      Mehmet Ağaya kalabalık sanki çoğalmış gibi gelmişti. Az önce katledilen boğanın ölü bedeni ızgaranın üzerinde kalakalmıştı. Gözleri sunağın altındaki genç çömezlere kaydı, altı genç sarhoş gibi olmuşlardı. Ne yapacağını bilemez durumdaydılar, belli ki ilaç verilmişti kendilerine. Düşününce, bu çılgın kalabalığa karşı yapacak bir şey bulamıyordu, beklemeye devam edecekti çaresizce.
      Zethos, ağır hareketlerle oturduğu yerden kalktı. Etrafını çevreleyen insanları yararak sunağın altına doğru yürümeye başladı. İşin havasına çoktan girmişti bile. Çevresindeki kişiler bedenine ellerini sürsün, elbisesini öpebilsin diye yarışır olmuşlardı. Beklediği son gonga az bir süre kalmıştı. Sunağın altına vardığında yukarıdan ızgaradan hala kanlar damlıyordu.
      Sunağın altına vardığında sağ dizini yere koydu, o anda Gong sesi duyuldu. İnsanlar alışmışlardı her gong sesinden sonra sessizliğe bürünüyorlardı. Kendisini izleyenlerin şaşkın bakışları altında belindeki kemeri çözdü. Sırtındaki elbise sıyrılıp yere düşünce pörsümüş etleri meydana çıkmıştı. Kafasını öne eğip bir heykel gibi öylece kalakalmıştı.
      Sunağın arkasından aynı giysiyi giymiş altı kişi çıktı, altısının da ellerinde birer meşale vardı. Meşalelerin ışıltıları, havanın bir hayli karardığını belli ediyordu. Altı meşaleli adam, yolun sağına ve soluna yerleşti. Peşlerinden altı kişi daha belirdi, kucaklarında süslü örtülerle gizlenmiş bir şeyler taşıyorlardı. Düzenli adımlarla sunağa çıktılar. Eşgüdümlü hareketlerle ellerindeki kurbanları önceden hazırlanmış yerlere bıraktılar. Aşağı baktıklarında donmuş gibi hareketsizce duran Zethos'u görmüşlerdi.
      Amphion şaşırmıştı, töreni çömezlerin Hekate'ye kendilerinden birer parça sunmasıyla bitti sanırken yukarıya altı kişi çıkmıştı. Kardeşinin, kendi kafasına bir şeyler planladığını tahmin ediyordu. Aklına gelen olasılıkla belli belirsiz ürperdi. Zethos, yasaklanan asırlardır uygulanmayan bölümü mü uygulayacaktı?
      Sunağın üzerine yatırılmış kurbanlardan biri hafifçe kıpırdadı, veya bulunduğu yerden Topal Ağa öyle sanmıştı. Gölgeler varlığıyla gündüzü iyice geceye çevirmişlerdi. Diyardan diyara gezen, tüm dünyayı tanıdığını sanan Topal, tanık olduklarına inanamıyordu. Yaşadıklarının gerçek olmaması için dua ediyordu.
     Dakikalardır öylece duran Zethos bir ara başını kaldırdı. Yanı başına kadar gelen, gelişmeler karşısında öylece kalan kardeşine seslendi.
Hadi başlat töreni. Bu defa yasak tören yapılacak ve ben Başrahipler rahibi olacağım" dedi. Kardeşi hala donmuş gibi duruyordu. Bu törenin tamamlanması için mutlaka onun yardımına ihtiyacı vardı. Tekrar seslendi.
     “Böyle bir fırsat bir daha gelmez. Bırak çocuklara acımayı da töreni başlat. Ses tonu iyiden iyiye emrediciydi. Amphion olduğu yerde titremeye başladı. Köpek yavrularını anlamıştı, domuzları da, boğayı da anlamıştı, ya minik yavrular... Gözleri bir ara ikizinin gözlerine takıldı. Kan denizinde yüzen göz bebeklerini görünce kendisi bile korktu. Hırs dolu gözlerde, halkının kavuşmak için beklediği o mutlu geçmişten veya geçmek istedikleri zengin gelecekten eser yoktu.
      Zaman geçiyordu; “Sersem herif! Ne bekliyorsun başlat töreni." Gözlerin birbirleriyle teması devam ediyordu. Zethos, tıpkı avını sokmak için bekleyen yılanın tıslaması gibi konuş konuşmasını sürdürdü
      “Eğer sen yapmayacaksan yapacak birileri var nasıl olsa." Kimleri kastettiği belli olsun diye bakışlarını yanı başında duran genç çömezlere çevirmişti. "O zaman senide asi diye kurban ederler Hekate'ye, Hekate’nin ihaneti asla affetmediğini de biliyorsun." Son kelimeler üzerine basarak söylenmişti. Amphion, umutsuzca başını yukarı kaldırdı, gündüzün ortasındaki karanlık iyice çevreye iyice çökmüştü.
      “Diz çökün kardeşlerim...! Yüce Hekate'nin önünde diz çökün!  Önceleri titreyen ses konuştukça açılıyordu. "Kadim ve Kâbir Tanrılarımıza ve onların babası Zeus'a dua edin. Kendileri dünyamızı terk ettikten, vatanları Olimpos'a çekildikten sonra biz zavallı kullarına koruyucu olarak bıraktıkları kızları Hekate'ye dua edin. Kalbinizle yalvarın... Dilinizle yalvarın... Bedeninizle yalvarın. Yalvarın ki bizlere acısın, gündüzün ortasında yarattığı geceden kurtarsın. O mutlu geçmişin parlak günlerine çıkarsın."
      Topal Ağa bir an korktu. Ortada deli gibi dönerek bağıran adamın sesiyle herkes diz çöküverince O ortada sipsivri kalmıştı. Allahtan şaşkınlığı çabucak geçmiş kendisi de diz çökmüştü. Mehmet Ağa' da yalvarıyordu ama diğerleri gibi bir sürü Tanrıya değil. Bir olan Allah'ına yalvarıyordu. O'nun son peygamberi olan Muhammet'e yalvarıyordu. Dili sessizce kelime-i şahadet getirirken zihninin bir köşesi de kendilerini daha neler beklediğini anlamaya çalışıyordu.
       Zethos, kardeşi konuşurken başını yere eğmiş hafifçe sallanıyordu. Sanki transa geçmiş gibiydi ama bir yandan da düşünüyordu. İşlerin yolunda gitmesini umuyordu ama işler umduğundan çok daha iyi gidiyordu. Bir ara başını belli belirsiz kaldırdı. Denizin ötesindeki Samos adası sis ve duman içerisindeydi. Biraz daha dikkatli bakınca dumanın kaynağı olan ateşi gördü. Başını öte yana çevirince kendi yakalarında da benzer bir ateşin yakıldığını fark etmişti. Yamacın yukarılarında bir yerlerde alevler karanlığı yırtarcasına gökyüzüne çıkıyordu. Kıyaslama yapabilmek için başını tekrar karşı sahile çevirince, denizdeki hareketlenme dikkatini çekti. İçinde bir umut dalgası kıpırdandı, yoksa beklediği, kahinlerin müjdesini verdiği gelişmeler mi oluyordu.
1.bölümün devamı var...
      
Başlık: Ynt: Anchilea-bölüm 1
Gönderen: azizhayri - 28 Eylül 2015, 10:19:33
1. bölümün devamı
      Amphion, iyice açılmıştı. Yılların birikimini vermek insanları hoşnut etmek için bağırıyor, yalvarıyor sonra tekrar haykırıyordu. Sözleri duadan çok beddua sözleriydi. Bedduaların hedefi ise Romalılardı, Bizanslılardı, Cenevizlilerdi. En çokta Türklerdi. Bir an kalabalığın sükuneti bozuldu. İnsanlar arasında yamacın aşağılarından başlayan ve dalgalarla yukarılara yansıyan bir hareketlenme başlamıştı. Mırıltılar seslere sesler şaşkınlık ifade eden bağırışlara dönüşmüştü. Amphion, bunların hiç birini görmeden dualarına ve beddualarına devam ediyordu.
      Birden sert bir rüzgar çıktı. Sunağın altında çıplak bedeniyle sıranın kendisine gelmesini bekleyen Zethos ürperdi. Karanlık çevrelerini kara bir örtü gibi sarmıştı. İnsanların huzursuzluğunu gördü. Belli ki olanlardan korkuyorlardı, bu kendisine gizli bir zevk vermişti ama bu zevk içindeki sıkıntıyı bastırmaya yetmiyordu. Başını bir ara yukarı kaldırdı. Izgaranın üzerindeki adamlara baktı, töreni başlatmaları için bağırdı. Bağırdı ama şiddetli rüzgar sesini onlardan çok uzaklara götürmüştü. Üstelik yukarıdakilerin onu görecek durumları yoktu. Ahalinin içinden biri bağırdı.
      “Gökyüzüne bakın, bir şey güneşi yutuyor!" Yerde diz çökmüş bir vaziyette duranlar ızgaranın üzerinden gelen sesle başlarını yukarı çevirdiler. Güneş görünmeyen bir nesnenin arkasında kaybolmuştu. Gökyüzünde ise yıldızlar ışıldıyordu, insanlar deniz gibi bir kere daha çalkalandı.
      Zethos yaşlı Pitteus'a bir kere daha hayran oldu, bunaktı munaktı ama dedikleri bir bir çıkmıştı. Şimdi bütün iş, papazlarca yasaklanan törenin gerçekleşmesindeydi .
      “Aleko ! Aleko ! Hadi " dedi. Aleko yukarıda sunağın üzerinde kendisinden gelecek emirleri bekleyen gizli yardımcısıydı. Altı cellat küçücük bedenleri örten örtüleri sıyırdı. İlaçla uyutulan çocuklar masum bir şekilde uyuyorlardı. Uzun sivri bıçaklar çıkarıldı. Zethos hemen altlarında acele etmelerini söylüyordu. Bir yandan da Pitteus'un söylediklerini düşünüyordu. Karanlık çok uzun sürmez, ne yapacaksan o kısa sürede yapmalısın demişti. Kafasını bir kere daha kaldırdı.
      Aleko, hadi... Ödülün hazır üstelik Hekate seni onurlandıracak Biraz korku biraz vaat, bütün cahiller bu iki duyguyla rahatlıkla yönetilebilirlerdi. Hekatenin armağanları bir ödüldü sıra korkuya gelmişti. Güneşi geri getirmemiz lazım, başla artık. Sunağın üzerinde adamlar hafiften korkmaya devam ediyorlardı. Onları cesaretlendirmek ve nelerin beklediğini anımsatmak gerekiyordu. "Tören bitince seni bekleyen armağanları düşün. Kızları düşün, şarapları, eğlenceyi düşün."
      Mehmet Ağa bir şeyler yapması gerektiğini düşünüyordu. Keşke yanında bir kaç yoldaşı olsaydı. Ayağa kalktı, diz çöken insanları yararak ilerlemeye başladı. Bir kaç adım attıktan sonra tekrar diz çöktü. Çizmesinin içerisinde sakladığı küçük ama keskin bıçağını çıkardı, yine ayağa kalktı. Aksamasına aldırmadan törenin yapıldığı sunağa ulaşmaya çalışıyordu.
      Sunağın üzerinde altı bıçak havaya kalkmıştı, onları izleyen insanların yüzlerinde biraz korku biraz merak vardı. Rüzgar duyuluyordu sadece, rüzgar ve Amphion'un zayıflayan ilahileri. Bıçakları havada tutan bilekler ne kadar korkuyor olsalar da aşağıdan gelecek "Amin" sesini bekliyorlardı. Ama o "Amin" hiç gelmedi. Nereden geldiği belli olmayan bir çığlık her şeyi altüst etmeye yetmişti.
      Gökyüzüne bakın!. Söylenen sanki mutlaka uyulması gereken bir komutmuş gibi bütün başlar aynı anda gökyüzüne çevrilmişti. Gökyüzünde yıldızların arasında büyük ve parlak bir nesne kendilerine hızla yaklaşıyordu. Güneyden Samos un göğünden gelir gibiydi. Belli ki yıldızlardan veya görkemli Olimpos dağından geliyordu. Yüzler de beliren korku, uçan nesne kendilerine yakınlaştıkça çığlıklara ve paniğe dönüşüyordu. Korku zinciri, bulaşıcı hastalıkmış gibi bir anda meydanı dolduran herkese yayılmıştı.
      Amphion'un dudakları dualarla kımıldarken gözleri bütün başların baktığı yöne kaydı. Bir an kendini kerelerce gördüğü rüyalarının birinde zannetti. Karanlığın yıldızlarla bezediği gökyüzünden bir parlak cisim başlarının üzerinden akıp gidiyordu. Bir anda gördüğü rüyanın sonu aklına geldi, düşündü, bedeninde taşıdığı bütün tüyler istem dışı dikilmişlerdi.  "Kan... Kan... Kan..." "Anchilie" deyip yere kapandı.
      “Anchilie; Efsanelerin gökten düşen kalkanı. Kutsal Romanın Kurtuluşunu sağlayan kutsal kalkan Anchilie." Zethos bir an yerlere kapanmış olan kardeşine baktı. Mucize gerçekleşmişti, aklını oynatmış gibi bağırmaya başladı.
      “Ulu Hekate, bizlere kutsal kalkanını gönderdi, yerlere kapanın ey kardeşlerim, mucize gerçekleşti." Bakışları kendisi kan ile yıkayıp Başrahip ilan edecek Aiptosu aradı, göremedi. Çevresindeki herkes yerlere kapanmış korku içinde bekleşiyorlardı. O anda ayaklarını sürüyerek kendine yaklaşmaya çalışan adamı, Topal Memeti gördü.
     “Aleko ! Aleko !! Kanlar aksın artık."
      Mehmet Ağa sunağın yakınına varmıştı ama çevresinde kendisini tutan eller vardı şimdi. Bir yandan onlardan kurtulmaya çalışıyor diğer yandan bağırıyordu.
      “Uyanın bre gafiller! Görmez misiniz burada cinayet işlenecek. İnsanların kafaları karışmıştı. "Ufacık bedenlerden medet uman bir din olur muymuş" diyordu. Deli gibi esen rüzgar ağaçlar ve ağaçların dalları arasında uğulduyor sesini boğuyordu.
      Yere kapanmış olan Amphion, rüzgarın uğultusundan çok daha farklı bir vınlamayı işitmeye başlamıştı. Her şey rüyalarındaki gibi gerçekleşmeye devam ediyordu. Korkarak kafasını kaldırdı, koca kalkan başlarının üzerinde, yüzlerce metre yukarıda çakılıp kalmıştı sanki. Kalkanın efendisi, kalkanın içinden kölelerinin kendisine nasıl kulluk ettiğini iyice görmek istiyor gibiydi. Yıllar kadar uzun süren bir kaç saniye sonra Anchilie, geldiğinin tam aksi yöne kuzeye yöneldi. Yaşlı adamın ve diğerlerinin bakışları arasında Mikal dağının ardında kayboldu.  Dağın arkasında ışıklı bir yol çizer gibi kaybolmuştu ama ardında bıraktığı ses devam ediyordu.
      Törene katılanlar arasında Anchilie'nin adını önceden duyan üç kişi vardı. Bu üç kişiden en yaşlı olan Aiptos, ikiz kardeşlere daha çömezlik zamanlarında öğretmişti kutsal kalkanı. Şimdi ise yıllar önce yasak kitaplardan öğrendiği nesnenin, kafalarının üzerinden uçtuğunu ve dağın ardında kaybolduğunu görmüştü. Mikal dağının güney yamacında bir yerlere inmiş olmalıydı. Saatler boyu sürmüş gibi olsa da her şey bir kaç saniye içersinde olup bitmişti. Yalnız olsaydı yaşlı zihninin bir oyunu derdi ama meydanı dolduran onca kişi olanların canlı tanığıydı.
      Kargaşalık bir an doruğa çıktıktan sonra durulmaya başlamıştı ki düzlüğün bitip yamacın tekrar başladığı yerden ikinci bir telaş dalgası başladı. Bu seferki daha somut ve daha gerçekti. Doğrudan doğruya acı ile korku ile bağrışan seslerdi.
      “Türkler geliyor! Türkler geliyor kaçın!! " Topal Ağa Rabbine şükürler etmeye başlamıştı bile. Gönül rahatlığı ile harekete başlayabilirdi artık...


      “İşte böyle Gezgin" diyerek sözlerini tamamladı Topal Ağa .O anlattıkça genç adam hiç konuşmadan dinlemişti anlatılanları. Bir an bir sessizlik yaşandı. Kendi kendine konuşur gibi anlatmaya devam etti
      “Aylarca aralarında dolaştım. Niyetim belli olmasın diye günah içinde yüzdüm." Bir an duraladı."Yine de değdi doğrusu, Putperest kafirlerin hemen tamamı telef oldu" dedi.
      “Üzülme Tanrı senin ne için günah işlediğini biliyor. Seni affeder Tanca’lı gezgin yıllardır yollardaydı ve yüzlerce öykü duymuştu. Ama bu işittikleri gibi olanı o kadar azdı ki.
      “Başrahip, ikiz rahipler çömezler yakalandı mı ki? " Konuşmaktan bir zaman önce yaşadıklarını anlatmaktan yorulmuş olan Topal Mehmet "Yeter artık" derce sine adamın yüzüne baktı.
      “Kimi direndi, orada öldürüldü; Kimi de teslim oldu. Yargılanmak üzere Subaşı'na teslim edildi. Yaşlı Başrahip o hengame de ezilerek ölmüş. Zethos canisini de o haliyle ben yakaladım. Kurban edilmek üzere ailelerinden kaçırılan çocuklar sağ salim teslim edildi.
     “Ya Amphion, diğer ikiz kardeş."
     “Maalesef hiç bir haber yok. Günlerce izini sürdük. En son Latmos körfezinin güneyindeki dağlarda kıstırmıştık ama kaybettik. O diğerleri gibi değildi, insancıldı, babacandı ve halkı tarafından seviliyordu. Bu yüzden yerli Hıristiyanlar saklıyor olmalı." Bir kere daha sessizlik oldu. Mehmet Ağa karşısında duran esmer tenli adamın kafasından geçenleri tahmin ediyor gibiydi. Açıklamalarına devam etti.
     “Civar köylülerde bu durumdan rahatsız olmalıydı ki hem Süleyman Beyimize hem de kendi beylerine haber yollamışlar. Çünkü benim haber iletecek zamanım olmamıştı. Donanmamız denizden piyadelerimiz karadan kuşatmışlar dinsizleri. O gün şövalyelerde bizimle birlikte hareket ediyorlardı, güneş tutulması başlayınca baskın için fırsat bellemişler bu tutulmayı.
      “Küsuf” diye mırıldandı Gezgin. Güpegündüz gece olmasının nedeni küsuf yani güneş tutulması olabilirdi. “Bulabileceğimi bilsem o Amphion denilen adamı aramak istedim" dedi. Gezginin sözü henüz bitmişti ki Topal atıldı
      “Aman ha !! Süleyman Beyimizin yanında o konudan hiç bahsetme. Aklına geldikçe sinirleniyor hala. "Nasıl kaçırdık o kefere başını" deyip duruyor. Gezgin biraz daha düşündü, sorulması gereken bir sorusu kalmıştı.
      “O şeyi bulabildiniz mi? Neydi adı An..."
      “Anchilie. Doğru onu da bulamadık. Yer yarıldı da yerin içine girdi sanki." Tancalı "acaba bir hayal mi gördüler " diye düşünüyordu. Ama o kadar kişi hayal göremezdi ki. Üstelik gördüğü o koca parlak kaya parçası da vardı. Yinede sormadan edemedi.
      “Gerçekten öyle bir şey var mıydı? Yani diyorum ki havada süzülerek uçan "Kalkan" gibi bir şey. Bu sözler Topal Ağanın kızması için yeterli olmuştu.
      “Kafamdan uydurduğumu düşünmüyorsun değil mi Gezgin Birader" Derin bir nefes aldı. “Kocaman karataşı gördün, huzuruna dört kişi zorla getirdi. Öyküsünü merak ettin, ben de anlattım." Yerinden doğruldu, kapıya yöneldi. Gezgin söylediğine söyleyeceğine pişman olmuştu. Adamın tepkisi anlattıklarının doğrululuğunun işaretiydi. İkna olmuştu, yerinden doğruldu. Aksayan adımlarla yenice kapıya varmış olan Mehmet Ağayı yakaladı. Elini dostça Yaşlı Gazinin omzuna koydu.
      “Ağa kusura bakma ama inanılması çok zor şeyler anlattın, üstelik beni yanlışta anladın. Ben sadece kocaman kalkanın havada nasıl uçabileceğini merak etmiştim." dedi.
      “Bulamadık Gezgin, ne rahip Amphion'u ne de kutsal kalkanı yalnız sende haklısın, inanılması çok güç şeyler bunlar." deyip kapıdan çıktı. Gezgin kapı eşiğinde bir an durdu. On günden fazla olmuştu buralarda konukluğu. Yıllardır yollarda olmuş olmanın deneyimiyle biliyordu ki gitmenin vakti gelmişti. Süleyman beyin konukseverliğini daha fazla sınamaya gerek yoktu. Kendi kendine "Bu kadar yayla havası yeter" diyerek içeri girdi. Eşyalarını toplamaya başladı. Yeni konak yeri ise yerli halkın ayasulug dediği "Tire" olacaktı.
Başlık: Anchilea - Bölüm 2
Gönderen: azizhayri - 29 Eylül 2015, 12:14:33
                            ANCHİLEA - B Ö L Ü M   İ K İ

      Dalyanda bir kaç arkadaş içmişlerdi. Neşeli bir gecenin ardından defalarca aynı masayı paylaşan arkadaşları ukalalıklarını yapmadan duramamışlardı. Neymiş efendim "Artık içmemeliymiş, Zaten yeteri kadar içmişmiş." Arabasına kadar bu tür uyarılara devam etmişlerdi. Aslında arkadaşlarına hak veriyordu. Örneğin; Onu arkadaşlarından biri evine bırakabilirdi. Yahut ta bir taksi çağırabilirlerdi. Yine de kararım karar deyip otomobilinin direksiyonuna geçmişti. Üstelik böyle bir şey ilk defa başına gelmiyordu Sadece arkadaşlarının, birlikte içtiklerinde kendisine bir çocukmuş gibi davranmalarına içerliyordu.

      Ne kadar yol aldığını bilemiyordu. Çakırkeyif kafasının üzerine arkadaşlarının o çokbilmiş tutumlarına olan öfkesi eklenmişti. Meleke haline gelen davranışlarla aracını kullanıyordu. Kızgınlığı bir nebze azalınca dikkatini yoldan taraf yoğunlaştırabilmişti. Asfalt yol boyunca otomobilinin uzun far huzmelerinden başka bir ışık görünmüyordu. Yolun bir sağına bir soluna yönelen far ışıklarını görünce ölçüyü bir hayli kaçırmış olduğunu anladı. İyi ki geç saatlere kadar içmişti de bu saatlerde yol boştu. Gaz pedalı üzerindeki ayağının baskısını biraz azalttı.

      Bunları düşünürken az önce geçtiği üç yol ağzını fark etti. Çataldan sola yönelmesi gerekiyorken sağa sapmıştı. Yolun iki tarafında sulama kanalları olduğu için manevra yapıp dönebileceği boşluk yoktu. Gündüz vakti ve ayık olduğu bir zamanda olsaydı belki dönebilirdi belki ama şimdi macera aramaya gerek yoktu. Yolunun on-onbeş kilometre uzayacak olmasına aldırmadı yoluna devam etti çaresiz.

      Belki üç dakika, belki de bir saat geçmişti, göz kapaklarının iyice ağırlaştığını hissetti. Başka bir zaman olsa yoluna devam ederdi ama geride bıraktığı masa arkadaşlarının "Biz dememiş miydik? Ne olurdu bir kere de bizi dinleseydin..." dediklerini duyar gibi oldu. Arabayı yolun kenarına yol boyunca uzayıp giden kanalların yanına çekti. Kontağı kapattı Sönen farlarla birlikte arabasının etrafını koyu bir karanlık sardı sarmaladı. Karanlık, içki ve yorgunluk usulca bedenine uyku olarak girdi.

      Bir ses, uzaklardan, derinlerden gelen garip bir ses adamı daldığı uykudan uyandırdı. Sanki bir inilti, bir çığlıktı, bağırmak isteyip te sesi çıkmayan birinin feryadı gibi. Bir an kim olduğunu nerede olduğunu anımsamaya çalıştı. Fena halde terlemişti, bir otomobil koltuğunda uygun olmayan bir şekilde uyuya kaldığı için her tarafı tutulmuştu. Terden ve sıkıntıdan kurtulmak için kendini bir an önce dışarı atmalıydı.

      Otomobilinin kapısını güçlükle açtı, geceyi dinledi. Havanın serinlemiş olduğunu fark etti. Civarda ses seda yoktu, oturduğu koltuğun altına elini uzattı, gizlide bir yedeği olacaktı. Bir süre karanlıkta arandıktan sonra dolu teneke kutuyu kolayca buldu; sevindi. Ne de olsa içkiler onunla yakın dosttu. Beklemeden kutuyu açtı, başına dikti. Nefes alabilmek için durduğunda teneke kutunun yarıdan çoğu boşalmıştı. İkinci yudumdan sonra etrafına bakmak aklına geldi.

      Ovanın ortasında ilçeden kilometrelerce uzaktaydı. Az önceki zifiri karanlık yoktu sanki. Gökyüzünde ışıldayan yıldızlar gecenin koyu karanlığını tatlı bir loşluğa dönüştürmüştü. Neredeyse yıldızlar kadar uzakta ovanın bitip dağların başladığı yerde, İlçenin ışıkları gökyüzündeki yıldızlar gibi yanıp sönüyordu. Bir an yabancı bir yerde olmadığını hissetti.

      Bulunduğu yer belleğine tanıdık geliyordu. Gecenin sessizliğini, böceklerin kurbağaların sesleri bozuyor, uzaklardan gelen dalga seslerini duymak içinse insanın kendisini geceye biraz daha vermesi gerekiyordu. Gerçek mi? yoksa beyninin bir oyunumu olduğunu tam olarak bilemediği dalga seslerine doğru yürümeye başladı. O zaman bir asfaltta değil de şose yolda olduğunu fark etti. Yürüdükçe su sesini daha iyi duymaya başlamıştı. Önünde yükselen toprak seti aşınca hafif rüzgarda çırpınan suları gördü. Elindeki kutuda kalan son birayı da içti, boş kutuyu sulara fırlattı. Karanlık sular, kutuyu kısa bir tereddütten sonra kabul etti. Gök kubbeyi kaplayan binlerce yıldızın sularda yansımasıyla oluşan yakamoz bir saniye süren bu buluşmayı ışıltılarıyla taçlandırdı. Adam bütün bunları görmedi bile, kafasını çevirip setin üzerinde sallanarak yürümeye başlamıştı.

      Karanlıkta dakikalarca yürüdü, kafası henüz dağılmamıştı ama yürüdüğü yolun nereye varacağını biliyordu. Alkolün sisleri arasında olsa da attığı her adım belleğini biraz daha yerine getirdiğini biliyordu.  Sonunda eski ama sağlam bir evin olduğu patikaya girdiğinde eksik parçalar yerine oturmaya başlamıştı. Evin büyüklüğüyle orantılı, yılların izlerini taşıdığı her halinden belli olan bir kapının önünde durduğunda yapbozun parçaları yerine oturmuş, belleği yerine gelmişti. Yıllardır uğramıyordu ama bina da kapısı da hiç değişmemişti, nasıl bıraktıysa öylece duruyordu.

      Elleri istem dışı kapının önünde duran kocaman mermer taşa gitti. Kim bilir tarihin hangi döneminden kalan taş eşik taşı olarak yıllardır orada öylece duruyordu. Biraz zorlanmasına rağmen taşı hafifçe kaldırmayı başardı. Eli taşın altına gidince metal anahtarın nemli soğukluğunu hissetti. Uzun zaman kullanılmamanın verdiği güçlüğe rağmen bir iki zorlamayla anahtar yuvasında döndü. Peş peşe duyulan iki tıkırtıyla kapı esnedi, hafif bir itme ile de gıcırtıyla açıldı.

      Az önce, arabasının koltuğundayken duyduğu, inlemeyi andıran sesi bir kere daha duydu. Acı çeken birinin inlemesi gibi gelmişti Ona. Ensesin deki tüyler dikilmişti. Aklına, en yakın köyden bile çok uzaklarda olduğu geldi. Bir ara bu sesin eski evin döşemelerinden, kapısından ya da penceresinden gelebileceğini düşündü. Ama basbayağı insan sesiydi. "İnşallah sesi duyan olmamıştır" diye kendi kendine telkinde bulundu. Bir kaç saniye süren sessiz bekleyişten sonra o tanıdık evin tanıdık kapısından içeriye karanlığa süzüldü. Kocaman kapı menteşelerinin sonuna kadar açıldı. Ve açıldığı gibi gıcırtıyla kapandı. Birden zifiri bir karanlığın içinde buldu kendisini.

      Kapı kapandığında çocukluğunun bir Bölümünü geçirdiği bu evde yalnızdı. Zifiri karanlıktaydı ama korkmuyordu. Elini cebine attı. Çakmağını çıkardı. Çakmak alevinin solgun ve titreyen ışığında girişin sağındaki merdivenlere yöneldi. Ev yıllardır kullanılmıyordu ama sanki dün biri yada birileri gelip ilgilenmiş gibi tertemizdi. Her adımında geçmiş yılların birikimiyle inleyen merdiveni, içine sindirerek ağır adımlarla çıktı. İlk bir kaç basamakta çakmağını söndürdü. Geçmişin aydınlığı sarmıştı bütün evi. Yolu bulabilmek için ışığa gereksinimi yoktu. Alışkanlıkla Üst kattaki koridorun sonuna yöneldi. Ayakları yüzlerce, binlerce kere gidip geldiği bu koridorda yabancılık çekmiyordu. Koridorun sonundaki odanın kapısı dış kapının aksine usulca açıldı, kapı, kolunu tutan eli çok iyi tanıyordu.

Küçük pencereden vuran yıldızların zayıf ışığında odayı inceledi, içerisi hiç değişmemiş gibiydi. Her şey ama her şey yerli yerinde duruyordu. Kapının iki yanına konulmuş tahta divanlara baktı. Divanların üzerindeki tanıdık örtüler davet ediyordu adamı, direnemedi bu davete. Elbiseleriyle öylece uzandı, gözlerini kapatır kapatmaz geçmişini tekrardan yaşamaya başladı.


Yazları gelirlerdi bu eve, bir annesi, bir babası bir de küçük kardeşi vardı anımsadığı. Sert ve otoriter bir baba, babanın sertliğini yumuşatmak için yaratılmış bir anne ve kendisinden çok daha fazla sevildiğine inandığı bir küçük kardeş. Çocuklara hep sorulduğu gibi "anneni mi çok seviyorsun yoksa babanı mı?" sorusuna herkes gibi "ikisini de" diye yanıt veriyordu. İnsanlara verdiği bu yanıtın doğru olmadığını biliyordu. Yine biliyordu ki bu yanıt annesini çok sevmesine engel değildi.

      Küçük kardeşini pek sevmezdi, kıskanırdı. Kıskançlığının temelinde sevimli kardeşin daha çok sevildiği şüphesi vardı. Kendi ne kadar yaramazsa kardeşi o kadar uysaldı; Kendi ne kadar asi ise kardeşi o kadar söz dinlerdi. Ne zaman kardeşiyle tartışsalar veya çocukça kavga etseler suçlu hep kendisi çıkardı. "Sen büyüksün, sen abisin" gibisinden cümleleri hep duyardı. Tabii cezalandırılanda kendisi olurdu her keresinde. Kardeşi annesiyle bahçede otururken veya koca çam ağacının dallarına asılan salıncakta sallanırken, kendisi girişi mutfakta olan bodruma kapatılıyordu.

      Her defasında olduğu gibi haksız nedenlerle ceza aldığı bir gün, bodrum sorununa bir çare bulmuştu. Kapatıldığı o hapishaneden bir tünel kazarak kaçacaktı. Bu fikir, kapatıldığı bodrumun tabanını amaçsızca eşelediği bir gün aklına gelmişti. Toprağın girip çıktıkları kısımları iyice sertleşmişti ama duvarlara yakın olan yerler yumuşacıktı, neredeyse elleriyle, tırnaklarıyla bile kazabilirdi. Planı çok basitti, önce biraz derine inecekti, sonra bahçeyi geçip dışarı çıkacaktı. Akıllı babası, oğlunu cezalandırdığını düşünürken o özgürlüğünün keyfini sürecekti. Her cezaya çarptırıldığında çalışacak cezasının bitmesine yakın zamanlarda ise bir bahane bulup geri, bodruma dönecekti.

      Yine cezalandırıldığı bir günde, düşüncelerini eyleme dönüştürmeye karar verdi. Eski, küçük, soba küreğini bodruma götürdü. Kazacağı tünelin yönünü hesaplayarak kazmaya başladı, arka bahçe bu iş için daha uygundu. Bodrum duvarıyla bahçenin dış duvarı arasında çok mesafe vardı. Toprağın yumuşak olması işini kolaylaştırıyordu. İşin en güzel yönü ise bahçe duvarının dış tarafı çalılarla kaplıydı, bu sayede çıkışı belli olmayacaktı. Hesaplamadığı sorun ise ilk kürekte karşısına çıktı, çıkan toprağı ne yapacaktı. O soruna da hemencecik çözüm bulmuştu. Karşıya, bodrumun dip duvarının önüne yayacaktı, anne ve babasının olmadığı zamanlarda da fazlalık toprağı dışarı atacaktı.


      Yattığı yatakta bunları, çocukken yaşadıklarını düşünüyordu adam, O günlerde oldukça akıllıymışım diye mırıldandı. Yıllar acımasızca geçmiş olsa da bazı şeyleri silememişti. Yakın zamanda olup biten pek çok şeyi anımsamakta zorlanıyordu ama yıllar öncesi ne ait akılda kalması mümkün olmayacak küçücük ayrıntıları bile kolayca anımsıyordu. Sanki dünmüş gibi, babasının ona genelde çok kızdığını da anımsıyordu. Kimbilir belki de büyük oğlunun aptal olduğunu düşünüyordu. Muhtemelen, babasına olan sevgisizliğinin nedeni de bu, oğlunu hor gören küçümseyen tutumuydu. Babası ne düşünürse düşünsün o kendi zekasıyla övünç duyuyordu. Yarı uykulu uzandığı divanın da anılarının denizinde yüzmeye devam etti.

      Projesi güzelce işlerken en büyük derdin farkına sonradan vardı. Yumuşacık toprak rahatlıkla kazılıyordu, çıkanları da bodrumun dibine döküyor sonrada üzerini çiğniyordu. Zeminin bozuk olması tünelden çıkanları gizlemek için uygundu. Bir zaman sonra bodrumun duvarını zorlanmadan geçmişti. Adından da anlaşılacağı gibi bodrum, evin en altındaydı. Bu yüzden daha fazla derine inmeden yatay ilerlemeye başladı, ilerledi, ilerledi. Tünelin ucunda hesap olmayan bir duvara rastlayınca karşılaştığı problemi anladı; Bahçedeki kör kuyu.

      Kendinle övünüyordu yaşını bile anımsamakta zorlandığı yıllarda, uzun vadeli bir plan yapmıştı ve planı kurulmuş bir saat gibi işliyordu. Taa kör kuyuyu fark edinceye kadar. Kuyunun derinliği fazlaydı o nedenle altından geçemezdi. Mecburen kuyuyu çepeçevre saran kocaman kesme taşların etrafından dolaşacaktı. Kuyu duvarına rastladığında aklına gelen vazgeçme fikrinden çabuk caydı. Sonuna kadar devam edecekti. Uzun cezalandırılma dönemleri kendisi için daha cazip geliyordu. Bodrumda ne kadar çok kalırsa çalışmaları o kadar hızlı ilerliyordu.

      Tüneli ilerledikçe içi içine sığmıyordu. Babasının yüzünde göreceği şaşkınlıktan çok annesinin dudaklarında göreceği belli belirsiz gülümsemesi büyük ödülü olacaktı. Hem babasını alt etmiş olacaktı hem de annesini mutlu edecekti.

      Bir zaman sonra babası ve annesi ondaki değişiklikleri fark etmişlerdi. Ama bu değişikliklere bir anlam veremiyorlardı. Bir keresinde babasıyla annesinin ona bakarak fısıldadıklarını görmüştü. Onlara görünmeden yaklaşabildiği kadar yaklaşmıştı. Tam olarak ne konuştuklarını anlayamamıştı ama konunun kendisi olduğunu anlamıştı. Babası "Mahsus yapıyor biliyorum yine de bekleyelim bakalım arkasından neler çıkacak" demişti,  tüm duyabildiği buydu.

      Yıllar sonra, bir gece vakti düşündüğünde bütün yaptıklarının öne çıkma, göze batma, takdir görme ve sevilme isteği yüzünden olduğunu biliyordu.  Tüm yaramazlıkları, günler boyu o karanlık bodrumda kalıp tozla toprakla boğuşması hoşa gitme isteği yüzündendi. İlginin, özellikle annesinin ilgisinin o sümüklü kardeşine değil de kendisi yönelmesini istiyordu. Mutsuz olduğuna inandığı annesini mutlu etmek istiyordu. Anneciğini bir an şaşırtmak, mahzun yüzünde minicik bir gülücük yakalamak istiyordu.

      Yattığı yerden birden doğruldu, beyninin içinde yine o ses yankılanmıştı. Bunların üst üste gelmesi hayra alamet değildi. Ses bir acı çeken birinin çıkarabileceği iniltiyi andırıyordu. İçkiyi her zamankinden bile çok fazla kaçırdığını düşündü, meret şişede durduğu gibi durmuyordu. Bu yüzden, gecenin bilmem kaçında gaipten sesler duyuyordu. Yine de kendisine toz kondurmadı, yaşananları yorgunluğuna vermek istedi. Anılarıyla baş başa kalmak onu bir kere daha sarhoş etmişti besbelli. Yatağına tekrar uzandı. Daha başını yastığa koymamıştı ki aynı çığlık tekrar duyuldu. Bu kere daha net duyulmuştu. O dakika sesin kaynağını bulmadan rahat edemeyeceğini anlamıştı, ayaklarının ucuna basarak dışarı çıktı.

      Ses çıkarmamaya çalışarak yürürken aklına o ana kadar gelmeyen bir düşünce geldi. Ya evi sarhoşlar berduşlar mesken tutmuşsa, durdu, etrafına bakındı. Karanlıkta bile evdeki temizlik ve düzen belli oluyordu. Evde hiç öyle keşhane havası yoktu. Merdivenlerden aşağı indi, kendine söylemeye cesaret edemese de ayaklarının Onu bodruma götürdüğünü biliyordu.


      Herkesten saklamıştı keşfini. "Bulgum" diyordu çünkü kendi bulmuştu. Tünel kazma fikri nasıl ona aitse bulduğu da o nesne de kendisine aitti. Ayakları yere dikkatle basıyorken zihni de boş durmuyordu.

      Yine bir öğle sonrasıydı. Kasıtlı yaptığı bir yaramazlıktan sonra cezasını çekmek için bodruma kapatılmıştı. Babası eliyle bodrum yönünü gösterirken büyük oğlunun duyabileceği şekilde, Oğlumuza yeni bir cezalandırma şekli bulmanın zamanı geldi" demişti. Beyefendi, bodruma kapatılmayı ödül olarak görmeye başladı artık" diye de eklemişti. Başkalarınca söylenen o kibar kelime babasının dudaklarından çıktığında küçümseme halini alıyordu. O hakaretten çok yakalanmaktan açık olmaktan korkuyordu. Eyvah ki hem de ne eyvah, bütün çabaları boşa mı gidecekti yoksa. Alnından, kazdığı toprağa terlerinin damladığı o dar yerde annesinin şaşkın ve mutlu halini hayal ederek çalışıyordu. O güzelim final sahnesi hiç gerçekleşmeyecekti yoksa. O gülümseme, bir saniye sürecek olsa bile tüm emeklerine değecek olan gülüş hiç gerçekleşmeyecek miydi yoksa?

      Mutfaktaydı şimdi, uzaklarda öten horozların sesi duyulmaya başlamıştı. Kolundaki saate bakmaya çalıştığında karanlıkta yürüdüğünü farketti. Evin içi hala karanlıktı ve o bu karanlığa aldırmadan çok rahat yürüyordu Elini bir an cebine attı, çakmağını çıkarmaya niyetlendi, vazgeçti. Yıllardır yaşamadığı duyguları yaşıyordu. Ve çakmağın titreyen alevi bu büyüyü bozabilirdi. Ne saatin çok ilerlemiş olması ne de ötelerde horozların herkesi uyandırmaya çalışması onu yaptıklarından vazgeçirmemeliydi.

      Mutfaktan bodruma yönelen yoldaki ara kapının önündeydi şimdi. Bu kocaman evde hiç mi hiç yabancılık çekmiyordu ama şimdi çakmağın ışığına ihtiyacı vardı. Bir eli çakmağında diğer eli kapının mandalındaydı. Başparmağını mandala bastırdığında o çok iyi tanıdığı "şırrak" sesini duydu, dar kapıyı araladı. üç yada dört basamak olmalıydı aşağı inen. O indikçe zayıf titrek ışık bir sonraki basamağı ancak aydınlatıyordu.

      İçeri girince, kafasının sağa çevirdi başını, yanılmamıştı,  pencerede aynen duruyordu. Karanlıkta gülümsedi, evde hiç bir şey değişmemişti ki pencere değişmiş olsun. Aslında pencere bile sayılmazdı ya. Bina yapılırken bırakılmış bir kedinin bile zorlukla geçebileceği bir boşluğa takılmış çerçeve ve camdan ibaretti pencere dediği. Dışarıdan bakıldığında toprağın hemen üzerinde kalıyordu. İçeride ise nerede bodrumun tavanındaydı. Alçak ve küçük olmasına rağmen görevini iyi yapıyordu. Pencere sayesinde bodrum koridordan daha aydınlıktı.
      Tahta parçaları, eski koltuklar, eski eşyalar soba boruları bir yığın halinde pencerenin altında köşelerini bekliyorlardı. İşte burada, yukarıda var olan düzen ve temizlik yoktu. Bodrumun ve bodrumdaki eşyaların keyfini süren örümceklerdi, ağlardan imzaları, karanlıkta bile sihirli iplikçiklermiş gibi belli oluyordu.

      Eve girdiğinden beri ilk defa eli elektrik düğmesi aradı. Ayılıyorum galiba, diye düşündü. Eli eski tip dönerek çalışan düğmenin üzerindeyken vazgeçti. O an bodruma inme nedeni bir kere daha aklına geldi. Öyle ya ikidir duyduğu sesin ne olduğunu anlayabilmek için buralara gelmişti. Eve girdiğinden beridir hatta arabasına bindiği andan beridir mantığıyla düşünerek hareket ediyordu. Artık nerede olduğunun, ne yapmakta olduğunun bilincindeydi. Yine de başladığı işi tamamlayacaktı, elini elektriğin düğmesinden çekti, karanlık olması onun lehineydi.

      Tünelinin girişindeki ıvır zıvır da yerindeydi. O zamanlar babasının bodrumu sıklıkla kontrol ettiğini biliyordu. Bulamayışının nedeni girişin önündeki bu şeylerdi. Sırtını nemli duvara verdi, yavaşça toprak zemine oturdu. Toprağın soğukluğunu tüm hücreleriyle hissetti. Soğuktu ve nemliydi, yaşlanıyorum galiba diye mırıldandı. Eli, cebindeki sigara paketine gitti. Az sonra sigarasının dumanı pencereden vuran zayıf ışıkta dağılırken O, Yaş yere oturmaması gerektiğini bilerek geceyi dinliyordu.

      Eli toprağın üzerindeki bir katı cisme değdi, kırmızı ciltli bir kitaptı. Karanlıkta cildin rengini görerek değil anımsayarak bildiğini düşündü. O zaman aklına son duyduklarından sonra ceza yerine giderken yanına kitap aldığı geldi, sararmış ve nemden kabarmış kitabın sayfalarını karıştırdı. Bu kitap nedeniyle hem babasına yaranmış oluyordu hem de yaptığı işi kamufle etmiş oluyordu. Bu kitap sayesinde buralara daha kolay girip çıkmıştı. Kitabını bir kenara koyup tünelin girişini örten eski eşyalara yöneldi. Eskileri yavaşça kenara çekmeye başladı, belleğinin derin kuyularından neler çıkabileceğini bilmediğinden endişesini biraz olsun dağıtabilmek için ara sıra sigarasından bir nefes alıyordu.


      O gün çok korkmuştu, minik küreği boşluğa çıktığında korkmuştu. Şaşkınlık değil de boşluk duygusuydu, hiç beklemediğiniz bir anda boşluğun karşınıza çıkıvermesinin yarattığı korkuydu bu. Küreğini salladığında, tünelin sağ yanında, tabana yakın, yumruk kadar bir boşluk açılmıştı. Delik, dizinin o kısma dayanması nedeniyle bir anda genişlemişti. Düşeceği yerin bir kuyu olabileceği ve o kuyuda öleceğinin düşünüp korkmuştu. Can havliyle kendini geri atmış, heyecanı geçtikten sonra açılan deliğe sürünerek yaklaşıp incelemeye başlamıştı. Kafasının anca girebileceği bir delikten gördüğü manzara onu hayretlere düşürmüştü.
      Baktığı, küçük ama tavanı yüksek bir odaydı. O an fark ettiği ilk şeylerden biri odanın hiç penceresinin olmadığıydı. En azından gördüğü kadarıyla pencere yoktu. Korkusu kısa bir zaman sonra sevince dönüşmüştü; define bulmuştu. İçinden gelen coşkuyu güçlükle bastırabilmişti. Tünelden çıkmış keşfi anlaşılmasın diye tünelin girişini daha özenli örtmüştü.

      Bir dakika sonra ise “Sıkıştım, altıma edeceğim " diye bağırdığını anımsıyordu. Anılarıyla arasındaki son parçayı kenarı çektiğinde bir nefes daha aldı bitmek üzere olan sigarasından. Yemin ettirmişti kardeşine, hem de en az kendisinin sevdiği kadar çok sevdiğine inandığı annesinin ölüsü üzerine. Annemin ölüsünü öpeyim ki kimseciklere söylemeyeceğim" dedirtmişti. Ondan sonra anlatmıştı olanları.

        Kardeşi inanmamıştı anlattıklarına doğal olarak, ancak elinden tutup gösterince inanmıştı. Tünelini ilk gördüğünde hayret etmişti. Gizli odasını -define odasını- görünce hayreti daha da artmıştı. Kardeşinin sürünerek yaklaşıp odayı görünce attığı ıslık aklına geldi, bir kere daha gülümsedi çocukluk hayallerinin sımsıcak ışığında. O gün aklına gelenler şimdi şu an aklına gelmeye başlamıştı. Evet, tünel karanlıktı ama tünelin altında ki penceresiz odanın daha karanlık olması gerekmiyor muydu? Açılan o küçük delikten tünele zayıf ve yeşilimsi bir ışık yayılıyordu. Tünele öylece bakarken arabaya ilk bindiği anda ki durumundan, ne sarhoşluğundan eser kalmıştı nede uykusundan. Üstelik bu gece, babasına veya başka birine yakalanma korkusu yoktu.

      Çocuk bedeniyle yıllar önce rahatlıkla girdiği eğimli deliğe zorlanarak girdi. Aslında bu zorlama bile vazgeçmesi için başlı başına bir nedendi. Vazgeçmekten vazgeçti, yarım kalan bir iş vardı ve o işi şimdi tamamlamalıydı.

      Önce kardeşiyle birlikte sağlam bir ip bulmuşlardı. Sonra babalarının ava giderken kullandığı cep fenerini de yanlarına almışlardı. Aşağıdaki Odaya vardıklarında ise feneri kullanmaya gerek olmadığını anlamışlardı. Nedeni ise hem gözlerinin karanlığa alışması hem de oda da artık kendilerine tanıdık gelen koyu yeşil tatlı ve loş bir ışığın var olmasıydı.

      Aptalca çevrelerine bakınmışlardı aşağıya indiklerinde. Oda içinde bir kaç eşya olmasına rağmen boş sayılabilirdi. Üstelik de yukarıdan göründüğü kadar büyük değildi. Bir küçük ağaç masa, kaba bir sandalye görünen eşyaların belli başlılarıydı. Bir de masanın hemen yanında duran -odayı define odası diye adlandırmasına neden olan sandık vardı. Büyüklüğü masa ile karşılaştırıldığın da aşağı yukarı aynı boyda sayılabilirlerdi. Küçükken ne kadar da büyük görünmüştü gözlerine bu oda ve odadaki her şey.

      İki kardeş odanın ortasında dikilmişler sadece gözleriyle inceliyorlardı. Çünkü kardeşi kendi aklına gelmeyen fikri söylemişti.
Korsanlar eşyaları zehirlemiş olabilir, demişti. Ellerindeki kışlık yün eldivenleriyle masanın yanındaki sandığa yaklaşmıştı. Kardeşi ise doğrudan karşı duvarı inceliyordu. Kardeşinin ne yaptığına bir an baktıktan sonra ilgisini tekrar sandığa yöneltti.

      Sandık, büyük ölçüde çürümüştü. Dikkatlice tutarak kapağını kaldırdı, kilitli değildi. Sandığın içindekileri görünce hayal kırıklığına uğradı, işe yaramaz çoğu paslanmış bir sürü ıvır zıvır doluydu sandığın içi, parıldayan altına benzeyen bir tek nesne bile yoktu. İçindekileri epey karıştırdıktan sonra sandıktan umudunu kesti, masa ile ilgilenmeye başlamıştı.

      Masa sandıktan biraz büyüktü, kaba saba ağaçtan yapılmış, eski, sıradan bir masaydı işte. Ne bir oyması ne bir çekmecesi ne de başka bir özelliği yoktu. Masanın her yönüne bakındı, ilginç bir şey bulamadı. Masanın üzerinde ise yarısı erimiş kocaman bir mum vardı. İri bir dal kalınlığında çocuk karışıyla iki karış uzunluğunda ve garip şekilli bir mumdu. Mumun önünde ise kalın ve deri ciltli bir kitap vardı, kitap küçük masanın üzerinde kocamanmış gibi duruyordu.

      Yıllar önce iki küçük kafanın baktığı yerden bakıyordu, aşağıdaki hücre boyutlarındaki odada her şey yerli yerindeydi. Kullandıkları keten ip bile bıraktıkları gibi duruyordu. Adam yavaşça delikten aşağı süzüldü. Ayakları az sonra hücrenin tabanına bastığında içerideki koku ağırlaşmıştı.

      Belleğinde bu koku yoktu, çocukluğunda kokudan bu kadar etkilenmediklerini düşündü. Sadece rutubet ve yıllardır değişmediği için ağırlaşan havanın kokusu değildi burnunun hissettiği. Farketmemişti ama tünele girdiği andan itibaren bu koku gelmeye başlamıştı burnuna. Belki de klostrofobiden kaynaklanıyordu kokudan bu kadar çok etkilenmesinin nedeni. Yine de yetişkin bir insanın tecrübesiyle şu an duyduğu koku sanki bir çürümüşlüğün kokusuydu. Gerçek nedeni ise birazdan anlayacaktı.

      Kardeşinin incelediği duvara baktı, yumuşak yeşil ışık duvardan geliyordu. Yıllar önce kardeşiyle birlikte girdiklerinde aydınlık bu kadar çok değildi. Geri döndü, masa, sandık aynen indiği pencereden gördüğü gibi duruyordu; Niçin değişecek ki diye mırıldandı. Bu gizli yeri iki kişi biliyordu, kendi ve küçük kardeşi. Birden ensesinde ürperti duydu. Her şey yerli yerindeyse "O" da bıraktıkları gibi duruyor olmalıydı. Her yerini ter basmıştı, usulca topuklarının üzerinde döndü. Yıllar öncesinden kalan korku ve endişeyi yine karşısında görünce çığlık atmamak için kendini zor tuttu.

      Dudakları kıpır kıpırdı. Kendine, artık on iki yaşında değilim... On iki yaşında değilim..." diye telkinde bulunuyordu. Kafasını kaldırdı, bir kaç adım ötesinde bir iskelet vardı. Amerikan filmlerinde görülen materyallere benziyordu. Aralarındaki tek fark aşağıda duvara oyularak oluşturulan mezar-ranza şeklindeki yatakta yatan nesnenin gerçek olduğuydu. Dizleri titriyordu ne yapacağını bilemez halde ayakta dineliyordu.

      İki kardeş o gün hücreden kaçar gibi çıkmışlar akşama kadar kimselerle konuşmamışlardı, birbirleriyle bile. Akşam yemeğinden sonra bir köşede olup bitenleri konuşabilmişlerdi. Kim olabileceği ne zaman önce ölmüş olabileceği konusun- da bir fikir ileri sürememişlerdi. Çocukça korku kendi kendilerine ‘ancak hayal görmüş olmalıyız’  fikrine inanmalarını sağlamıştı.

      O gece, ölülerin uyandırılmaması gerektiği kararına varmışlardı. Tünelin kapatılacağı, oraya ne olursa olsun girmemeleri gerektiği konusunda birbirlerine söz vermişlerdi. Kardeşi, aşağıya inmek için bir neden yok zaten orada hazine mazine yok" demişti. Haklıydı, tekrar inmenin de anlamı yoktu. Ertesi gün gizlice bodruma girmişler tünelin girişini ağır eşyalarla örtmüşlerdi, iskelet tekrar canlanacak olursa dışarı çıkamasın diye.

      Gözlerini kapadı, soluklarını düzenlemeye çalıştı. Birkaç saniye sonra biraz olsun sakinleşmişti, en azından dizleri titremiyordu artık. Toprak duvarın içine ancak bir insanın sıkışmadan yatabileceği ölçülerde oyulmuş kovuğa eğildi. Dokunmak istedi iskelete, vazgeçti, uzaktan inceledi. Kemikler orta boylu birine aitti. Ölüm kendisini uykuda yakalamış olmalıydı ya da bir çeşit intihar. Sağını solunu araştırdı yatağın, bir kelepçe ya da zincir yoktu. Belli ki rahmetli kendi iradesiyle bu hücreye girmişti. Yıllar süren inziva hayatından sonra kendi yaptığı hücrede, kendi yaptığı mezarda ölmüştü.

      Masanın olduğu yere döndü. Mum ve kitap üzerindeydi.  Kalın kaplı kitabı açarken, kardeşinin söyledikleri aklına geldi. Korsanlar eşyaları zehirlemiş olabilir; gülümsedi. Duvarın içindeki oyukta uyuyan kişinin böyle bir şey yapmış olabileceğine ihtimal vermedi. Kapağını yavaşça açınca masa üzerindeki ciltli kitabın bir kitap değil de bir defter olduğunu fark etti. Sayfaları sararmış, yazıları kırmızı mürekkeple yazılmış bir defterdi. Yazılanlara bir göz attı ama bir şey anlamadı, hangi dilde yazılmıştı. Dikkatini defterde yazılanlara yoğunlaştırınca başının ağrıdığını hissetti. O zaman tere boğulduğunu ve kusmak üzere olduğunu fark etti. Bir an önce çıkmalıydı bu berbat yerden.

Küçük bir zıplama ile yukarıdaki deliği yakaladı, güçlükle de olsa kendini yukarı çekti. Boylu boyunca uzandığı tünelinden odaya bir kere daha baktı. Evet, içerideki ışık karşı duvardan, duvarın en alt bölümünden, ilk bakışta fark edilmeyen boşluktan yayılıyordu. Bir daha inip tekrar bakmayı düşündü. Duyduğu mide bulantısı onu bu fikrinden vazgeçirdi.

      Tünelinden dışarı doğru süzülürken bir daha gelmek için yıllarca beklemeyeceğini düşünüyordu. İçinden gelen bir ses bir duygu,  gitme,  diyordu. O ise, yakında tekrar döneceğini çok iyi " biliyordu. Şimdi acil gereksinimi ciğerlerini dolduracağı temiz havaydı, tünelin çıkışına doğru sürünmeye devam etti.
Başlık: Anchilea - Bölüm 3
Gönderen: azizhayri - 06 Ekim 2015, 12:18:01
                         Ü Ç Ü N C Ü   B Ö L Ü M 

“Ooo Beyefendi günaydın" diyerek içeri girdi. Bıraktığı kapı gürültüyle kapandı. İçeride iki kişi vardı ama derinden gelen "Ooooo!" ünlemi içerdekilerin genç olanınaydı.

      “Yapmayın Ahmet Bey, duyanda hiç erken gelmiyorum sanacak" dedi daha erken gelen genç. İçeri giren adam kapının yanındaki dolaba yöneldi. Profil demirden yapılmış ayaklarıyla yerden bir karış yukarıda duran dişbudak kaplama bir eşya doladıydı. Personel için hazırlanmış, göz göz yapılmış ve hemen her resmi dairede bulunabilecek bir dolaptı. Koltuğunun altında hep taşıdığı fermuarlı el çantasını en üstteki kendine ait göze yerleştirdi. Ahmet Bey "Apartman" derdi yan yana iki üst üste beş olmak üzere toplam on bölümü olan bu dolaba. Diğerlerine de kendi takmış olduğu bu "Apartman" sözcüğünü kabul ettirebilmek için sıkça kullanırdı. En üstteki sağ göze de ‘benim daire’ derdi. Dolabını özellikle seçmişti. Ne de olsa Ahmet Oker müdür yardımcısıydı.

      -Rıza Bey, diye seslendi yaşça kendinden bir hayli büyük olan odacıya. Yılların odacısı yılların verdiği alışkanlıkla oturduğu yerden doğruldu.

     “Buyrun, Ahmet Bey".

     “Ben, bir açık çay içeceğim" bir saniye durduktan sonra odadaki üçüncü kişiye dönerek;  Besim Bey siz de içer misiniz? Besim Bey teklife kuşkuyla baktığından olsa gerek yanıt vermedi. Besim beyin vermediği yanıtı yine Ahmet Bey vermişti. "Besim Beye de bir çay... Rıza Bey kendinize de söyleyin.” Rıza Bey koridorda kaybolur kaybolmaz peşinden seğirtti, kapıdan çıkmak üzereyken yakaladı, içeriden duyulmayacak kadar bir sesle

      “Besim Bey gerçekten erkenden mi geldi?" Rıza Bey meraklı mesai arkadaşının yüzüne bakıp bıyık altından gülerek yanıtladı.

      “Evet, neredeyse birlikte açtık kapıyı." Ahmet Beyin yüzündeki şaşkınlık ifadesini görünce gülümsemesi yüzüne yayıldı. Mutfağa doğru gitmek üzere kapıdan çıktı.

      Rıza Aslan, fabrikanın demirbaşlarındandı ve her patronun çalıştırmak isteyeceği işçilerden biriydi. Yirmi yılı aşmıştı fabrika kurulalı ve yirmi yılı aşan süredir bu fabrikada çalışıyordu. Askerden dönüşün uzun süre iş aramış, bir zaman orada bir zaman şurada çalışmıştı. İlçeye bir çırçır fabrikası kurulacağını duyunca hemen başvurmuştu. Dürüstlüğü ve çalışkanlığı sayesinde daha fabrika kurulma aşamasındayken iş başı yapmıştı. İnşaat aşamasından başlayarak her biriminde çalışmıştı fabrikanın. Bir kaç yıl öncede "artık yaşlandığını" ileri sürerek daha hafif iş rica etmiş, odacı olmuştu.

      Kasabalı çok istemişti bir fabrikaları olsun diye. Ulusal Kooperatifler Birliğinin bir fabrika yaptıracağı duyulunca diğer kasabalarla aralarında korkunç bir rekabet başlamıştı. Siyasi partiler, Milletvekilleri, Devlet büyükleri devreye sokulmaya çalışılmıştı. Her ilçe potansiyel adaydı, her ilçe fabrikanın kendi topraklarında kurulmasını istiyordu ve her ilçeden heyetler toplanıyor Ankara'ya taşınıyordu. Uzun çabalar, Ankaraya gidip gelmeler sonucu heyet savaşlarını kendi kasabaları kazandı. Hem de hak ederek, bir başkasının lütfu olarak değil.

      Rıza Aslan bir köyünde doğup merkezinde büyüdüğü ilçesine büyüklerinden duyup geldiği şekilde "Kasaba" diyordu. İlçe ise "kasaba" olduğu yılları çoktan geride bırakmıştı. Yine de Rıza Bey kâh yaşının büyük olduğunu ima etmek için kâh ağız alışkanlığıyla İlin merkezden sonra ikinci büyük ilçesi olmasına rağmen hala ilçelerinden bahsederken kasaba diyordu.

      İlçe, verimli bir ovanın hemen kıyıcığında kurulmuştu. Yıllardan beridir de başat ürün olarak pamuk ekilirdi. Civardaki en yüksek pamuk rekoltesini çıkarırdı. Bazılarına göre dünyanın en iyi pamuğu daha alçak gönüllülere göre Bergama’dan sonra dünyanın en iyi pamuğu bu topraklarda yetişirdi. Dolayısıyla kurulacak çırçır fabrikası ilçelerinin hakkıydı. Hatta dönemin belediye başkanının girişimleriyle fabrikanın kurulmasına ön ayak olan milletvekilinin adı ilçenin bir caddesine bile verilmişti jest olarak. Fabrika sahası olarak yıllardır Kooperatifler birliğinin alım sahası olarak kullandığı geniş arazi seçilmişti. İşte bu sayede pamuklar, kilometrelerce ötelere götürülmüyordu. Dahası Rıza Aslan gibi pek çok kişi bu fabrikadan ekmek yemeye, ailesini geçindirmeye başlamıştı.

      Fabrikanın açılışında ilçe de bayram vardı sanki. Muhteşem bir tesis olarak bir benzerinin anca İzmir'de veya Adana'da olabileceği söyleniliyordu. Yıllar geçtikçe ufak tefek benzerleri kuruldu. Mevcut potansiyel yeni çırçır atölyelerini gerektiriyordu. İlçe de adeta bir iş kolu doğmuştu. Şimdileri benzerleri olsa da ilçe halkının gözünde Fabrikaları hala bir numaraydı. Belki kapasite olarak geliştirilmediyse de depolama bölümleri -hem açık alan hem de kapalı alan- olarak İl de bile benzeri yoktu.

      Ana yol üzerindeki fabrika kabaca üç bölümden oluşuyordu. İlk kurulduğunda, yurt dışından getirtilen altmış çırçır tezgahının bulunduğu asıl fabrika bölümü, üstü galvanizli saçlarla kapatılan ve bir Bölümü da açık olarak kullanılan depolar ve yönetim binası. İlk yapılan yönetim binasına eklenen tamir-bakım Atölyesi, soyunma odaları ve yemekhanede yönetim binasına dahil edilmişti. İhtiyaç olarak akla gelebilecek her bölüm vardı. Öyle ki yapılırken bir revir bile düşünülmüştü. Hoş revir şimdi başka amaçlarla kullanılıyordu ama o günlerde düşünülmüştü.

      Pamuk toplama alanları ilçenin dışarısındaydı. Fabrikada doğal olarak ilçe dışında kurulmuştu. Geçen yıllar içerisinde ilçe büyüdükçe yerleşim alanları genişlemişti. Yeni mahalleler, fabrikaya yakın olması bir avantaj olarak düşünülen toplu konutlar, fabrikanın artık ilçe içerisinde kalmasına neden olmuştu. Kurulduğu ilk yıllarda bir toprak yolla ulaşılan işletmeye zamanla asfalt yol yapılmıştı. Bu gün ise işletmenin önünden köylülerin deyimiyle "uçak inebilecek" genişlikte ve iki yanı devasa Okaliptüs ağaçlarıyla kaplanmış geniş bir cadde geçiyordu. Eski, İzmir yolu yerini bu yeni yola bırakmıştı.

      İşletmenin -fabrika adı sonra ki yıllarda işe başlamış eğitimli kişilerce İşletme’ye dönüşmüştü- ana girişi cadde üzerindeydi. İki kapısı vardı. Geniş ve sürgülü olan kamyon ve traktörler için yapılmıştı. Özellikle sonbahar aylarında tepeleme balya yükleriyle gelen araçlar içindi. Ana giriş kapısını geçince geniş bir meydanlığa ulaşıyordunuz. Meydanın solunda "Çekirdek Deposu" vardı. Çekirdek deposunun bitişiğinde de Çırçır Atölyesi.

      Üretimin yapıldığı asıl fabrika bu "çırçır Atölyesi." idi. Toplanan pamuk liflerindeki çekirdekleri ayıran atmış çırçır tezgahı bu Atölye içindeydi. Daha ötelerde ise derinlemesine olarak prese bölümü ve her biri hangar büyüklüğünde olan kapalı depolar vardı.

      Ana girişin hemen sağındaki kapı ise biraz daha küçüktü. Küçük kapıdan geçerek doğrudan Yönetim Binasına giriyordunuz. Atölyeler ve yönetim binası birbirinin simetriği sayılabilirdi. Yönetim binası biraz daha küçük ölçekle yapılmıştı. Küçük kapı yalnızca kişilerin geçebileceği genişlikteydi, genellikle de yönetim bölümünde çalışanlar kullanırdı. Bu nedenle adı halk arasında Memur Kapısına çıkmıştı. Memur kapısından girince bir küçük bahçeye geliyordunuz. Bu bahçe Ana meydandan Rıza Aslanın çabalarıyla ayrılmıştı ve Rıza Aslanın sayesinde çiçekler içinde bir bahçeye dönüşmüştü meydanın bu yönü.

      Cadde ile yönetim binası arasındaki bu bahçe dillere destandı. Güller, sardunyalar, ağaççıklar hep Rıza Beyin elinden çıkmıştı. Eylül ayının ortalarına gelmelerine rağmen rengarenk güller hala açıyordu. Bütün bahçeyi inceleseniz de bir tane yabancı ot bulamazdınız. Bahçenin yola yakın bölümü ise deneme bahçesiydi. Ovada ki pamuğun ne boyda olması gerektiğini bu bahçedeki Rıza Aslanın pamuklarından anlayabilirdiniz.

      Rıza Bey, Ahmet Oker'in ve Besim Beyin çaylarını getirdiğinde diğer personelde yavaş yavaş gelmeye başlamıştı. Önce Ahmet beyin çayını verdi, ne de olsa Ahmet Bey Müdür yardımcısıydı. Ahmet Bey, etrafındakilere Müdür yardımcısı olduğunu ima etmeden duramazdı. Bu nedenle Rıza Bey önce Müdür Yardımcısının çayını verir daha sonra normal servisini yapardı.

      Dışarıdan gelen çalışanlar önce elindekileri Ahmet Beyin apartman dediği dolabın üzerine bırakıyorlar daha sonra mutfağa gidiyorlardı. Mutfak fabrikanın en önemli sosyal birimlerinden biriydi. Bazen mutfak oluyordu, bazen de yemekhane ama çoğu zaman çayhane oluyordu. Salonun bir Bölümü paravanla bölünmüş bir mutfağa dönüştürülmüştü. Pamuk sezonu açılınca düzenli yemek çıkıyordu bu bölümde. Bahar ve yaz aylarında ise basit ve kolay yapılabilen yemekler tercih ediliyordu.

      Mutfağın patronu ise Lütfiye Bacıydı. Aşçı, bulaşıkçı, temizlikçi balyacı Lütfiye Akçiçek. Salonun mutfak olarak ayrılan yerinin dışında kalan bölümü de öğle saatlerinde yemekhane, kalan vakitlerde de kantin gibi kabul ediliyordu. Salon ile mutfağı ayıran paravanın hemen önündeki büyük masa bir çeşit protokol masasıydı. İşletme müdürü başta olmak üzere yönetici takımı bu diğerlerinden büyük olan masanın devamlı kullanıcılarıydı. Gerçi bu konuda herhangi bir yazılı kural falan yoktu ama yılların verdiği alışkanlıkla kolay değiştirilemeyecek bir kanun olmuştu sanki.
 
     Yemekhane girişinde oturan üç dört kişilik guruptan iriyarı sayılabilecek biri seslendi. Yılmaz nerede kaldı bizim kahveler. Yılmaz diye seslenilen genç paravanın arkasından elinde askıyla çıktı.

      -Kahveler geliyor. Yılmaz işletmenin en genç elemanlarından biriydi. Fabrika da iş bulmanın mutluluğunu yakalamış ender kişiler biriydi. Yılmaz, uzun boylu sayılabilecek esmer tenli bir delikanlıydı. Askerden sonra günlerce iş aramış bulamamıştı. Ülke genelinde var olan işsizlik iç göç nedeniyle baskısını iyice arttırdığı günlerde çalmadığı kapı kalmamıştı. İçgöçü yoğun olarak yaşayan batı bölgelerinin her yerleşim bölgesi gibi ilçeleri de bu işsizlik olgusunu tüm bireyleriyle yaşıyordu. Aylar sonra İşletmede "çaycı ve ayakçı" aranıyor diye duyduğunda ne yapmış ne etmiş İşletmeye kapağı atarak geleceğini güvence altına alabilmişti.

      Genç çaycı, elinde taşıdığı askıdaki çayları ve kahveleri dağıtasıya kadar Rıza Bey elinde bir bez ile içeri girmişti. Masada oturan kendi akranı sayılabilecek biri
     “Rıza gel bir sabah kahvesi de sen iç" diye seslendi. Rıza Aslan çağıranlara bakıp gülümsedi ama tekliflerini her zaman ki alçak gönüllüğüyle reddetti.

      “Sağol Cavit, işleri bitireyim öyle. Bunları söylerken elindeki -neredeyse bütün gün taşıdığı- toz bezini gösteriyordu. Sözünü bitirince koridora açılan kapıya yöneldi. Onun gidişini izleyen masadakiler adam kapıda kaybolur kaybolmaz konuşmaya başladılar.

      “Bazen şu Rıza babanın fazla titizlendiğini düşünüyorum" dedi az önce "nerede kaldı bizim kahveler" diyen seslenen kişi. Rıza babaya laf atan masadaki kişilerden Bekçi Cavit cevap verdi.

      “İyidir bizim Rıza iyidir. O’nun için –yağcı, yalaka, işgüzar- gibisinden düşünmeyesin Serkan Bey" dedi. Bunları söylerken her zaman yaptığı gibi kırlaşmış ama sigaradan sararmış bıyıklarını buruyordu. Serkan Güler’in verebileceği başka bir yanıt yoktu.

      “Rızanın aşırı ciddi görünen davranışları tamamen iyi niyetle yapılan davranışlardır." Adam demin arkadaşının söylediği sözlerden etkilenmişe benziyordu. Doğrudan doğruya Rıza Aslan'ı savunmaya girişmişti.

      “Rıza’nın birine yaltaklandığı kimse görmemiştir, duymamıştır. O sadece işini yapar, hem de en iyi şekilde." Masada oturan birkaç kişide yaşlı bekçinin söylediklerini başlarıyla onayladılar. Kısa bir süre sessizlik yaşandı. Bir çeşit ahlak çatışması yaşanmış gibiydi masada oturanlar arasında. Yardımcı personelden oturanlar vardı masada. Fabrikanın bekçisi Cavit Pekal, Hamalbaşı Muammer Alkaşlı ve Şoför Enişte Hüseyin Soylucan. Bu üç kişiye Odacı Rıza Aslan ve Ustabaşı Ali Gedikli’yi eklediğinizde İşletmenin en kıdemli ve en yaşlı beşlisini elde ederdiniz. Ancak Ali Usta’nın kızının bir gece önce düğünü olduğu için O ve yardımcısı ve adaşı 'Yağcı Ali' henüz gelememişti.

      Oturanların -yaşı kırklara yaklaşsa da- en genç olanı pamuk eksperi Serkan Güler az önce yaptığı çıkışı düzeltmekten ziyade konuyu değiştirmek için sözü akşamki düğüne getirdi. Her zamanki doğal İçanadolu şivesiyle Hamalbaşına sordu.

      "Muammer usta dün akşam ölçüyü kaçırdın. Hep bu kadar çok mu içersin?" Hamalbaşının esmer yüzü hafifçe kızardı. Torunu doğduğundan beri dünyevi zevklerden elini ayağını çektiğini, kendini dine verdiğini söyler dururdu. Bu yüzden sakal bırakmış, namaza başlamıştı. Muammer ustanın gençliğini bilenler onun bu yönünü dikkate almıyordu. Teni biraz esmer olduğu ve oturduğu mahalleden dolayı gıyabında veya kızdıklarında "Çingene Muammer" derlerdi.

      "Yok be Serkan Bey" dedi. O kadar aşırıya gittiğimi zannetmiyorum. Şeytana uyduk bir kere. Birden aklına gelmiş gibi elini cebine attı, tespihini çıkardı. Tövbe estağfurullah... Tövbe estağfurullah..." O anda masadan yükselen korkunç kahkaha sesi tüm yemekhaneyi çınlattı. Kahkahalar biraz durulunca Bekçi Cavit sözde arkadaşını savunmaya başladı

      "Bizim Muammer içmezdi, içmezdi ama gel gör ki düğün sahibinin hatırı vardı." Bir an Hamalbaşına baktı. Hamalbaşının ironiyi farkedecek durumu yoktu. Söze balıklama atıldı.

      Öyle ya köpeğin hatırı yoksa sahibinin hatırı var. O yörede yıllardır gelenek haline gelmişti. Pamuk sezonun da -işlerin yoğun olduğu sonbahar aylarında-  düğün dernek işleri yapılmazdı. Kızı biliyordu ama damadı çok ısrarcı olunca düğün yapılmıştı. Nede olsa karı koca aynı bankada memurdular. Allahtan sezon henüz başlamamıştı da düğüne katılım yüksek olmuştu.

      “Düğün kalabalıktı." Masada bir an durulma olunca hava iyice soğumasın diye Şoför Enişte söze girmişti.

      “Sezon ha girdi ha girecek ama yine de Ali Gedikli Ustamın çok seveni varmış." Eksperin sözünü diğerleri de onayladı. Serkan Bey sözü başka kanallara çekmeye çalışıyordu ama Bekçi Cavit ve diğerleri Hamalbaşına yüklenmek için gene içki içmeğe getirmeye çabalıyorlardı.
 
     “Ali ustamın da arkadaşları kendi gibiymiş. Neydi o içki tüketimi." deyince Bekçi sözün gene Hamalbaşına geleceğini anlamıştı.

      “Hele bizim masaya gelenlerin haddi hesabı yoktu." deyiverince Muammer usta kendiliğinden savunmaya geçti.

      “Etmeyin beyler, eylemeyin. İçtiklerimin hepsini toplasan bir otuz beşlik etmezdi. Hem bizim masada içki içmeyen yoktu. Bütün şişeleri ben devirmedim ya." Kendine söz atan diğerlerinden çok Bekçiyi kendine hasım seçmişti.

      “Cavit Efendi!... Sen benim kadehlerimi sayacağına kendi içtiklerine baksana." Bir an durdu. Önemli bir şeyler söyleyecekmişçesine etrafındakilere bakındı.

     “Gondol... Kendi zıkkımlandıklarını bana mı sayıyorsun yoksa?" Masada ikinci bir kahkaha tufanı kopmuştu. Muratlarına ermişler Hamalbaşına o kelimeyi söyletmişlerdi. Bekçi Cavit cevap verirken seyrek dişlerini göstererek güldü.

      “Benim ne kadar içtiğimi herkes biliyor." Omzunu umursuzca silkti.

“Senin gibi münafıklık yapmıyorum ki ben." Bırakılsa bu neşeli muhabbet sürüp gidecekti. Serkan Güler kalkmak için hareketlendi. Elini cebine attı. Cebinden biraz bozuk para çıkardı. Masanın üzerine bırakıyorken diğerleri itiraz etmeye kalkıştılar.

      “Tamam, bu defa da ben vereyim, bir daha ki sefere sıra sizde." O da diğerleri de "bir daha ki seferin" gelmeyeceğini biliyorlardı. Masaya doğru hafifçe eğildi. Alçak sesle bir şeyler söyleyeceğini tahmin eden ötekiler ona doğru eğildi.

      “Birisi gelip uyarmadan işime döneyim" dedi. Ayağa kalktı. Normal ses tonuyla "dün gece özel bir geceydi. Gördünüz ben bile içtim." Kinayi söylenen "ben bile" kelimesi masadakiler tarafından tebessümle karşılandı.
      “Herkes hayatından memnundu. Eğer memnun olmasaydık İşrete Dalyan’da devam etmezdik, içeriye yöneldi. İki üç adım sonra durup; Türkiye'nin içki tüketiminde dereceye girebilecek ilde oturmak kolay değil dedi, gülümseyerek yürüdü gitti.

      Serkan Bey, yemekhaneden çıkıp kantar odasına geçti. Onca muhabbet ile vakit geçirmelerine rağmen kantar odasına hala gelen giden yoktu. Oradan muhasebe bölümüne geçti, orası da boştu. Koridor boyunca odalara hep baktı. Sırada Müdür yardımcısı Ahmet Oker'in odası vardı. Kapıyı tıklatıp kafasını içeri doğru uzatınca gülümsedi, aradığını bulmuştu.

      “Günaydın baylar" deyip içeri girdi. Ahmet Oker, kapının tam karşısındaki, genişliği Müdür Beyin masasıyla yarışan makamında oturuyordu. Odanın diğer duvarında ise iki masa daha vardı. Birinde erken geldiği olay olan Besim Kalden, diğerinde boyuyla posuyla Serkan Beyden aşağı kalmayan genç biri oturuyordu. Eksper beden ölçüleri kendine yakın ama yaşça daha genç olan arkadaşın yanına vardı.

      “Mustafa Ali Bey, dünkü halinizi gördükten sonra bugün işbaşı yapabileceğiniz konusunda kuşkuluydum doğrusu."  Mustafa Ali Kırmaz, İşletmenin Ziraat teknisyeni, uzun boyluydu. Uzun boylu ve kilolu bedeni her yerde kendisini belli edecek cesamete sahipti. Boyunun uzun olması kilolarını gizliyordu. Üç dört yıldır fabrikada çalışıyordu. Yaşı otuz civarında olmasına rağmen ilk görenler onun daha yaşlı olduğu fikrine kapılıyorlardı, fazla kiloları yüzünden tabii. Kocaman ağzında çevirdiği elindeki simidin parçasını yuttuktan sonra yanıt verdi.

      “Oda bir şey mi. Sen beni gençliğimde görmeliydin." Sigaradan sararmış dişlerini göstererek güldü. “Hele içkiler bedava olursa" sağ elinin parmaklarını birleştirip dudaklarına götürdü, değme keyfime. Serkan Bey masaların karşısındaki, gelen vatandaşlar işleri görülesiye kadar otursunlar diye duvar boyuna dizilen sandalyelerin birine oturdu. Uygun bir cümle yakaladığını düşünerek

      “Coni'ler de Türk düğünü nasıl olurmuş gördüler." Dedi.  Sözlerine bir yanıt beklediği ve bir kaç saniye içinde konuşan olmadığı için söze tekrar kendi devam etti. Güzel bir tören oldu. Gene sözlerine cevap alamadı. Ahmet Oker, büyük bir ciddiyet içerisinde önündeki dosya ile ilgileniyordu. Mustafa Ali Bey de elindeki simidini bitirmeye çalışıyordu. Onu dinliyor görünen odadaki tek kişi olan Besim Beye dönerek

      “Sizi göremedim dün gece Besim Bey" dedi.

      “Oradaydım, büyük ustanın kızının düğününe katılmamak olur mu hiç. Üstelik, kızı Saniye benim arkadaşım sayılır." Yanlış anlaşılmaması için açıklama gereği duydu. Saniye, benim kardeşim gibidir demek istemiştim. Ahmet Oker söze girdi.

      “Oradaydı. Birlikteydik. Hatta beraber ayrıldık. Sanki Besim beyle oradan ayrılmak bir suçmuş gibi etrafına bakındı. Gerekçesini ekledi.
 
     “Bizim oğlan biraz rahatsızdı da." Orada bulunanlar hiç de inanmış gibi durmuyorlardı. Biliyorlardı ki Ahmet beyin ayrılmasının gerçek nedeni çocuğunun hastalığı değil İçki içmemesi ve içkili ortamlardan uzak kalmaya çalışmasıydı. Bu yetişme tarzından ve inançlarından kaynaklanan bir şeydi. Kimsede bunun aksini Ahmet Oker'in yüzüne söyleyemezdi. Öyle ya ne de olsa İşletmenin ikinci müdürüydü. Serkan Aktaş bütün bunları bildiği için Ahmet Oker'e bir şey demedi. Yalnızca küçük sataşmalar içeren sözlerle konuşmasını sürdürdü.

      “Peki, siz neden erken kalktınız Besim Bey, sizin de mi çocuğunuz rahatsızlandı?" Umduğu gibi taş yerine ulaşmıştı. Müdür yardımcısı başını eğilmiş olduğu dosyadan şöyle bir kaldırdı. Serkan Bey ise başına gelecekleri bildiği için başını çoktan başka yerlere çevirmiş, bıyık altından gülüyordu.

      “Benim kız hasta ol..." Besim bey cümlesini yarıda kesmişti. Geçte olsa ironiyi anlamıştı. "...madı. Bir gurup arkadaşa sözüde vardı." Diğerleri anlamıştı, yine de Besim Bey sözünü tamamladı.

      “Arkadaşlara önceden verilmiş bir sözdü. Anlarsınız işte." Anlamışlardı. Daha fazla açıklamaya gerek yoktu. Besim beyle, Ahmet beyin ortak tarafı ikisinin de "dul" olmalarıydı.

       Besim Kalden, İşletmenin muhasebecisiydi. Eşini altı yıl kadar önce kaybetmişti. Bir kızı vardı, dedesi ve ananesiyle kalıyordu. Ahmet Bey ise eşinden ayrılmıştı. İki çocuk yapacak kadar evli kaldıktan sonra ayrı yaşamaya başlamışlar, geçen yılda da resmen boşanmışlardı. Bu iki kişinin eş durumu benzerliğinden başka aralarında pek benzerlikte yoktu. Kapı hafifçe çalındı, Rıza Babanın başı kapı aralığından gözüktü.

      “Besim Bey, Müdür bey daha gelmedi mi?" Soru kapıya yakın oturan Muhasebeciye sorulmuş olsa da yanıtı karşı masadan geldi.

      “Birol Bey tarlaya incelemeye gitti" İncelemeye gitmek, İşletme de sık rastlanılan durumların başında geliyordu Her saat, her gün hatta her mevsim tarlalara incelemeye gidilebilirdi. Bunun dışında tarlaya incelemeye gitmek bir sürü olumsuzluğun yasal gerekçesi olabiliyordu. Örneğin İlde oturan müdürün sabah gecikmelerinin ya da akşam erken gitmelerinin adı oluyordu.

      Rıza babanın kafası kapı aralığında henüz kaybolmuştu ki kapı yeniden çalındı." Ahmet Oker, Yine ne var Rıza dedi. Eğer kapı çalındığında kapıyı açan kişi Rıza Aslan olsaydı, müdür yardımcısının hitap tarzına çok bozulurdu. Aralarında on-on iki yıl yaş farkı vardı. Müdür yardımcısından on-oniki yıl büyüktü. Ve amiri olması o şekilde bir hitap hakkını ona vermezdi, üstelik fabrikada çalışan herkes Rıza babanın bu konudaki hassasiyetini bilirdi. Rıza bey, Rıza efendi diyebilirdi. Hatta Bekçinin sık şekilde kullandığı ve samimiyete dayanan Rıza babaya bile razıydı. Neyse ki kapıyı ikinci defa açan Rıza Aslan değildi.

      Kapıda, önce kısa boylu, zayıf ama sanki sıtmalıymış gibi koca göbekli bir vücut göründü. Vücudun üzerindeki incecik boynun taşıdığı kafanın iki yanındaki saçlar seyrelmiş ve beyazlamıştı. Bu vücudun sahibi işletmenin neredeyse tüm yazışmalarını yapan ve takip eden Mehmet Bayram’dı  Onu kapıda ilk gören, kendine yeni bir av bulmuş avcı gibi gözlerinin içi gülen Serkan Beydi, ötekilere fırsat bırakmadan lafa girdi.
 
     “Oooo Mehmet Bey uyanabildiniz mi?" dedi. Kapıda beliren yüzde bir an gülümseme göründü ve kayboldu. Yüz hatlarıyla istediği gibi oynuyordu, ilahiyat eğitimi yerine konservatuar eğitimi görseydi çok daha başarılı olacağı belli olacak biriydi. Yıllarca çeşitli illerin köylerinde imamlık yaptıktan sonra kendi memleketine dönmek istemişti. İmam olarak atanması yapılamayınca kurum değiştirmiş, memur kadrosuna geçmişti. Mimiklerini kullanmayı da imamlık yıllarında, özellikle vaaz verirken geliştirmişti. O yüzden belli belirsiz gülümseyerek, yanıt hakkımı saklı tutuyorum demek istemişti. Daha sonra taşı gediğine mutlaka koyardı.


      Adının Yüksel Pekcan olduğunu söyleyen birisi sizinle görüşmek istiyor" dedi. Odanın hakimi durumundaki müdür yardımcısı astlarına fırsat bırakmadan yanıt verdi
      “Adamı bekletmeyin Mehmet Bey, lütfen içeri çağırın" Genelde yaptığı gibi lütfen sesin sahibinin ne kadar kibar olduğu belli olsun diye yüksek tonda söylenmişti. Mehmet Bayram, açıktan açığa adeta sırıtarak geri çekildi, bir iki saniye sonra tekrar içeri girdiğinde yalnız değildi. Ahmet Oker ve diğerleri donup kalmışlardı. Mustafa Ali ağındaki simidin son lokmasını yutamadı, içtiği çaysa çenesinden sızıyordu.

      Bir kaç gün önce hakkındaki atama kararnamesi İşletmeye gelmişti; o günden beridir işletmede adı geçen, Yüksel Pekcan kapıda dikilip duruyordu. Kimdi, kimlerdendi, ne zaman gelecekti hep gıyabında konuşuluyor hatta gelip gelmeyeceği bile tartışılıyordu. İşte o adı geçen Muhasebe şefi kapıda durmuş içeriye davet edilmesini bekliyordu. Genç olduğunu tahmin etmişlerdi doğum tarihini okuduklarında. Gelen kararnamede fotoğraf olmadığı için nasıl birisinin geleceğini doğal olarak bilemiyorlardı. En azından karşılarında manken ajansından gelen birini beklemiyorlardı. Şaşkınlığı geçip de ilk konuşan Serkan Güler’di. Karşısında duran dar siyah eteği dizlerinin üzerinde alımlı genç bayana;

      “Hanımefendi kusurumuza bakmayın" diyebildi. Kapının yanında duran genç hanım adımlarını odanın için de değil de odadakilerin beyninde atıyormuş gibi tok ayak sesleriyle kendine gösterilen sandalyeye yürüdü. Odaya giren muhasebe şefi, uzun boylu, uzun bacaklı, güzel bir bayandı, yalnızca odadakileri değil tüm erkekleri aptalla çevirecek biriydi. Şaşkınlıkları geçtikten saniyeler sonra ancak Ahmet Oker konuşabildi. Ya nasıl olur arkadaş, Yüksel, erkek adı" diyebildi Bütün gözler - bazen ilgisiz görünüyormuş gibi olsa da yeni gelen konuktaydı. Karşılıklı incelemelerle geçen ilk dakikadan sonra konuşan kızıla yakın sarışın güzel oldu.

      “Ben, yeni Muhasebe şefi Yüksel Pekcan " dedi. Diğerlerinin ağızları hala açıktı. Bir "memnun olduk " mırıltısı dudaklarda gezindi ama içinde bulundukları şaşkınlık yüzünden kimsenin pek tanışacak hali yoktu.  Suskunlukla geçen bir süreden sonra tekrar konuşan konuktu.

      “Ben, Birol Tekin Beyle görüşmek istiyorum" deyince o zaman hemen karşısındaki masada oturan Müdür yardımcısı yanıt verebildi.
 
     “Kendisi burada değil." Peşinden diğerlerinin artık ezberlemiş olduğu cümlesi geldi. ”Ben ikinci müdür Ahmet Oker, size nasıl yardımcı olabilirim. Dindar sayılabilecek birisiydi ikinci müdür, normal koşullarda böyle vücut hatlarını ortaya çıkaracak şekilde giyinen birine bakmazdı. En azından bakmadığını söylerdi. Arkadaşları takıldığında ise
      “Bizden geçti artık" derdi Ne de olsa orta yaşı geride bırakan biriydi. Sonuçta arkadaşları ayağında dar siyah eteği göğüslerinin dikliğini ortaya çıkaran bluzu ile karşısında bacak bacak üstüne atarak oturan, kendisinden bir hayli genç bir bayana olan ilgisini yadırgamışlardı.
      “Sizi şaşırtmak istemezdim" dedi genç kız. Allah için güzeldi, güzelliğini ortaya çıkaracak giysileri seçecek kadar zevkli ve cesur biriydi. Hakkımdaki yazı gelmiştir diye tahmin ediyordum" diye sözünü tamamladı. Odada bulunanlardan en çok şaşıranı ise Besim Kalden'di. Durumu toparlamak için söze girdi. Bir an önce yeni gelen arkadaşla tanışmak ister gibiydi. Arkadaşlarını tanıttı. Tanışma töreninden sonra hava biraz daha normalleşmişti. Yeni mesai arkadaşlarına yardımcı olmak konusunda bir yarış bile başladı. Mehmet Bayram
     “Kahvaltı ettiniz mi?" diye sorunca diğerleri de peşinden sorularını sıralamaya başlamışlardı.
      Yeni mi? Geldiniz
      Nereden geldiniz ?
      Bu sabah mı geldiniz.? Genç hanım soruları “Arkadaşlar lütfen" diyerek sertçe kesti. Kısa bir duraklama ile odanın havası az önceki gergin haline döndü. Eksper Serkan altın dişini göstererek
      Bir sabah çayı içer misiniz? deyince genç bayan çıkışının sert olduğunu fark ederek, çatık kaşlarının altında sadece dudaklarda beliren bir küçük gülümseme ile yanıt verdi.
      Evet, Öyle bir evetti ki adeta "ortamı ben belirlerim" der gibiydi. Çay söylemek için Besim Bey kalktı. Diğerleri ise başka şeylerle meşgul oluyormuş gibi davransalar da kaçamak bakışlarla gözlerini karşılarında oturan kişiden ayıramıyorlardı. Besim Bey kapının eşiğindeyken ikinci müdür gene yapacağını yapmıştı.

      “Besim Bey, Yılmaz Beye çayları özel bardaklarda getirmesini söyler misiniz?" dedi. Çay söylemeye Besim beyin gitmesinden memnun olmuşa benziyordu. Ne de olsa Besim Kalden işletmenin yönetim personelindeki yalnız kişilerinden biriydi Kendi rakibi olabilecek biri.

    Her akşam olduğu gibi birlikte mutfaktaydılar. Akşam yemeğini birlikte hazırlıyorlardı. İçeri odadan sesi olağandan fazla açılmış televizyonun sesi geliyordu. Diğer bir odadan yayılan radyo mu? CD mi? olduğu belli olmayan bir müzik sesi de vardı. Evliliklerinin beşinci yılını geçen ay kutlamışlardı. Beş yıllık evli olmalarına rağmen konuşulacak konuları kalmamış gibiydi. Bu yüzden evdeki sessizliği yenmek için olacak bütün cihazlar açılıyordu. Bir zaman cihazlardan gelen sesler duyuldu sadece. Bir zaman sonra evin hanımının konuşacak konusu olmalıydı. Mutfağa daha yakın olan odaya gidip kocaman müzik setini kapattı. Yalnızca televizyonun sesi duyuluyordu artık.     

 Mustafa Ali Bey anlattıklarınız dün gece geç gelmenizle ilgili değil" dedi. Bey kelimesi beş yıllık evliliğe yakışmasa da durumun ciddiyetini vurgulamak için özellikle seçilmişti. ”Ev de sizi bekleyen genç bir eşin varlığını unutuyorsunuz.  İşletmenin iriyarı teknisyeni az önce söylediklerini tekrarladı.
      Arkadaşları kıramadım hayatım. Düğün evinden sonra bir yerlere gidelim dediklerinde hayır diyemedim." Bir an düşündü, sigaranın sapsarı imzasını attığı dişlerini göstererek gülümsedi. "Eşinin 'Kılıbık' diye anılmasını istemezsin değil mi?" Vurucu cümleyi bulduğunu düşünüyordu. Evin hanımı, ilkokul öğretmeniydi. Günleri ve geceleri gizli bir pişmanlık içinde geçiyordu. Altı yıl önce kendisini isteyen ziraat teknisyenine evet dediği için pişmanlık duyuyordu ama elden ne gelirdi ki.
      Kendi kendine defalarca sormuştu Niçin diye. Fazla kilolar mı? yoksa iri yarı çarpık beden mi? Hayır Pişmanlığın asıl nedeni ne fazla kilolardı ne de bakımsız sayılabilecek bir bedendi. Sıkıntı, kocasının her sıkıştığında yalana başvurmasıydı. Beş yıldır kocasının yalan söylediğine defalarca tanık olmuştu. Önceleri masum yalanlardı söyledikleri ama sonradan o kadar sık ve o kadar rahat yalan söyler olmuştu ki. Durumu anlamak için onlarca yazı okumuş adeta yalan konusunda uzman olmuştu.
      Dün gece düğünden sonra mesai arkadaşlarıyla Dalyana gittiklerini biliyordu. Kocasının kazak erkek havalarıyla hayır diyemeyeceğini de biliyordu. Sadece karısının onun peşinde olduğunu bilsin istiyordu. Bu yöntemi de fabrika müdürünün eşi Semiha hanımdan öğrenmişti.
      Konunun fazla uzadığını düşünen Mustafa Ali havayı yumuşatmak için başka bir konuya geçmesi gerektiğini düşündü. Birden aklına sabah olanlar geldi.

      “Yüksel Pekcan bugün işbaşı yaptı dedi, beklediği ilgi uyanmadı. Yanıt tek kelimeden ibaretti. "Hayırlısı olsun’du." Çorbayı karıştırmakta olan karısı bıraktığı konudaydı hala. “Bu dün gece sabaha karşı gelmenin açıklaması değil. Sana gitme diyen olmadı Mustafa Ali Bey İstediğim sadece basit bir telefon görüşmesi." Ses tonundaki resmiyet karşısındakine ister istemez yanıt verme mecburiyeti doğuruyordu sanki. Beş yıl insanların birbirlerini tanıması için yeterliydi ve evin hanımı bu tanışmışlığı çok iyi kullanıyordu. Devamını Mustafa Ali getirdi.
      “Haklısın benim güzel karıcığım. Sana bir 'Alo' demem yeterdi. Karısının yumuşayacağını biliyordu. Konuyu Tekrar Yüksel Pekcan'a döndürmeliydi. "Bir görsen o kadar genç ki." Elindeki domatesleri yanındaki tabağa koydu. Belki yirmisinde bile değildir." Konuşmaya başladıklarından beri ocaktaki tencereyi karıştıran karısının başını ondan taraf çevirdiğini fark etti. Başarıyordu.
 
     “Yeni mezun olmalı" dedi Öğretmen Nurten Kırmaz. "Evvet" dedi içinden ziraat teknisyeni. Karısının ilgisini başka yönlere çekmeyi başarmıştı. Şimdi planının ikinci aşamasına geçebilirdi.

      “Dosyada yirmi dört gözüküyor" Bombayı daha patlatmamıştı. Evliliklerinin ilk aylarındaki gibi kıskandırabilecek miydi acaba karısını?

      “Uzun boylu, kızıla yakın sarışın, iri ela gözlü. Uzun kirpikleri gözlerinin rengini biraz koyulaştırsa da yüzüne ayrı bir hava veriyor. Yüzüne yakışan minicik bir burnu var, hele o gözleri... Hafif çıkık elmacık kemikleri gözlerini daha çok ortaya çıkarıyor, gözlerde güzelliğini daha çok ortaya koyuyor. Neredeyse omuzlarına değecek kadar olan saçları pencereden vuran ışığın altında alev gibi. Zarafeti her adım atışında asaletini dışarı vuruyor... " Saydığı sıfatlara kendi de hayret etmişti. Eğer karısı müdahale etmeseydi devam edecekti.

      “Dur bakalım Mustafa,  dur, dur. Kızıl saçlar, ela gözler, her adım atışta bir asalet, bütün bunlar neyin nesi." Baştan beri ilgisiz görünmeye çalışan hanımı elindeki tahta kaşığı kenara bırakmış, kocasının yanına gelmişti bile. Kimden söz ediyorsun sen.
     “Bu sabah işbaşı yapan Muhasebe şefimizden bahsediyorum tabii."
      O gece, İlkokul öğretmeni Nurten Hanım yattığı yerde gözlerini tavana dikmiş düşünüyordu. Yanında horuldayan şişman bedene baktı. Kafasına yeni işe başlayan Muhasebe Şefini takmıştı. Kıskanmıştı. Beş yıl öncesi evlerine gelen uzun boylu yakışıklı sayılabilecek adam aklına gelmişti. O zamanlar bu kadar kilolu değildi, boylu bosluydu. Uzun boyu çarpık sayılabilecek bedeni örtüyor, daha ötesi alçakgönüllü bir azamet bir veriyordu. O zamanlar adaleli bile sayılırdı kocası.
      Bu kadar güzel birimi yeni gelen" diye sorduğunda kocası pek düşünmeden Çok güzel demişti. Karısını kıskandırmak istediğini biliyordu kocasının. Kocası ise muradına ermişti. Her ikisi de biliyordu bunu "Güzel ama senin kadar değil" dese de inandırıcı olmamıştı.
      Kendi de çok güzel hatta güzel biri bile değildi. Beş yıl önce evlerine onu istetmeye gelen kişi o güne kadar ki taliplerinin en iyisiydi. Evlendikten sonra belki isteyerek, belki de bilinçaltından gelen davranışlarla o uzun boylu adamı kendisine benzetmeye çalışmıştı. Kilolu olmasına razıydı yeter ki başkalarının dikkatini çekmesin. O adam bu konuda istemeden de olsa kendine çok yardım etmişti. Evlendikten bir süre sonra salıvermişti kendini. Şişmanlamış adaleler birer yağ torbası haline gelmişti, dişleri sigaradan sararmıştı. Bu sayede kocasını kıskanmaz olmuştu.
      Seviyor muydu kocasını, evet seviyordu. Aldığı eğitim, terbiye aksini düşünmesine engel oluyordu ama düşünmeye de gerek yoktu ki. Tam istediği gibi bir kocası olmuştu. Ah, bir de yalan söylemese. Eğildi yatağında debelenen iri ve yağlı vücudun omuzlarını öptü. Evet, seviyordu kocasını ve yıllardan beri ilk defa bu akşam kıskanmıştı. Hoşuna da gitmişti, kıskanmak güzel bir duyguydu.
      Yemeklerini yerlerken de konu kendiliğinden yeni muhasebe şefine gelmişti. Aralarında geçen son konuşma "Ne yaparsan yap ama dönüp dolaşıp geleceğin yer bu ev" demişti. Biri televizyona diğeri dantel işine dönmeden önce aralarında son geçen cümlede Nurten hanımın söylediği "Sakın unutma Mustafa Ali Kırmaz, Tapun ben de" cümlesiydi.

      Bir sağa bir sola dönüyor ama gözü uyku tutmuyordu. Evet, bir karara varmıştı, karar vermenin huzurunu duyuyordu. Yine de ters giden bir şeyler vardı. Bilinçaltını sürekli meşgul eden şu dakika aklına gelmeyen bir şey, karanlığın içinde gözlerini tavana dikmiş düşünürken evliliklerinin aksayan asıl nedeni aklına gelmişti; Çocuk. Çocukları olmamıştı, beş yıl geçmesine rağmen. Eğer bir çocukları olursa kocası yuvasına daha çok bağlanabilirdi. Sabah uyandığında geceden aklında kalan son şey, Çocuk sorununu çözmek için daha ciddi düşünmesi gerektiği" olacaktı.

      Sabah saat çaldığında Nurten Hanım bir kere daha şaşırmıştı. Kocası, o tembel, on kere seslenmeden başını yorganın altından çıkarmayan kocası, erkenden kalkmış, çayı demlemiş, tıraşını oluyordu. Akşamki konuşmaları aklına gelince acaba özür mü diliyor? diye düşünmüştü. Oturma odasına çıkarılan takım elbiseyi görünce fikrini değiştirdi. Dilinin ucuna gelen iltifatlar kızgınlıkla ve ancak birbirlerini uzun zamandır tanıyanların çözebileceği gizlilikte söylenen
      “Ne o takım elbiseni çıkartmışsın"a dönüşmüştü. Kocası ise gülümseyerek “Günaydın benim güzel karıcığım" dedi. "Çayı demledim şimdi gidip sıcak ekmek alacağım fırından" deyince Nurten hanım "Bu tıraşın dışarı çıkartılan bu takım elbisenin nedeni Muhasebe şefiyse Allah cezanı versin" diyemedi, diyemezdi. "Teşekkür ederim kocacığım" diyebildi tüm yalan becerisini kullanarak.

      Mustafa Ali Kırmaz son gelişmelerden memnundu. Bir gece önce eve sabaha karşı gelmenin hesabını vermekten kurtulmuştu. Daha güzeli, ilk gördüğünde beğendiği "işte benim karım olacak kişi" dediği karısı yıllardan beridir ilk defa onu kıskanmıştı. Evliliklerinin ilk aylarında -hani o daha zayıf ve daha yakışıklı olduğu günlerde- olduğu gibi kıskanmıştı.

      Uyandıktan sonra kahvaltıyı hazırlarken ve uzun süredir kullanmadığı takım elbisesini gardıroptan çıkarırken, aklından sadece karısını kıskandırmak geçmiyordu. Kendinden bir hayli yaşlı olan, Hoca Ahmet Oker bile yeni gelen taze için umutlanmıştı. Kim bilir belki de yollu biridir de bizde neşemizi buluruz diye düşünmüştü. O mini etek, o dar bluz gözlerinin önüne geldi, neredeyse göğüslerinin uçları belli olacaktı. İçinde dün yaşadığı kıpırtılar tekrar canlandı. Erkeklerin çoğunlukta olduğu bir işyerine o kıyafetle gelinir miydi hiç? O sabah ayna karşısına geçtiğinde biraz daha yanlı ama biraz daha dikkatli bakmıştı, kendini yakışıklı bile bulmuştu. Biraz kilo fazlası vardı o kadar. Akşam eşinin kıskançlığı kendisini umutlandırmıştı. Haklı olmasaydı karısı onu bu kadar kıskanır mıydı? Evli olmak bile bazı koşullarda avantaj kabul edilebilirdi.

      Bir taşla pek çok kuş vuracağını düşünüyordu ziraat teknisyeni o cicili takım elbiselerini giyerken. Vuracağı kuşların en irisi ise çocuklarının olmamasından dolayı hakkında konuşulan dedikoduların çürütülmesiydi. Nasıl bir erkek olduğunun canlı tanığı olacaktı. Hem de mankenlik okulunu yeni bitirmiş gibi güzel bir tanık.
Başlık: Ynt: Anchilea-bölüm 1
Gönderen: mit - 06 Ekim 2015, 14:06:53
Aynı hikayenin farklı bölümlerine ayrı ayrı konu açmak forumumuzun kurallarına aykırı sevgili azizhayri :) Hem gereksiz yere başlık fazlalığı oluyor hem de okurların hikayenin devamını bulmasında zorluk yaşanıyor. Konular birleştirildi. İyi forumlar :)
Başlık: Ynt: Anchilea - Kutsal Kalkan
Gönderen: azizhayri - 09 Ekim 2015, 13:09:34
            D Ö R D Ü N C Ü     B Ö L Ü M

    “Maşşallah, Maşşallah. İşyerinde ikinci gününüz olmasına rağmen işi kavramış gibisiniz." Genç muhasebe şefinin sesin sahibini tanımak için pek çaba göstermesine gerek yoktu. Evet, fabrikada ikinci günüydü ama bu insanları tanımak için o kadar çok zamana ihtiyacı yoktu. Üstelik izinsiz, kapı çalmadan içeri girme cesaretini gösterebilecek kişi ancak yetkili biridir. Belki de müdürdür diye düşünüyordu.

     Yakın olacağım diye, sevimli olacağım diye hepsi etrafında pervane oluyorlardı. Az önce kendince kompliman yaptığını sanan İşletme müdürü en önde geliyordu. Tipik bir evli Türk erkeğiydi Birol Tekin Bey. Gülümsemesi gerçek niyetini gizliyordu. İşletmede ikinci günüydü ama Müdürü belki onuncu kere yanına girip çıkmıştı. Demek evrenin her yerinde erkekler aynı özellikleri taşıyormuş diye mırıldandı. Zayıf olması nedeniyle olduğundan daha uzun boylu gözüken kurum müdürü yeni gelen elemanının ne dediğini anlamamıştı.
 
    “Efendim" deyince genç bayan
     “Sizlerin yardımları sayesinde efendim" diye yanıt vermişti. Oda işlerin nasıl yürüdüğünü öğrenmiş gibiydi. Elindeki kağıda elle yazılmış metni klavyenin tuşlarına vurmaya devam etti. Arada sırada hesap makinesiyle, kağıttan bazı rakamları tekrar hesaplıyor sonra yazmaya devam ediyordu. Yüzünü göremese de yakınında duran, saçları ve bıyıkları ağarmaya başlamış adamın gülümsediğini biliyordu.
      Koskoca adam, Bilgisayarın başında yazı yazmaya çalışan güzel yeni muhasebecisinin başında duruyor onun adeta filmini çekiyordu. Özellikle bedeninin giymiş olduğu giysisinin dışında kalan bölümlerini görmeye çalışıyordu. Başını daktilosundan kaldırdığında yanılmadığını anladı, dayanamadı

      “Rahatsızsınız galiba müdür bey" dedi. Müdür yaptığının utancını bir an yüzünde hissetti. "Aslında ben sizi öğle yemeğine davet etmek için gelmiştim" diyebildi. Muhasebe şefi, Siz buyurun "dedi. Zavallı İşletme müdürü tekrar çağıracak gibi olunca daha sert bir tonda "Siz buyurun ben elimdeki işi kolaylayayım hemen geleceğim" diye kestirip attı. Artık orta yaşı geride bırakmış olan müdür bey odadan çıkarken bir yandan işine devam ediyor, bir yandan da düşünüyordu. "Acaba ileri mi gitmişti?" Az önce terslediği kişi, işletme Müdürüydü ama geldiğinden beri yaşadıklarını anımsayınca araya belli bir mesafe koyması gerektiğine karar verdi. Onların bu mesafeyi koyacağı yoktu, bu nedenle az önceki çıkışı çok yerinde bir çıkıştı.

      O sabah, İşletmenin tüm idari personeli takım elbiselerini giyip gelmişlerdi. Dün yaptıkları bir yana, bugün iltifat edeceğim diye adeta bir yarış içindeydiler. Hatır sormalar, çay, kahve ısmarlamalar, övgüler, komplimanlar. Belki iyi niyetle yapılıyor olabilirlerdi ama bu onlara laubalilik derecesinde ileri gitme hakkı vermezdi. Kızgınlığı henüz geçmeye başlamıştı ki kapı tekrar tıkırdadı. Kapının ağzında beliren yüzü anımsamaya çalıştı. Evet, dün geldiğin de bir kere görmüştü, sonra diğerlerini defalarca görmüş olmasına rağmen şimdi kapı aralığından bakan adamı ikinci kere görüyordu.

      “Buyrun, Besim Bey" deyince kapının aralığında duran otuz yaşlarındaki esmer tenli adam bir an duraladı. Dün sabah bir kere görüşmüşlerdi. Basit bir hoş geldiniz töreninden İşletmeden çekip gitmişti. Ve o kişi yani yeni şefi kendisini anımsıyordu, şaşkınlığı geçince

      “Şey..." diye kekeledi. “Ben sizin mesai yani oda arkadaşınızım." diyebildi. Yeni şef kapıda dikilip duran adama cesaret vermesi gerektiğini düşündü.
İçeri gelin dedi. Burası sizin makamınız, hem işlere adapte olabilmem için yardımlarınıza gereksinim var." Adam bir iki gün öncesine kadar tek çalışanı olduğunu bildiği odaya, kendi odasına ürkek adımlarla girdi. Genç hanımın oturduğu masanın karşısındaki sandalyeye ilişti. Oda da birbirine dik gelecek şekilde konulmuş iki masa vardı. Kapının girişindeki saç masada Besim Bey çalışıyordu. Karşıdaki daha büyük görünen ağaç masa ise boş duruyordu. Bir kaç gün önce yeni birinin geleceği dedikodusu İşletmeye yayılınca İşletme Müdürü, odacıya boş masayı temizletip hazırlatmıştı.

      “Sizin diğer masada çalışabileceğinizi söylediler. Üstelik bu masada yeni gelecek arkadaşınmış." Omuzlarını hafifçe silkti. ”Rıza Efendi öyle söyledi" Bir an yanı başında oturan adamın yüzüne baktı, temiz yüzlüydü. Ötekilerden tek farkı ise ne tıraş olmuştu, ne de üzerinde takım elbise vardı.

      “Beni yanlış anladınız. Buraya masaları paylaşmak için gelmedim." Bir an sustu. Az önce gördüğü müdürünün sözleri aklına geldi. Cesaretini toplayıp; Buyrun yemeğe gidelim demeğe geldim. Belli belirsiz bir "oh" çekti. Yeni, güzel ve genç amirinden olumlu bir yanıt gelmesi için dua ediyordu.

      “Tamam, Besim Bey siz biraz bekleyin isterseniz" eliyle kapıyı gösteriyordu ben hazırlanıp geliyorum. Başka bir şey söylemesine gerek kalmadan Besim ağır adımlarla kapının yolunu tuttu.

      Ayıp olmasın diye kapının biraz uzağında, neredeyse koridorun köşesinde bekliyordu. Dün sabah yeni şefini ilk gördüğünde aklına gelmişti. Kendi kendine, Allahım, ne kadar benziyor" demişti. O yüzden oradan hemen kaçmıştı. Pamuk alım sezonunun yaklaştığı şu günlerde aranacağını bilerek kaçmıştı. Gerekçe mi yoktu. Borsa, vergi dairesi, S.S.K. ya da postane hiç fark etmezdi onun için. Bir öğleden sonra ve gece hep düşünmüştü acaba gerçek olabilir mi? diye.

      Bu sabahta, öğleye kadar gene yoktu, yarım saat önce gelmişti fabrikaya. Bahçe de Rıza Baba ile karşılaşmıştı. Daha doğrusu Rıza baba sanki onu bekliyormuş gibi gelmişti kendisine. Rıza Babaya daha günaydın demeden; yeni gelen Muhasebe şefini gördün mü?" diye sormuştu kıdemli odacı. Soruş maksadını ise içeri girebilecek cesareti bulduğunda ve o yüzü tekrar gördüğünde anlamıştı. Evet, ne Rıza baba yanılmıştı ne de kendisi.

      Adı ister yemekhane olsun ister mutfak, isterse de çay ocağı önemli değildi, önemi adından çok o salonun işlevindeydi. Fabrikanın yönetim binasının en geniş bölümüydü. Zavallı salon bir joker gibi kullanılıyordu ve eğer bir kişiliği olsaydı kimlik bunalımı yaşardı. Hem yemekhane hem mutfak hem de çay salonu, hatta bazen bir toplantı salonu olarak bile kullanıldığı oluyordu.

      Yemekhaneye koridoru geçip gireceğiniz kantar odasından sonra varıyordunuz. Salonun aşağı yukarı bir çeyreklik bölümü paravanlarla bölünmüştü. Paravanın arkasında bir yarı profesyonel bir fırın bir banko ve bankonun ucunda da çift musluklu bir evye vardı. Fırının üzerindeki altılı ocağın bir gözünde sürekli kaynayan çelik çaydanlık takımı vardı. İşte Lütfiye Bacı mucizelerini salonun bu bölünmüş Bölümünde gerçekleştiriyordu.

      Yüksel Hanım önde Besim Bey arkada yemek salonuna girdiğinde yemek yiyen pek kimse kalmamıştı. Paravanın hemen önündeki masada -bu masa bir çeşit protokol masası sayılıyordu- Müdür yardımcısı ve Ziraat teknisyeni vardı. Diğer dört masada ise tek tük işçiler yemeklerini yiyorlardı. Sezon açıldığında geçici işçiler işbaşı yaptığından masalar yetmez oluyordu. O zamanlarda bile yönetim masasında diğer çalışanlardan kimse oturamıyordu.    Yönetim personelden tasarruf edilebilmek için selfservis sistemini benimsemişti. Yemeklerini alıp yerlerine geçerlerken büyük masada oturan Ahmet Bey, buyur demişti. Önde yürüyen Yüksel Hanım, sadece, afiyet olsun deyip yanlarından geçmiş girişteki masaya yönelmişti. Genç amirinin peşinden giden Besim Bey de masada onlara bakakalan Ahmet Beye şaşkınlıkla gülümsemişti.

      Yanlarına oturdukları Rıza Aslanda, Ali ustada şaşırmışlardı. Dün gelen Muhasebe şefi mesai arkadaşlarını es geçip doğrudan yanlarına gelip oturmuştu. Yüzlerinde şaşkınlıkla beraber gizli bir memnuniyette vardı. Lordlar kamarasını geçip Avam kamarasında yemeğini yemek isteyen biri için ayağa kalkılırdı doğrusu. Onlar oturduklarında ise az önce davet ettikleri masada oturanlar kalkmış yemek salonundan çıkıyorlardı.

      Bir zaman masada sadece tepsiye sürten çatal ve kaşık sesleri duyuldu. Söze başlayan Ali usta "Avam kamarasına hoş geldin kızım" dedi. Sonra kronik muhalefet yapısını ortaya koyacak şekilde konuşmaya başladı

      “Bu fabrikada iki türlü yurttaş vardır. Birincisi onlar" eliyle az önce kalkıp gidenleri gösteriyordu. "Diğerleri bizler." Araya Rıza Aslan girmemiş olsa uzayıp gidecekti konuşması.

      “Tamam Ali usta, siyasi fikirlerini misafirimize daha sonra anlatırsın." Yüksel Pekcan'a dönerek  "Bizim koca ustanın oğulları zamanında siyasetle çok uğraşmışlardı. Keratalar babalarını da epey etkilemişler görüyorsunuz" demişti. Ali usta tekrar araya girdi,

      “Haksız mıyım hanım kızım sen söyle." Yüksel hanım yüzlerine karşısında oturan yaşlı adamların yüzlerine bakıp "demek istediğinizi anlıyorum"  der gibi gülümsedi. Bir şey demeden yemeğine devam etti. Beklediği ilgiyi çekmediğini gören Ali usta "afiyet olsun" diyerek masadan kalktı. Rıza Bey de peşinden.

      “Biliyor musunuz" dedi neden sonra Besim." Çevrenizdekileri etkilemeyi çok iyi başarıyorsunuz." Yüksel Pekcan’ın kaşlarının çatılmıştı.

     “Sizde mi Besim Bey?" dedi. Besim, Yanlış anladınız. Rıza baba ve Koca ustayı kastettim. Onlarla yemek yemeniz çok hoşlarına gitti." deyince çatılan kaşlar yumuşadı. Yemeği biten Yüksel hanımın kıpırdandığını görünce ev sahipliği yapması gerektiğini anlamıştı. Besim yemek yediği çelik tepsiyi tüm avam kamarasında yemek yiyenlerin yaptığı gibi aldı. Çıkıştaki bulaşıkların yığıldığı yere yöneldi. Dar sayılabilecek pantolonu ve dekolte bluzuyla da genç amiri peşinden geliyordu.

      Müdür Beyin diğer odalardan daha küçük ama daha lüks döşenmiş odasında kahveler içiliyordu. Az önce başına gelenlerin dedikodusu yapılıyordu hafiften. Odanın boyutları yanında dev gibi kalan masasında oturan Birol Tekin arkadaşlarının beklediği yanıtı vermekte gecikmedi

      “Bak şu saçı uzun aklı kısanın yaptığına." Biraz alaycılık var gibi görünse de sözleriyle yardımcısını onore etmek istiyor gibiydi. "Sen kalk Birlik Çırçır İşletmesinin koskoca Müdür Yardımcısını ve ziraat teknisyenini çiğne de Yağcı ustasının, odacının masasına otur."  Aslında pek birbirlerini sevmezlerdi müdür ve yardımcısı. Bunda İşletmenin müdürünün kendi istediği adamlarla çalışmamasının etkisi büyüktü. Ahmet Oker'i birilerinin torpiliyle geldiği için sevmezdi. Dindar oluşu mutaassıp düşünceleri ve saygıda kusur etmeyen davranışları yüzünden gelmişti o makama. Birol beye kalsa yanına çoktan Mustafa Ali Kırmaz'ı almıştı. Ama ziraat mühendisi dururken ziraat teknisyenini göreve getiremeyeceğini bildiğinden şimdiki yardımcısına katlanıyordu.

      “Her zaman dediğim gibi" diyerek sözüne devam etti, Hakkının hakkını Hakkı'ya vermek lazım. Bu defa sen haklısın Ahmet Bey deyip kahvesinden kocaman bir yudum aldı. Keyifliydi, keyfi aldığı yudumda höpürtü olarak odada yankılanıyordu. Şu yeni gelen fıstığı sevmeye başlıyorum galiba, diye düşündü. Ne de olsa içtiği bu acı kahve o güzel tarafından geliyor sayılırdı. Eğer dertleşme veya teselli bulma gereksinimi duymasaydı şu cimri para babası kolayca bir şey ısmarlamazdı.

      Mustafa Ali'de, sabah benzer tafrayı bana da yaptı" dedi. Başların merakla kendilerine döndüğünü görünce biraz abartarak “Beni odasından kovdu" dedi. Doğru sabah günaydın deyip muhasebeye gitmiş dakikalarca muhabbet etmeye çalışmıştı. Kız yüz vermiyordu ama o ısrarla havadan sudan bahanelerle ortamı ısıtmaya çalışıyordu. Genç kızda dayanamamış

      Sizin yapılacak işleriniz vardır, diyerek kapıyı göstermişti. Müdür bey her iki elemanını da tanıyordu. Ortalama bir yol tutmaya çalışıyordu. Hele vatandaşa biraz zaman verin bakalım" dedi. Belki halledemediği yada halledemeyeceği sorunları vardır." Ahmet Oker söze girdi.
      “Sadece onun mu sorunları var" demişti ki Teknisyen aralarındaki var olan ve kolayca su üzerine çıkmayan gerginliği dışa vururcasına söze karışma gereği duydu.
      “Tamam tamam biliyoruz Ahmet Bey eşinizden ayrıldınız, iki çocuk başınızda, ev sahibiyle problemleriniz var ve siz bunları işinize yansıtmıyorsunuz." Sitem olsun diye başladığı sözlerini düpedüz alayla tamamlamıştı. Ses tonuna ve hızla konuşmasına ikisi de bir anlam veremedi. Aslında Mustafa Alinin kendisi de anlamamıştı. Ayağa kalktı. Elindeki fincanı sehpanın üzerine bırakırken

      “İzninizle müdür bey deyip odadan çıktı. Birol bey bir an ikircikli kaldı. Teknisyeninin arkasından gitmeli miydi? Vazgeçti, yıllardır uyguladığı denge politikasına devam edecekti. Oturduğu koltuğa iyice yayıldı, keratanın burnu biraz sürtülsün diye düşündü. Bir dakika sonra ise koltuğun da düşüncelere dalıp gitmiş odasında oturmaya devam eden Ahmet Oker'i bile unutmuştu. Aklına yıllar öncesi yaşadıkları geldi.

      Bir kız vardı anımsadığı, Ispartalı veya Antalyalı. Ziraat fakültesinin son sınıfında tanışmışlardı. Gözleri kapadığı anlarda -özellikle hayatın bunalttığı, karısının bunalttığı anlarda-  aklına gelirdi. Dün sabah ilden geç geldiğinde odasında oturuyor bulduğu genç kız  "Ben yeni muhasebe şefiyim"  diye kendini tanıttığı zaman hemen taparcasına sevdiği o kız aklına gelmişti. Yılların külleri arasında kalan korlar tekrar parıldamaya başlamıştı. Ve arkasından da içinde bulunduğu durumun tek nedeni olarak düşündüğü babasına içinden sunturlu bir küfür savurmuştu. Eğer babası kabul etseydi şimdi o yeşil gözlü kızla evli olacaklardı. Çocuklarının annesi görücülerin görüp beğendikleri Semiha Hanım değil O olacaktı.

    Belleğinin anılar denizinde su üzerine çıkan adı oldu önce. Canının çok sıkkın olduğu anlarda dudaklarından dökülen o isim tekrarlanmıştı. "Kezban" İsmin dudaklarının arasından çıktığını korkuyla fark etti. Kezban demişti gerçekten.  Bir an karşısında oturan uyuklayan adama baktı. Yardımcısının eline koz vermek istemezdi doğrusu. Dudaklarından derinden gelen bir feryat gibi dökülen ismin ancak kendi duyabileceği kadar bir fısıltı olduğunu anladı. Yüreğinin derinliklerinde yankı bulan bir fısıltı. Ahmet Oker'in düşüncelerle koltukta oturduğunu görünce bir "Ohh" çekti içinden.     

   Tekrar koltuğuna yaslandı. Geçmişe döndü. O yıllarda esmer tenli, yeşil gözlü kızla birbirlerini sevmişlerdi. Kız, beni istet demişti. Ama babası yok mu? o babası. İstememişti oğlunun istediği kızı. "Ben oğluma tanımadığım birini değil bildiğimiz, dengimiz olan bir ailenin kızını alacağım" demişti de başka bir şey dememişti. İşte o yüzden sevdiği kızla değil babasının ve annesinin beğendiği kızla evlenmişti.

      Masasının üzerindeki çerçeveye gözü takıldı. Karısı ve iki oğlu çerçeveden ona gülümsüyorlardı, gerçek hayata döndü. Yeni gelen personelinde geçmişini bulduğunu biliyordu. Biliyordu ama önemli olan bugündü, Semiha hanımla evliydi ve iki oğlu vardı.  "Ailemi seviyorum" diye mırıldandı. Her ne kadar "aşk" veya "sevda" düzeyinde olmasa da ailesini seviyordu, ailesine bağlıydı. Babasının annesinin bulduğu, uzak akraba oldukları Semiha hanımı seviyordu. Kendisine evliliklerinin bir armağanı olarak vermiş olduğu oğulları Kazımı ve Salih'i seviyordu. Gençliğinin fırtınalı denizlerinin yıprattığı gönül teknesi ailesinin dingin limanında huzur içindeydi. Düşündüklerinin ve yaptıklarının hata olduğunu kabul etti. Yüksel Pekcan'dan kendini uzak tutmalıydı, tutacaktı. Eli masanın üzerindeki telefona uzandı. Kendini Hanımına karşı suç işlemiş gibi görüyordu ve bunu affettirmeliydi. En azından vicdanını rahatlatmalıydı, tuşlara basarken karşısındaki koltukta uyuklayan yardımcısına dönüp
 
     “izin verirseniz bir telefon görüşmesi yapacağım" dedi. Ahmet bey söylenmeye çalışılanı anlamıştı. Lakayt bir tavırla gerneşerek odadan çıktı.

        İki oda ileride Muhasebe odasında Besim Bey ve Yüksel hanım samimiyeti ilerletiyordu. Yüksel hanım, Besimin diğerlerinden daha farklı olabileceğini düşünmeye başlamıştı, akran bile sayılabilirlerdi. En azından Besim bir Mustafa Ali yada Ahmet Oker gibi şirinlik gösterisi yapmaya çalışmıyordu. Konuştukları konular ise genelde iş konularıydı. Defterler faturalar, dosyalar. Besimde yeni amiriyle anlaşabileceğini düşünüyordu. Bir üst olarak astına gayet iyi davranıyordu. İşletmede geçer akçe olan "diploma" kompleksi yoktu. İşler daha düzenli olarak yürüyecekti.

      Karşısında masada oturup elindeki dosyaları inceleyen kişiye alıcı gözle bir kere daha baktı. "O"na o kadar çok benziyordu ki. Bir an, odadan çıkıp gitmeyi, bir daha dönmemeyi düşündü ama vazgeçti. Bir gün önce yaptığı kabalığı bugün yapmamalıydı. Besim de az önce müdürünün verdiği kararın benzerini verdi. "O" geçmişte kalmıştı. Kendisi günahının diyetini ağır ödemişti. Bu ödemeye tanıyanlar tanıktı, tanısın tanımasın bütün ilçe tanıktı.

      Bir ara konuyu açmayı düşündü. Eskiden beridir "siz filanca kişiyi tanıyor musunuz?" yada "falanca yerde bulundunuz mu?" diye başlayan cümleleri çok itici bulduğu için vazgeçti. Şimdi de kendisi itici olmak istemiyordu. İnsan insana benzer diye düşünerek bazı şeyleri zamana bırakmaya karar verdi. Ayağa kalktı. Karşı duvardaki çelik dolaplardan birine yöneldi. Dolabın iki kanadını birden açtı.

       “Az önce sorduğunuz sorunun yanıtı burada" dedi. Dolap klasörlerle tepelemesine doluydu. Kalın ince, karton plastik, sayısız klasör dolaptaydı. Adam arkasını dönüp dolabın durumu için geçerli mazeretlerini ileri sürecekti ki eğreti duran dosyalardan bir bölümü devrildi.

      Genç kız oturduğu yerde bir an tereddüt yaşadı. Yerinde kalıp karşısındaki adamın klasörlerle boğuşmasını izleyebilirdi. Belki de gülünebilecek birkaç öğede çıkabilirdi bu durumdan. Ama o yerinden kalkıp daha fazla dosyalar dökülmesin diye bir eliyle dolabı tutup diğer eliyle dışarıdakileri toparlamaya çalışan adama yardımcı olmaya karar verdi. Bir kaç dakikalık uğraşmadan sonra ancak dolabın kapakları kapanabilmişti.

   Güçlükle kapatılabilen dolabın başında Besim bir an yutkundu. Belliydi ki bir şeyler söylemek istiyordu. Gerek dolabın yaptığı kabalık -Amirinin önünde yıkılıveren dolabın davranışı başka türlü adlandırılamazdı- gerekse genç ve güzel biriyle bu kadar yakın olmak terletmişti Besimi.
 
     “Size bir şey söylemek istiyorum ama..." Yüksel hanım öylece yüzüne bakıyor "ama" nın peşinden ne geleceğini merak ediyordu.

      “Giysileriniz diyecektim." Peşinden gelebilecek kelimeleri bilebilmek için özel bir yetenek gerekmezdi.

      “Kıyafetimin buralara uygun olmadığını anladım" dedi genç kız. Karşısındaki adamın yüzünün kızardığını gördü. Yeteri kadar samimiyetin doğduğunu biliyordu. Resmiyetin tekrar kurulması gerektiğini düşünmüş olacaktı ki karşısında ki adamı günah keçisi gibi görüp, giydiğim kıyafetler için bu yaştan sonra kimseden izin alacak değilim" diye neredeyse bağırırcasına yanıt verdi. Zaten söylediğine, söyleyeceğine pişman olan Besim hiç ağzını açmadan dışarı çıktı. Yine de girişiminin olumlu sonuç verdiğini ancak ertesi gün anlayacaktı.

       Besimin odadan çıkmasının ardından içeriye geldiğinden beri ilk defa karşılaşmış olacakları biri tarafından açıldı."Merhaba" dediği zaman gelen kişinin konuşmasından yabancı uyruklu olduğunu anlamıştı. Peşinden ikinci yüz belirdi kapıda. İçeri giren ikinci kişinin yabancı olduğunu anlayabilmeniz için konuşmasını beklemeye de gerek yoktu, derisinin renginden hemen anlayabilirdiniz. Siyaha yakın kahverengi derisi, kıvırcık saçları, sevimli yüzü ile gülümsüyordu. Bunlar fabrikada geçici görev yapan iki Amerikalıydı. Genç Muhasebeci ikisini de içeri davet etti. İlk giren kumral sarışın genç kendini tanıttı önce.

      “Benim adı George... George Nicolas Smart" dedi ince uzun parmaklı elini karşısındaki güzel bayana uzattı. O anda kapı tekrar tıkladı. Besim tekrar içeri girmek için izin bekliyor gibiydi.  Ondan önce davranan Yüksel hanım kurtarıcısına atıldı

      “Gelin Besim Bey beni arkadaşlarla tanıştırın." Besim az önceki çıkışın peşinden bu yakınlığın doğmasına neden olan Amerikalılara minnetle baktı.

   “Bu arkadaşlar Amerikalı, 'Dünya Tarım Kooperatifleri Birliğinin' özel eğitim planı çerçevesinde buradalar. Bilmem kaç kişi gelmişler Türkiye'ye. Bir o kadarı da bizden oralara gitmiş olmalı." Karşılarında dikilip duran iki uzun boylu yabancıya bakıp gülümsedi. "Biz onlara turist adını takmıştık. Yaklaşık bir aydır ilçedeler" deyince az önce kendini tanıtan beyaz Amerikalı düzeltti.

      “Yirmi iki gün" dedi. Ardından Odaya girdiğinden beri suskun olan elini uzattı  "Ben de Pietro Wilkes. Savannah- Georgia." Zenci delikanlı daha önceden tanıdığı Besime dönüp

      “Who is that Girl" deyince Yüksel hanım tanışmanın eksik olduğunu anımsadı. “My name is Yüksel. Yüksel Pekcan" dedi. Besim sözlerini tamamladı Yüksel hanımın.
 
     “Yeni Muhasebe şefimiz." Amerikalı gençlerin Yüksel hanıma bakışlarını gören Besim bir an genç kızı kıskandı. Her halde ilçeye geldiklerinden beri gördükleri en rahat kız Yüksel hanımdı. Onca yıl yabancı dil eğitimi almasına rağmen Besim Amerikalılarla iletişimi rahatlıkla kuramıyordu. Yalnızca Besim değil diğerleri de aynı dertten muzdariptiler. Adına tarzanca denilebilecek, Türkçe ve İngilizce karışı mı özelliklede elle kolla anlatılan bir dildi aralarında kullandıkları. Şu an okuldan yeni mezun olmuş genç bayan onlarla o kadar rahat konuşuyordu ki imrendi. Yüksel Pekcan sanki onlardan biriydi.
 
      Bir gün daha, geride kalan binlerce günlerden biri gibi bitmişti. Rıza Aslan kimsenin kalmadığı fabrikada temizliğini tamamlamaya çalışıyordu. Odaları süpürmüş sıra koridorlara paspas çekmeye gelmişti. Birazdan da sağı solu kontrol edip çıkacaktı. Yönetim binasını kilitleyip anahtarı bekçi Cavite teslim edecekti. Toz alma işlemi ise sabah gelince yapılıyordu. Paspasın işi bittikten sonra yıkamış tuvaletlerdeki yıllardır bıraktığı yere bırakıyordu ki arkasından gelen sesle irkildi. Dönüp karşısında Besim beyi görünce biraz şaşkınlıkla biraz korkuyla

      “Besim Bey" diyebildi. Derin bir soluk aldıktan sonra da Geldiğinizi duyamadım" diye ekledi. Kantar odasının hemen yanı başındaki tuvaletin önündeydiler. Genç adam yere bakıyordu,  Belli ki söylemek isteyip söyleyemediği bir şeyler vardı, yılların hizmetlisi kantar odasındaki masayı gösterdi.

    “Ellerimi yıkayayım geliyorum" deyince Besim omuzlarında çok büyük bir yük varmış gibi çökercesine sandalyeye oturdu. Rıza bey ellerini duvardaki el kadar havlu ile kurularken masanın yanındaki sandalyede oturan genç adama baktı, sorun yeni gelen muhasebe şefi değil mi?" dedi. Besim elinde anahtarlığı bakışlarını sürekli oynadığı anahtarlığından yavaşça kaldırıp önünde duran yaşlı adama baktı. Kafasını öylece salladı.

      “Sabah ön bahçede söylediklerim için geldim." dedi. Rıza Aslan oğlu gibi severdi Besimi. Şimdileri pek çok kişinin kullandığı "Baba" unvanını kendisine o vermişti. Çevresindekiler tarafından sevilmediği hatta nefret edildiği günlerde destek olmuştu Besim Kalden'e. Bu Rıza Aslan'ın deyimiyle tamamen "kader"di. Bu antipati biraz daha genç olduğu yıllar da savunduğu siyasi fikirlerinden dolayı başlamıştı. Besim Beyin Komünist olduğunu -günahları boynuna- ateist bile olduğunu söyleyenler bile çıkmıştı. Birazda doğasında var olan sert ve ciddi görünüşünden çekiniyorlardı. Kantar odasının diğer tarafındaki sandalyeyi çekti, Besimin yanına oturdu.

      “Başka birine sözün yoksa bu akşam bize gidelim. Hanımının Besimi sevmediğini biliyordu. Getirdiği için kızacağını ve surat yapacağını biliyordu. Yine de "Yengen akşamlık ne hazırladıysa, Allah ne verdiyse birlikte yeriz" diye ekledi. Besim ise Rıza Babanın söylediklerini duymuyor gibi,     

   “O'na çok benziyor değil mi? Rıza Baba." Rıza bey ne kadar uzak tutmaya çalışsa da konu dönüp dolaşıp "O" na geliyordu. Rıza bey susma sırası kendindeymiş gibi sustu. Besim bu kez bakışlarını karşısındaki yaşlı adam dikmişti.

      “Sende benzettin değil mi?" sesi gitgide daha fazla titremeye başlamıştı Kafasını hafifçe çevirdi, kantarın içerdeki uzantısına baktı. Parmakları ilgisizce ayar çubuklarında geziniyordu.

      “İlk gördüğümde delirdiğimi zannetmiştim. Yılların ardından çıkıp geldiğini düşünmüştüm. Vicdanım bana oyun oynuyor zannetmiştim. Kafasını çevirdi yanında sessizce oturan adama baktı. Yüzüne bakıldığını hisseden Rıza beyde bakışlarını kaldırdı.

      “Rıza baba deliriyor muyum sence." Yaşlı adam karşısındaki gencin ağzından yayılan anason kokusunu duydu, Besim gene içmişti. "Ben bedelini ödediğimi düşünüyorum Rıza baba" dediği zaman gözpınarları ıslanmaya başlamıştı. Rıza baba hem üzülüyor hem de önünde ağlayan genç için ne yapması gerektiğini düşünüyordu. "Hem de fazlasıyla ödedim. Buna sen de tanıksın başkaları da" dediğinde boğazında hıçkırıklar vardı.
 
     Bir saat sonra Rıza baba evinin yolunu tutmuştu. Besim bey onu az önce, sokağının alt başında indirmişti arabasından. Israrlarına rağmen akşam yemeğini birlikte yiyelim teklifini kabul ettirememişti.

      “Allah biliyor ya önce senden korkuya varım ağızla davet etmiştim" diyecekti gece olanları hanımına anlatırken. Karısı iyi etmişsinde ısrar etmemişsin dediğinde ise halini görseydin yüreğin dayanamazdı" diyecekti. Her zamankinden geç kaldığı halde yokuşu çıkarken acele etmiyordu Yıllardır edindiği alışkanlıkla bu uzun yokuşu ağır adımlarla çıkarken gününü daha rahat değerlendiriyordu. Mahalle camisinin imamının dediği gibi vicdan muhasebesi yapıyordu. Bugün ise vicdan muhasebesi için her zamankinden daha geniş süreye gereksinimi vardı.

      Besim beyinin değişmeye başladığını hissediyordu iki gündür. Meyhanelerin, birahanelerin abonesi olan Besim Bey değişiyordu. Doğal olarak bunun yeni gelen kişiyle ilgisi vardı. Gerçi bu akşam da zıkkımlanmıştı. Belki şimdi bile bir yerlerde içiyordu ama davranışlarında değişiklikler vardı. Bir ara durdu gülümsedi. Kimlerde değişiklik yoktu ki. Bütün yönetim personeli takım elbiselerle giymiş, en iyi kokuları sürünmüştü. Müdürü ve Müdür Yardımcısı kekeme Ahmet de buna dahildi.

      Ağır adımlarla olsa da evinin önüne gelmişti. Cebinden anahtarını çıkardı. Yeni gelen muhasebe şefi fabrikada epey değişiklikler yapacak gibiydi. Farkında olmadan "haydi hayırlısı" dedi. İkinci "Hadi hayırlısı" ise anahtar tıkırtılarına gelip kapıyı o anahtarını bulamadan açan eşine söylenmişti. Günlük işlerle yorgun kadın ise kapıda ne olduğunu anlamayan bakışlarla kocasının yüzüne bakıyordu.
                     
Başlık: Ynt: Anchilea - Kutsal Kalkan
Gönderen: azizhayri - 12 Ekim 2015, 08:05:59
B E Ş İ N C İ     B Ö L Ü M

Geçen geceki gibi aşırı alkollü değildi sadece alıştığı üzere yalnızca bir iki tek atmıştı. Yine de kulakları çınlıyordu, tıpkı o gece duyduğu çığlığa benzeyen sesler duyuyordu. İlgisiz olmaya çalıştıysa da kısa süreli aralıklarla çağrıyı andıran ses devam ediyordu. Ne yaptıysa da o sesi kesemediği için gecenin bir yarısında kalkmış buralara gelmişti.

      "Garip" diye düşündü. Sen yıllarca önce bir tünel kaz tünelde bir iskelet bul. Belki bilinçaltına yerleşmiş korkuyla unut. Sonra bir kaç gün arayla tekrar gel. Masanın yanındaki tabureye oturmayı düşündü. Kaç yıllık olduğunu bilmediği taburenin ağırlığını taşıyamayacağı aklına  gelince vazgeçti. Ayakta, odayı incelemeye devam etti.

    Cebinden sigara paketini çıkardı, bir sigara yaktı. İskeletten de pek korkmuyordu artık o yüzden iskeletin karşı duvarına dayandı yere oturdu. Bilmiyordu ama duyduğu yada duyduğunu sandığı sesle buranın bir ilgisi vardı ve bu gece bu ilgiyi çözmeye gelmişti. Sigarasında derin bir nefes daha çekti. Etrafında mutlak bir sessizlik, hani elini uzatsa tutacak kadar yoğun bir sessizlik sarmıştı.
 
     Bir zaman sonra sigarası bitmiş yanık filtre kokusu daracık hücreyi doldurmuştu. Bekliyordu, bekliyordu ama son gelişmelerden sonra yapmayı düşündüğü başka işleri vardı ve O hala bu mahzende bekliyordu. Biraz tedirgin hatta korkuyor olsa da bekliyordu. Biliyordu, içine doğuyordu beklediği her neyse yaşamını, kaderini değiştirecekti. O nedenle gece ıssız yollardan buraya gelirken, bu karanlık tünele girerken duyduğu korku içinde yoktu. Üstelik buraya, daha sık geleceğini biliyordu. Böyle olacağını benliğinde hissediyordu.
 
     Dakikalar ilerledikçe tedirginliği anlamlandıramadığı bir huzura dönüştü. O zaman karşısında yatan kişinin bir ulu kişi belki de bir evliya olabileceği aklına geldi. Yıllar yılı tünelinin sırrını kimseye demediği gibi bulduğu bu gizli -adını koymakta zorlandığı yeri de -belki bir tapınak, belki bir türbe- kimseye söylemeyecekti.

    Dakikalar sonra aklına masanın üzerindeki kitap geldi. Geçen geldiğinde öyle bir bakmış yazılanları anlayamamıştı. Yerinden doğruldu. Buranın ne olduğunu yatan kişinin kim olduğunu o kitaptan anlayabilirdi. Elini eski kalın kitaba attı, bir an düşündü. Bu büyü, bu huzur bozulur muydu acaba? Bir an öylece kaldıktan sonra merak duygusu yaşadığı huzurdan daha baskın çıktı. Kitabı sanki bir kutsal kitabı alıyormuşçasına hassasiyetle aldı. Az önce oturduğu yere oturdu, kalın kapağı yavaşça çevirdi.

      Hiçte tahmin ettiği şekilde olmadı, garip bir şekilde anlamsız şekillerin oluşturduğu, bilinmeyen belki de çağlar öncesinde kalan bir alfabeyle yazılan defteri rahatlıkla okuyabiliyordu. Karakterlere tek tek baktığında anlamıyordu belki ama bir bütün olarak baktığında satırları çözüyor ve okuduğunu anlıyordu. Bu durumun nedenini ve niçinini düşünmeden ilk satırları okumaya başladı.


      “Ben Amphion, Prienli Amphion. Zeus ile Demeter in kızı gecelerin ve ölülerin efendisi Yüce Hekate'nin hizmetkarı Amphion." Bir daha yazılanlara göz attı. Yalnızca harflere işaretlere, baktığında bir anlam veremiyordu. İçine bir ürperti geldi. Nasıl oluyor da ilk defa gördüğü bir lisanı rahatlıkla okuyor, okuduklarını anlıyordu...

      "Yüce Hekate'nin gönderdiği Anchilie'nin gizleyicisi ve bekçisi. Öyle bir gizleme ki bir gün bir başrahip gelecek ve Hekate dirilecek. İşte o zaman Yüce Tanrıçamın dini tüm dünyaya egemen olacak." Bir an gülmek istedi ama satırların devamını okuyunca gülümseme oluşmadan dudaklarında dondu.

      “Toplumu tarafından sevilmeyen, istenmeyen, lanetlenmiş biri, belki bir çocuk bu gizli mabedi bulacak ve yıllar sonra Hekate'nin maiyeti Empusa’nın çığlıkları ve Lamia nın ulumaları onu bize bir ‘Başefendi’ olarak geri getirecek. Başefendinin getireceği kurbanlar, o kurbanların kanı Hekate'nin tekrar canlanmasını sağlayacak."

       Şaşkınlıkla durdu, okudukları kendisine ne kadarda uyuyordu. Bizzat kendi bulmasa ve bu yerin gizliliğinden bu kadar emin olmasa birilerinin kendisiyle dalga geçtiğini bile düşünebilirdi. Sarhoş gibi olmuştu, kafasını duvara dayadı. Dışarıda pencerenin hemen dışındaymış gibi olan ulumaları dinledi. Gece kuşları ve köpekler, uzaklarda belki de kurtlar bir koro gibiydiler. Dikkatini tekrar kitaba yöneltti, Gözleri titriyormuş gibi duran satırları izlerken kitapta yazılanları okumasına gerek kalmadığını düşünmeye başladı. Bir efsun veya sihir kendisini içine çekmiş gibiydi ve yaşlı bir adam kafasının içinde konuşuyordu. Onun yazdığı kelimeler ve satırlar beyninin içinde yankılanıyordu.

      İçine girdiği durum sonucu kendisini transa geçmiş gibi hissediyordu. Kafasını kitaptan kaldırsa yaşadığı dünyaya döneceğini bilmesine rağmen okumaya devam etti. Kargaşa içinde insanların bağrışıp kaçıştıkları bir günü yeniden yaşıyordu. Gözlerini kapadı.
   İnsanlar kargaşa içersinde kaçışıyorlardı, içinde bulundukları karanlık olanları daha korkutucu hale getiriyordu. Bütün yüzlerde korku ve dehşet okunuyordu. Yıldızların ışıldadığı gökyüzünden yere doğru bir nesne yaklaşmaktaydı. Bir adam meydanın ortasında durmuş avazının çıktığı kadar bağırıyordu.

      “Anchilie !!  Anchilie !!!"  Başlar gökyüzüne çevrilmişti. Havada bir uğultu, bir vınlama sesi vardı. Gökyüzünden gelen sesler ve meydandaki adamın bağırışları kalabalığı doğrudan etkiliyordu. Uçan nesne yere doğru yaklaştıkça uğultu kulakların zarını yırtacakmışçasına artıyordu. Öyle bir an geldi ki dünya ve evren sadece bir uğultudan ibaretti. Koca bir mermer bloğun üzerindeki adam kaçışan insanlara seslenmeye başlamıştı.

      “Tanrıların önünde yere kapanın ey faniler!" Koşuşanların sesin etkisinde kaldı ve durdu, bütün bu olanlara neden olduğunu düşündükleri ve artık ölesiye korktukları adamın sözlerini dinleyerek yere kapandılar. Gökyüzünden gelen Tanrıların öfkesi dinsin diye sessizce ve çaresizce secde ediyorlardı.

   Sadece bir kaç saniye sürmüştü "Anchilie" nin gökyüzünde belirmesi ve kaybolması. Bir kuşun bir kaç kanat çırpması veya iyi gerilmiş bir yaydan salıverilen okun hedefini bulmasına kadar bir süre.

      Meydanın ortasındaki yaşlı adamın dudakları o yıllar kadar uzun gelen süre içerisinde kıpır kıpırdı. Zeus'a, Hekate’ye ve bildiği, bilmediği tüm Tanrılarına dualar ediyordu. İnsanlar ise etrafında secdeye kapanmışlar kendisine yalvarıyorlardı. Onca uğultu ve vınlama arasında duyabiliyordu seslerini.

      “Bizi geceden, gecenin karanlığında gelen Anchilie'nin gazabından koru Yüce Amphion" diye dualar ediyorlardı."Bize güneşimizi, gündüzümüzü geri ver Amphion" diyorlardı. Başka zaman olsa belki hoşuna giderdi bu yakarışlar ama şimdi kendide korkuyordu. Titriyordu korkusundan.

      Bir an kısacık bir an karanlıkta ışıklar saçan garip araç başlarının üzerinde kaldı. Sonra güneye döndü, bir kuş gibi süzülmeye başladı. Mikal dağlarının ardında, kendi şehri yönünde Myus yönünde gözden kayboldu. Işıktan oluşan bir çizgi onu izledi. Parlak çizgi meydandaki insanların yarı korku yarı hayranlık dolu bakışları arasında bir zaman gökyüzünde asılı kaldı. Herkes meydanın ortasında taş kesilmişti.

      Ne Amphion ne de diğerleri nasıl davranması gerektiğini bilemiyordu. Tanrılar ona kutsal kalkanını göndermişti. Şekli biraz farklı olsa da ardından ışıklı bir yol bırakarak kaybolan şey "Anchilie" değil miydi yoksa. Bu olanları iyiye yormalı mıydı?  yoksa kötüye işaret miydi?  Daha önemlisi çevresini saran kalabalığa ne söylemesi gerekiyordu.

      Aslında hiç bir açıklama yapmasına gerek kalmamıştı. Kutsal kalkan daha dağın arkasında henüz kaybolmuştu ki gökyüzünden taşlar ve oklar yağmaya başlamıştı. Anchilie'nin uğultusu kulaklarındayken yakınına düşen taşla irkildi. Kocaman simsiyah bir taştı. Siyahının koyuluğu, parlaklığı ve yüzeyinin pürüzsüzlüğü bir an ilgisini çekti. Eğilip dokunacak, inceleyecek fırsat bulamadı. Çünkü çevresinde daha büyük bir kargaşa yaşanmaya başlanmıştı. Az önce yaşadıklarından daha somut ve daha büyük bir panikti.

      Onlar, yani Korybant ayinine katılanlar büyük bir baskın yemişlerdi. Düne kadar birbirleriyle savaşan Müslümanlar ve Hıristiyanlar birleşerek kendilerine baskın yapmışlardı. Gündüzün içindeki karanlığa kendilerini o kadar çok kaptırmışlardı ki yaklaşan tehlikeyi fark edememişlerdi. Mikal boğazından yaklaşan Türkler ve Venedikliler karaya asker çıkarmış olmalıydılar. İki eski düşman, birbirleriyle olan düşmanlıklarını unutmuşlar kendilerine saldırıyorlardı. Hem de hiç acımadan. Mancınıklardan atılan taşlar yağmur gibi yağıyordu. Taşlardan kurtulabilenler ise oklar ve kılıçlarla doğranıyordu. Kaçabilenlerse... Acaba kaçabilen var mıydı ki...

      Zavallı yandaşları, zavallı paganlar savaşmayı hiç bilmiyorlardı. Dindaşlarının ve kendilerine bağlanmak için gelenlerin pek çoğu ya çiftçiydi ya da çoban. Bütün istedikleri atalarının dinine bağlı kalmak ve bağımsız İonya birliğini kurmaktı. Belki o hırslı ikizi Zethos'un gizli siyasi düşünceleri, saklı emelleri olabilirdi ama kendisi sadece Tanrıça Hekate'ye bağlanmak ve yaşamının sonuna kadar bağlı kalmak istiyordu.

      Amphion, yaşayan tek Başrahip olan Aiptos’un meydanda öldüğünü görmüştü. Yaşlı adamın bedenini önce oklamışlar sonra kılıçlamışlardı. Ardından gelen Hıristiyan papazı cesedi yanında taşıdığı kutsal su ile takdis etmişti. Belki daha sonra içinde ki şeytanı çıkarmak için yakacaklardı. Kardeşi Zethos’uda en son Türk akıncıları tarafından yaka paça götürülürken görmüştü. Kutsal kan banyosu yapmaya hazırlanan çıplak bedenini itip kakıyorlardı.

      O kargaşada nasıl kaçtığını bilememişti. Havanın tekrar aydınlanmasına az bir süre kaldığını biliyordu. Yaşlı bedeninin tüm gücünü kullanarak diğerlerinin aksine olarak önce Scalanova ya doğru kaçmış daha sonra güneye yönelmişti. Diğerlerine yokuş aşağı koşmak kolay gelmişti. Bu nedenle hepsi baskıncıların kucağına düşmüştü, O ise yukarı tepelere yönelmişti.

      Adam makilerin ve çalıların her tarafını yırtmasına aldırmadan koşuyordu. Ya kardeşi Zethos gibi çırılçıplak soyunup sunağın altına girmiş olsaydı. Az önce dayak yiyen kardeşi gözünün önüne geldi, ürperdi. Bir ara arkasında bir gürültü koptu, kısa bir süre durdu. Geride olanlara baktı. Bir gece önce genç rahiplerin bedenlerinden birer parça kesip Hekate’ye sundukları o koca çam ağacı büyük bir gürültüyle devrilmişti. Anlaşılan baskıncılar geride put niyetine hiç bir şey bırakmayacaklardı. Her zaman birbirini yiyen iki düşman halk nasılda birlik oluvermişlerdi kendilerine karşı. Kaybedecek vakti kalmamıştı, her adımda uzaklaştığını hissettiği bağırışlara aldırmadan deli gibi dağa tırmanmaya nefesinin kesilmesine rağmen devam ediyordu.

      Güneş artık saklandığı yerden çıkmıştı, yahut kardeşinin dediği gibi güneşi yutan nesne artık onu geri kusuyordu. Bir kaç dakika sonra güneş eskiden olduğu gibi dünyayı ısıtmaya ve aydınlatmaya başlamıştı. Yüksek bir kayanın ardında durdu, nefesini tutup çevreyi dinledi. Korku nelere kadirdi, bacakları gençliğinde olduğu gibi kendisini olay yerinden çok ötelere taşımış, feryatlar iyice uzaklarda kalmıştı.

      Adam saklandığı yerde ayrıntıları anımsıyordu. Kalabalıktan gelen uyarıdan sonra o da diğerleri gibi kafasını gökyüzüne kaldırmıştı. Kutsal Kalkan neredeyse dimdik tam da üzerlerine düşüyordu, sanki onları ezmek istiyordu. Başlarının üzerinde çok yukarılarda bir an durmuş sonra güneye yönelmişti. Ya Taurus’un boynuzundan gelmişti ya da Poseidon’un oğlunun –Avcı’nın- kalkanından. Umut diye bağlandıkları Anchilie'nin Kutsal Kalkannın düşmanlarına fırsat vereceği akıllarına gelmemişti.

      Soluk alıp vermesi biraz normalleşince çevresini bir kere daha dinledi. Yoluna devam etmeliydi, saklanmalıydı. Ne Türkler nede Hıristiyanlar bu işin peşini bırakmazlardı. Eğer Umur Bey "şeytanın uşağı" önceden haberliyse Prien’de de baskın vardı. Yalnız Prien’de değil Miletos’ta, Myus’ta kısaca ellerinin uzanabileceği her yere baskın düzenlemişlerdir diye düşündü. O zaman evine dönemezdi, vücuduna bir baktı, her tarafı çizik içindeydi. Her çizikten de kan sızıyordu, yine de duramazdı.

      Bir süre sonra kan-ter içinde tepelere varmıştı. Uzaklarda çok uzaklarda ayin yaptıkları yerden dumanlar yükseliyordu. Kaya ve çalıların doğal bir gizlenme yeri oluşturduğu yere uzandı. Çalıların bedenini yırtmasına aldırmadan kendini olabildiğince derine gizlemeye çalıştı. Yattığı bu yerde gizlenecek ve dinlenecekti. Çünkü tehlikeyi atlatmış gibi görünse de yollara çıkarılan devriyelere yakalanma olasılığı vardı. Yakalanırsa kellesi giderdi, hiç bir şey olmasa bile kılık kıyafeti ele verirdi kendini.

      Uyandığında gün çoktan batmış gece olmuş, gökyüzünde yıldızlar parıldıyordu. Bildiklerini seçmeye çalıştı. İşte Büyükayı oradaydı, küçük ayının kuyruğunda dönüp duruyordu. Peşinden Aslanı buldu, gündüz olanlar aklına geldi. Canını kurtardığına mı sevinmeliydi yoksa yakalanan kardeşine, ölen dindaşlarına mı üzülmeliydi bilemiyordu. Yattığı yerden doğruldu, ağrıyan bedenine aldırmadan saklandığı yerden dışarı çıktı. Çalıların bedeninde çizikler koyu kırmızı derin çizgilere dönüşmüştü. Acıkmıştı ve bir karara varması gerekiyordu Çünkü o bir kaçaktı artık, bir kaçağı ne kendi halkı kabul ederdi ne de Müslümanlar. O halde Anchilie nin gittiği yöne gidecek ve onu bulacaktı. Madem ki bu dünyada bir umudu kalmamıştı; Anchilie onun yegane umudu olmalıydı. Olacaktı.

      Yerinden yavaşça doğruldu. Olay yerinden iyice uzaklaşasıya kadar gündüzleri uyuyacak geceleri yol alacaktı. Gece yarısına doğru kendi kasabasına yaklaştı. Uzaktan görkemli geçmişin izlerini taşıyan kasabasına baktı. Gecenin bir yarısında yıldızların ışığında mermer binalar, sütunlar pırıl pırıldı. Fakirliğin ve yoksulluğun izlerini siyah bir pelerin gibi örtüyordu gece. Geriye sadece yıldızların ışığından yansıyan güzellikler kalıyordu. Gece yarısına yakın saatlerde bile gidip gelen meşaleler olağan üstü bir şeylerin olduğunun işaretini taşıyordu. Kasabasına giremez ailesiyle vedalaşamazdı

      Aşağıda yıldızların ışığında parıldayan sulara baktı. Bir gün öncesini düşündü."Anchilie" kutsal kalkan bu sular da yitmiş olamazdı. O halde denizi aşıp karşıya varmalıydı. Tanrıların izini Herkül’ün doğduğu topraklarda, Çoban Edimion'un dolaştığı dağlarda aramalıydı. Latmos körfezini geçmesi için iki yolu vardı. Ya bir sandalla geçecekti veya doğuya yönelip kıyıyı izleyecekti. İleride denizle ırmağın birleştiği bir yerlerde bir köprü bulabilirdi. Köprü yolu daha uzun ve daha zor bir yoldu. Bu nedenle bir sandal bulması ve sandalla geçmesi daha mantıklıydı. Sahile indi, civarda yaşayan pek çok balıkçı olmalıydı ve birine rastlama olasılığı yüksekti.

      Tanrıların sevgili kuluymuş ki önüne küreklerini rahatlıkla çekebileceği bir sandal çıktı. Burnu kuma kadar çekilmiş olsa da var gücüyle iterek onu tekrar ait olduğu denize ulaştırmıştı, beline kadar ıslandığını fark etmedi bile. Dalgaların ruhunu uyandırmadan denize açıldı.

      Biraz kürek çekerek birazda Tanrıça Hekate'nin himmetine bırakarak yol aldı. Tan ağarırken sandalı karşı sahile varmıştı. Gökyüzünde Selena’nın gülümsemesi olmadığı için tepelerden bakanlar onu görmüş olamazlardı. Üstelik gün ışımağa başladığında sandalın köşesinde ağların altında giysiler bulunduğunu da fark etmişti.  Her halde balıkçı arkadaşın yedek giysileriydi. Bulduğu giysilerden biraz umutlanmış sağı solu biraz daha kurcalayınca bir kaç parça yiyecek bile bulmuştu. Evet, Hekate ona yardım ediyordu, nede olsa Yüce Hekate denizcilerin ve balıkçıların koruyucusuydu.

      Alelacele giysileri giydi. Üzerine biraz büyük gelmişlerdi ama iyice parçalanmış eski giysilerinden daha iyiydi. Ne olur ne olmaz diye sandalı denize koyverdi. Onu izleyen birileri varsa ardında iz bırakmamalıydı. Yapması gereken tek bir şey kalmıştı, Geceyi bekleyeceği bir kuytu bulmak. Öyle bir yer bulmak için kıyıdan tepelere doğru yürümeye başladı. Bu defa yönü Anchilie'nin gittiğini sandığı yöne doğru Latmos dağlarına doğruydu. Güneş biraz yükselmeye başlayınca önü çalılarla kaplı mağaracık buldu.

      Bir gece daha yürüyerek geçti. Olabildiğince patikaları kullanmamaya çalışıyordu. Gölgelerden ağaç ve çalı diplerinden yürüyordu. Sandalda bulduğu yiyeceklerin bir bölümünü hemen yemişti uyumadan önce, kalanlarını ise uyandığında tüketmişti. Bütün bir gece süren yürüyüş ise midesinde var olan son besin kırıntılarını da bacaklarına vermişti. Bir ara durdu, geriye dönüp aştığı yola baktı. Deniz çok aşağılarda koyu lacivert rengi ile yıldızların ışığını yansıtıyordu.

      Denizin karşı kıyısında yükselen Mikal dağı ufkun önünde bir duvar gibi yükseliyordu. Öyle bir duvar ki bir gün önceki Başrahip adaylığıyla, bir gün sonra kaçak olması arasında örülmüş kaderini değiştiren bir duvardı. Bir gün önce kadim kültürle kendilerine yön vereceği toplumunun lideriydi, şimdi ise basit bir kaçak. Hem kendi toplumundan hem de Türkler tarafından aranan bir kaçak. Hem yürüyüp hem düşündüğü saatler boyunca Anchilie’nin inmiş olabileceği yerler hakkında ve kendisine yardımcı olabilecek isimler için kafa yormuştu. Aklına gelen isimleri düşünmüş değerlendirmişti. Neredeyse hepsini çeşitli nedenlerden dolayı elemişti. Bir tek Orestes kalmıştı. Eski dost Orestes.

      Hesaplarına göre Orestes'in yaşadığı yer olan Heraklia’ya az bir yolu kalmış olmalıydı. Tırmanmaya çalıştığı Latmos dağının üzerindeki bulutlar kırmızılaşmaya başlamışlardı. Adımlarını sıklaştırdı, hava iyice aydınlanmadan Heraklia'nın ulu sütunlarını görmeli Miletos'lu bilge Orestes'i bulmalıydı.

      Sütunlar güneyde göründüğü zaman güneş gökyüzünde bir hayli yükselmişti. Çevresine bakınınca, saklanıp akşamı edebileceği sayısız yer bulabilirdi. Kimselere görünmeden saklanabileceği yerler. Karnının açlığı ona bu fikirden uzak olmasını öğütlüyordu. Aynı açlık duygusu Orestes'i bulursa pek çok sorunun çözüleceğini de söylüyordu. Her ne kadar tarikatlarından ayrılmış olsa da eski günlerin anısına günlerce kendisini saklayabilirdi. Üstelik Türklerin eli henüz buralara ulaşmamıştı.

      Zaman değirmeninin güçlü dişleri eskinin görkemli kentini bir viraneye çevirmişti. Yıllar, yüzyıllar öncesinde binlerce insanı barındıran bu kent şimdi önemini yitirmiş, eski güzel günlerin anısını yaşamaya çalışan yaşlıların sığınağı olmuştu. O güzel günleri bilmeyen, yaşadıkları bu dağ başından sıkılıp aşağıya denize ve ovaya inen gençler, kolay beri geriye dönmüyorlardı. Nede olsa onlar gençti ve harekete neşeye gereksinimleri vardı. O hareket ve enerji merkezleri aşağıya ovaya ve sahile kaymıştı. İçinde yıllar yılı ailelerin oturduğu mutlu insanların yaşadığı muazzam mermer binalar bakımsızlıktan yıkıntı haline dönüşmüştü.

      Pan’ın etkisi içine korku ve telaş olarak işlemiş olmalıydı. Kasabanın girişinde kurulu ilk evin bahçesinde duvar dibine çömelmiş kendinden bir hayli yaşlı kadına Orestes'i bu korku ve endişe ile sordu. Evin sağ kalan tek sahibesi olduğunu söyleyen kadın onu görünce yerinden doğruldu. Yüzüne bakıp gülümsedi, kendi insanını tanımış olmalıydı.

      “Evladım" dedi titreyen sesiyle. “Buralara gelip giden o kadar az kişi olur ki" Gülümsemeye devam ediyordu. Bir aydır buralara gelen ilk yabancı sensin. Belli ki yanlış anlamıştı.

      “Ana" dedi "Bir yabancıyı değil sizin buralarda oturan birini soruyorum. Bir ara Miletos’ta dersler veren yaşlanınca buraya yerleşip inzivaya çekilen birinin, bir bilgenin evini soruyorum. Orestes... Miletos’lu Orestes" Yaşlı kadın başını kaşıdı.

      “Bilemedim evlat" dedi. Köy meydanının öbür yakasında önüne bir kaç hayvan katmış dağlara giden birini gösterdi. Çoban Vacatis'e sor o mutlaka bilir. Sonra sanki sesini duyurabilecekmiş gibi titreyen sesiyle bağırmaya başladı.

      “Vacatis!!...Vacatis!!... Allah’tan çoban güttüğü keçilerinin hızında ağır ağır gidiyordu. Sayıları beşi altıyı geçmeyen keçilerinin otlamasını bekliyor hayvanlarının karnı doyduğunda yola devam ediyordu. O sayede çobanı yakalayabilmişti. Kırk yaşlarında olan çoban Bilge Orestes'i tanımıştı. Orestes adından bahsederken biraz korku ve çokça da saygı vardı ses tonunda.

      Ayaküzeri yaptıkları konuşmadan çobanın eski bir balıkçı olduğunu bir çarpışmada baldırından yaralandığını daha sonra köyüne gelip evlendiğini öğrenmişti. Asıl öğrenmek istediği Orestes'inde yıllar önce Heraklia'yı da terk edip dağlarda yaşadığını da öğrenmişti. İşin en güzel tarafı ise çobanın o tarafa doğru gidecek olmasıydı. Yolu sormasına gerek yoktu.

      Karnının gurultusunu bastırmakta güçlük çeken Amphion çobana yiyecek bir şeyler sorduğunda "köylerinin yoksul bir köy olduğunu, günlük yiyeceklerini ancak temin ettiklerini" söylemişti çoban. Yine de "erzak torbasındakilerini paylaşabileceklerini" eklemişti.

      Bir süre sonra Latmos dağının güney yamaçlarından yukarılara doğru tırmanmaya başlamışlardı. Yukarılara çıktıkça arazideki kayalar çoğalmış ve keskinleşmişti. Amphion yürürken çobana yaklaştı. Yakınlık kurmaya çalışıyordu. Öğle yemeği için durdukları düz bir kayanın üzerindeyken sabahtan beridir sormayı planladığı soruyu sordu.

      “Vacatis bir kaç gün önce buralarda olağanüstü bir şeyler oldu mu?" Çoban uzandığı yerden doğruldu. Elleriyle istem dışı istavroz işareti yaptı. Daha ne olsun güpegündüz gece oldu. O gecenin ortasında -tekrar haç işareti yaptı elleri- gökyüzü çöktü. O günkü korku sesinde yankı buluyordu. Şeytanın silahı yanarak tepemize düştü." Kendi yorumunu ekledi.

      “Şeytan güneşimizi yutmaya çalışıyordu ama İsa onu cezalandırdı ve Latmos’un içine gömdü." Derin bir soluk aldı topal çoban eliyle ıstavroz çıkardıktan sonra “Yüce İsa bize güneşimizi geri verdi."



      Denizin çırpıntıları arasında bir yelkenli pupa yelken gidiyordu. İki adam teknenin güvertesinde durup hafifçe dalgalanan denizi izliyorlardı. Gözleri yalnızca gövdenin su ile birleştiği yerleri değil uzakları da taramaktaydı. Kah ellerini gözünün üzerine götürüp siper yaparak kah gözlerini iyice kısarak her yöne bakmaya çalışıyorlardı. Bir zaman sonra ayağını küpeşteye dayamış olan kendisinden daha yaşlı diğerine dönerek

      “Kafirlerin bir ayin düzenleyeceklerini uzun zaman beridir biliyorduk.  Aralarına kattığı has adamımız Topal Mehmet Ağanın uçurduğu bilgiler doğrultusunda baskını gerçekleştirdik. Onun sayesinde uzun zaman arayıp bulamadıkları minik yavrular sağ salim ailelerine teslim edilmişti. Putperestlerin elebaşıları dahil olmak üzere hemen hepsini ölü yada diri ele geçirdik. Ehad Subaşının yargılayıp astığı adamın ikizi hariç." Adam sustuğunda yanındaki genç sordu

      “Şimdi hem o kaçağı hem de gözleriyle görmese dünyada inanmayacağı o "şey"i aramaktayız öyle mi." Az önce konuşan kişi kafasını onaylarcasına salladı. "Putperestlerin Kutsal Kalkan dedikleri koca şeyi aramaktayız.

      “Allah'tan parlak siyah taşı ele geçirdik de o sayede babamı inandırabildik" dedi genç adam

      Yaşlı adam tekrar geçmişine döndü. Anadolu’ya dedeleri geldiğinde ilk defa denizi görmüşler ama ötesine gitmeyi düşünmemişlerdi. Zaten yıllar süren göçlerle buralara kadar ancak gelebilen kişilerden daha ötelere gitmelerini bekleyemezlerdi de. Kendi akranlarıysa ayaklarının dibinde çırpınıp duran denizle anlaşmaya oynaşmaya başlamışlardı. Yıllar sonra ise adına Ege dedikleri bu koca denizdeki adaları ele geçirmeye başlamışlardı. Baskından sonra donanması Tuzadası’nın bulunduğu Scalanova’da bekliyordu kendilerini. Onlara;

      “Bizler gelinceye kadar iyice dinlenin sonra Gaza var demişti. Üç hafif tekne Dilek burnunu geçmiş Latmos körfezine gelmişlerdi. İki gündür arıyorlardı adamı ve o şeyi. Olan bitenden korkan halk ya kiliselere ya da camilere kapanmıştı. Herkes kendi Allah'ına dua ediyordu. Hele baskının duyulmasından sonra dışarılarda gezen kimse kalmamıştı. Üstelik Hıristiyanlar arasında yıllarca yaşayan bu ikiyüzlüleri gerçek Hıristiyanlarda sevmiyorlardı. Bu sebeple baskına şövalyelerde katılmışlardı.

      Cuma namazını eski bir Rum köyü olan "Doğanbey" köyünde kılacaklardı. Adamları, Amphion denilen kaçağı ararlarken O ve maiyeti köye adını veren babasının has adamı Doğan Bey’in konuğu olacaklardı. Gerek namazdan önce gerek namazdan sonra yaptıkları araştırmalarda soruşturmalarda hiç bir işaret, iz bulamadılar. Köylüler putperestlerden canilerden korkuyorlardı. Kimseden olumlu ya da olumsuz yanıt alamamışlardı. Köyden ayrıldıktan sonra adamlarının bir Bölümünü dağlarda bırakmıştı. Mikal dağının kuzeyine yürüyerek yahut at satın alarak geleceklerdi. Kendileri ise o ‘şey’in denize düşmüş olabileceğini hesaplayarak karşı sahili de araştıracaklardı. Öyle ya basit bir nedenle bile bir tekne, bir sandal batsa bile tahta parçaları veya teknedeki ıvır zıvır su üzerinde kalırdı. Araştıracaklardı. Yabancı bir nesne bulmaya çalışacaklardı.

      Güneş battıktan sonra bu araştırmadan ümitlerini iyice kestiler. Üç Karamürsel cumadan hemen sonra, önce doğuya gitmişti. Deniz bitip ırmağın içlerine kadar girmişlerdi. Sazlıklar ve bataklıklar dahil olmak üzere suyun üzeri tamamen araştırılmıştı. Sonra askeri düzende aralarında belli açıklık bırakarak geriye dönmüş neredeyse tüm Latmos körfezini taramışlardı. Sonuç kocaman bir sıfırdı. Gökten düşen o nesneden hiç bir iz yoktu, sanki yer yarılmışta yerin içine girmişti.

      Güneşin battığı aydınlığın alaca karanlığa döndüğü şu saatlerde Karamürsellerin burunlarını batıya çevirmiş, leventlerinin kürek gücüyle körfezden çıkacaklardı. Sonra Kuzeye yelken açacaklar dönüp donanmaya katılacaklardı. Ne de olsa "Gâzâ" beklemezdi.


      İki yaşlı adam ufukta denizin ortasında seyreden üç tekneyi alacakaranlıkta gözden kaybolasıya dek konuşmadan izlediler. İki kişiden daha genç olanı bu üç teknenin kendisini aradığını biliyordu. Kuzeye yönelmeleri acaba aramaktan vazgeçtikleri anlamına mı geliyordu? Önce yanı başında oturan kendinden bir hayli yaşlı adama sormayı düşündü. O sırada yaşlı adam konuşmaya başlayınca düşüncelerinden sıyrılıp Onu dinlemeye koyuldu.

      “Bak evlat" dedi sakallarındaki beyazları siyahtan daha çok olan adam. "İnsan hep savaşmıştır. Mücadele etmek yok etmek onun doğasında var. Adem babamız önce şeytanla savaşmış. Sonra cennetten kovulup dünyaya gönderilince, oğulları birbiriyle savaşmış. Hayvanlarla, doğayla ve özellikle kendi türüyle savaşmış. İhtiyar anlattıkça anlatıyordu.

      Amphion gerek kendinden çok üstün biri olduğuna inandığı gerekse şu zor günlerde evini açıp kendisini himaye ettiği için adamın sözünü kesmeden dinliyordu. Yanı başında konuşan şu bilge yıllar önce Khios'ta kardeşi Zethos la birlikte ders aldığı Pitteus kadar bilgili biriydi. Kim bilir belki de Pitteus’tan daha bilgilidir. Sabırsızlığı ise konunun bir an önce "Anchilie"ye gelmesini istemesindendi.

      Peki, dedi yaşlı adamın sözünü bitirdiğinde. O gökyüzünden düşen nesneyi gördün mü?" Yaşlı adam uzun süredir oturduğu şeklini değiştirdi. “Basit bir doğa olayı cahillerin nasılda korkulu kabusu oldu. Sen ve kardeşin bu olaydan kendinize pay çıkarttınız." Amphion konunun geldiğine sevinmişti. Önce günler öncesinden başlayan rüyalarını anlattı, sonra iki gün önce yaşadıklarını. Sözlerini rüyasına giren o şeyi bulmak istediğini söyleyerek bitirdi. "Gerekirse hayatımın kalan bölümünü bu yola harcayacağım" diyerek sözlerini noktaladı.

      “Amphion, Prienli Amphion, belki sen bir mucize bekliyorsun göklerden. İnsanın kendinde var olanı ortaya çıkarması gerektiğine inanmıyorsun. Tanrı veya Tanrılar insanları yeryüzünde yalnız bıraktılar. Senin Anchilie dediğin eski Roma'da bir krala -Kral Numa’ya- savaş kazandıran bir kalkandı. Her demirci ustasının yapabileceği sıradan bir kalkandı o kalkan. Zaferi getirense o kalkanı tutan bilek, bileğe olan inançtır. Senin iyi niyetini anlıyorum, bir şeyler yapmak istemeni takdir ediyorum. Yine de senin için endişeleniyorum. Vazgeç o nesnenin peşinden gitmekten." Amphion olmaz dercesine başını salladı.

      “Yüce Orestes, senin umut dediğini ben iki gözümle gördüm." Bir an durdu.  "Yalnız ben değil orada olan herkes gördü." Eliyle az önce ufukta kaybolan teknelerin olduğu yeri işaret ederek "Türklerin yalnızca beni aramak için mi saatlerce Latmos’ta dolaştıklarını sanıyorsun" deyince yaşlı adam yerinden kalktı. İyice çöken karanlıkta güneye döndü. Ağır adımlarla yürüyordu.

      Hiç konuşmadan yarım saatten fazla bir süre yürüdüler. Yaşlı adam önde kendinden biraz daha genç olan arkada, ağaçların ve çalıların arasında bir anıt heybetiyle duran bir kayanın üzerine çıktılar. Aşağıda ayaklarının altında, Latmos körfezi geniş bir koy halinde doğuya uzanıyordu. Buraya geliş nedenini tahmin edebiliyordu Amphion. İlgisiz bir soru sorup soluklanmak için zaman kazanmak istedi.

      “Kaç yaşındasın saygıdeğer Orestes." Yaşlı adam neredeyse göbeğine değecek aksakalını sıvazladı

      “Yetmişlere kadar saydım. Şimdi seksen mi doksan mı?  bilemem. Bir zaman durdu düşündü. “Zaten bir yaştan sonra ne doğan, batan güneşin önemi kalıyor ne de dönen mevsimlerin." Bulundukları ortama bir süre daha sessizlik hakim olduktan sonra konuşan yine Bilge Orestes’ti

      “Benim doğduğum yıllarda Sultan Alaattin ölmüş. Çok sevinmişler kurtulduk diye. Latinler sözde bizleri kurtarmak için geldiğinde ben çömezdim. Bu defa Latinler başlamış zulme. Moğolların gün doğusundan yaklaştıklarını duyduklarında insanlarımız sevinmişlerdi Latinlerden kurtuluruz diye. Çok kalmamış Moğollar, zalim valiler bırakarak geldikleri gibi gitmişler. Onların ardından da Selçuklular sıraya girmiş. Karamanlıları ve Menteşelileri, Aydın oğullarını unutmayalım." Amphion yaşlı adamın bilgeliğine bir kere daha şaşırmıştı. Adam yaşadıklarını anlatmaya devam ediyordu. Sözleri bitince eliyle aşağıda bir yerleri gösterdi.

      “Bak evlat, parmağımın ucuna doğru bak. Amphion yaşlı bilgenin titreyen parmağının ucuna doğru baktı, bir şey göremedi. Gösterdiği yerlerde denizin kara ile birleştiği yerlerde sazlıklar vardı. “İyice bak" deyince dikkatini hafifçe titreyen parmağın ucuna yoğunlaştırmaya çalıştı, baktığı noktada gölgeler, yıkıntılar vardı.

      “kastettiğin yıkıntılarsa görüyorum" diyebildi. Orestes’in parmakları hala aynı yönü gösteriyordu. “Bakışlarını biraz daha sola kaydır" deyince gözlerini biraz daha kıstı. Zayıf bir ışık gördü uzaklarda, tepeden anca fark edilebilen zayıf ve koyu yeşil bir ışık. Bir yakamoz ışığı gibi yanıp sönüyordu sanki.

      “Ne dersin aradığın -Anchilie- bu mu?" Bir anlık sessizlik oldu.

      “Bu noktadan başka bir yerden gözükmüyor" dedi Orestes. "Dün gece biraz daha parlaktı." Aradığını bulmuştu, Amphion ışığın parladığı yeri belleğine iyice yerleştirmeye çalıştı.. Daha bozgunu yaşadıkları ilk anlarda almış olduğu kararı uygulayacaktı. Orada yıkıntılar arasında yaşayacak gökten inen o nesnenin "Anchilie’nin hizmetkarı olacaktı. Onu, kendisine zarar verebilecek insanlardan gizleyecek ve koruyacaktı. İstediğini elde etmişti. Artık yaşlı arkadaşıyla gönül rahatlığıyla saatlerce konuşabilirdi.


      Gazi Umur Bey neler olup bittiğini Alaattin beyden öğrenmişti. Alaattin beyin anlattıkları her şeyi açıklamasa da olayların büyük bir bölümünü aydınlatıyordu. O anlattıkça Umur Bey cahilliğine esef ediyordu.

     “Bir güneş tutulması" demişti Alaattin. "Biliyorsun" demişti "Ay dünya etrafında dönüyor Dünyada güneş çevresinde. Ayın gölgesi güneşin üzerine düşünce Güneş görünmez olur. Güpegündüz gece yaşanır." Eklemişti. "Husuf ve Küsuf namazlarını bu nedenle kılarız." Savaşmaktan ve beyliğini idare etmekten bunları öğrenmeye zaman bulamamıştı ki Koca Umur Bey.

      “Sonuç" dedi açıklarını kapatmak istercesine Gazi Umur sert bir tonda.

      “Sonuç olarak beyim ne o garip nesneyi bulabildik ne de o kaçık adamı." Bir an durdu. Beyinin karşısında saygısızlık etmek istemiyordu. Özür diler gibi konuşmasına devam etti. Yalnızca, benim ve benim soyumdan olanların o garip nesneyi aramaya devam edeceğimizi, O'na karşı kendimizi hazırlıklı tutacağımızı bilesiniz isterim" dedi. Beyinin başka bir şey söylemesine zaman bırakmadan makamından çıktı.
Başlık: Ynt: Anchilea - Kutsal Kalkan
Gönderen: azizhayri - 19 Ekim 2015, 08:18:56
  B Ö L Ü M    A L T I


        Sözleştikleri gibi sabahın erken saatlerinde istasyonda buluşmuşlardı. Birinin babası hamalbaşı, ötekinin şofördü, üçüncüsü ise presecinin oğluydu. İyi arkadaştılar ve ortak noktaları babaları aynı fabrikada çalışıyor olmasıydı. Çok önceden yapmayı planladıklarını ancak bu gün gerçekleştireceklerdi. Bugün, bir değişiklik yapıp okulu asacaklar, kafalarına göre takılacaklardı. Babalarının Birlik Çırçır fabrikasında çalışıyor olması tanışmalarında ve dostluklarının başlangıcında etkili olmuştu. Zamanla arkadaşlıkları ilerlemiş babalarının arkadaşlığı önemini yitirmişti. Aralarındaki görünen tek fark ise okudukları okuldu. Daha doğrusu okumadıkları ve okuyamadıkları okullardı.

      Hamalbaşı Muammerin oğlu Fethi ile Necmi -Necmi Şoför eniştenin oğluydu- sanayide oto tamirhanesinde, aynı sokakta ve komşu sayılabilecek dükkanlarda çalışıyorlardı. Fethi dizel kamyon tamircisi olacaktı. Necmi ise özel Tofaş servisinde çalışıyordu. Üçüncü kafadar Menderes ise Preseci İzzet’tin oğluydu. Preseci, aynı fabrikanın çalışanlarıydı, üç arkadaşın babalarının yaşça en küçük olmasına rağmen grupta yaşı en büyük olanlarıydı Menderes. Aralarında ki bir başka fark ise Menderesin Endüstri Meslek Lisesinde okuyor olmasıydı. Hoş diğer ikisi de okuyorlardı ama Çıraklık Okulunda. Yani haftada bir gün okula gidiyorlardı. Yani bugün okulu ektikleri gün okula gitmeleri gereken gündü.

      “Haberleri olmaz değil mi?" dedi Necmi. Belli ki korkuyordu üstelik korkmakta haklıydı da. Babasının sert tutumundan kocaman delikanlı olmasına rağmen- azarlamasından, bazen de tartaklamasından korkuyordu. Küçükken çok dayağını yemişti ama delikanlı olmaya başladığında iş dayaktan korkutmaya azarlama geçmişti. Necminin korkması gereken sadece babası değildi, aznavur gibi ustası da vardı. Eğer okula değil de gezmeye gittiğini öğrenirse babasının öğrenmesine gerek kalmadan çıra gibi yakardı elemanını. İşi organize eden Menderes yanıtladı.

      “Yok be oğlum okul açılalı ne kadar oldu ki, daha dün bir bu gün iki." Bilmişçesine sırıtarak devam etti. “İzin verin de ben korkayım. Sizin okulda sınıf listeleri bile yapılmamıştır daha." "Allah Kahretsin. Yine haklı Menderes" diye düşündü esmer delikanlı. Yüksek sesle

      “Benim babamın adı da Muammer Alkaşlı olsaydı bende korkmazdım" deyince diğer ikisi bastı kahkahayı. Trenin upuzun çalan düdüğünü duyunca kahkahalarını yarıda kesip istasyona yanaşan trene bindiler.

      Son durak sayılan İlçeden günde, toplam üç tren seferi vardı. Sabah ilk olan İzmir'e öğle ve öğleden sonra olan ikisi İle. İzmir de işi olanları resmi mesai başlamadan yetiştirebilmek için İzmir treni çok erken kalkıyordu. Biletlerini önceden alan üç genç bir tanıdık görüp babalarına veya ustalarına yetiştirmesin diye bekledikleri kuytudan çıkıp alelacele trene bindiler. Sağa sola bakınmadan vagonun en ücra köşesine gittiler. İlgisiz hava yaratmaya çalışsalar da birilerinin kendilerini görmelerini istemedikleri belli oluyordu.

      “Hangi uyanığın fikriydi bu" dedi Necmi. Akşam evde oturuyorken geçerken uğradım diye Necmi’ye uğramıştı diğer ikisi. Menderes, kibar davranıp oğluyla kapıya çıkan Necmi’nin annesi Sabriye teyzesinin hatırını sorup gönlünü aldıktan sonra punduna getirerek Necmi’nin kulağına fısıldayabilmişti

      “Benim" dedi Menderes sırıtarak.
 
     “Peki niye Selçuklu oğlum." Menderes zayıf bedenini titreterek gülmeye devam ederek yanıtladı.

      “İzmir’e kadar gitmeye gerek yok oğlum. Her istediğimizi Selçuklu'da bulabiliriz. Üstelik orada bizi tanıyan da olmaz. İstediğimiz kadar rahat davranabiliriz. Fethi araya girdi

      “Ne yapıcan İzmir'de, kaybolmaya mı gideceğiz İzmirlere." Sağ elinin baş ve işaret parmağını birbirine sürterek “Hani o kadar sıpali" dedi. Aklına aniden gelmiş gibi devam etti.

      “Selçuklu İzmir’in ilçesi değil mi zaten, orası da bir yerde İzmir sayılır." Tren çoktan kalkmış her virajda vagonlarını sağa sola savurarak yol alıyordu. Üç genç paylaştıkları İkili koltukta ve ters yönde yolculuk etmelerine aldırmadan çoktan geceden kalan uykularını tamamlamaya başlamışlardı.

      Gecenin karanlığında başlayan yolculukları Nazlı beldesini geçtiklerinde hala sürüyordu. Ahmetli köyü arkalarında kaldığında hava biraz aydınlanmıştı. Yollarının yarısı demek olan Kurtuluş'da ancak gündüz olmuştu. Tren İlleriyle İzmir'i birbirinden Gümüşlü Dağlar’ın en yüksek bölgesinde kurulan "Ardıçlı" köyüne geldiklerinde üç kafadar uyanmışlardı. Trenin kalabalık olmasına aldırmadan Menderes aşağı inmiş üç simitle dönmüştü. Onlar simitlerini uzun çiğnemelerle yerken Gümüşlü Dağları'nı nefes nefese tırmanan lokomotifleri şimdi yokuş aşağı uçarcasına koşuyordu.

      “Ya sinema, aradığımız gibi bir sinema bulabilecek miyiz?" dedi Necmi ortalarında oturan Menderesin kulağına. Menderes neredeyse kulaklarına varacak gülümsemesiyle güldü

      “Ne sineması oğlum, kız görmek için sinemaya mı gitmek gerekir Selçuklu gibi bir yerde. Sonbaharın gelmesine aldırmayan bir sürü turist kız vardır oralarda."

      “Bize ne fayda turistlerden" dedi bu defa Menderesin öte tarafında oturan Fethi. ”Sanki turistler kendilerini öptürtmek için sıraya girmişlerde bizi bekliyorlarmış gibi konuşuyorsun."

      “Yavrularım benim" Menderes hem sağında hem solunda oturan arkadaşlarının yanaklarından birer kesme aldı. "Az sonra Menderes abinizin muazzam İngilizcesine tanık olacaksınız." Önce trenin tiz düdüğü ardından tepelerden gelen yankısı duyuldu. Trene ilk bindiklerinde biletlerini kontrol eden memurun sesi öteki vagondan duyuldu.

      “Selçuklu!  Selçuklu’da inecekler!" Üç arkadaş birbirlerine bazen ters bazen karşılıklı konulmuş olan tahta sıralar arasından kapıya doğru yürürken Menderes hayal kırıklığına uğrayan arkadaşlarını teselliye çalışıyordu.

      “Tavladığım Turist kızlarla sizleri de tanıştırmam için bana yalvaracaksınız. Ayaklarıma kapanacaksınız."

      Menderes kısmen de olsa sözünü tutmuştu. Yeni evli veya taze sevgili oldukları belli olan ama kendinden bir hayli büyük turist çiftle tanışmıştı. Tanıştırılacağı umuduyla arkalarından yürüyen iki arkadaşını unutmuş onlarla çat pat sohbete dalmıştı. Necmi ve Fethi bir zaman önlerinde yürüyen gurubu izlemişler arkadaşlarının kendilerini sattığını anladıklarında kendi başlarının çaresine bakmaya karar vermişlerdi. Allahtan ki önceden daha trene binmeden "Eğer birbirimizi kaybedecek olursak İlçeye dönen son trende buluşuruz" diye sözleşmişlerdi.



      Necmi ve Fethi sabah arkadaşlarının kendilerini ektiği İstasyon parkında oturuyorlardı. Yorulmuşlardı ama akıllarından geçen pek çok şeyi yapmışlardı. Epey dolaştıktan sonra aradıkları gibi bir "o tür filimler oynatan" bir sinema bulmuşlardı. Sinemadan sonra sigaralarını yakalanma korkusu olmadan cadde ve sokaklarda özgürce içmişlerdi. Bayiden aldıkları biralarını büyüklerinin yaptıkları gibi teneke kutularda ve kağıda sararak içmişlerdi. Turist kızların arkalarından gitmiş gözlerine kestirdiklerine güzel bulduklarına laf atmışlardı. Onların verdikleri tepkileri kah ciddiye almış kah kahkahalarla gülmüşlerdi. Kısaca kendi ilçelerinde yapamayacakları pek çok taşkınlığı gönüllerince yapmışlardı. Şimdi ise sadece yol paraları kaldığından gelecek İzmir trenini ve arkadaşları Menderesi bekliyorlardı.

      Saat ilerliyordu, trenin gelmesine bir hayli zaman vardı. Vardı ama Menderes hala ortalıklarda görünmüyordu. Parkın ulu ağaçlarının altında yorgun argın otururlarken Necmi  

      “Eşşoğlusu" dedi ve yarı alıngan yarı kırgın sesle ekledi. "Madem bizi ektin bari vaktinde gel." Necmi babasından haklı olarak korkuyordu.

      “Eğer tren daha önce gelirse ne yapacağız" diye sordu başı arkada uyuklayan arkadaşına. Fethi yanıt vermedi. Uyuyor gibiydi. "O son birayı içmeyecektin Fethi" dedi ama Fethi çoktan ermişti.

      Trenin gelme vakti yaklaştıkça Necmi’nin sıkıntısı artıyordu. Nasıl artmasın ki. Arkadaşının biri, bir bira ile çarpılmıştı. Diğeri ise sabahtan beri ortalarda yoktu. Yanında uyuklayan arkadaşını dürttü. “Sen buradan ayrılma da ben Menderese bakayım geleyim"  Sanki kanepede uyuklayan Fethinin parmağını kıpırdatacak hali varmış gibi.

      Parkın yüzyıllık ağaçları arasından yürüyüp ara sokaklara çıktı. Bilmediği bu yerde arkadaşını arayıp bulamayacağını biliyordu. Yine de oturup beklemek zor geldiği için dolaşmak daha iyiydi. Sıkça kolundaki saatine bakıyordu. Bir taraftan da akşama babasına vereceği yanıtı düşünüyordu.

      Uzun süren yürüyüşten sonra istasyondan bir hayli uzaklaştığını farketti. Ara sıra uğradığı ve az bildiği bir ilçenin hiç bilmediği sokaklarına gelmişti. Saatine tekrar baktı, az önce baktığından çokta farklı değildi. Zaman geçmiyordu, yapacak bir şey olmadığından geri dönecekti ki karşısında gülümseyen küçük kızı farketti.

    Diğerlerinden daha geniş sokak ile belki de şehir planında cadde olarak görünüyordu o sokak onu dik kesen ara sokak köşesindeki bahçeli bir evin duvarında oturuyordu. Masum görünüşü vardı, gülümsemesiyse sevimliydi. Belki tırmanmak zorunda kalarak oturabildiği duvarın üzerinden ayaklarını sarkıtmış öylesine sallıyordu. Çapraz sayılabilecek bir noktadaydı Necmi. Sesini duyamıyordu ama kıpırdanan dudaklarından şarkı söylediğini tahmin ediyordu. Nerede olduğunu unutmuş gibiydi. Bulunduğu evin köşesindeki iri bir taşın üzerine oturup kız çocuğunu seyretmeye daldı. Kimbilir o sempatik yüzde kendi yaşayamadığı çocukluğunu buluyordu.

      Sonbahar kendini iyice hissettirmeye başlamıştı. Gündüzleri yakan güneş öğleden sonra yerini tatlı bir serinliğe bırakıyordu. Bir kaç hafta sonra ise serinlik öğle saatlerine kadar yayılacaktı. İşte bu yüzden yazın sıcak günlerin de denize girip akşamüzeri pansiyonlarına dönen turistlerle kaynayan caddeler ve sokaklar tenhalaşıyordu. Bu tenha yolda siyah önlüğü ve beyaz yakasıyla evine dönen küçük çocuk ve yanı başında yürüyen tıknaz bir bayan vardı. Tıknaz bayan hep konuşuyordu ama çocuğun kafasında öğretmeninin kendisine verdiği ödev vardı.

      “Turistler göçmen kuşlar gibidir. Sürekli göç ederler ama yönleri farklıdır. Yazın sıcak ülkelere giderler, gezip eğlenirler. Kışın kendi memleketleri olan soğuk ülkelere dönerler." Çocuk yanı başında yürüyen ve boyunun kısalığı nedeniyle kiloları hemen belli olan öğretmenine sordu.

      “Öğretmenim ödevimi kime sorayım, kim açıklar bu sözleri" deyince orta yaşlı hanım   “Büyüklerinden öğrenebilirsin" diye yuvarlak bir yanıt verip konuşmasına devam etti. Adımlarını çabuk atmaya çalışıyordu, çoğu zaman olduğu gibi dersten geç çıkmıştı. Tahtadaki ödevlerini defterine çekesiye kadar sınıf boşalmıştı. İstese hızlı yazabiliyordu ama o zaman çok yanlış yapıyordu. O nedenle ağır ama düzgün olarak yazmış, aradaki gecikmeyi hızlı yürüyerek kapatmaya çalışıyordu.

      Okul, yeni bir okuldu ama evlerden biraz uzaktaydı. Bu yüzden geç kaldığında şişman olan öğretmeniyle yürüyordu. Hızlı yürümeye alıştığı için bazen öğretmeninden bile hızlı yürüyebiliyordu. İlçenin dışındaki boş arsaları geçtikten sonra iki yanı ağaçlı uzun bir yol kalıyordu geçecekleri. İlk önce öğretmeninin evine varıyorlardı sonra bir iki sokak kendisini bekleyen küçük kardeşiyle buluşuyordu. Bütün bir öğleden sonra abisini özleyen kardeşiyle eve kadar güle oynaya gidiyorlardı. Eve varasıya kadar geçen bir kaç dakikadan sonra kavgaları başlardı.

      Severdi öğretmenini çocuk  “Bu kadar yaşlı olmasa biraz da zayıf olsa tam da annem" demişti bir gün babasına. Baharın ve yazın yeşil yapraklarının altında yürüdüğü dut ağaçları sararmış yapraklarını dökmeye başlamıştı. Karşıda uzun ağaçlı yolun sonunda öğretmeninin evine giden yol ayrımı gözükmüştü. Hoca hanım az önce çocuğun sorduğu soruyla ilgisi olmayan bir şey sordu öğrencisine.

      “Mehmet annen bu yaz tarhana yaptı mı?" Küçük öğrencisinin gözleri parıldadı.

      “Yaptık öğretmenim" öğretmeninin devamını sormasına gerek yoktu. “Hem de çok fazla yaptı. Size de getirebilirim." Öğretmeniyle birlikte yürüdükleri yolun sonuna gelmişlerdi. Kadın evine giden sokağın köşesinde durdu.

      “İyi akşamlar Mehmet" dedi "Sağda solda oyalanmadan doğru eve." Her zaman yaptığı uyarılardan birini yapıp ayrılacaktı ki az önce konuştukları aklına geldi. ”Annene eğer fazla varsa tarhanasından satın almak istediğimi söyle" diye ekledi. Satın almak fiilini özellikle vurgulamıştı. Çünkü Mehmet in ailesi okulun en yoksul ve en kalabalık ailelerinden birisiydi.    

Okulunu çok seviyordu ve hiç ayrılmak istemiyordu Mehmet. Nasıl sevmesin ki, ev de bütün işler okuldan gelecek Mehmet’i bekliyordu. Bakkaldan ekmek alınacak, anneye yardım edilecek, abilerin verdiği işler noksansız yapılacaktı. O'na iş buyurmayan sadece kardeşi vardı. Belki de küçük kardeşini o yüzden çok seviyordu. Kardeşi aklına gelince yüzüne tatlı bir gülümseme yayıldı. Şimdi yürüdüğü sokağın üst başında her zaman oturduğu o büyük evin bahçesinin duvarında bekliyor olmalıydı kendisini.

      Minicik adımlar büyük eve yaklaştıkça içine o küçücük yüreğiyle tanımlaması güç bir hüzün çökmüştü. Büyük eve iyice yaklaşmıştı ve kardeşi Halime’yi hala göremiyordu. Evin bahçesinden ait olduğu kaldırımı dallarıyla kaplayan kocaman ağacın gölgesinde oturması gereken kardeşi yoktu. Adımlarını biraz ağırlaştırdı. Hem yürüyor hem de sağı solu araştırıyordu. Nafileydi bakınmaları. Sokakta kimsecikler yoktu kendinden başka.  "acaba annem mi izin vermedi" diye aklından geçirdi. Bir an kardeşinin olması gerektiği köşede durdu. İşte o zaman karşıdan yürüdüğü sokağın ilerisinden dönmekte olan büyük siyah arabayı gördü.

      Sokak ileride iki yüz metre sonra bitiyordu. Şimdi minik öğrencinin olduğu yerde düz olan sokak ileride gittikçe artan bir eğimle tepeye doğru çıkıyordu. Son evle birlikte yol bitiyor zeytinlikler başlıyordu. Zeytinliklerin ardında ise İlçeye adını veren Selçuklu kalesi vardı. İşte küçük çocuğun gördüğü siyah araba çıkmaz sokağın sonundaki zeytinliklerden dönmüş hızını arttırarak geliyordu.

     Kardeşini göremeyen çocuk ilgisini bir an o civarda pek görmediği siyah arabaya yöneltti. Buralarda yaz boyu oynamıştı üstelik kendi mahallesi sayılırdı. Ve hiç böyle siyah böyle kocaman bir araba gördüğünü anımsamıyordu. Köşeye tam köşeye dikildi. Siyah araba yaklaştıkça kalbi daha hızlı atıyordu sanki. Köşe başına yaklaştığına aldırmadan hızlanıyordu araba. Boyası gibi ön camı da simsiyahtı ve sanki içinde arabayı kullanan kimse yoktu.

      Mehmet bir an korktu, kardeşi için korktu, kendisi için korktu. Kendini arabadan uzağa kardeşinin her zaman oturduğu duvarın arkasına zor attı. Karanlık araba solun yanına yaklaştı neredeyse kaldırıma çıkmak üzereydi, sanki siyah araba onu ezmek için üzerine doğru geliyormuş gibiydi. Kendini duvar dibine atmasıyla yıldırım gibi geçti araba yanından.

      Mehmet bir an arabanın arka koltuğunda küçük bir kız çocuğu gördüğünü sandı. Avazı çıktığı kadar bağıran ama kalın siyah camların arkasında sesini duyuramayan kardeşini gördüğünü sandı. Bir de arabanın motor gürültüsünde kaybolan bir çığlık duymuştu. Ya da duyduğunu sanmıştı.

      “Mehmet abi!!" İçindeki korku büyüyordu. Bir siyah araba yaşlı nenesinin anlattığı masallardaki büyük siyah "Alıcı Kuşlar"gibi kardeşini alıp götürmüştü.

      Araba uzaklaşınca sokağın karşı köşesinde ayak sesleri duydu, biri koşuyordu. Kim olduğunu göremediği biri koşarak uzaklaşıyordu. Bir an çok kısa bir an ne yapacağını şaşırdı. O minicik kafası fıldır çalışıyordu. Arabanın arkasından gidemezdi. "Simsiyah araba çoktan İzmir yoluna çıkmıştır" diye düşündü. Koşarak kaçan kişiyi de yakalayamazdı." O da kim bilir nerelere varmıştır" vazgeçti. Mantığı ve içindeki korku koşacağı bir tek gösteriyordu kendisine. Yolların tozuna toprağına aldırmadan evlerine doğru koşmaya başladı.


      Fethi istasyona vardığında soluk soluğaydı. Menderes hala uyuklayan arkadaşının yanında oturuyordu. Fethinin uzaktan deli gibi koşarak geldiğini görünce Necmi’yi dürterek uyandırdı. Fethi bankta oturan arkadaşlarının kollarına yapışarak çekiştirmeye başladı.

      “Gidelim" diyordu da başka bir şey demiyordu. Mecburen İzmir asfaltına çıktılar. Bir kaç dakika sonrasında ise bir otobüsün arka beşli koltuğunda ilçelerine doğru yol alıyorlardı. Ne kadar ısrar ettilerse de Fethi arkadaşlarına, canciğerlerine olan biteni anlatmadı. Öyle ya “Bir siyah araba geldi gözlerimin önünde küçük esmer bir kız çocuğunu kaçırdı" diyemezdi. Sadece "Şahane bir gacının peşine takıldım durumu çakozlayan babası ve abileri de benim peşime takıldılar" demekle yetindi. Arkadaşlarının gülüşmelerinden verdiği yanıtın hoşlarına gittiğini anlamıştı.

      Mehmet eve geldiğinde nefes nefeseydi. Kapıyı açan annesine “Halime" diyebilmişti yalnızca. Annesinin üzüleceği aklına gelince evde kocaman bir tur atmıştı annesinin şaşkın bakışları altında. Kimseleri göremeyince  "Abilerim gelmedi mi? daha" deyip evden fırlayıp çıkmıştı. Annesinin arkasından bağırmasına aldırış etmeden az önce çıktığı tozlu yokuşu inmeye başlamıştı bile.

      Gece boyunca belki beşinci kere gitmişlerdi karakola belkide altıncı. Her seferinde aldıkları yanıt aynıydı. "Henüz bir haber yok. Araştırıyoruz." Evleri ölü evine dönmüştü sanki. Odadaki tek divanda geçmiş olsun demeye gelenler oturmuşlardı. Anaları ise bir köşede başına sıkma bağlamış oturuyordu. Artık sesli ağlamıyordu. Sanki gizli bir dinin ayinini yapar gibi sallanıyor ve hıçkırıyordu. İçeriye evin en büyük oğlu girdiğinde şöyle bir başını kaldırdı. Kapı sesi ile gözlerinde başlayan parıltı oğlunu yalnız görünce hemen söndü. Soru sormasına ya da oğlundan bir açıklama beklemesine gerek yoktu. Oturduğu yerde sessizce ağlamaya devam etti.

      En büyük ağabey kapının yanı başında oturan bir küçük kardeşinin yanına çöktü. Akşam inşaattan yemek vaktine kadar geçecek sürede arkadaşları ile mahalle kahvesinde oyun oynarken kardeşi yanına gelip durumu anlatmıştı. O andan beridir belki yirminci defa sormuştu.

      “Arabada olan Halime miymiş?" Yirminci defada aynı yanıtı almıştı; "Halime’ymiş" diye. Köşede divanın kenarında uyuya kalan Mehmet i gösterdi.
      “Mehmet görmüş abi." Büyük abi kalktı Uyandırmak için küçük Mehmet’in yanına varınca odanın öbür tarafında oturan baba seslendi.

      “Çocuğun bir kabahati yok. Elleşmeyin." Otorite kesindi ve çiğnenemezdi, ağabey babaya bir şey diyemedi. Kardeşine, kalk gidelim bir kere daha arayalım sokakları" dedi. Onları duyunca daha küçük olanda yerinden doğruldu. Hiç umutları olmadığı halde dışarı çıktılar. Selçuklu’nun sokaklarını tekrar arayacaklardı, belki Halime’nin siyah büyük arabayla ilgisi yoktur diye. Belki bir köşede uyuyup kalmıştır da geceleyin ağlayarak uyanır, yanında kimseyi göremeyince  korkar diye.

      Gözü yaşlı anne dışarı çıkan evlatlarının arkasından bir şey demeye niyetlendi önce. Sonra vazgeçti. Nasıl diyebilirdi ki "evladım üşümüştür, yanınıza ceketini alın" diye. Beş erkek çocuktan sonra bulduğu kızını "Halime" sini kaybetmek istemiyordu. Kızının yaşadığına inanıyordu, yaşadığına ve şu an serin belki de soğuk bir yerde üşüdüğüne. Gözü duvardaki resmine ilişti. Geçen kurban bayramında Resul ağabeyi -dayısı- çekmişti. Yerinden kalktı, divanın altındaki karton kutuyu çekti. Dibinden fotoğraftaki puanlı elbiseyi çıkardı. Odadaki tüm üzgün bakışların altında elbiseye sarılıp ağlamaya başladı. Az önce oğullarına bağıran baba sert ama teselli veren bir sesle
      “Yeter kadın bırak ağlamayı" dedi. "Bulacaklar kızını" gözlerindeki minicik damlayı elinin tersiyle sildi.

      Sabah verilen çay molasının saatiydi. Normal zamanlarda özel bir çay molası olmazdı. Ama işletmenin Çırçır atölyesi çalışmaya başlayınca çalışma düzeninin bozulmaması için gün de iki kere çay molası verilmeye başlamıştı. Çalışanlar atölyenin tümden durmaması için iki gurup halinde çay içmeye gelirlerdi. Tabii bu kural daha çok çırçır atölyesinde çalışanlar için konulmuş bir kuraldı ve yönetim bölümünü pek bağlamazdı.

      Bekçi, Odacı, Ustabaşı kendini gerek yaşları gerekse işleri gereği kendilerini yönetim ile Çırçır atölyesinde çalışanlar arasında görürlerdi. Ama yönetime daha yakın olarak tabii. Hatta ustabaşı Ali Gedikli daha ileri gidip "Bizler bu fabrikanın direkleriyiz" bile derdi. Aslında pek haksızda sayılmazdı. Çalışanlar, teknisyenler, eksperler değişebiliyordu ama Bekçi, Odacı ve ustabaşı kolay değişmiyordu. İşletmenin hamaliyesi de pamuk sezonu başında ihaleye açılırdı. Yıllardır da bu ihaleyi Muammer Alkaşlı alırdı. O yüzden Hamalbaşı da kendini fabrikanın direklerinden sayar olmuştu.
      Bekçi Cavit kapıyı birilerine emanet etmiş "Şurada bir iki laf çevirmek istemişti. Muammer de aynı masadaydı. Yılmaz, taze çayın işaretini verince çay salonuna gelmişti. Masada oturan Rıza babanın da şu an işi yok olmalıydı ki diğerlerinle rahatlıkla çay içebiliyordu. Eğer yapılacak bir işi varsa o işletmede hiç kimse ona çay içiremezdi. Yan masada oturan Şoför Hüseyin gurubun toplandığını görünce sandalyesini almış onlara katılmıştı. Bedford’u yüklenince nasıl olsa brandayı örtmesi için çağırırlardı. Masaya oturur oturmaz Bekçinin elindeki gazeteyi gördü.

      “Hele bir ver okuyalım" deyince Bekçi istemeden de olsa elindeki gazeteyi uzatmıştı. Uzatırken, Henüz okumadım demeyi unutmamıştı. Haklıydı, gece herkes gittikten sonra canının sıkıntısını giderecek bir şeydi gazete. Zaten Bekçi Cavit’in aldığı gazetelerin dışında İşletmeye -özellikle sezon da gazete girmesine izin verilmezdi.

      “Beyler dinleyin" Hüseyin Soylucan'ın sesi konuşmalarını böldü masadakilerin. Bir an dikkatler Şoföre ve onun elindeki gazeteye yöneldi." İzmir in Selçuklu ilçesinde altı yaşında bir kız çocuğu kayboldu." Bir anlık duraklamasını fırsat bilen
      “Hüseyin sende hep bu tür haberleri bulursun" diyen Muammerin sesini diğerlerinin "şşşşşş"leri bastırdı. Şoför Hüseyin istediği ilgiyi yakalamıştı.
      “Selçuklu da oturan inşaat ustasının en küçük kızından üç gündür haber alınamıyor. Gazetemiz muhabir...." Üçüncü sayfanın neredeyse yarısını kaplayan haberi sonuna kadar okudu. Sonra gazeteyi bir iki defa katlayıp büyük renkli resmin iyice görünmesini sağladı.

      Kerata pekte sevimliymiş, dedi Rıza Aslan gazetedeki resmi göstererek. Resimde gerçekten gözleri yaşlı annenin kucağında kızının çerçeveli resmi vardı. Diğerlerinin dudak bükmesine üzüldü Rıza baba. Kız çocuğu gerçekten sevimliydi. Eşiyle birlikte bir kızlarının olmasını ne kadar çok istediklerini arkadaşları bilemezdi. Severek anlaşarak evlenmişlerdi, mutlu bir evlilikleri vardı. Ama çok sevdiği karısının çok istediği kız evlat içlerinde bir uhde olmuştu.

      Bekçi Cavit kendince bir mantık örgüsü kurdu. “Baksanıza herif inşaat işçisiymiş." Genellikle o konuşurken duyulan gülüşmelerin olmadığını anlayınca sesli düşünür gibi devam etti. "İnşaat işçileri genellikle nereli olurlar. Güneydoğulu, Güneydoğu insanın da ise ne vardır; Kan davası. Tamam olay çözüldü arkadaşlar, adamın kanlıları gelip kızını kaçırmıştır." Diğerleri bastı kahkahayı. Gülmeyen sadece elindeki gazeteyi düzeltmeye çalışan Şoför Hüseyin’di. Arkadaşlarına kızdığı gözlerinden anlaşılıyordu.

      “Kan davası bir töredir. Yerine gelmelidir ama kan davası bir erkek işidir" dedi. Hüseyin Soylucan Muş’luydu. Askerliğini İlçe Jandarma Komutanlığında yaptıktan sonra memleketine dönmemişti. Dağ köylerinden birinden bir kız almış İlçeli olmuştu. Yine de aslını adetlerini unutmamıştı.

      “Kadınlar ve kızlar kan davasına karıştırılmazlar. Hele altı yaşındaki kız çocukları bu işlere hiç mi hiç karıştırılmazlar" deyip elini cebine attı, kızgınlığı gözlerinden okunuyordu. Yerinden doğrulduğunda elinde içmiş olduğu çayların parası vardı. Onun ayağa kalktığını gören Yılmaz paravanın olduğu yerden yetişti.

      “Bunlar İşletmenin çayları enişte" dedi. Masadakiler Hüseyin’in niçin kızdığını anlayamamışlardı. Gereksiz duygusal tepki vermişti. Peşinden gitmeye niyetlenen Bekçiyi Ali usta durdurdu. "Acele etme Cavit, Hüseyin’in canı başka şeylere sıkkın olmalı" deyip durdurdu.

      Gece yarısı olmuş el ayak çoktan çekilmişti. İki odalı bir evde bu kadar insan kalırsa olacağı bu olurdu. Salondaki çekyatı açmış çarşafını seriyordu Fethi. Diğerleri çoktan yattıkları için salondaki ışığı kendisinin kapatması gerekiyordu. Önce televizyonun açık kalması için uğraşmıştı. İçeriden itirazlar yükselince kapatmak zorunda kalmıştı. Üç gecedir bu böyleydi. Üç gecedir Fethi uyumaya çalışıyor ama bir türlü uyuyamıyordu.

      Üç gece önce başını yastığa koyar koymaz uyumuştu. Bütün bir gün Selçuklu da dolaşan beden uykuyu hemen kabul etmişti. Ama uykusunun en tatlı yerinde gördüğü kabus ile uyanmıştı. O gece ve o geceden sonraki her gece.

      Her tamirci çırağının görmeyi isteyebileceği bir rüya gibi başlamıştı rüyası. Geniş bir Amerikan arabası -atölyelerinin duvarlarını süsleyenler gibi- görmüştü. Üzerinde tek bir çizik dahi olmayan metalik siyah boyanmıştı ve yeni nikelajdan çıkmış gibi parıldayan tamponları vardı. Uzun ve geniş simsiyah bir arabaydı, camları o kadar siyahtı ki içinde arabayı kullanan kişi bile görünmüyordu. Araba hızla gelmiş aniden ayaklarının dibinde durmuştu, ne bir fren sesi, ne bir fren izi vardı. Yavaşça açılmıştı kapısı hayalet arabanın. Siyah takım elbise giymiş siyah gözlükler takan biri çıkmıştı içinden, nikah töreninden çıkmış gelmiş bir damat gibiydi.

      Sonra Genç delikanlının bakışları arabadan inen adamın ayaklarına doğru kayıyordu. Ayaklarında ayakkabı yoktu artist gibi giyinen adamın. Üstelik ayaklarının biri sarı metalden yapılmıştı, diğeri ise tezekten. Bir an kısacık bir an bulunduğu duvar dibinden siyah arabadan inen adamla göz göze geliyordu. Daha doğrusu kara gözlüklerin ardındaki gözleri hissediyordu. Topallayarak ve metal borudan ayağını yere vurarak yürüyordu siyahlı adam. Topallıyordu ama hızlı yürüyordu siyahlı gözlüklü ve siyah takım elbiseli adam.

      Yolun hemen karşısında gözlerinin önünde sevimli bir çocuk kucaklanıp arabaya bindiriliyordu. Çocuğun korkan gözleriyle o minicik gözlerle göz göze geliyordu. Çocuğun yardım isteyen ve yalvaran bakışları içini delip geçiyordu. Siyahlı adamsa tiz bir kahkaha atıyordu duvarın dibinde korkuyla bekleyen genci görünce. Uzun köpek dişlerini ve kanlar içindeki ağzını göstererek gülüyordu. Kanlı dil kan içindeki ağızda dolanarak bir kelimeyi söylemişti yalnızca, şimdi, anımsamadığı tek bir kelime.

      Donmuş gibi yerinden kıpırdayamıyordu. Sonra o siyah araba ileriden dönüp tekrar önünden geçiyordu. Arabanın arkasından ise bir çığlık duyuluyordu. Önce bir çocuk çığlığı sanmıştı, sonra bir hayvan çığlığına benzetmişti duyduğu sesi. Tanıdığı hayvanların hiç birine benzemeyen bir çığlıktı bu. Ardından çığlık, bir erkek çocuğu sesine dönüşüyordu. Fethi, hemen her gece aynı rüyayı görüyor ve kan ter içinde kulaklarında çığlıklarla uyanıyordu.
Başlık: Ynt: Anchilea - Kutsal Kalkan
Gönderen: Gunslingers - 21 Ekim 2015, 13:46:43
Azizhayri, eline diline sağlık...
Güzel bir kurgu olmuş, sürükleyici bir hikaye.
Başlık: Ynt: Anchilea - Kutsal Kalkan
Gönderen: azizhayri - 27 Ekim 2015, 12:17:02
B Ö L Ü M    Y E D İ


      Yüksel Pekcan hayatından memnun bir şekilde gülümsüyordu, ne de olsa kendini İşletmeye kabul ettirebilmişti. Etrafındakiler kendinden çekiniyor ve saygı gösteriyorlardı. İlk zamanlar yapmış olduğu gereksiz çıkışlara, şimdileri kendi bile pişman olmuştu. Kırıcı olduğunu düşünmüştü ama o çıkışları olmasaydı Yüksel Pekcan’ı çok güzel biri olmaktan öte görmeyeceklerdi. Bu sayede bilgi ve yetenekleriyle ön plana çıkmıştı. Zaten yaptığı ve yapması gereken işlerinin de öyle zor bir yanı yoktu.

      Gelmesiyle yerinden ettiğini düşündüğü Besim Kalden’de durumu kabullenmiş gibiydi. Etrafında dolaşıyor, yardımcı olmaya çalışıyordu. Besim Beyin namını ilk geldiği günlerde duymuştu, yalnızca adresi belli olsun diye çalışanlardandı. İşlerin yürüyüp yürümediği onu pek ilgilendirmiyordu. Bir gün birileri istatistik yapılabilseydi sonuçta Besim Kalden’in işe gitmediği günler işe gittiği günlerden fazla çıkardı. Yüksel Hanım işe başladıktan sonraysa durum tersine dönmüş gibiydi.
   İlk geldiği günlerde Besim Bey ile ilgili duyduklarının yanlış yada yanlı olduğunu düşünmeye başlamıştı. Öyle devamsızlık, işten kaytarma yapmıyor, her gün İşletmeye düzenli geliyordu. Aynı odayı paylaşıyorlar birlikte çalışıyorlardı, hatta Besim daha fazlasını yapıyor kızın etrafında pervane oluyordu. İlk zamanlar olağan karşılasa da sonradan adamın belli belirsiz kur yapmaya başladığını bile düşünür olmuştu. Hoşuna gidiyordu. Besim Bey, ilk duyduklarının aksine saygılı, iyi giyinen, sevimli sayılabilecek biriydi. Kendisine bakmasını biliyordu. Boyu posu da yerindeydi, eli ayağı da düzgündü, iyi konuşuyor ve görgü kuralların biliyordu. Sonuçta fabrikanın muhasebecisi, evlenmeyi düşünen pek çok kızın evlenmek isteyebileceği tipte biriydi.
     Yalnız Besim değildi yeni gelen muhasebecinin çevresinde dönen. Bekar, evli yada dul, İşletmedeki neredeyse tüm personel bu listeye dahil edilebilirdi. Doğal olarak İşletmedeki tüm erkekleri aynı kategoriye sokmak hata olurdu. Saf iyilikle ve de yardım duygusuyla yaklaşanlarda vardı. Sonuçta güzel muhasebeci işbaşı yaptığı günden bu yana İşletmenin göz bebeği olmuştu.
      Yüksel, önceleri ilçe Öğretmen evinde kalmıştı. Pahalı olması bir yana rahat da sayılmazdı. İşletmede yaşadıklarının benzerini öğretmen evinde yaşıyordu. Besimin uyarısından sonra kıyafetlerini değiştirmişti. Kendine yeni giysiler almış, ilk günlerde giydiği mini etekleri, askılı bluzları giymez olmuştu. Hanım hanımcık elbiseler giyiyordu artık. Harita üzerinde ülkenin batısında olsa da tutucu bir Anadolu ilçesinde görev yaptığının bilincine varmıştı. Bütün bu özenine rağmen yine de öğretmen evinde ilgiden ve çevresindeki erkeklerden rahatsızlık duyuyordu. Bir pazar günü oda görevlisinin söylediği söz durumu gayet iyi açıklıyordu.
      “Siz kalmaya başladığınızdan beri öğretmen evinin devamlıları çoğaldı" demişti oda görevlisi yaşlı kadın. İşletme müdürü Birol Beyin hanımı onu bu sıkıntıdan kurtarmıştı. Bir küçük daire bulmuştu kendisine. Sahipleri işleri gereği İzmir'e göçmüşler evlerini olduğu gibi bırakmışlardı. Semiha hanımın arkadaşı olan ev sahibesi, onun ricası üzerine genç muhasebecinin evlerini kiralamasına lütfen- izin vermişlerdi. Bulunma tarzı pek hoşuna gitmese de rahata kavuşacağını düşündüğü için kabul etmişti evi kiralamayı. Kira bedeli yüksekti ama ev dayalı döşeliydi, masrafı biraz artmış olsa da artık başı dinçti Yüksel Pekcan’ın     
   Bu sabahta diğer günler gibi erkenden gelmişti. Genellikle diğer çalışanlar gelmeden gelir masasının başına geçer, o gün yapılacak işlerin bir listesini yapardı. Kazandığı saygıda sergilediği iş disiplininin etkisi büyüktü. Ne kadar erken gelirse gelsin Rıza baba -oda Besim ve diğerleri gibi Rıza Aslan'a "Rıza Baba" demeyi öğrenmişti- odasını temizlemiş masasının tozunu almış olurdu. Bu sabahta işe vaktinde gelmiş yatırılması gereken aylık sigorta pirim bildirgelerini hazırlıyordu.
      Kapıda bekçi Cavit Pekal güler yüzle karşılamıştı, ne de olsa muhteşem beşli severdi Yüksel Hanımı. Bekçi, Odacı, Ustabaşı, Hamalbaşı ve Şoför; Bu beş kişiye Eksper Serkan bey Muhteşem beşli adını vermişti. Belki yaşlarının diğerlerinden fazla olması, belki de İşletmede çalışan en kıdemli elemanlar olmalarından dolayı birbirleriyle çok iyi anlaşıyorlardı. Oturduğu yerde muhteşem beşliyi gözlerinin önüne getirmeye çalıştı Yüksel Hanım. Hepsi sempatik ve iyi insanlardı, hepsi işlerinin erbabıydılar. Ne zaman görseler hatırını sorarlar, bir ihtiyacı olup olmadığını öğrenmeye çalışırlardı. O yüzden Yüksel Pekcan diğerlerinden ayrı tutardı bu beş kişiyi.

       Doldurulması gereken sigorta bildirgeleri bir kenara bırakmış bunları düşünüyordu. Bir ayı geçmişti işe başlayalı, bir ay dile kolay. İşletmede işe ilk geldiği günlerdeki durgunluk yerini hummalı bir çalışmaya bırakmıştı. Ovada toplanmaya başlanılan pamuklar geliyordu fabrikaya, dev bir makineyi andıran fabrikanın çarkları dönmeye başlamıştı.
      Mayıs başında tohumlar tavlı topraklardaki yerlerini alırladı. Bir yaz boyu, kavurucu sıcağın etkisiyle büyüyen, olgunlaşan pamuklar eylül ayının ortalarına doğru tarlalar da toplanmaya başlıyordu. Eskiden olsa ilçenin ve civar köylerin kızları kadınları giderdi pamukları ellemeye. Gün boyu elle toplanan pamuklar içine rahatlıkla bir insanın girebileceği balyalara doldurulurdu. Dayı başının emrinde çalışan ve kadınların, kızların çoğunluğunu oluşturduğu gruplardaki erkekler, toplanan pamukları balyalara basıp hazırlarlardı. Balyalar ise ya geceden yada o gecenin sabahında erkenden çırçır fabrikalarına getirilirdi. Şimdileri kocaman pamuk toplama makinaları çıkmış insan gücü neredeyse sıfıra inmişti. Sonuçta Birlik Fabrikası da dahil olmak üzere irili ufaklı sayısız çırçır fabrikalarındaki çırçır tezgahlarının merdaneleri dönmeye başlamıştı.
   Römorklarla gelen "kütlü" pamuklar bu çırçır tezgahlarında işlenerek pamuk liflerinin içindeki çekirdekler ayrılıyordu. Yarı otomatik bir düzende, vakum sistemiyle depolardan çekilen beyaz yığınlar çekirdekleri bir yana, lifleri bir yana ayrılıyordu. Sonra ayrılmış olan çekirdekler yağ fabrikalarına satılmak üzere ayrı depolanıyordu. Çekirdeklerinden temizlenmiş pamuk lifleri ise fabrikanın diğer bir bölümüne "Prese” bölümüne yürüyen bantlarla gönderiliyordu. Prese bölümünde ağır hidrolik preslerle basılıp belli standart ağırlıklarda çelik şeritlerle bağlanıyordu. Böylece tarladan gelen kütlü çekirdekli pamuğun çırçır fabrikasındaki macerası Hüseyin Soylu’nun veya başka bir Şoför arkadaşın kamyonunun kasasında son buluyordu.
      Yüksel hanımın görevi ise bütün bu işlemlerin ve çalışanların hesabını kaydetmekti. İşbaşı yaptığı ilk günlerde çiftçiye pamukları toplayabileceği ekipman dağıtılmıştı. Sayıyla ve ödünç kabul edilerek, her çiftçiye ektiği dekar hesabına göre imza karşılığı verilmişti. Geri gelmeyenler çiftçinin hesabından düşülüyordu. O günler çiftçinin paraya ihtiyacı olduğu günlerdi ve isteyen gereksinimi olan çiftçilere avans dağıtılıyordu. Mayıs ayında ekimine başlanan pamuklar için sürekli masraf yapılıyordu, Tohum, ilaç, gübre, mazot parası, çapa gündeliği. Çiftçi kenarda tuttuğu parasını pamuğun her aşamasında kullanmak zorundaydı. Bir an geliyordu elde avuçta bir şey kalmıyordu. İşte o zaman avanslar gündeme geliyordu. Bunların hesabı da muhasebenin işiydi. Yüksel önceleri, sorumsuzca davrandığı söylenmiş olsa da Besimin bu işleri yürütmesini takdir etmeye başlamıştı, çünkü iş ağırdı ve izlenmesi zordu.
      Muhasebe müdürünün göreve başladığı ilk günlerden biriydi. Muhasebe odasında çalışırken derinden gelen bir uğultu başlamıştı aniden. Merak ve endişeyle, hızla dışarı çıkmış koridorda Rıza babadan öğrenmişti uğultunun nedenini. Çırçır Atölyesi çalışmaya başlamıştı. Altmış çırçır tezgahı birden çalışmaya başlayınca oluşan uğultu metrelerce öteden duyuluyordu. Bir gün Rıza babadan Çırçır Atölyesini gezdirmesini rica etmişti. O zaman işin güçlüğünü en azından bedensel olarak anlamıştı.
        Atölyeye ilk girdiğinde eli kulaklarına gitmişti ister istemez. Ali ustanın yaz boyu elden geçirdiği altmış makine, dev bir değirmenin dişleri gibi geniş borulardan gelen pamukları merdaneleri arasında öğütüyordu. Her zaman neşeli ve konuşkan olan Ali usta işinin başında bambaşka biriymiş gibi tezgahtan tezgaha koşturup duruyordu. Çünkü hassas ayar gerektiren merdaneler biraz sıkıştırılırsa çekirdekleri kırıyordu. Eğer boşluklu bırakılırsa çekirdekler liflerden ayrılmıyor, depoya giden çekirdeklerin üzerleri pamuk lifleriyle dolu oluyordu. Büyük ustanın yardımcısı durumunda ki adaşı ise Ali Gediklinin ardında elinde yağdanlık dolaşıp duruyordu. O sabah atölyeden kendini dışarı zor atmıştı Yüksel Pekcan. Olayın özünü, bir başka gün Eksper Serkan Bey kantar odasındaki çırçır tezgahının küçük bir örneğinde anlatmıştı.
      Sigortalı pirim bildirgelerini doldurmak zor bir iş değildi. Bir önceki aya göre yapılabilirdi ama zor olan yeni işe girişleri ayarlamaktı. İşin daha da zor yanı araya giren günlük acil işlere rağmen bunları aksatmadan yapmaktı. Bir yanda uzun kuyruklar oluşturan balya yüklü pamuk römorkları bir yanda mağlıç prese ve çekirdek hesapları. Kesilecek çekler yazılacak irsaliyeler, faturalar. Üstelik Besim Kalden hala ortalıklarda yoktu. Bu tür işlerin elemanı olamayacak kadar güzel bayan tekrar önündeki bildirgelere eğildi Bu gün sigorta işlerinin mutlaka bitmesi gerekiyordu. Çünkü ay çıkmadan yatırılmalıydılar. Kapı hafifçe tıkırdadı, aralanınca Yılmaz el tepsisindeki bir bardak çayla içeri girdi. İçerisini taze çay kokusu doldurdu. 
   “Gel bakalım Yılmaz." Yılmaz askerden geleli bir kaç ay olmasına rağmen alışkanlıklarını bırakamamış biriydi, içeri girdiğinde masanın tam karşısında hazırolda durdu. Belli ki üzerinden hala atamadığı asker disipliniyle amirinin -belki de komutanının- emirlerini bekliyordu. Genç hanım masasının çekmecesinden beyaz ambalaj kağıdına sarılmış bir yuvarlak paket çıkardı. Masa üzerindeki evrakı bir yana iterken Yılmaza da tepsideki çayı bırakmasını işaret ediyordu. Kağıttan çıkan simidin bir çeyreğini koparıp önünde hala hazır olda bekleyen gence uzattı. Yılmaz zorlamalı sayılabilecek kibarlıktaki teşekkür ederimle reddetti. Sesindeki titreşimler aslında karnının doymadığını simidi istediğini söylüyordu. Genç muhasebecinin ikinci, üçüncü ısrarı ile kabul etti.
      Taze çay ile çıtır simidin çok iyi bir ikili olduğunu burada öğrenmişti, insanların kendisine hayranlıkla bakmalarına neden olan beden ölçülerini muhafaza etmesini gerektiğini de. Bu yüzden Semiha hanımın dediğini uyguluyordu; ağzında çok çiğneyip öyle yutmak. Dışarıda, Bekçinin köpeğini çağıran sesi duyuluyordu  “Linda ! Linda! " Önceden yani çevreyi ve çalışanları bu kadar tanımadan önce bu sesi duysaydı belki İşletmede çalışan başka yabancılar var gibisinden düşünebilirdi ama o defa çağrılan Lindanın kim olduğunu biliyordu.
      Bir akşamüzeri tanımıştı Lindayla. Mesai bitiminde öğretmen evine giderken önüne çıkmıştı tüm uyanıklılığı ve heybetiyle. Sonraları ne zaman görse kapı dibinde uyukluyordu köpek ama o gün akşam saatlerinde, ilk gördüğünde ayakta, bekçinin yanı başındaydı. Hayvanda olsa görev anlayışı vardı, ne zaman uyunması ve ne zaman uyanık olması gerektiğini biliyordu. Çok sevildiği sahibi tarafından sanki bir insandan söz eder gibi tanıştırılmıştı. Linda, boz renkli, kangal kırması iri yapılı bir bekçi köpeğiydi. Onlar konuşurlarken sürekli yanlarında kalmış konuşmalarını anlarmış gibi kuyruğunu sallamıştı.
      “Bir işe yarıyor mu bari" deyince ilk tepki köpeğin havlaması olmuştu. Bekçi Cavit de doğal bir alınganlıkla köpeğini savunmuştu. “Biz ikimiz şu kapıdan kuş uçurtmayız" demişti. "Öyle gündüzleri miskince sağda solda uyukladığına bakmayın. Siz bizi birde gece görün" diye eklemişti kendine de pay çıkararak. "Yeryüzünde kaç insan varsa bir o kadar da ilginç öykü vardır" demiş düşünürlerden biri. Bekçi Cavit Pekal’ında bir öyküsü vardı. Bir gün muhasebe odasında Yüksel hanımın ısrarıyla çay içerlerken Rıza baba anlatmıştı Bekçinin öyküsünü Rıza Aslan doğma büyüme o İlçeden olduğu için İlçedeki hemen herkesi tanıyordu.
      “İyi çocuktur bizim Cavit" diye söze başlamıştı, sevdiğini belli eden bir tonda. Anlatmaya devam etti "Babaları ölünce kardeşlerine hem abilik hem de babalık yapmıştı. Yaşları peş peşe gelen dört kız kardeşi vardı. Bir çoban olan babaları geride hiç bir şey bırakmayınca iş bizim Cavite düştü, namuslarına bir halel getirmeden büyüttü bacılarını, kısmetleri çıkınca da evlendirdi. Her boyaya girip çıktı, çobanlık, ırgatlık, hamallık, şoförlük, kahyalık. Çalışkan olduğu, namuslu olduğu için gittiği her yerde rahatlıkla iş bulmuş çalışmıştı. En son kahyalığını yaptığı Süleyman ağa Cavit in ehliyet almasına aracı olmuş."
      Rıza baba bir an durdu. Konuşmasının beklediği ilgiyi yakalayıp yakalamadığını anlayabilmek için genç kızdan gelecek tepkiyi bekliyordu. Bir kaç saniye sonra Yüksel hanımın söylediği "Sonra..." kelimesi beklediği olumlu anahtardı. Anlatmaya devam etti.
      “Ehliyet deyip geçmeyin. Bizim Cavit ufaklığından beri motor, araba tepesindeydi ama ehliyeti yoktu. Ehliyet için gereken ilkokul diploması da yoktu. Sonrada İlçede açılacağı söylenilen fabrikanın kadrosuna aldırmış. Cavit en küçük kardeşini de evlendirdikten sonra sıranın Cavit e geldiğini bildiği için Süleyman ağası dağ köylerinden birini bulup kahyasını da evlendirmişti. Önceleri evlenmemekte direnen Cavit i girmeyi çok istediği Birlik fabrikasına bekar işçi almıyorlar tehdidiyle zorlamıştı, yine yanında çalıştığı Süleyman ağanın zoruyla tabii."
      Rıza Aslan arkadaşını anlatırken sözlerinde gizli bir hayranlık vardı. "Yönetim binasının üzerindeki lojmanda oturuyorlardı. Geç evlendiği için olacak hiç çocukları olmadı." Rıza beyin anlattıklarında buraya kadar bir şey yoktu. Genç kız kendisini pekte ilgilendirmeyen bir hikaye dinliyordu ama duydukları sayesinde İşletmede çalışanları tanımaya başlayacağını anlamıştı. Bir zaman sonra enişteleri Cavit’le geçinememeye başladılar. Yakışıksız dedikodular yaymaya başladılar Cavit hakkında." Yükselin kafası karışmaya başlamıştı. Rıza bey anlatmaya devam etti.
    “Cavit evlenesiye kadar kardeşlerine destek olmuştu. Evlendikten sonra doğal olarak kazandıklarını kendi ailesi için kullanmaya başladı. İşte o zaman "bizim kayınço sapık" lafları sağda solda duyulmaya başladı. İki yıl önce de hanımını kaybetti. Adamın etrafında kuyusunu kazanlar o zamanda "karısı bile adamın sapıklığına dayanamadı" demeğe başladılar.
      Yüksel sırtını dayadığı yerde günler önce yaptıkları konuşmaları düşünürken uzaktan Bekçinin sesi duyuluyordu.   “Linda!  Kızım. Linda!" Kapı birden açıldı. Kapıda sapsarı çarpık dişlerden oluşan bir yüz belirdi.
      “Günaydın" Mustafa Ali Bey tüm sevimliliğini takındığına inandığı bir yüz ifadesiyle karşısındaydı. Genç kız bir an "çok şanslıyım" diye aklından geçirdi. "Ya kapıda dikilip duran bu şişman kişi ziraat teknisyeni değil de muhasebe elemanı olsaydı. Nasılsınız diye yanıtladı "günaydın"ı tüm ciddiyetiyle. Karşıdan bu kere ciddi bir hatır sorma cümlesi gelince resmi bir diyalog yaşandı aralarında. Belli ki Mustafa Ali içeriye davet edilmeyi bekliyordu. Beklediği davet gelmeyince de “Bir isteğiniz, ihtiyacınız var mı yok mu? öğreneyim istedim dedi kapıdaki adam. Aldığı yanıt kısa ve netti.
      “Teşekkür ederim." kafasını masaya eğdi. Kapının kapandığını belirten "tık" sesinden sonra rahatladı. Az sonra Mustafa Alinin sesi koridordan gelmeye başlamıştı. İçeriye kadar duyurabilsin diye yüksek sesle ve kibarca işe gelen arkadaşlarını selamlıyordu. Bardakta kalan ve artık içilemeyecek kadar soğumuş olan son yudumunu da içti. Boş bardağı eline aldı. Dışarı çıkmaya çay ocağına gitmeye karar verdi. İki günlük kısa bir aradan sonra çırçır atölyesi birazdan çalışmaya başlardı.

      Pamukların gelmeye başladığı ilk günlerde tek vardiya çalışıyordu. Kar gibi beyaz ürünlerle dolu traktör ve römork kuyrukları uzamaya başlayınca geçici bir kaç eleman alıp iki vardiyaya çıkarmışlardı çalışma temposunu. Üç hafta gece gündüz demeden çalışmaya devam etmişler depolara biriken pamuk dağlarını eritmişlerdi. Tarladan hassa insan eli yerine makinanın soğuk uzantıları yoluyla kozalarından çıkarılan pamuklar, prese olarak üst üste istiflenmişti.  Hüseyin Soylucan’ı ve onun diğer arkadaşlarını bekliyordu ait olduğu yerlere gitmek için. Cuma gecesi Ali ustanın isteği üzerine verilen "makinelerin istirahatı" molası bitmişti. Kulağının alıştığı uğultu ha başladı ha başlayacaktı.
      Yüksel’de ne kadar kendini disipline etmeye çalışırsa çalışsın çevresine uymaya başlamıştı. SSK bildirgeleri hazırlanmak üzereydi ve o laflayacak birilerini bulmak için geldiği yemekhanede aradığını bulmuştu. Mehmet Bayram ile Serkan Güler birlikte oturuyorlardı. Bir bardak çayda onlarla içti. Önceden alışkanlığı olmadığı halde çayı bile sevmeye başlamıştı. Serkan Bey, sadece bir çay içecek kadar kalabilmişti orada, ne de olsa bekleyenleri vardı. Kantara çıkan römorklardan örnekler alacak, diğerlerinin yanında oyuncak gibi duran çırçır tezgahında çekirdeklerini çıkartıp verimini ölçecekti. Ve kantar ağırlığı ile verimi kantar fişine yazıp muhasebeye gönderecekti. Muhasebe de ağırlığı o günkü borsa kuru üzerinden hesaplayıp fiyat çıkarıp müdüriyete gönderecekti. Çiftçi alacağı parayı beğenirse pamuk depolara indiriliyordu. Beğenmezse, piyasaya, başka işletmelere gidiyordu. İşte bu yüzden Eksper işbaşı yapmak için kantar odasına giderse az sonra muhasebecinin de odasında olması gerekecek demekti.
      Serkan beyin ardından Yüksel de muhasebe odasına dönecekti ki kapıda Besim ile karşılaştı. Hem de ne karşılaşma. Utanmasa ıslık çalabilirdi. Besim Kalden'in üzerinde yepyeni bir takım elbise vardı. Neredeyse etiketleri üzerinden yeni sökülmüş denilebilecek bir takım. Bej ile kahverengi arasın da bir renkte belli belirsiz kareleri olan kumaştan dikilmişti. Açık kahvede diyebilirdiniz koyu bejde kumaşının rengine. Beyaz bir gömlek giymişti ceketin altına, birde ceketin renginden bir açık tonda kravat. Ayağında ise yine kahverengi rugan ayakkabılar vardı. Hafif sivri burunlu yumurta topuklu tek parça sayadan çıkarılmış ayakkabılar. Sanki az önce vitrinde duran manken canlanmışta içeri girmiş gibiydi. Karşısındakileri etkilemiş olmanın mutluluğu sadece dudaklarında değil gözlerinin bebeklerinde de okunuyordu.

      “Sabahın en güzeli sizlerin olsun Leydim." deyip ince bir referansla hanımefendiyi selamladı. Sanki 17.yüzyıldan çıkıp gelmiş Fransız asilzadesiydi Kıyafet ile çevre o kadar tezat oluşturmuştu ki böyle bir farklılığa ancak gülünürdü. Bu yüzden Yüksel gülmemek için kendini zor tutuyordu. Takındığı ciddiyetiyle
      “İki günlük tatil yetmedi galiba beyim" dedi. Besimin elinde beyaz bir gül vardı şimdi. “Eğer yüzümde bir parça parlaklık varsa affınızı rica ederim, bu kıymetli İşletmemizin kıymetli müdürü, ulu insan, Ziraat yüksek mühendisi, saygı değer Birol Tekin beyin atmış olduğu fırça sayesindedir" dedi Az önce kullandığı ağdalı dille devam etti. “Bu vesile ile Zat-ı alileriniz bana fırça atmakta geç kalmış bulunmaktasınız" deyip tekrar referans yaptı.
      Tamam. Tamam affınız kabul edildi. Sanki karşısındaki adam yüzüne daha sevimli gözükmeye başlamıştı. Yine de kendisine uzatılan beyaz gülü eli ile kibarca iterek “Yalnız gülünüzü kabul edemem.” 
      Ama... Ama... Niçin… Oynanan tiyatro devam ediyor gibiydi.
      “Bir astınızın geç kalma gerekçesi olarak size sunduğu bir gülü reddetmenin zavallı gül üzerinde bırakacağı moral etkisini de mi düşünmüyorsunuz" dedi. Besim, Yükselin yüzüne bakmaya çalışıyordu ama Yüksel gözlerini kaçırıyordu
      “Özel bir anlamı olduğu düşünülmesin diye beyaz bir gül getirdim." Etrafındaki kişilere baktı. Yönetim binasında ki neredeyse herkes yemekhaneye gelmiş, sahnelenen oyunu izliyorlardı. Genç kızın tutumun da ve bakış yönünde bir değişiklik olmadığı için biraz kızgın biraz sitem kâr bir sesle sözlerine devam etti
      “Bu, bir gün kapınızda kırmızı gülle olmayacağım anlamına gelmesin sakın." Yürüdü, yemekhaneden çıktı. Besim bir hayli sonra muhasebe bürosuna geldi. Gülünü kabul etmediği için genç kıza bir hayli kızmış olmalıydı. İçeri geldiğinde genç kızın odasında konukları vardı. Yüksel hanım, iki Amerikalı ile birlikte çay içiyorlardı. Besimin odaya girdiğinde ilk dikkatini çeken şey genç amirinin çok iyi bir yabancı dile sahip olmasıydı. Gerek zenciyle gerekse beyaz tenliyle o kadar rahat konuşuyordu ki bilmeyen odadakilerin üçü de yabancı derdi. Yükselin bir iki gönül alma girişimini terslemişti. "Bir iki gün içerisinde gönlünü alırım" diye düşünerek olayın üzerine fazla düşmedi.
      Besim içeri girdikten sonra Yüksel konuşmaya İngilizce devam edecekti ki Pietro araya girdi.
      “Yüksel hanim biz Türkçe konusalım" dedi yarım Türkçeleri ile. Besim oturduğu masadan atıldı.
      “Anlat bakalım Pietro neler yapıyorsunuz." Zenci bir an durdu. Besimin araya girmesine şaşırmış gibiydi. Çünkü iki ayı geçkin bir süredir bu ülkede,bu işletmede olmalarına rağmen kendilerine yakınlık göstermeyen kişilerden biriydi Besim.
      “Geziyorus" dedi. "Sizin memleket şağhane. Her tarafta var tarih, siz bilmiyo kıymet." Besimin yüzüne bir tebessüm yayıldı. Amerikalıların konuşma tarzları hoşuna gitmiş olmalıydı. “Bir araba satın aldı biz. Ucuz. Amerikan big car." Evet Yüksel anımsamıştı olayı...


      Bir akşamüzeriydi, saatlerin henüz geri alınmadığı günlerden biriydi. Uzaktan İlçenin en büyük fabrikası olan dokuma fabrikasının düdüğü duyuluyordu. Günde dört kere çalan düdük ilçede değişmez zaman ölçüsü kabul ediliyordu. Dokuma fabrikasıyla birlikte sanayi ve irili ufaklı pek çok işyeri işbaşı yapıyor veya paydos ediyordu, İlçenin çalar saatiydi bu düdük Amerikalı iki arkadaş düdük sesini duyduklarında ellerindeki işleri olduğu gibi bırakmışlar duşlara koşmuşlardı. On beş dakika sonra ise o yarım Türkçeleriyle "hoştcakalın" diyorlardı. İşte o akşam, fabrikada çalışan yabancılar gittikten sonra odasında oturmakta olan Mustafa Ali ve Müdür beyden bir hayli sitemkâr ve kıskançlık kokan sözler işitmişti. Odada bir bayan olmasaydı okkalı küfür bile ederlerdi.
      “Emekliliğim geliyor neredeyse daha geçen yıl eski kasa bir şahin alabildim" demişti Birol Bey. "Bu gavurlarsa benim ülkemde, benim binemediğim arabayla, benim gezemediğim yerleri geziyor" diye eklemişti. Bu sözler üzerine Mustafa Ali yerinden doğruldu. Odada bir sanki bir itirafta bulunacakmış da cesaret edemiyormuş gibi iki adım attıktan sonra
      “O arabayı onlara ben alıverdim" dedi. Denizli’nin uzak bir kazasında kayınçom bulmuş. Turistlerin ucuz araba aradıklarını duyunca getirtiverdik" bir an durdu. "Kaçırılır mı müdür bey...  Adamlarda para b.k gibi." Odada bayan olduğunu unutmuş gibiydi. “Sahibi 'elimde kaldı gemi gibi araba' diye üzülüyormuş. Yani alan razı satan razı." demiş o güzel!  Dişlerini göstererek gülmüştü.

      “Mis Pekcan...Mis Pekcan" Genç kız bir an irkildi. Düşüncelere kendisini koy vermiş gibiydi. “Yes" kendini toparladı. Besim bey de masasında oturuyordu.  “Buyrun Mr. Smart"
     “Bizim var iki arkadaş. İzmir’de Nato’da. Nasıl dersiniz girl Friend"  Kız arkadaş sözünü duyunca Besim belli etmemeğe çalışarak bir ohh çekti. Diğer arkadaşı devam etti sözlerine “Biz onları çağırdı Tuzadası. Biz istiyoğ sizde gelmek bisle" Mesele anlaşılmıştı. Üstelik Besim Kalden’in sevinci ikiye katlanmıştı. Odaya girdiğinde samimi bir şekil de İngilizce üstelik çok düzgün bir İngilizce ile konuştuğu iki yabancı kız arkadaşlarından bahsetmişti. Ve Tuzadasına davet ederken "siz" demiş Yüksel’le kendisini işaret etmişti.      Yüksel Pekcan da şaşırmıştı. Sadece "teşekkür ederim" diyebilmişti. Biraz daha lafladıktan sonra iki yabancı genç kalktılar. İzin isteyip dışarı işlerine döndüler. Ondan kapıdan çıktıktan bir iki saniye sonra kapı tekrar çalındı. Kıvırcık saçlı zenci yüz kapıda belirdi.
“Geliyoğsunuz değil mi?" deyince genç kızın yüzü allandı.
      “Daha sonra Pietro" diyebildi. Bir anlık sessizlikten sonra “Sonunda işimizle ilgilenebileceğiz" dedi odada kendisine bakmaya çekinen Besime. Bir iki dakika sonra ise ikisi de önlerindeki evraklara gömülmüş günlük işleri bitirmeye çalışıyordu.

      Daha doğrusu dönememişlerdi. Yapılması gereken günlük işler yüzünden haftalık ve aylık periyotlarda yapılması gerekenler ihmal edilmişlerdi. Buna Besimin çocuksu kaprislerini ve olağan kaytarmalarını da eklerseniz Yüksel hanımın çalışması gereken yüksek tempoyu daha iyi kavrayabilirdiniz Ama ilahi adalet bir şekilde tecelli ediyordu. Allah kaytarmayı seven muhasebe yardımcısına karşılık çalışkan bir memur vermişti Yüksel Pekcan'a. İşte geçen hafta yapılması ve yerine ulaştırılması gereken borsa tescilleri masasındaydı. Mehmet Bayram, kendisinin hazırladığı taslakların daktilo edilmiş nüshalarını şefinin masasına bırakmıştı.
      Raporlar incelenmek üzere masasındaydı ve genç muhasebe şefi eline alıp kontrol edecekti ki kapı bir kere daha çalındı.  Sert bir şekilde "Gel!" çıktı ağzından. Kapı açılmadı. İkinci kere söylenen "gel!!" ilkinden de yüksekti. Fakat kapı açılmıyordu. Genç kız kızgınlıkla bir kez daha seslenecekti ki kapı yavaşça açılmaya başladı. Duvarla araların da dik açı oluşturacak kadar açılınca kapının eşiğinde duran Bekçiyi gördüler. Titrek sesiyle
      “Kusura bakmayın, rahatsızlık veriyorum " diyebildi. Elinde kasketi zorla gülümsemeye çalışıyordu, sert ses tonundan etkilendiği her halinden belliydi.
      “Bir siz kaldınız sormadığım" diye devam etti kapının eşiğinde. Yüksel hanım hatasını anlamıştı, yerinden kalkıp kapı ağzındaki Cavit dayının yanına vardı. İçeri kadar getirdi. Bir kaç özür dileme cümlesinden sonra Bekçinin derdini öğrenince kahkahaları koy verdi.
      “Sabahtan beri bakmadığım yer kalmadı. Lindayı bulamıyorum siz gördünüz mü?" demişti. Utandı Bekçi, yüzü kızardı. O benim can yoldaşımdı, elim ayağımdı. Bulamıyorum. Sormadığım bir siz kalmıştınız" diyebildi başı önünde. Gülme krizi geçtikten sonra genç kız Bekçiden özür diledi bir kere daha.
      “Sabah işe geliyorsunuz. Çalışmak istiyorsunuz. Önce mesai arkadaşınız size "beyaz gül" veriyor". Beyaz gül kelimesini kinayi bir şekilde Besime bakarak söylemişti. “Sonra Amerikalılar geliyor ve sizi "mesai arkadaşınızla" partiye davet ediyor. Onlar gittikten sonra tekrar işinize dönmeye çalışıyorsunuz. Kapı tekrar çalınıyor ve bekçiniz sizden kayıp köpeğini soruyor." Muhasebe şefi cümlesini tamamlar tamamlamaz sandalye de oturan Bekçi "kusura bakmayın" diyerek başı önünde odadan çıkmıştı.

      Çırçır atölyesinin gürültülü ve tozlu havasında öğle yemeğinden beri çalışmakta olanların beklediği çay molasının vakti gelmişti. O an çalışanlar aralarında nasıl anlaşmışlarsa o şekilde iki guruba ayrılırdı. Bir gurup çay için yemekhaneye giderlerken diğer gurup makinelere göz kulak olurlardı. Tezgahların bir Bölümü kapatılırken bir Bölümü da düşük tempoda çalışmaya devam ederlerdi Çay molalarında Birol Tekin bazen içeri çay salonuna girerdi. Eğer bardağındaki çay bittiği halde hala oturan varsa onları uyarır işlerinin başına dönmelerini isterdi. Böyle bir durumla karşılaşmamak için çalışanların yapabileceği iki şey vardı. Ya çaylarını bitirdikten sonra hiç oyalanmadan işlerinin başına döneceklerdi veya bardaklarındaki çayın soğumasını göze alıp bardaklarını oturdukları müddetçe dolu tutacaklardı.
      O günde Besim Bey yanında -yanından hiç ayrılmayan- ziraat teknisyeniyle yemekhaneye girmişti. Yasal yardımcısı Ahmet Oker olduğu halde yanından ayrılmayan Mustafa Ali Bey içeride oturanları görünce
      “Hadi bakalım çayını bitirenler işlerinin başına" dedi. Her zamanki davranışını göstermişti ama Ali usta bu kez dayanamadı “Maaşını kemik olarak alıyor" dedi. Mustafa Ali söyleneni anlamadı ama arkasında yürüyen işletme müdürü duymuştu.
     “Anlayamadım Ali usta deyince
     “Bekçi Cavite köpeği bulup bulamadığını sormuştum" dedi. İşletmenin müdürü olan bitenden haberdar olduğunu belirtmek için “Ali usta sonra sizi odamda bekliyorum" demiş ve yemekhaneden çıkmıştı. Tam kapıdan çıkarken rastladığı şişman kadına da yanınıza yenilerden birini alın ve depodan yeni balyalar çıkarın Lütfiye bacı demişti.

      Yılların Ali Ustası yarım saat sonra, odasına geldiğinde yaptığının yanlış olduğunu ve gençlere kötü örnek olduğunu anlatan uzun bir söylev dinlemişti müdüründen. Tekrar arkadaşları arasına döndüğünde bir kahraman gibi karşılandığını söylemeye gerek yoktu tabi.

      “Yok yeni siparişler varmış. Yok elimizde hiç balya kalmamışmış" diye söylenerek fabrikanın içerisine doğru yürüyordu Lütfiye Bacı ve arkasındaki ufak tefek kız. “Fabrikada onca erkek varken niçin kadınlara verirler böyle işleri" diyordu. Söyleniyordu ve dipteki depoya doğru yürüyordu arkasında da Halide. Birden aklına gelmiş gibi durdu. Hemen arkasındaki genç kıza
      “Koş Halide Bekçi Cavit’i bul ve ondan bir el feneri istediğimi söyle" dedi. Kızın hızlı adımlarla geldikleri yöne yürüdüğünü görünce kenardaki preselerin altına konulan ızgaralardan birine oturdu beklemeye başladı. Az sonra Halide yanında Bekçi ile birlikte gelmişti.
      Bekçi Cavit’in hanımı ölünce başta fabrika müdürü olmak üzere çoğu kişi onu tekrar evlendirmeye çalışmışlardı. Yalnız bir bekçi işlerine gelmiyordu tabii. Uzun süren araştırmalardan sonra fabrikada çalışmakta olan Lütfiye bacıyla evlenmelerinin uygun olacağına karar vermişlerdi. Birinin kocası ölmüştü diğerinin karısı. Cavit Pekal’ın aklını çelmişler "siz birbiriniz için yaratılmışsınız " demişlerdi. Aradaki ufak fark ise Lütfiye Bacının Bekçi Cavit'ten bir hayli genç olmasıydı. İşletme müdürünün ve onun takımının Bekçinin kafasına "Lütfiye" meselesini sokmasından sonra Cavit dayı Lütfiye’nin yanından ayrılmaz olmuştu. İşte bu yüzden Halide el feneri sorunca Bekçi bunu bir çağrı kabul edip kendi gelmiş olmalıydı.
      “Allah beni kahretmesin. Bu herifin geleceğini tahmin etmeliydim" diye mırıldandı kendi kendine. Uzakta giriş kapısında duran Ali Gedikli olmalıydı ve Lütfiye onun kıkırdayarak güldüğüne emindi. Lütfiye, diğer kadınlar "Bekçi seni beğeniyormuş" dediklerinde "beğenmesi yerin dibine batsın" demişti. Bekçi Cavit’i kendisinden bir hayli büyük yaşta olan rahmetli olan eski kocasına benzetirdi. Rahmetlide çok içerdi Cavit’te çok içiyordu, rahmetli de kendisinden bir hayli yaşlıydı Cavit’te.
      Lütfiye kadının yedi çocuğu olmuştu eski kocasından ama üçü sağdı. Kendi boyuna gelen çocukları Bekçinin yaptıklarını duysalar maraza çıkarırlardı Lütfiye’ninse mevsimlikte olsa böyle bir işe ihtiyacı vardı. Çok şükür eli ayağı tutuyordu ve sürekli çocuklarının ellerine bakamazdı. Bu yüzden Bekçi Cavit’in ilgisini görmezlikten geliyordu, daha da acısı bazen bu ilgiyi kullanmak zorunda kalıyordu.
      Cavit dayı elindeki avcı fenerini yakıp söndürdü. Gölge de oldukları için fenerin ışığı önünü rahatlıkla aydınlatıyordu. Üç kişi beraberce fabrikanın içerisine doğru yürümeye başladılar. Devasa depoların önünden geçip en köşedeki, diğerlerinden daha küçük olan deponun içinden bir römorkun veya kamyonun rahatlıkla geçebileceği kapısının önünde durdular. Her deponun kapısında olduğu gibi küçük deponun kapısında da iki kapı vardı. Büyük olan sürmeliydi ve açılması için en az iki yetişkin gerekiyordu. Büyük kapının üzerine ise bir kişinin girebileceği boyutta küçük bir menteşeli kapı yapılmıştı.
      Elindeki gurup anahtardan uygun olanı seçmesi zamanını almıştı ama sonuçta doğru anahtarı bulabilmişti Bekçi. Gıcırtıyla dışarı doğru açılınca koyu bir karanlık gördüler, birde genizleri yakacak kadar ağır rutubet kokusu ve serinlik. Adı küçük depoydu ama Cavit dayının kocaman feneri karşı duvara ulaşmıyordu. Serinlik Lütfiye bacıda ve onun arkasında duran Halide de bir ürperti uyandırmıştı.
      Fenerin ışığı soldan sağa doğru taradı depoyu. Solda dipte üst üste istiflenmiş tohumluklar vardı. Geçen yıldan kalmış, tekrar ilaçlanması gereken önünden irili ufaklı birçok teneke kutulara istiflenmişti. Küçük boya kutularından tutun bidon sayılabilecek irilikte olanlarına kadar onlarcası rastgele bir şekilde duvar dibine sıralanmıştı. Fenerin ışığı sağa yönelince aradıkları balyaları tam karşılarında gördüler. Arkada yeni olanlar neredeyse tavana kadar yığılmıştı. Belki üç yıllık balya ihtiyaçlarını karşılardı bu stok. Yeni balya istiflerinin önündeyse daha düzensiz duran kullanılmış balya yığınları vardı. Fenerin sarı ışığı tam sağlarına dönünce gübre çuvalları vardı. Işık son olarak kapının üzerindeki ampule yöneldi.
      Ampul sağlam görünüyordu. Cavit dayı elini kapının sağındaki eski tip çevirmeli elektrik düğmesine attı. Bir kere döndürdü, ışık yanmadı. Bir kere daha, bir kere daha ama nafile lamba yanmıyordu. "Allah Kahretsin" dedi. Yanındaki kadına ve hemen arkasındaki kıza mahcup olmuştu.
      Pamuk depoları, içerisine kocaman ve yüklü kamyonların rahatlıkla girebileceği yüksekliklerde yapılırdı. Penceresi olmazdı bu binaların. Sadece tavanda bir yada iki havalandırma bacası olurdu. Ve her depo duvarlarla birbirinden ayrılırdı. Çünkü bir yangın olursa alevlerin diğer depolara sıçraması istenmezdi. Bu yüzden -havasızlıktan alevler boğulsun diye- pencere yapılmazdı. Bir tehlike anında ise havalandırma bacaları yukarıdan bina dışından hava sızdırmayacak şekilde kapatılırdı. Elektrik sistemi de sorun çıkarmasın diye depolarda çok basit yapılırdı. İki üç metrelik bir kablo, kablonun bir ucunda anahtar diğer ucunda bir düğme bulunurdu.
      “Ne o Bekçi Cavit elektrikler kesik galiba" Lütfiye bacı çevresinde dönüp duran adamı iyi tanımıştı. Zaten istediği yönde kullanması bu tanıma sayesinde oluyordu. Sesine verdiği alaycı tonla ve üzerine basarak söylediği "Bekçi" sıfatıyla karşısındakinin sosyal durumunu yüzüne vuruyordu kendince. Gerçekten saf bir yüreğe sahip olan Bekçi Cavit bunun farkına çoğu defa varmazdı. Bu defada öyle oldu.
      Yanmayan lambanın veya çalışmayan düğmenin suçu kendisindeymiş gibi “En son baktığımda yanıyordu" diyebildi yutkunarak.  "Hadi abla ne alacaksak alalım ben korkuyorum" yanlarındaki çocukluktan gençliğe yenice geçmeye başlayan Halide onlara bir anda niçin orada olduklarını anımsatmış oldu.
      “Bekçibaşı, yeni balya mı çıkaracağız eski mi?" Zavallı Bekçi Caviti çileden çıkarabilecek bir sözdü bu. Kapının ağzında iki kişi kavgaya tutuşmaya hazırlanıyor gibiydi.
      Bir çığlık duyuldu önce, sanki bir hayvan çığlığıydı. Bütün depo bu tiz çığlıkla inledi. Birbirleriyle kavgaya hazırlanan iki kişi bir an şaşırdı. Çığlığın peşinden korkunç bir haykırış geldi. Az önceki çığlığı bastıran bir haykırış. Lütfiye bacı sağına soluna baktı bir an
      “Halide" diyebildi. İçeriden gelen ayak sesleri bütün depoda yankılanıyordu. Kapıya doğru yaklaştıkça ayak sesleri küçüldü. O an depodan dışarıya bir gölge fırladı. Hem koşuyor hem de çığlıklar atıyordu. Deponun karanlığından dışarının loşluğuna çıktığında nefes nefeseydi, yüzü kireç gibi bembeyazdı.
      Depolardan gelen çığlıkları duyan bir kaç kişi neler olup bittiğini anlamak için koşarak yanlarına geliyordu. Bekçi ve Lütfiye bacı hazırlandıkları kavgayı bırakmışlar kızı sıkıştırıp ağzından laf almaya çalışıyorlardı ama nafile. Kızın dili tutulmuş gibi sadece kekeliyor eliyle içeriyi karanlığı işaret ediyordu.
      Bekçi elinde feneri tedirgin adımlarla içeri girdi. Bir yandan korkuyor bir yandan da kendi kendine cesaret vermeye çalışıyordu. Dışarıda konuşulanları duyduğunda kendi kendisine aynı kelimelerle telkinde bulunmaya başladı. "Belki iri bir fare görmüştür" diyordu. Elinde ki fenerin ışığı kah önünü aydınlatıyordu kah sağı solu. Önce içeriyi kuşatan yığınlara baktı. Elindeki feneri kapatıp bir kerede dışarıdan zayıf olarak gelen doğal ışıkta daha doğrusu karanlıkta baktı.
      Yığınlarda bir şeycikler görünmüyordu. Dışarıda hayal meyal duyduğu konuşmaların dediği gibi tohumlara gelen farelerdi mutlaka. Yine de içeri girmişken istiflerin arkasına bakma gereği hissetti. Az önce dışarı deli gibi fırlayan kızın çığlıklarından önce duyduğu, duyduğunu sandığı tiz haykırış aklına geldi. Ne gibi bir şey bir kız çocuğuna böyle korkunç çığlık attırmış olabilirdi. Kısa bir tereddütten sonra tohumların arkasından dar aralığa baktı.
      Özellikle tohum veya gübre gibi organik nesneleri depolarken duvarla istifler arasında bir kişinin rahatlıkla geçebileceği boşluk bırakırlardı. Bu boşluk hem hava sirkülasyonunu sağlıyordu hem de dışarıdaki rutubeti mallara vermiyordu. İşte yaşlı bekçi o ancak bir kişinin girebileceği boşluktan yavaşça araya süzüldü.
      Deponun kapısında başlayan rutubet kokusu içeride dayanılmaz hale geliyordu. Sadece rutubet değil çürümüşlük kokusu da havayı ağırlaştırıyordu. Bütün bu koku karışımı Bekçinin çok iyi bildiği kokulardı. Şu an içeride tanımlayamadığı başka bir koku daha vardı. Ne olduğunu ancak karşılaşınca anlayacaktı. Duvarla istiflerin arasındaki koridor boyunca ilerledi. Bir zaman sonra kapının tam karşısındaki balyaların arkasında bir boşluk görünce hayret etti, o boşluğu ne zaman bırakmışlardı anımsamıyordu.
      Kafasından geçen bir anlık soruya anında yanıt bulmuştu. Bunun gibi sayısız depo vardı ve hepsi birbirine benziyordu. Attığı her adımda boşluğa yaklaştıkça koku dayanılmaz bir hal alıyordu. Ayaklarının dibinden gelen tangırtılar dikkatini yere ayaklarının dibine yöneltmesine neden oldu. Elindeki feneri ayaklarının dibine yöneltti.
      Büyük bir toprak siniden geliyordu koku, yanmış kıl ve et kokusu. Bir an dondu kaldı. Kim neden buralarda böyle bir şey yapma gereği duysun diye düşünürken aklına "büyü" olayı geldi. Ürperti yayıldı bedenine. Yine de o küçük kızın buralara kadar gelecek cesareti olamayacağı aklına gelince aramaya devam etti. Duvardaki şekil dikkatini çekmişti ki dışarıdan kendisi çağıran Ali ustanın sesini duydu.
      “ Cavit dışarı gel eğlenme hadi..."Dönmek üzere feneri bir an aşağı ayaklarının dibine tuttu. O saniye ayakkabısının üzerine damlayan kanı farketti. Kanın nereden geliyor olabileceğini anlayabilmek için kafasını kaldırınca tavandan aşağı sarkmış et parçasını gördü. Derisi soyulmuş iri bir hayvan bedeni başucunda asılıydı. Üzerinde her hangi bir deri parçası olmasa bile tanımıştı. Sabahtan beridir yaptığı aramalar sona ermişti.
Başlık: Ynt: Anchilea - Kutsal Kalkan
Gönderen: azizhayri - 30 Ekim 2015, 08:27:17
B Ö L Ü M   S E K İ Z


      “Ne iyi oldu değil mi" dedi Pietro tüm sevimliliğiyle. "Hem bizim arkadaşlar burada hem sizin Cumhuriyet bayram. Sizin bayram oldu hepimiz bayram. Zenci gencin sözlerine hep birlikte gülüştüler. Saat yemek yiyebilmek için bir hayli geç olmuştu. Diğer masalar boşalmış komiler oturdukları masadaki tabakları da kaldırmaya başlamışlardı. Neredeyse bir saattir masada boş oturuyorlardı, yaptıklarıysa tam bir geyik muhabbetiydi.
      Masada altı kişiydiler, sanki haremlik-selamlık gibi oturmuşlardı. Masanın bir tarafında erkekler oturmuşlardı, diğer tarafta ise bayanlar. Masadakilerin farklı dinler de ve farklı milletlerde olmaları dil sorunu oluşturmuyordu İki yabancı erkek neredeyse üç aydır bu ülkedeydiler. İki yabancı erkeğin tam karşılarında oturan iki yabancı bayansa üç yıldan fazla bir süreden beri Türkiye de olduklarını söylemişlerdi.
      Samantha Townes ve Betty Dartinge NATO tesislerinde görevli iki Amerikalı astsubaydı. Askerliği kendilerine meslek olarak seçmişlerdi. Türkiye ye ilk geldiklerinde Snoptaki dinleme üs komutanlığında görev yapmışlardı. Daha sonra İzmir deki Güney Deniz saha komutanlığına atanmışlardı. Besimin dediği gibi "aynı tertip" sayılırlardı. Dört yabancı Amerika’nın değişik yörelerinden olmalarına rağmen iyi iki çift olmuşlardı.
      “İzmir de Nato bünyesinde çalışan vatandaşlarımızın olabileceğini düşünmüştük. En azından yabancı bir ülkede çaresiz kalırsak bize yardımcı olabilecek dostlara ihtiyacımız vardı. Teknisyen Mustafa Ali'nin bize sattığı Chevrolet ile gezmeye gittik İzmir'e. Karşılarında gülümseyerek oturan iki bayana bakıp gülümsedi
      “O İmpala tavladı bu fıstıkları" dedi. Yanındaki Pietro hem gülüyor hem de arkadaşının cümlesine eklemeler yapıyordu.
      “Kara şimşek o. Kara şimşek." Yıllar öncesinin ünlü televizyon dizisine gönderme yapıyordu. Besim hesabı istedi, ne de olsa ev sahibi durumundalardı. Yüksel masaya doğru eğilip "paylaşalım" dediyse de hesabı Besim tek başına ödedi hem Yükselin hem de Amerikalıların itirazlarına rağmen, serde erkeklik vardı ya.
      Yavaşça kalkarlarken bayanlar muhabbete devam edebilecekleri bir yerlere gitmeyi istiyorlardı. İş yine Besime düşmüştü. Çünkü kendinden başka buraları doğru dürüst bilen yoktu. Kafasından geçen yerse bu turizm mevsiminin bitmiş olmasına rağmen açık olabilecek olan bir kaç yerden biri Odakule oteliydi. Yeni istikametleri belli olmuştu. Odakule oteli.
Odakule oteli Tuzadası'nın dışındaydı. Aralarında yaptıkları kısa "hangi araçla gidelim" tartışmasından "herkes kendi aracıyla gitsin" sonucu çıkmıştı. Besim önden yola çıkmış İzmir yönünde yol alırken Amerikalılar daha ilçeden çıkmadan yakalamıştı onları. Yaklaşık yedi sekiz dakikalık yoldan sonra otele varmışlardı.
      Otel, yoldan aşağıda sahildeydi. Yoldan bakınca ne alaturka nede alafranga sayılabilecek mimariye sahip kulesi gözüküyordu. Bir söylentiye göre mimar İtalya’daki bir hapishaneden etkilenerek çizmişti planlarını. Ana bina denizin küçük bir koy oluşturduğu yerde yapılmıştı. Yörenin en büyük ve en namlı oteliydi. Birbirini izleyen eden iki otomobil yoldan bir hayli içerideki otelin otoparkına kadar boş olan yollarda yarışmıştı. Yüksel Besimle birlikte Chevrolet den daha ufak olan Opel’deydi. Yeni model sayılabilecek Opel yılların Amerikan arabasına karşı zorlanmıştı. Yeni model arabalar ekonomik olsun diye daha küçük ve daha verimli motorlarla üretiliyordu. Akaryakıtın ucuz olduğu dönemlerde üretilen canavar gibi motorlu Amerikan arabaları ise hala güçlü ve hızlıydı. Otomobillerinden aşağı indiklerinde sonucu Pietro nun kız arkadaşı Samantha beraberlik olarak ilan etmişti.

      Sayısız katlardan indikten sonra anca otelin diskosuna ancak varmışlardı. Turizm mevsimi geçtiği için otel bir hayli düşük kapasiteyle çalışıyordu. Sayısız yemek salonundan biri birde disko nöbetçi gibi açık tutuluyordu. Nede olsa Odakule’nin İzmir den bile devamlıları vardı.
      “İyi çocuklar" dedi Yüksel hemen önlerinde basamakları inen çiftleri kastederek. İyi çocuklardı gerçekten. En azından öyle görünüyorlardı. ”İyi birilerine benziyorlar" diye kuşku kokan yanıt verdi yanındaki sevgili adayına. Çünkü onun kafasında sadece gecenin bitimine yakın yapmayı düşündüğü konuşma "İlanı aşk" vardı.
      Bar ve disko otelin teras katındaydı. Uzaktan sesi duyulan dalgaların yanına varabilmeniz için indiğiniz basamaklardan fazlasını inmek zorundaydınız. Havanın mevsime göre çok iyi olmasından dolayı terasın geniş kapılarının bir bölümü açıktı. İçerideki ter ve alkol kokusu, dışarıdan gelen iyot kokusuna karışıyor ilginç karışımlar oluşturuyordu. Teras kapılarına yakın büyücek bir masaya oturdular. Yüksel akşamdan beri yapmayı düşündüğü iltifatın tam sırası olduğunu düşünerek sözlerine başladı.
      “Bu gün her günkünden daha şıksınız beyefendi" Haksız değildi ama sonradan kurduğu cümlenin klişe olduğunu anladı. Besim beyaz gülle geldiği hafta başından beri hemen her gün değişik takımlarla gelmişti İşletmeye. Bir gün lacivert, bir gün deve tüyü başka bir günse haki kumaştan dikilmiş takımlardı. Bu gecede guruptaki en resmi giyinen kişiydi ve üzerinde mat siyah bir takım vardı. Yanında duran Pietro araya girdi.
      “Besim bey maaş veriyor Taylor..." Bir saniye durdu. "Terzi Salim" dedi. ”Bak sen bizim Pietro Salim ustayı da öğrenmiş." Sesinde bir küçümseme var gibiydi. Bu küçümseme Yüksel hanımın dikkatini çekti. Bozuntuya vermemek için
      “Ne var yani ilçe ye en son gelen benim ama ben bile Salim ustayı tanıdım" dedi. Besimde bir gerginlik olduğunu hissediyordu Yanında oturan kız arkadaşları olmasına rağmen "Besim beni kıskanıyor üstelik çok belli ediyor" diye düşündü
      Amerikalıların oturmaya niyetleri yoktu, hemen piste çıktılar. Ne kadar çok seviyorlardı neşeyi ve eğlenceyi, özelliklede dansı. Uzaktan baktıklarında tencere-kapak örneği gibilerdi. Birbirlerini ülkelerinden binlerce kilometre ötede bulmuşlardı.  Tanımayan biri ortadan neon ışıklarının altında dans eden çiftleri birbirlerini deli gibi seven aşıklar yada yeni evliler zannedebilirdi. Besim bir ara imrendi, başından bir evlilik geçmişti ve eski eşiyle bu kadar mutlu olduklarını anımsamıyordu. Daldığı hüzünde fazla kalmadı. Günler öncesinden planladığı ve defalarca provasını yaptığı cümleyi korkarak söyledi
      “Benimle dans eder misiniz" Aldığı yanıt umduğu değil beklediği sözcüklerden oluşuyordu. “Bu müzik tarzı benim tarzım değil. Belki daha sonra." haksızda sayılmazdı. Pistte yüksek volümlü ve tamamen yabancısı olduğu türde bir müzik vardı. Bu kere  “Ne içersiniz, size ne alayım" dedi. Bu defa ki yanıtta bir öncekinden farklı değildi. “Konuklara ayıp olur." İkinci kere reddetmenin zorluğu aklına gelince elini Besimin dizine koydu. Gülümseyerek "Belki daha sonra" dedi. Gülüştüler. Pistte deli gibi dans eden dört kişi yerlerine oturdukların da kan ter içindeydi.
      “Aceleniz ne" dedi Besim gülümseyerek. "Gece yeni başlıyor" Hemen hepsi aralarında sözleşmişler gibi saatleri ne baktı. Onbir buçuk olmak üzereydi. Hanımlar birbirlerine kaş göz işareti yaptılar. Bayanların doğal sözcüsüymüş gibi Yüksel yerinden doğruldu.
      “Biz lavaboya kadar gidiyoruz" deyince Besim diskonun dip köşesinde üzerinde kırmızı ampulün yandığı kapıyı gösterdi. Üç güzel hanımefendi ardarda masaların arasında kendilerine yol açarak yürümeye başladılar. Bambu masanın etrafındaki üç erkeğin sessizliği anca bir dakika sürdü.
      “Bay Besim sizce o şekil neydi." Besim anlamamıştı.
      “Ne... Ne şekli." Söze bu defa George girdi “Hani geçen pazartesi deponun duvarına çizilen şekli diyor Pietro" Besim aniden gülmeye başladı. Onları taklit ederek

      “Siz korktu yoksa" parmaklarını dişlerinin arasına götürmüş korkan birinin taklidini yapmaya çalışıyordu. Amerikalılar birbirlerine baktılar. “Sizin memlekette de " bir an durdu. kafasındaki kelimenin Türkçe karşılığını arıyordu. "Sizin memlekette şeytan severler var dedi. Aradığı kelime aklına gelmişti Besimin yüzüne bakmakta olduğunu görünce açıklamasına devam etti. “Duvarda kocaman daire var. İçinde beş köşeli yıldız. Yıldızın içindeyse sanki kocaman bir şey... resmi vardı." Diğerleri koroymuşçasına sordu
      “Ne resmi söylesene !!"       
      “Fallus. Etrafına dallar, yapraklar sarılmış bir fallus Ben pek inanmadı ama Muammer maestro derki, kan çizmiş çizgiler. Konuşmaya daldıklarından yanlarına gelen kızların farkına varmamışlardı. Pietro’nun söylemek istediklerini Yüksel tamamladı. “Hamal başının söylediğine göre duvara çizilen garip şekil kanla çizilmiş." Masadakilerin yüzünde bir tiksinti belirmişti. "Muammer Alkaşlı elini sürmüş çizgilere hala ıslakmış. "Köpeğin kanı demişti" dedi.
      “Köpeğin kanı olduğunu nereden biliyorlarmış" bu kez söze giren George’tu. “Tasmasından, daha doğrusu tasmasının kalıntılarından,  Ali usta Linda’nın tasmasına krom saçtan bir küçük künye yapmışmış. Numaratörle" Konuyu tam olarak bileme dikleri için İzmir den gelen iki genç bayana olan biteni Yüksel anlattı. Sözleri bitince kızların tepkisi öğürtü olarak geldi
      “Peki kim yapmış olabilir" Pietro’nun sorusu gerçekten iyi bir soruydu. İşletmede çalışanlardan biri, birileri sapık veya katil miydi? Kahverengi tenli delikanlının sorusuna yanıt yurttaşı mesai arkadaşından geldi.
      “Gizli bir tarikat üyesi. Belki de şeytana tapanlar..."
      “Belki de Ku kulukslar" araya giren Betty’nin esprisini diğerleri üşüme taklidi yaparak geçiştirdi.
      “Evet olanlar bir şaka olamaz. Bir ayin bir tören, ne bileyim bir tören ayrıntısı" Besim bu konunun fazla uzadığını düşündüğü için sözü bağlamak istiyordu.
      “Ben olay yerine sonradan geldim ama Cavit dayının hali hiçte gülecek bir hal değildi." Besimin sözlerini Pietro sürdürdü
      “Küçük kızın durumu da fenaydı. Düşünsenize depoya giriyorsunuz balya almak için. Kazara başınızı kaldırıp bakınca kafası koparılmış, derisi yüzülmüş bir köpek bedeni karşılıyor sizi." Konu önemli olabilirdi ama yeri ve zamanı değildi. Besim sözü gene bağlamaya çalıştı
      “Hadi arkadaşlar bunları konuşmanın ne yeri nede zamanı. Biz buraya eğlenmeye geldik. Daha içeceklerimizi bile söylemedik" dedi. Besimin bu sözlerinden sonra tekrar diskoya o hareketli müzik ve eğlence ortamına döndüler.
      İçkiler içildi danslar edildi. Gecenin başından beri Besimde var olan gerginlik artıyor gibiydi. Evet, bir kaç bira içmişti arada belki bir kadeh rakıda olabilirdi, cesaret için yani. Sonunda Yüksel Hanım Besimle dans etmeyi kabul etmişti, lütfen yani. Önce günün popüler duygusal şarkılarını çalmıştı piyanist. Sevgilileri birbirine yaklaştıracak henüz sevgili olma aşamasına gelememişleri sevgili olma ya hazırlayacak şarkılar çalıyordu. İçki, müzik ve ışıklar. Her şey tamam gibiydi.
      Besim, yarı resmi dans ettikleri partnerinin elindeki elini kızın omzuna koymuştu. Diğer elini de beline atmıştı. Tüm cesaretini toplayıp yaptığı bu hareket tepkisiz karşılanmıştı, ilerleyebilirdi. Bir iki şarkı sonra -hep olduğu gibi- ritim hızlanmıştı. Kıvrak dans gerektiren bu müziklerde oynayamayacağını düşünüyordu ki Yüksel onu kurtardı.
      “Oturabilir miyiz?" Elini beline atmanın cezası ayakta değil otururken kesilecekmiş meğer. Masada yalnız olduklarını fırsat bilip Yüksel, Besimi kibarca uyardı. “Dostluklara değer veriyorum" diyerek söze başlamıştı Piyanist hızını alıp dinlenme ihtiyacı gösteresiye, diğerleri masalarına dönesiye kadar gerekenleri Besime söylemişti.

      “Birbirimizi iyi tanımıyoruz" demişti. Ben sizin hakkınızda ne kadar az şey biliyorsam, sizde beni o kadar az tanıyorsunuz?" demişti. İşin kötü tarafı kızın bütün söyledikleri doğruydu. Ertesi gün daha salim kafayla düşündüğünde Yüksel hanıma hak verdi.

      Öğleye doğru uyandığında Besim bir gece önce yaşananları daha sakin değerlendirebiliyordu. Yüksel içten ve nazik konuşmuştu. Kırıcı olmamaya özen göstermişti. Yüzü umutla aydınlandı, Kız haklıydı diye mırıldandı. Hakkında ne biliyor yordu ki. Az önce "kız" diye mırıldanmıştı ama kız mıydı? Ondan bile emin değildi. Belki bir sevgilisi vardır, belki de evlidir diye düşündü ama düşüncesinden hemen vazgeçti. Böyle bir hanımın kocası nasıl olurda bu kadar süre eşini yalnız bırakabilirdi ki. Kim bilir oda belki kendi gibidir, duldur. Yattığı yerde vardığı karar "bu konuyu araştıracağım" olmuştu. Hem konuyu araştıracak hem de Muhasebeciyi yalnız bırakmayacaktı. Çalınan kapısını tıkırtısı bir an onu düşüncelerinden uzaklaştırdı.
      “Besim Yavrum Hadi diyordu" kapı önündeki ses." Neredeyse öğle olacak."
      “Geliyorum Esma nene." Gece eve kaçta döndüğünü anımsamaya çalıştı. Anımsanamayacak kadar geç olmalıydı. Çünkü o hainin olumsuz yanıtından sonra içkinin limitini yükseltmişti. "Kasap havası" O an aklına oynadıkları Kasap havası geldi. Gözlerini tekrar kapattı.

      Yıllardan beridir yaşamının her devresinde oyun oynayamamanın acısını hissetmişti. Her gittiği müzikli toplantıda bu eksikliği yaşamıştı. Dün gece olduğu gibi delikanlılığının ilk yıllarında bile iyi oynayanlara gıpta ile hatta kıskançlıkla bakmıştı. Kanının damarlarında deli gibi aktığı o yıllarda, kaç gün, kaç gece aynalar karşısında oynamaya günün moda oyunlarını becermeye çalışmıştı. Bir türlü beceremiyordu, bedeni uygundu ama ritim duygusu olmadığından mıdır bedir yapamıyordu. Birde arkadaşları hele o canciğer arkadaşı inadına iyi oynayınca kahroluyordu. Demek ki geçen yıllar boyunca bu konuda gelişme kaydedememişti. Oyun oynamayı beceremeyen Besim aynı yerinde duruyordu. Bunu dün gece arkadaşları pistte dans ederken o yanlarında elleriyle tempo tutmak, oturduğu sandalyesinden gülümsemek zorunda kalınca daha iyi anlamıştı.
      “Besim! Besim!" dışarıdan yaşlı kadının sesi tekrar duyuldu. Yerinde kıpırdadı. Kalkmayı düşünüyordu. Kafası sirtakiye takılmıştı. Dün gece ilerleyen saatlerde zeybek havaları çalmaya başlamıştı. Alkolün sisle perdelediği dün gecede diskjokeyin yanına gittiğini anımsıyordu. Ondan sonra zeybek ve kasap havası oyunları peş peşe gelmeye başlamıştı. "işte Besim Bey" demişti kendi kendine. Oynamasını bilebileceğin tek oyun türü bu. Sonucu ise anımsanmasını istemediği için olmalı ki anımsayamadı. Belleği ona bir oyun oynamış, dün gecenin yerine yıllar öncesini anımsamaya başlamıştı.

      İlçenin şimdikinden çok daha küçük olduğu yıllardı. Güzel bir park açılmıştı o yıllarda. Eski bir mezarlık, zamanla dolmuş ve gömü işlemi uzun yıllardır yapılmıyor diye sahiplerinden izin alınarak parka dönüştürülmüştü. Zamanın belediye başkanı bir çok eleştirileri ciddiye almadan cesur davranarak ilçeye çok güzel bir park kazandırmıştı. Parkın yanında var olan eski depoda bir düğün ve toplantı salonu haline getirilmişti.
      Şimdi sıradan kabul edilen salon, o yıllarda mucize gibi bir şeydi. Hele parkın düğün salonu yönünde fıskiyeli mermer bir havuz yaptırmıştı ki. Bu yaptıkları sayesin de o zamanın belediye başkanı efsane gibi anlatılıyordu hala. Köylerden hatta civar kasabalardan bile parka gelirlerdi havuzu görmek için.
      Gençler, çeşitlerini düğün salonlarında görür beğenirlerdi. Eğer anlaşabilirlerse mermer havuzun kenarındaki tahta banklarda görüşür konuşurlardı. Normal şartlar altında birbirlerini göremeyecek, konuşamayacak olan çiftler bu salon ve havuz sayesinde birbirlerini tanıma fırsatı buluyorlardı. Şimdi yaşları orta yaşa yaklaşan nice evlilikler bu sayede gerçekleşmişti. Mazide yaşayan nice gönül macerasının da ayrılmayan bir parçasını oluşturuyordu O salon ve mermer fıskiyeli havuz.
      Bir genç kıza aşık iki delikanlı anımsıyordu Besim. Delikanlılardan biri ne kadar güzel oyun oynayabiliyorsa diğeri de o kadar beceremiyordu oynamasını. Bir gece, olması günler önce planlanmış bir düğünde oynayabilmek için ayna karşısında çok prova yapmıştı oyun bilmeyen genç, özelliklede o yıllarda yeni tanınan ve sevilmeye başlanılan Kerim oğlu zeybeğini. Oyun bilmeyen genç vakti iyi seçmişti. Orkestradan İsteğini istediği vakit arkadaşı salonda yoktu. Hayran olduğu, aşık olduğu genç kız ön sıranın hemen gerisinde annesiyle birlikte oturuyordu. Her şey mükemmel gidiyordu, üstelik pistte yalnızdı.
      Bildiği bütün figürleri ortaya döküyordu. Herkes silinmişti evreninde, salonda iki kişi vardı yalnızca; pistte dönüp duran her dönüşte dizini usulca yere vuran bir delikanlı ve onu hayranlıkla izleyen dünya güzeli bir kız. Kendinden geçmişçesine pistte dolanıyor adım atmadık, diz vurmadık bir yer bırakmıyordu. Bu büyülü dakikalar çok sürmedi. Dans etmesini iyi bilen arkadaşı gelince her şey bitti. Salon birden kalabalıklaşmış eski gürültülü salon olmuştu. Etrafı birçok kişi ile dolmuştu. Hatta salonu dolduran onca kişi kendisini bırakıp sonradan gelen arkadaşını alkışlıyorlardı.
      Sonuç hüsran olmuştu. Oturan herkesin oynayanları görebilmesi için yerden yirmi santim kadar yüksek yapılmış olan pistin kenarına geldiğini fark edememişti. Yanlış bir adım ve bozulan denge hayatı unutmayacağı bir yara açmıştı ruhunda. İncinen kolunun ayağının acısını duymamıştı bile. Duyduğu tek acı kulakların da yankılanan kahkahalardı. Yıkılan delikanlılık gururuydu. Tıpkı dün geceki gibi.
      Dün gece de düşmüştü ama yıllar önce duyduğu ezikliği duymamıştı. Yo, duymuştu ama belli etmemeği öğrenmişti. Yıllar önce olduğu gibi günlerce insanlardan kaçmayı falan da düşünmemişti. Nenesinin yapacağı üçüncü ve daha sinirli olabilecek çağrıyı almadan önce yuvarlandığı şu dakikalarda kafasını; George Nicolas Smart’ın zeybek oynaması meşgul ediyordu. Kerata çok güzel oynuyordu. Aklı, açıklayamadığı bir noktaya takılmıştı, maziden gelip zihnini ziyaret eden arkadaşı bu toprakların çocuğuydu. O oyunları bilmesi normaldi ama Amerikalı nasıl oluyor da başkalarına kendini ayakta alkışlattıracak kadar güzel oynayabiliyordu. Bak, eğer öbür Amerikalı oynasaydı normal karşılardı. O bir zenciydi her tür dansı oynayabilecek Tanrı vergisi yetenekte biriydi. Bilmiyorsa bile kısa sürede öğrenebilirdi. O Amerikalı alkışlarla yerine otururken omuzlarına gelen saçlarını savurmuş kalabalığı eğilerek selamlarken,
     “Ben daha önce profeyşınıl dansır" demişti gülümseyerek.


      İşletmeye geldiğinde vakit öğleye yakındı. Muhasebe odasına girmeden çay içmek için yemek salonuna gitmişti. Haberi Yılmazdan almıştı. “Bizim Amerikalılardan biri Yunanlıymış" demişti. "Tüm fabrika çalkalanıyor" demişti. Sonra bunlara yeni eklemeler gelmişti. Yemek salonuna sonradan gelen Rıza babayı masasına davet etti. Duyduklarını sorduğunda Rıza Aslan’ın anlattıkları gene dedikoduydu ama daha ayrıntılı dedikodulardı. Sözde George Nicolas Smart Rum torunuymuş. Dedesinin babası mübadele ile Yunanistan'a gidenlerin arasındaymış. Bizim karşı köylerin birindenmiş. Rıza, mişlerle anlatmaya devam ediyordu. Besimin kafasında ise daha fazla geç kalmadan bir an önce kendi bölümüne gitmekti. O güzel geceden sonra Yüksel Hanımın kendisini hangi tavırla karşılayacağını merak ediyordu.
      “Günaydın" diye selamını aldı masanın üzerine eğilmiş baş. Bir kaç saniye sonra doğruldu. Önüne dökülmüş saçlarını eliyle zarif bir şekilde geriye atarken  “Tabii yaklaşan öğle saatlerine günaydın demek ne kadar doğruysa o kadar günaydın" dedi sinirli bir şekilde. Sanki iki gece önce birlikte dans edenler onlar değildi.

      “Şey "dedi istem dışı. "geleli bir hayli oldu ama yemekhanede biraz oyalanmam gerekti. Birden aklına çaycı Yılmazın ve Rıza babanın söyledikleri geldi. Kumral Amerikalı kurtarıcısı olabilirdi. Tam  “Yeni" dedi “konuşulan..." diyecekti ki masanın gerisinden daha sert bir söz geldi.
      “İsterseniz Müdür Beyle konuşayım, bundan sonra mutfakta işbaşı yapınız." dedi. "Orada, bu tür dedikoduların içerisinde olursunuz" diyerek sözlerini tamamladı. Yenilir yutulur sözler değildi bunlar. Daha sert bir şeyler söylemeye hazırlanıyordu ki kapı açıldı. Kapıda İşletme müdürü Birol Bey vardı.
      “Borsaya tescilleri teslim ettiniz mi Besim Bey" deyince genç kız hakkındaki tüm fikirleri değişti. Yüksel hanım dış görünüşüyle ciddi biriydi ama kendisinin yokluğunda İşletme Müdürüne karşı yalan söylemiş "O’nun borsaya uğrayacağını söyleyerek mesai arkadaşını savunmuştu. Bir kaç saniye önce söylemeye hazırlandığı kelimeler için kendinden utandı. Birol Tekin karşısında oturan muhasebe şefine elindeki kağıtları uzattı.
      “Bunlar sarılan kamyonların kantar fişleri, irsaliyeleri hazırlar mısınız?" Bir an karşısındaki yada yanındaki kişilerden hangisine vereceği konusunda ikircikli kaldı. Bir tercih yapamadı Masanın üzerine usulca bıraktı. “Hanginiz yazabilirse" dedi.  Odadan çıkmaya hazırlanıyordu ki Besim, Müdürünün önüne geçti. Durdurdu.
      “Müdür bey, George için duyduklarımız doğru mu?" deyince Birol bir an Besimin yüzüne baktı. Anlamamış gibiydi.
      “George un Yunanlı olduğu, siyah arabasıyla çevre köylerde araştırmalar yaptığı falan." Birol Bey bir an yutkundu. Nasıl oluyorsa bilgiler abartılarak etrafa çok çabuk yayılıyordu.
      “Çocuk, Amerikan vatandaşı, Dedesi yada dedesinin babası civar köylerdenmiş. Sonra Yunanistan’a oradan da Amerika’ya göçmüş Amerikan vatandaşı olmuş ve İrlandalı biriyle evlenmiş" Durdu.  "Aldırma söylenenlere, o casusluk yapıyor dedikleri yerleri her gün yüzlerce turist geziyor, fotoğraflarını çekiyor" Bir an durdu. Bilmişçesine ekledi  "Laf aramızda,  ben bunları o adamın dosyasını ilk okuduğum da anlamıştım. Adında dedesinin adını da taşıyor Nicolas, yani Niko" dedi. Söyleyeceklerini söylemiş, Genç kıza havasını atmıştı. Odadan çıkmak üzereyken durdu. Aklına yeni gelmiş gibi
      “İrsaliyeleri odamda bekliyorum" diyerek çıktı. Besim George un niçin bu kadar güzel zeybek oynadığının açıklamasını bulmuştu. Ne de olsa oda bu toprakların insanıydı. Sonra telefi etmesi gereken bir yanlışı aklına geldi.
      “Özür dilerim" dedi amirinin karşısında elleri birbirlerine kenetlenmiş şekilde durarak. Yüksel hanım bir an gülümsedi. Ne yapması gerektiğini bilemiyordu. "Yıllardır bu büroyu nasıl idare etmiş acaba" diye belki onuncu belki yüzüncü kere düşündü. İlk öğrendiği şeylerden birisiydi Besim beyin ayrıcalıklı olduğu.
      “Müdür beyin az önce masaya bıraktığı kağıtları eline aldı karşısındaki adama uzattı. Birol bey beş dakika sonra hazırladığı irsaliyeler elinde İşletme müdürünün kapısını çalıyordu.
Başlık: Ynt: Anchilea - Kutsal Kalkan
Gönderen: azizhayri - 02 Kasım 2015, 08:44:43
B Ö L Ü M   D O K U Z


        Karayollarının imar planında, genişletilmesi düşünülen ama hala iki şeritli kullanılan yolun her iki yanında gün gelince genişletilebilmesi için geniş bir bant bırakılmıştı Zemini sertleştirmek ve toprağın nemini ve yaşını alabilmek için dikilen okaliptüs ağaçları yolun iki yanında bırakılan bandı güzelleştirmişti. Bazıları gövdenin hemen üzerinden kesilmiş olsalar bile ağaçların çoğu yeşildi. Yıllar önce onları dikenlerin vermiş oldukları görevleri inatla yerine getirmeye devam ediyorlardı. Sıtma ile mücadelenin en önemli silahları hala dimdik ayaktaydı. Kazandıkları zafer çoktan unutulmuş olsa bile onlar birer eski tüfek gibi hala dimdik ve mağrurdular.
      Sabah havada tam kasım havası vardı. Serin havalar artık yerini soğuk havalara bırakmaya başlamıştı Küçük bir gurup ana yoldan içeride o ulu ağaçların arkasında toplanmışlar, alçak gönüllü bir tören yapmaya çalışıyorlardı. Tören yapacakları meydancık işletmeye gelen araçların -özellikle misafir araçlarının- park yeriydi. Ana kapının sağına yaptırılmış küçük mermer kaidenin üzerindeki Atatürk büstü ve büstün hemen yanında ki bayrak direklerinin önüydü. Yağan yağmurların oluşturabileceği çamuru önleyebilmek için mıcır dökülmüştü fabrikanın önündeki boşluğa. Kalabalığı oluşturanların sabırsızca her hareketinde ayaklarının altındaki küçük taş parçacıkları ses yapıyordu.
      Tören için toplananlara önderlik eder konumdaki İşletme müdürü üçüncü kere baktı saatine. Askerden yeni gelmiş olan Çaycı Yılmaz gönderin önünde bekliyordu. Müdürü en az üç dört defa söylemişti ne yapması gerektiğini. Saygı duruşundan sonra İstiklal marşı söylenirken bayrağı önce en yukarıya kadar çekecek daha sonra yarıya indirip bağlayacaktı. Saat dokuzu beş geçe ilçeden gelen siren sesleriyle törene başlamışlar, yaklaşık on dakika sonrada İşi organize eden Ahmet Oker'in "tören bitmiştir arkadaşlar" sözleriyle sona ermişti. Askerliğini hala unutamamış olan çaycı Yılmazın sert ve ciddi tavırları hoşlarına gitmişti.

      Ahmet Bey, odasına girince giriş masasında Mehmet Bayram oturuyordu. Karşısında konuklar için hazırlanmış koltuklarda ise Mustafa Ali ve Serkan Bey vardı. Ahmet Bey içeri girince önce Serkan Bey kalktı ayağa. İlk bakışta alaycı mı yoksa samimi mi olduğu belli olmayan bir gülümseme ile arkadaşını tebrik etti. Memur Mehmet ise açık bir şekilde alaycı olduğu anlaşılan bir ses tonu kullanarak
      “Çok kısa ve öz bir program oldu" dedi. Sözlerinin devamı ise tam bir iğnelemeydi. "Hızlı Kemalist arkadaşım benim, gel seni bir kucaklayayım" Onun ufak tefek bedeninin yerine Ahmet Oker'i kucaklayan Mustafa Aliydi. Ayaklarını yerden kesti.
      “Böyle bir törene ihtiyacımız vardı" dedi. İşletme yarı resmi statüde olduğu için bu tür kutlamalar kurumda pek yapılmazdı. Cumhuriyet bayramlarında ve kurtuluş günlerinde genellikle işletme müdürü tarafından protokol gereği temsil edilirlerdi. İşletmenin metal levhalardan yapılmış çelengi böyle günlerde Müdürüyle birlikte törenlere katılan Rıza baba tarafından Hükümet binasının önündeki Atatürk anıtına konulurdu. Ama bu kez Ahmet Beyin girişimleriyle İşletmenin önünde çalışanların bir bölümünün katıldığı alçakgönüllü bir tören yapılmıştı. Serkan Bey Mustafa Aliye dönerek
      “Söyle çayları artık" dedi. Cimriliği ile tanınan ama kendini cömert olarak tanıtan Mustafa Ali hemen itiraz etti
      “Niçin ben söylüyorum ki. Kimin odasındayız biz. Kimin makamına ziyarete geldik." Evet, oda Ahmet beyin odasıydı. Serkan ise Müdür yardımcısını savunmaya kararlıydı.
      “Adam siz gafiller için adam töreni düzenlesin ve sen onun kemiklerini kırmaya çalış. Sonra da O çayları söylesin de" kocaman göbeğini oynatarak gülüyordu. ”Yok öyle numara" Sonra da Ahmet beye dönerek “Sahi kuzum bu on kasım törenini yapmak nereden aklınıza geldi."
Ahmet bey hala kapı girişinde dikiliyordu. Kapının tam karşısındaki masasına geçti. Serkan beyde ona yakın olan bir sandalyeye oturdu. Arkadaşının sorusuna ne yanıt vereceğini bilemiyordu. Gerçek nedeni şu an söylese güleceklerdi. O yüzden biraz daha zaman kazanmak için masasının üzerindeki eşyaların yerlerini şöyle bir düzelti.
      “Yani yukarıdan mı emir geldi, yoksa Müdür bey mi bu şekilde buyurdu." Serkan Bey bir yandan soruyu unutmadığını ima ediyor diğer yandan da arkadaşına bir kaç ipucu vermeye çalışıyordu Odanın öbür ucundan ses geldi.
      “Yoksa koltuğu sağlamlaştırmak için yukarılara yağ mıydı?"
      “Şimdi kalbini kıracağım be adam." Müdür yardımcısı dişine göre birini bulmuştu. "Kime yağ çekeyim... Niçin yağ çekeyim" dedi. Mehmet Bayram da yerinden kalkarak yanlarına gelmişti. Demir tavında dövülür hesabı bulduğu müttefikle Müdür yardımcısına yüklenmeye devam ediyordu. "Şu anda yanımızda yabancı yok." Yine de odada kimsenin olmadığından emin olabilmek için göz ucuyla odaya bir kere daha baktı. -Sen ki teşkilatın evlerinde yetiştin, onlardan iyi bir terbiye aldın..." Serkan Bey araya girdi.
      “Şurada iki dakika saygı duruşu yaptık diye Cemaate ihanet mi etmiş oldu. Ya da sen partine ihanet mi ettin. Bırakın arkadaşlar bunları." Mustafa Alinin de odanın o köşesine gelmesiyle kare kurulmuş oldu.
      “Siyasete hazırlanıyor siyasete" dedi. Yılmazın getirdiği çaydan bir yudum daha içti Ahmet. Arkadaşları kendisine iyi yükleniyordu doğrusu. Bir çıkış bulması onları ikna etmesi gerekiyordu. Birlik Çırçır fabrikasında çalışan herkesin kendini iyi tanıdığını sanıyordu. Anlaşılan ya kendini yanlış tanıtmıştı yada hiç tanıtamamıştı. Durumu tekrar baştan anlatmak isteyince diğerleri hemen tepki gösterdiler
      Varlıklı sayılabilecek bir ailenin mirasını yiyen babanın çocuklarının en büyüğüydü Ahmet Oker. İki kız kardeşi vardı bir de erkek kardeşi. En büyük ağabey olarak gençliğinin neredeyse tamamını mirasyedi babayı frenlemek için tüketmişti. Kendini bilecek yaşlara geldiğinde tarlalar, dükkanlar çoktan satılmıştı. Elde kalanları babadan kaçırmaya çalışıyorlardı. Önce kumar sanılmıştı neden, sonra acaba başka kadın mı var sorusuna yanıt aranmaya başlanmıştı sülalece. Aradıkları yanıt ise doğrudan doğruya tembellikten kaynaklanan mirasyedilikti. Babaya çalışmak yerine aileden kalanları satıp yemek daha kolay geliyordu anlaşılan.
      Baba mirasyediydi ama öyle dışarıdan göründüğü gibi mülayim biri değildi. Başta Ahmet Oker olmak üzere bütün çocuklarının kişiliklerini etkileyecek kadar katı disipline sahipti. Aile içerisinde terör estirdiği bile oluyordu istekleri karşılanmadığında. İşte tanıyanları Ahmet beyin kendini aşırı dine yöneltmesinin temelinde bu etkenleri görüyordu.
      Babadan etkilenen sadece ağabey Ahmet değildi. Bir küçüğü olan kız kardeşi sarhoş biriyle evlenmişti. Kardeşinin evliliğini düşündükçe "babadan kaçış" olarak görmüştü. Küçük kız kardeşse babasını ve eniştesini tanıdıktan sonra kahretmiş bütün kısmetlerini geri çevirmişti. En küçük erkek kardeşse aralarında en sorunsuz görüneniydi. Öğretmen olmuş kendi mesleğinden biriyle mutlu bir evlilik yapmıştı. Halen Karadeniz de bir yerlerdeydiler, ancak yaz tatillerinde görüşebilmek imkanları oluyordu.
      Bir gün Ahmet beyin babası aniden vefat edince bütün sorunlar çözülmüştü. O yıllarda Ahmet Oker, Anadolu da bir yerlerde Ziraat fakültesinde okuyordu. Babası yatağında ölü bulunmuş, aşırı içkiden öldüğü söylenmişti. Onca maldan mülkten geriye oturdukları iki katlı kâgir evleri ve köylerinde, çok sapa kaldığı için babasının satamadığı dokuz on dekar bahçe kalmıştı. Bu bahçe Ahmet beyin gizli sığınağı durumundaydı. Ahmet Hoca konuşmayı seven biri olduğu için bütün bunları arkadaşlarına sayısız kereler, bıktırasıya kadar anlatmıştı. Ama anlattıklarının ciddiye alınmadığını şimdi daha iyi anlıyordu. "Hayatımı hep babamdan kalan izleri silmek için harcadım diyemezdi. "Babam yıllar önce ölmüş olmasına rağmen bir gölge gibi bizleri hala yönlendiriyor" diyemezdi.
      “Ben kimseye ihanet etmiş falan değilim" dedi. Sesi sinirli gibiydi. "Üstelik teknik olarak ben onlardan biri değilim. Onlar özlerini unuttular, kelimenin tam anlamıyla kapitalist oldular. Burada benim yapmaya çalıştığım mütevazı bir törendi. Kimseye de 'eyvallah' edecek durumum yok" dedi. Bir kaç saniye durdu, sinirle ağzından kırıcı bir şeyler kaçırıp kaçırmadığını düşündü. "Benim ne o cemaatle ne şu partiyle ilişkim yok. Cemaatim ailem, partim ise fabrika..." Sözleri, sözlerinden daha çok ses tonu etkisini göstermişti. Odayı kaplayan derin sessizliği Katalizör Serkan beyin sözleri bozdu.
      “Takma kafana Ahmet Bey" İşi şakaya çevirmeye çalıştı "Onlar seni kıskanıyorlar" dedi eliyle diğer ikisini kastederek. Memur bu sözün altında kalmazdı. Tam konuşmaya niyetleniyordu ki sırtı Ahmet beyin masasına dönük olan "katalizör" elini dudaklarının üzerine götürdü. Mehmet, bir kez daha konuşmayı denedi ama Serkan yanına gelip elleriyle susturmaya çalışıyordu. Tekrar geriye Ahmet beye dönüp
      “Akılarınca şaka yapmaya çalışıyorlardı" dedi. İzmir’de görev yaptığı yıllarda bir arkadaşı takmıştı Serkan Güler’e "katalizör" adını. Aynı gün söyleyivermişti arkadaşı "katalizör ün ne anlama geldiğini. "Kendileri hiç bir değişmeye uğramadan başka cisimlerin birleşmeleri üzerinde etki yapan nesneler" demişti elinde sözlük tanımlama yaparken arkadaşı. Bilgiççe "ben adını verdim Tanrıda yaşını versin" diye eklemişti. Yaradılışından gelerek yaptığı arabuluculuk işinin adını o gün öğrenmiş o günden sonrada daha bilinçli ve severek yapmıştı. Katalizör kelimesini şaka dahilinde kullanarak. İkinci müdür Serken beyin çabalarını anlıyordu. Konunun değiştirilmesi gerektiğini düşünüyorken söze tekrar başladı.
      “Ne dersiniz pazar günü balığa gidebilecek miyim?" dedi. Sözü ortayaydı ama Memur Mehmet Bayram atıldı.
      “İnsan bu kuş misali, nereden nereye; bu gün burada tören yapıyor, yarın balığa gitmeyi düşünüyor." Serkan Bey ters ters baktı.
      “Kusura bakma Bayram ama ağzın durmuyor. Ağzın dursa başka bir yerin konuşacak" demişti ki yanıt gülerek geldi.
      “Tamam tamam sustum." Gülmesi tüm uyarılara rağmen yine bildiğini okuyan inatçı çocukların gülmesiydi.
      “Sen de balıklarla yemişsin kafayı be müdür bey." Bu kere konuşan Ziraat teknisyeniydi. Katalizör tam birini halletmişti ki diğeri başlamıştı konuşmaya.
     “Yani demek istiyorum ki balıklardan daha faydalı uğraşılar bulabilirsin kendine." Bir an durdu, düşündü. "Yıllardır vermesi için yalvardığım Allah'ım sana bana verilmeyen altın toptan sana iki tane vermiş. Onlarla ilgilensene" Sesinde gizli bir imrenme, belki de kıskanma vardı. "Yani haddim olmayarak diyorum." İleri mi gittim acaba diye düşündü. Ahmet Bey şimdi herkesin yetki ve sorumluluklarını bildiren kısa bir konuşma yapabilirdi. "Üzerime vazife değil ama" diyerek bir önceki cümlesine destek vermeye çalıştı. Çünkü biliyordu ki yaşça kendinden büyük ve eski bir imam olması nedeniyle Memur Mehmet’e yüklenemeyen Ahmet Bey kendisine dilediğini söyleyebiliyordu.
      “İnşallah Cenab-ı Rabbül Alemin sana da verir" diyerek dua etti Zıraat mühendisi. Tehlike geçti diye belli belirsiz bir "Ohh" çekti Mustafa Ali. İçinden geçenlerin temiz kalple söylediklerinin yanlış anlaşılmasından korkmuştu. Çocuk özlemiyle yanıp tutuştuklarını söyleyememişti. Hoş bunu bütün arkadaşları biliyordu ya vermiyordu Tanrı. Bir çocuğu esirgemişti onlardan. Aileler veya eş-dost sorduğunda "daha erken" yada "henüz çocukla ilgilenebilecek durumda değiliz" şeklinde savuşturuyorlardı. Sonradan gizlice bir doktora gittiler.
      Doktorun tanısı Latince adı söylenmesi güç bir hastalıktı. "Sperm eksikliği" diye tanımlamıştı doktorları." Sadece sizde değil pek çok evli çift aynı sorunu yaşıyor" diyerek teselli etmeye çalışmıştı. İş tedavi konusuna geldiğinde minare artık kılıflara sığmaz olmuştu. Zamanla Mustafa Ali de kabullenmişti hastalığını. Bu yüzden bir evlat sözü akan suları durdurmaya yetiyordu.
      Mini tören ve törenin ardından yapılan kutlama töreni bitmişti. Odadaki gerginlik tatlıya bağlanmış gibi görünürken olayı bitirmenin zamanı gelmişti. Ve bu gayri resmi görev yine Eksper Serkan beye düşmüştü. Ahmet Oker’in yanına vardı.
      “Tüm içtenliğimle söylüyorum sade ama güzel bir törendi" dedi. Diğerlerine dönüp. “Hadi arkadaşlar müdür bey görevlerimizi bize anımsatmadan biz anımsayalım" dedi. Ama yine de huylu huyundan vazgeçmedi, Mehmet Bayram kinayi konuşmadan odadan ayrılamadı. 
   “Ahmet bey çaya teşekkür ederiz, ayrıca benzer töreni Çanakkale zaferinde de bekleriz" dedi. Serkan Beyin yüzüne kızgın bakmasına aldırmadan odadan alaycı gülücükler dağıtarak çıktı.


      Yaşlı kadın avazı çıktığı kadar bağırıyordu. “Kesin şamatayı. Birazdan babanız gelecek o zaman göstereceğim sizlere dünyanın kaç bucak olduğunu. "Salonun ortasında boğuşan iki çocuk bu tehditten pek etkilenmişe benzemiyordu. Aksine çığlıklar artıyordu sanki. Bu kez de içeriden mutfaktan ses geldi.
      “Osman sen bari yapma. Sen abisin." Nafile. Çocuklar ellerinde ne olduğu anlaşılmayan bir bezi çekiştirmeye devam ediyorlardı. Mutfaktan gelen ses daha şiddetli duyuldu.
      “Getirmeyin beni yanınıza fena olacak" Salondan devrilen sehpa sesi duyulduktan bir kaç saniye sonra salon kapısında bir gölge belirince iki çocuk salonun iki ayrı köşesine kaçıştı. Ellerindeki bez orta yerde kalınca bir eşofman olduğu anlaşılmıştı.
      Salonun kapısında başındaki yazma eğreti bağlanmış ayağındaki şalvarla olduğundan çok kilolu görünen biri görünmüştü. Elinde oklavasıyla çocukların sağa sola kaçışmasını seyreden küçük halaydı; Yani küçük dev. Bu deyimi oğlu Osman Nuri bulmuştu ve halasını "küçük dev" diye çağırır olmuştu, özelliklede kızdırmak istediğinde. Kapıda bir heykel gibi dikilen hala sordu.
      “Dersler bitti mi?" Korkmaktan çok olayı bir eğlence olarak gören çocuk muzip bir şekilde gülümsedi.
      “Çoktaan."
      “Tekrar kontrol et. Mutfaktaki işim biter bitmez bakacağım" dedi ve geldiği gibi sessizce kayboldu. Bir taraftan söylenip diğer taraftan salatayı yapmaya çalışan hala duyduğu zil sesiyle bir oh çekti. Ağabeyi gelmişti. Küçük şeytanların hakkından ancak o gelebiliyordu. Gerçi abisinin çocuklara davranışı hoşuna gitmiyordu ama o minik canavarların başka türlü yola girecekleri de düşünülemezdi. Sert ve tavizsiz bir baba çocukların daha çok sevdiği hala demekti. Ahmet abisi daha evlenmeden uzun yıllar önce baba dayağından bıktığı günlerden birinde "bir gün evlenirsem ve çocuklarım olursa onlara bir fiske bile vurmayacağım" demişti. O zaman öyle demişti ama şimdi ikisi de biliyor ve kabul ediyordu ki dayaksız da olmuyor.
      Babaları kapıda göründüğünde çocuklar bir köşede kendi hallerinde görünüyorlardı. Biri tekerlekleri çoktan kırılan plastik kamyonuyla diğeri halasının yaptığı bez bebekle oynuyordu. Küçük hala içeri girdiğinde abisine hoş geldin "ahh dayak cennetten çıkmasın sen" demişti. Kapıda dikilen adam çocuklarının yine haşarılık yaptıklarını anlamıştı. Kısa bir hoş-beşten sonra kendini televizyonun karşısındaki çek yata atmıştı.
      Buraya kadar bir şey yoktu, yemeği önündeydi. Çamaşırı bulaşığı yıkanıyordu. Yemekten önce mini mahkeme kuruluyor çocukların eziyet edip etmedikleri konusunda şikayetler dinleniyordu. Ceza verilmesi yada dayak atılması gerekiyorsa bütün bu tatsız işler yemekten önce mutlaka hallediliyordu. Neyse ki bu akşam cuma akşamıydı. Ertesi gün izin günü olduğu için olaylara daha pembe bakabilirdi. Esas sorun gece herkesin yerlerine yatmasından sonrasındaydı.

      Yalnızda yatsa, yanında çocuklarının biri olsa da aynı kavga uykudan önce mutlaka yapılıyordu. Baş yastığa değdiği anda baba geliyordu aklına. Öncelikle ölüp gitmiş olan baba ile kavga ediyordu. Kocaman elleriyle suratında patlayan tokatlarda kaçmaya çalışıyordu zihninde. Sonrada "hayırsız" eş görünüyordu, karanlığın içerisinden. Çirkin değildi ama güzelde sayılmazdı. İlk günler iyilerdi, mutlulardı ama sonradan kadının huyu değişmişti. Geçinemeyeceklerini anlayınca anlaşarak ayrılmışlardı. Giderken çocuklarını vermemiş ama geriye kalan tüm birikimlerinide alıp götürmüştü. Eski eşi kaybolur kaybolmaz kardeşleri, çocukları, arkadaşları hepsi bir çeşit resmigeçit yaparlardı sorunlarıyla. İşte o yüzden Ahmet Bey bütün gün bir oraya bir buraya koşturur dururdu. Bütün işlere yetişmeye çalışırdı. Bedeni çalışsın, yorulsun ve fazla zihnini vicdanını meşgul etmeden uyuyabilsin diye.

      Yaklaşık bir aydan fazla bir süreden beridir zihninin meşguliyeti değişmişti. Şimdilerde yeni gelen güzel kızla kafasını yoruyordu. Çoğu zaman aradaki yaş farkının fazla olması aklına gelse de ister istemez o güzellik koskoca Ahmet Oker'i kendine çekiyordu. "Allah için güzel kız" diyordu kendi kendine. Yaklaşık bir buçuk aydır da her zaman gittiğinde daha sık çok daha sık gider olmuştu Muhasebeye. Bugünkü töreni de sırf bu yüzden yapmıştı. Evet Memur parçasının yada Mustafa Alinin söylediği doğruydu. "Göze girmeğe çalışıyordu ama müdürünün yada törene davet ettikleri halde gelmeyen yukarıların değil, Muhasebe şefinin gözüne girmeye çalışıyordu O delici bakışlarda bir yer edinebilmek için çalışıyordu. Muradına ermişti de, arkadaşlarının arkasından O' da tebrike gelmişti. Besim beyle birlikte gelmişti ama olsun gelmişti ya.
      Uzun bir tatile ihtiyacı olduğunu biliyordu. Eğer bir doktora gidebilseydi ya da doktor kendisi olup kendisine kendisi gibi bir hasta gelseydi "her şeyi olduğu gibi bırak ve uzun çok uzun bir tatile çık" derdi Kendisi tatile çıkmaya çoktan hazırdı ama tatilin yalnız başına çıkılırsa tatil olmayacağını da biliyordu. Şuan için böyle bir tatilde kendisine eşlik edecek tek kişinin Yüksel Hanım olduğunu biliyordu. Bir gün yeni gelen ve kendisine yüz vermeyen Muhasebe şefiyle tatile çıkabilecek miydi acaba???   
Başlık: Ynt: Anchilea - Kutsal Kalkan
Gönderen: azizhayri - 02 Kasım 2015, 08:45:50
Azizhayri, eline diline sağlık...
Güzel bir kurgu olmuş, sürükleyici bir hikaye.
Beğendiğinize sevindim. Özellikle sürükleyici olmasını, okuyanı sıkmamasını istiyordum. Devam ettiğini söylemeye gerek yok sanırım...
Başlık: Ynt: Anchilea - Kutsal Kalkan
Gönderen: Gunslingers - 02 Kasım 2015, 16:18:25
Elbette :)

Sabırla (yada sabırsızlıkla:)) devamını bekliyorum...
Başlık: Ynt: Anchilea - Kutsal Kalkan
Gönderen: azizhayri - 02 Kasım 2015, 17:21:12

                        B Ö L Ü M   O N

     “Şikayetçinin adı soyadı"
     “Kerim Balcı"
     “Baba adı ve soyadı"
     “Emin Balcı"
     “Anne adı ve soyadı"
     “Asiye Balcı"
     “Kızınızın adı ve soyadı
     “Emine Balcı"  Eski daktilonun başındaki onbaşı karşısında oturmakta olan gözü yaşlı aileye sorular soruyor aldığı yanıtları daktiloda yazıyordu. Daktilonun acemisi olduğu vuruşlarından belli oluyordu. Son soruyu onbaşının yerine astsubayı sordu.
     “Kaç yaşındaydı kızınız." Gözleri yaşlı baba yanıtladı
     “Yenice altıya girdiydi. Saçları eski zaman jönleri gibi şakaklarından kırarmaya başlamış astsubay daktilo başındaki onbaşıya döndü.

      “Elindeki nüfus kağıdına göre yaz. Onbaşı önce masa üzerinde bir şeyler arandı. Sonra bir süre arayıp bulduğu anlaşılan tuşa bastı.
      “Nüfus kağıdında altı okunuyor komutanım." Odanın dip tarafında masada oturan astsubay yüzünü tekrar karşılarında oturan köylü ailesine döndü.
   “Olayı anlatın hele." Eli yüzü kırış kırış olmuş yaşlı adam başladı anlatmaya.
      “Bütün gece aradık komutan bey" dedi. "Bulamadık, ne kendini ne de izini." Adamın yanı başında ki annesi, gözleri yaşlı, elinde mendille sürdürdü kocasının yarım bıraktığı konuşmayı.
      “Asfalta, hendeğe, koruluğa, harabelere her yere, her yere baktık" hıçkırmaktan konuşamaz hale gelmişti. Düete şimdi karşısında durduğu üniformalı adamdan dört beş yaş büyük olabilecek baba devam ediyordu.
      “Hiç bir yerde yok komutan bey, bu yüzden size geldik, oda devam edemedi. Her ne kadar etkilense de etkilenmemiş görünmeye çalışan jandarma astsubayı biraz sert tonda
      “Dışarı çıkın elinizi yüzünüzü yıkayın öyle dinleyeyim sizleri" dedi. Beş-on dakika sonra adam anlatmaya başlamıştı.
      “Bilirsiniz komutanım bizim işler hafifledi, tarlada pamuk kalmadı. Bende bu yüzden yıllardır yaptığımız gibi ava gittiydim. Sende biliyin ki yapacak başka bir iş olmayınca av kayfeden felan daha iyi oluyor. Dün akşamdan kararlaştırmıştık arkadaşlarla gitmeye." Durdu. Lafı uzattığını anlamıştı
      “Akşam ezanı okunmadan gelecektik ama yatsı okunuyordu geldiğimizde. Dışarının lambası yanıyordu sokağa girdiğimde. Hatta kızdıydım gereksiz çok yakıyorsunuz diye. Yani kör oğluna kızıyordum diyom. Eve yaklaştığımda hanımı ve konu komşuyu kapının önünde bekleşir bulunca anladıydım ters bir şeyler olduğunu. "Karşısında duran astsubayın bakışlarını görünce bir an sustu. Ne diyeceğini unutmuş gibiydi. Astsubaysa adamın bir an önce konuya gelmesini bekliyordu.
      “Önce trafik kazası sandım. Hani sokağın alt başına çocuklar inerler gündüzleri. Caddeye çıkarlar. Bilirsin yabancı araçlar köy içinden geçerken hızlarını azaltmazlar ya. Bizim çocuklardan birine çarptı sanmıştım." Jandarma adamın sözünü kesti.
      “Adam ben sana olayı anlat dedim sen bana köyünüzün trafik derdini anlatıyorsun" dedi. Gözleri yaşlı köylü “Ama... Ama..."sözünün devamını getiremedi. Astsubay bu defa kadına dönerek
      “Sen anlat bacım" dedi. Kadın adamdan bir hayli küçük yaştaydı, yüzüne bakınca anlardınız. Yine de yüzündeki çizgiler şehirde yaşayan akranlarından çok yaşlı görünmesine neden oluyordu. Kendi kendine konuşuyormuş gibi anlatmaya başladı. "Her ana her insan çocuklarını sever. Hepsini sever ama küçük çocuklar daha bir sevilir" dedi. Astsubay kadının da sözü uzatacağını anlamıştı. Bir sigara yaktı ve olayı sonuna kadar sabırla dinlemeye karar verdi.
      “Babası da ben de Eminemizi çok severdik. Hatta babası bir gün -babası derken başıyla yanında oturan kocasını işaret etmişti- ananın adı da Emine diye çok seviyon demişti. Bu aşırı sevgi yüzünden diğerlerinden daha şımarık yetişti. Söz dinlemezdi ama çokta akıllıydı." Durdu, kızının hasletlerini sayarken gözleri yaşarmıştı. Elindeki buruşuk mendille gözlerini, burnunu sildi.
     “Babanız gelesiye kadar bahçede eylenin demiştim. Bir iki dakika sonra büyük kızım mutfağa yanıma geldi. 'Emine babamı yolda bekleyecekmiş' dedi. Git kardeşinle ilgilen dediydim ablasına. Ama o dersimi yapacağım diye tutturmuştu. Sonra yemeği kocam gelmeden yetiştireyim diye elimdekileri bırakamadım." Kadın tekrar ağlamaya başladı. Bu defa hıçkırarak ağlıyordu.
      “Yavrumu, Emine mi bir daha göremedik" dedi. Kocası karısına ağlamaması gerektiğini söyleyip duruyordu. Bir yandan da karısının yarım bıraktığı konuşmayı sürdürmeye çalışıyordu. “Konu komşu hep toplandık. Yarımız batıya Yenikaleye doğru diğer yarımız doğuya doğru yol boyunu hep aradık. Gece yarısına doğru arayanlar dağılmaya başladılar. O zaman size söylemenin vaktinin geldiğini anlamıştık" dedi. Uzun süredir anlatılanları dinleyen daktilo başındaki onbaşı söze girdi.
      “Daha önceden niye gelmediniz?"
      “Bir yerde bir kenarda uyuyup kalmıştır" diye düşündüydük.  "Sizi rahatsız etmek istemediydik diye sürdürdü konuşmasını. Bu defa karı koca ikisi birden ağlaşmaya başladı.
     “Ne olursunuz komutanım bulun yavrumuzu." Bir süre daha ağlamalar sızlanmalar devam etti. O zaman zarfında odadakiler onbaşının yazdıklarını bitirmesini beklediler. Beş dakika sonra ise astsubay kıdemli çavuş, onbaşısının yazdıklarını yüksek sesle okuyordu. “İmzalayın" diyerek karşısında oturan karıkocaya uzattı.
      “İmzalamadan önce bir defa okuyun isterseniz" dedi hala daktilo başında oturan onbaşı. Adamında kadınında ellerindeki ifadeyi okuyabilecek kadar eğitimli olmadıklarını biliyordu. Karıkoca  "size güvenmeyeceğiz de kime güveneceğiz" gibisinden gönül alıcı sözler söylemeye çalışarak imzaladılar metni. Adam başıyla karısına "hadi" der gibi işaret verdi. İşlerinin bittiğini düşünüyor olmalıydılar. “Bize müsaade" demişti ki astsubay oturmalarını işaret etti. Onbaşıya dönüp
      “Bize kantinden üç çay getir" dedi. Asker dışarı çıktıktan sonra boş olan tahta sandalyeyi karı kocanın yanına çekti oturdu "Şüphelendiğiniz birileri var mı? Kan davası yada son zamanlarda tartıştığınız, kavga ettiğiniz." Adamla kadın birbirlerinin yüzlerine baktılar.
      “Yok komutan bey. Bizler kan davası falan bilmeyiz, kocam Ödemiş’lidir, yörüklerden. yani, benim sülalemse Selaniklidir. Kimseylen bir düşmanlığımız yoktur bizim." Adam karısına bakakaldı, karısı bülbül kesilmişti sanki.
      “Karım doğru söyler" dedi. Eşinden daha az konuştu dedirtemezdi kimseye. Askerlikten kalma komutan korkusunu bir yana bırakmalıydı. “Herkesle dostuzdur biz. Şurada dalyan yönünde on altı dönüm yerim var, biraz da icarlarım. Geçinir gideriz." Kapı çalındı ve çalınmasıyla bir açıldı. Verilen topuk selamı içeri askerliği özümsemiş bir erin girdiğini ifade ediyordu. Rütbesi ve başında kepi yoktu. Çayları verdi içeri girdiğinde verdiği topuk selamının daha sükseli bir örneğini verip dışarı çıktı.
      Bir kaç dakika sonra komutan kapıdan karıkocayı yolcu ediyordu. “Yine de siz sizlere düşmanlık edeceğini beklediğiniz birilerini anımsarsanız benim haberim olsun. Biz hemen araştırmalara başlayacağız. Kızınızı sağ salim size teslim edeceğimizden emin olun."  Adam bu defa hiç konuşmadan sadece başını sallamakla yetindi. Traktöre binen çift üzgün bir şekilde karakoldan köylerine doğru yola koyuldu.

      Traktör köye doğru giderken jandarma karakolunun bir diğer odasında yazıcı onbaşı ile bir kaç arkadaşı konuşuyordu. İçeri çay getiren er deminden beri dışarı bakmaya çalışan çavuşa “Hadi Mehmet çavuş iyisin gene" dedi. Çavuş kafasını pencereden çevirmeden anlamadığını belirten bir yanıt verdi.
     “Efendim."
     “Bu gidenler var ya" arkasını yazıcı onbaşı getirdi. "Senin ileriki köyde beğendiğin bir kız vardı" Çavuş içeri döndü. "eeee" "Esmer uzun boylu örgülü saçlı" Çavuş onbaşının koluna girdi. “Gel kardeşim, gel hele oturalım şöyle" Odadaki tek masaya oturdular.
      “Boğazım da kuruduydu hani." Çavuş söyleneni anlamıştı Kapının aralığından dışarı doğru seslendi." Hasan Hüseyin bize çay getiriver tertip." Yanında oturan onbaşıya döndü.
      “Hadi arkadaş batı devriyesi nöbetinden yeni döndüm. Olanı biteni anlatıver." Jandarma karakolu civarın güvenliğinden sorumlu tek birimdi. Polat köyü ve Arı köyünün güvenliği bu karakoldan soruluyordu ama özellikle Polat köyü yakınlarındaki Miletos yıkıntılarından ve müzesinden sorumluydular. Bu nedenle karakolun en uyanık askerleri Miletos müzesinin bekçileri ile koordineli olarak Batı devriyesi dedikleri tel boyu nöbetini tutarlardı. Nöbet yeri uzak olduğu içinde altı saatlik devreler halinde tutulurdu nöbetler.

      Erhan onbaşı yakaladığı fırsatın farkındaydı. Mehmet çavuşun o kızın peşinde olduğunu biliyordu. Ne isterse istesin çavuşu yerine getirirdi. Çünkü gelen kişilerin büyük kızları olan liseli kıza Jandarma Çavuşu Mehmet Kuşlu aşıktı. Hatta gizlice buluşuyor olabileceklerinden bile kuşkulanıyordu.
      “Mehmet çavuşum bu iş bence çayla savuşturulmaz" dedi İzmitli çavuşunun ailesinin hali vakti yerindeydi. Biliyordu çünkü bütün yazışmalar elinin altında sayılırdı. Bu yüzden ilçede yemek ısmarlamak Mehmet Kuşluyu pek sarsmazdı. “Allah cezanı vermesin" dedi yüzüne gülerek." Beni yemekle mi korkutacaksın."  Bir an durdu düşündü.
      “Bu hafta sonu çarşı izni yaz ikimize yemek ısmarlayayım." Gözlerini kapattı. Sesli düşünür gibi "o kız benim için çok önemli. O'na soyadımı vermeyi düşünüyorum." Deyince Erhan onbaşı mırıldanır gibi eseflendi.
     “Keşke bir kot pantolon isteseydim" dedi.
      “Mehmet Kuşlu Kocaeli; Komutan şoförü ve karakol çavuşu" kısa künye istenildiğinde çavuş kendini bu şekilde tanıtıyordu. Lise mezunuydu, karakoldaki Karakol komutanından sonra eğitimi en yüksek kişiydi. Buna birde aileden gelen serbestliği de eklerseniz sosyal ilişkileri çok iyi birini tanımış olurdunuz. Yakışıklı sayılabilecek bir yüzü, bir askere göre uzun sayılabilecek dalgalı saçları vardı. Uzun boyu ile orantılı kilosu heybetli bir görünüş veriyordu. Asker ocağına ilk girdiğinde komando olarak ayrılmış, sonradan geçirdiği trafik kazası ortaya çıkınca bir çeşit sürgün olarak o karakola gelmişti. Geçen yıl Polat Jandarma karakoluna ilk geldiğinde ailesine onu daha iyi bir yere gönderilmesi için torpil arattırmıştı. Sonradan oraların turistik olduğunu anlayınca fikri değişmişti. Hele Nesrini gördükten sonra gitmemek için uğraştırmıştı ailesini.
      Nesrin de Allah için küçümsenecek biri değildi. Bir çiftçi kızıydı, üç kardeşin en büyükleri. İlk gördüğünüzde on sekiz on dokuz sanırdınız ama Nesrin henüz on altısındaydı İlçede merkez lisesinde ikinci sınıfta öğrenciydi. Çarşı iznini ilçeye inmeyip köyde -köy kahvesinde- değerlendirdiği bir gün görmüştü kızı. İlk göz göze gelişlerinde bir şeyler kıpırdanmıştı yüreciklerinde. Geldikleri aşama bakışmalardan ibaret olsa da ikisi de bu işin olacağına inanıyordu. İş sadece Memet’in tezkeresine kalıyor gibiydi.
      Polat Köyü karakolu küçük bir birlikti. Kazan mevcudu on sekizdi. İlçedeki Jandarma alayına bağlıydılar ama bağımsız bir birlik gibi hareket edebiliyorlardı, tabii mevzuat çerçevesinde. Dışarıda olduklarından askeri disiplin kuralları daha zayıfmış gibi görünse de İzzet Astsubay asker psikolojisini çok iyi bilen biriydi. Sorunsuz, resmi ve özel işler kendiliğinden yürüyordu. Hoş yapılacak pek bir işte yoktu. Karakoldaki en önemli görev Batı devriyesiydi. Açık araziye bakan özellikle eski kenti içine alan bölgenin devriyesiydi.
      Ayrıca, güvenliğin teşkili sıfatıyla köy düğünlerine de giderlerdi. Tahmin ettiğiniz gibi sadece kıdemli olanlar. Askerler köyün kızlarına bakıyor diye ara sıra köyün delikanlılarıyla sürtüşmeler yaşansa da araya giren köylüler tarafından çabucak yatıştırılıyordu. Mehmet çavuş hemen her düğüne Nesrin için giderdi "Koca İzmit'te böyle güzel kız görmedim derdi. Bir kere görüşebilmişlerdi Nesrinle. Bakkalın kapısında. "Askerliğim bitince seni isteteceğim" diyebilmişti yalnızca. Kız içinse bu kadarı bile yeterliydi.
      Erhan onbaşı olan biteni anlattı. Mehmet çavuş sevinsin mi üzülsün mü bilemiyordu? Yazıcı onbaşının getirdiği tutanağın bir örneğini de okuyunca olayı tam olarak kavradı. Az sonra komutanının odasında çıkıyordu. Küçük çaplı bir brifing yapmışlardı. Mutlaka kalması gereken görevlilerin dışındaki askerlerin tümü aramaya katılacaktı. Mehmet çavuş kimlerin gidip kimlerin kalması gerektiğini çabucak belirledi. Kısa bir zaman sonra karakol mevcudunun yarıdan fazlası köy yolundaydı. Yolda komutanı çocuktan ümitli olmadığını söylemişti.
      “Akşamın karanlığında köyden iyice uzaklaşmıştır" demişti. Belki de bir hendeğe düştü, boğuldu demişti. "Siz gözünüzü açın en ufak bir şeyi dahi gözden kaçırmayın" demeyi de unutmamıştı.
      Köye vardıklarında Köylülerden büyük bir bölümü de aramalara katıldı. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Kimi; Gecenin karanlığında bir çukura düşmüş olabilir" derken kimi de şehirlilerin bu işi yapmış olabileceklerini" söylüyordu. Kaynak olarak ta gazete ve televizyon haberlerini gösteriyorlardı İzzet astsubay çocuğun anne ve babasına
      “Akşama kadar bir sonuç alırız" demişti. Daha sonra Mehmet çavuş ve Erhan onbaşı askerleri ve köylüleri iki guruba ayırıp köyün içinden geçen asfaltın iki yönüne doğru araştırmaya başlamışlardı. Eğer yol kenarından bir sonuç çıkmazsa o zaman içeriye yıkıntılara doğru arama çizgisini genişleteceklerdi.
      Köylüler asker disiplini içinde yolun iki yanına tek sıra halinde dizildiler. Aralarında üç dört metre mesafe vardı. Bir gurup köyün Yenikale çıkışından diğer gurup ilçe yönünden araştırmaya başladılar. Gecenin karanlığında altı yaşında bir bedeni taşıyan ayakların gidebileceğinden çok daha ilerilere gittiler ve aynı disiplin ile döndüler. Sonuç olumsuzdu.
      Aramaya katılanlar köy meydanında toplandılar. Buldukları her şeyi astsubayın masasının üzerine bıraktılar. Anahtarlıklar, düğmeler, çakmaklar, zincir parçaları ve daha çok çeşitli eşyalar vardı ama kayıp küçük kıza ait hiç bir şey yoktu. Akşamın karanlığı çöküyorken askerler birliklerine köylülerde evlerine dönüyorlardı umutsuzca.

      Mehmet çavuş komutanının odasına girdiğinde, İzzet astsubay Alay komutanına telefonda bilgi veriyordu. Eliyle içeri giren askerin beklemesini işaret etmişti. Çavuş gerisini geri çıkmış açık kapının dışında beklemeye başlamıştı. Astsubay İzzet sabah aldığı köylülerin ifadelerinden sonra alayı aramış, Alay komutanını bilgilendirmişti. Komutan basit bir çocuk kaybında neler yapması gerektiğini söylemişti.
      “Akşam çıkmadan tekrar ara gelişmeleri bildir" dediği için bu telefon ediliyordu. "Eğer yeterli adamın varsa gece de araştırmalara devam edin" demişti Alay komutanı. Bütün bu konuşmalardan içerideki Mehmet onbaşının duyduğu ise "Evet efendim, emredersiniz efendim" sözleri olmuştu. Telefon kapanınca İzzet astsubay dışarıya koridora doğru seslendi. Eliyle masasının önünü işaret etti.
      “Gel bakalım Mehmet Çavuş. Depocuyu bul, gerekli teçhizatı hazırla. Yanına da güvendiğin birkaç arkadaşını al. Araştırmaya çıkıyorsunuz." dedi. İzmitli delikanlının gözlerinin içi gülüyordu. “Emredersiniz komutanım." Askerini çok iyi tanıyan astsubay karşısındaki askerin gözlerinin niçin güldüğünü anlamıştı. “Kızın ailesinin gözüne girebilmen için bir fırsat sana" dedi. Çavuşun yüzü bir an kızardı, komutanı teselli etti
      “Hadi hadi bizde genç olduk. "Çavuş, topuk selamı verip dışarı çıkacaktı ki astsubayının sözleriyle durakladı.
      “Yanına alacaklarını açıkgözlerden seç. Neyle karşılaşacağınızı bilemeyiz" dedi. Elini telefona attı. Mırıldanır gibi.  "Hanımı da arayalım. Bu gece buralı gibiyiz."

      Mehmet çavuşun ekibi hazırdı, Erhan onbaşı, Haluk, Recai. Kendisiyle aynı devre göreve başlayan tertiplerinden seçmişti gurubunu. Mehmet işi ciddiye alıyordu, ne de olsa kayıp olan müstakbel baldızıydı. Diğerleri ise işin macerasındaydılar. Akşam içtimasından sonra yola koyuldular.
Gündüzün rüzgarın topladığı bulutlar akşama daha kasvetli bir hava veriyordu. Nizamiye kapısından çıktıklarında uzaktan köyün minaresinden yayılan akşam ezanı anca duyuluyordu ama gece olmuş gibiydi. Yola çıktıklarından sonra ilk konuşan Erhan onbaşı oldu.
      “Nereden başlıyoruz."
      “Farketmez" dedi Recai ama Haluk atıldı.
 


     “Bir kenarda oturalım da bir plan yapalım" Recai, elini parkasının yan cebine vurdu. “İşte benim planım burada" Elini vurduğu yerden metalik bir ses duyuldu. Mehmet çavuş atıldı, arkadaşının cebindeki teneke kutuyu çıkardı. Ya geri dön yada biranı şuralara bir yere bırak dönüşte alırsın" dedi. Recai arkadaşının sesinden tedirgin oldu.
      “Tamam tamam bırakıyorum diyebildi. Nizamiye yolunun üzerindeki bir ağacın dibine özenle bıraktı. “Ağacımı unutmayın haa..." Sesinde hayal kırıklığı var gibiydi.

      Önce Amfi tiyatroyu dolaştılar. Basamakları, boşlukları, dehlizleri aradılar. Eski agoranın her yanına dikkatlice baktılar. Yanıp sönen el feneri ışıkları uzaktan bakıldığında ateş böcekleri gibi görünüyordu. Halen kazı çalışmaları yapıldığı için halka kapalı olan yerleri de aramışlardı. Ne de olsa o yerlerin anahtarlarının birer örneği karakollarında da bulunuyordu. Aradıkları şeyin bu taraflarda olamayacağına kanaat ettiklerinde ileriye doğru yürümeye başladılar.
      Yüzlerce yıl önce insanların yaşadığı bu kenti zaman örtmüştü. Yağmurlar, tozlar, çamurlar pek çok cadde ve sokağını gizlemişti insanlardan. Bilimin ve ticaretin antik çağdaki en önemli kenti, şimdi en az kendi kadar eski tozun ve toprağın altında uyuyordu. Yıkıntıların bir iki kilometre ötesinde akan ırmak bu liman kentini kırsalın ortasında kalmaya mahkum etmişti. Mehmet çavuş ve arkadaşları bu kent kalıntısının her binasını her taşını araştırıyorlardı. Vaktin epey geç olduğunu tahmin ettiklerinde Recai
     “Dönelim artık" deyince neredeyse koro halinde  "Yolu biliyorsun" yanıtını almıştı. Anlaşılan bir iz, bir işaret bulunmadan geri dönmek yoktu. İlk damlaların düştüğünü Haluk hissetti. Bir kaç metre solunda yürüyen Erhan onbaşıya söylediğinde
      “Herhangi bir noktayı atlamadığımızdan emin olmalıyız, biraz daha arayalım" demişti. Karakoldan bir hayli uzaklaşmışlardı. Eğer yağmura yakalanırlarsa iliklerine kadar ıslanmadan geri dönemezlerdi. Yine de ellerindeki fenerlerle araştırmaya devam ediyorlardı. Bu defa Erhan onbaşı Mehmet çavuşun yanına yanaştı.
      “İlerideki Faustina hamamından sonra geniş bir yay çizip dönelim istersen" dedi. Çavuş bakışlarını bir noktaya dikmiş bir halde kafasını sallamakla yetindi. Bir kaç saniye sonra ise arkadaşlarına dönüp, İkişer kişilik iki gurup oluşturalım" dedi. "Ben ve Erhan ileriye meydanlığa kadar gideceğiz." Diğer ikisine döndü, Haluk ve Recai siz ikinizde aşağı patikayı araştırın Yolun her iki tarafına bakınarak karargaha dönün. " Birden aklına gelmiş gibi ekledi.
      “Hangi ağaç olduğunu unutmadın değil mi Recai." Kahkahaları gecenin soğuk karanlığında yankılandı. El feneri ışıklarının ikisi guruptan ayrıldı. Bulundukları yükseklikten yola doğru inmeye başladı. Diğer ikisiyse yollarına devam etti. Bir iki dakika sonra iyice aşağılarda kalan ve yan yana görünen iki ışık huzmesine Mehmet çavuş eğitimli gür sesiyle bağırdı. “Yan yana değil, yolun iki yarısı araştırarak ilerleyin. Fener ışıkları birbirinden ayrıldı. Mehmet Çavuş yanında yürüyen arkadaşına döndü.
      “Ne yöndeydi şu bilmem ne hamamı." Onbaşı güldü "Faustina" Fi tarihinde bir Roma imparatoriçesi adına yapılmış olan hamam "Faustina Hamamı." Zaten yüksek sayılabilecek arazinin biraz daha yükseldiği yolun ilerisini gösterdi.
      “Mehmet şu ilerideki yükseltiyi görüyor musun, Karanlıkta da olsa görmemek mümkün değildi. "Aradığımız hamam o tepenin arkasında ki düzlükte. Onbaşı tepeye vardıklarında anlatmaya devam ediyordu.
      “Şu üzerinde yürüdüğümüz tepe var ya aslında bir ada." Gündüz söyleseydi arkadaşının şaşkınlığını yüzünde rahatlıkla okuyabilirdi. Eliyle güneyi göstererek "ileride yavaş yavaş akan ırmak doldurmadan önce buralar Ege denizinin uzantısı durumundaki körfezmiş. Yüzyıllarca taşkınlarla getirdiği mille, alüvyonlarla deniz dolunca buralar kırsalın ortasında kalmış." Mehmet arkadaşının bilgisine hayret etmişti.

      “Bütün bunları nereden biliyorsun" deyince Erhan onbaşıda gizli bir öğünmeyle yanıt verdi. "Tahsilimiz lise bir terk olsa da neyi nereden öğrenebileceğimizi biliyoruz çok şükür." dedi. Arkadaşının sessizliğini gülmesiyle bozdu. “Kütüphaneden Mehmet çavuşum. İlçe kütüphanesinden." Adaya daha doğrusu adadan geriye kalmış olan tepeye varmışlardı. Erhan eliyle geldikleri yönün karşısını göstererek
      “Şu koca karaltıyı görüyor musun" dedi. Eliyle gösterdiği yönde dev gibi bir gölge yükseliyordu. “Bu civarın en yüksek belki de en yaşlı ağacı, bir çam ağacı." Arkadaşının bir şey sormasına gerek kalmadan gene açıklama gereği duydu. "Bende bu antik çağ tarihi merakı eskiden beri vardı. Kitaplarda okuduklarımı burada görmeye başlamak ilk zamanlar çok şaşırttı beni. Üstelik buralar kaytarmak, arazi olmak için bire bir" dedi. Mehmet niçin aradığı zaman onbaşıyı bulamadığını şimdi daha iyi anlıyordu. Yavaşça tepeden inmeye başladılar. Heyula gibi arazinin ortasında dikilen gölge yaklaştıkça ağaca benzemeye başlamıştı. Erhan onbaşının söylediği gibi bir çam ağacı olduğuna kanaat edince, ağacın dibine varmışlardı. Yağmur şiddetini arttırmıştı, her iki askerde kapüşonlarını çekmek zorunda kalmışlardı. Onbaşı birden durdu, arkadaşının durduğunu gören Mehmet çavuşta durdu. Ne olduğunu sormak üzereyken Erhan onbaşı eliyle ağacın ötesini gösterdi. Ufukta saatlerce önce güneşin battığı yönde bir şimşek çaktı, şimşeğin bir anlık ışığında bir gölge fark ettiler. İki askerde oldukları yerde donmuş kalmışlardı.
      Bir iki saniye süren irkilmeden sonra gölgenin irice bir hayvan gölgesi olduğunu anlamışlardı. Mehmet çavuş elini, belindeki tabancaya attı, Erhan arkadaşının elini tuttu. Gölge İrice bir köpek büyüklüğündeydi. Bir an kurt zannettiler ama kurt buralarda olamazdı. Belki bir çakal belki de bir domuzdu. İkisi birden fenerlerinin ışığını gölgeye doğru tuttuklarında hayvan ışıktan ürkmüş kaçıyordu. Hayvanın kaçmasından cesaret alan iki arkadaş yerden aldıkları kaya parçalarını o yöne fırlattılar. Biraz bekledikten sonra artık iyice balçık halini alan toprakta kaymamak için azami dikkat göstererek hayvanın başından ayrıldığı gölgeye doğru yürüdüler.
      Tedirgindiler, elleri bellerinde taşıdıkları tabancalarındaydı. Erhan onbaşı fısıldar gibi “Acaba bir ikincisi var mı?" diye sordu. Sorunun gereksiz bir soru olduğunu biliyordu. Yaklaştıkları bir toplantı masası büyüklüğünde bir kaideydi. Ağacın altına kendine ait olmadığı belli olan iki eski mermer parçanın üzerine eğreti olarak konulmuştu. Asıl dikkat çeken ise kocaman mermer bloğun üstündeki kalıntılardı. Yağmura rağmen, üzerinde yanık izleri belli olan kemikler vardı. Sanki bir kurban kesilmiş, etleri sıyrılmış ve yakılmıştı. Geriye sadece kemikleri kalmış gibiydi. Hafif eğri duran masanın üzerindeki ince kanallardan akan kan, yağmur suyuyla birleşerek, masanın eğik ucunda yerde açık kırmızı renkli bir minik gölcük oluşturmuştu.
Başlık: Ynt: Anchilea - Kutsal Kalkan
Gönderen: azizhayri - 04 Kasım 2015, 18:04:02
            B Ö L Ü M   O N B İ R


     Yolun bir hayli içerisindeki çam ağacının dibinde, kalabalık bir gurup insan toplanmıştı. Saat daha sabahın dokuzu bile yoktu ama onlar sabah serinliğine rağmen, bir gece önce bulduğu mermer bloğun çevresindeydiler. Köylüler gurubun çoğunluğunu oluşturmasına rağmen bir yanda toplaşmışlardı, gurubun merkezinde ise acılı baba vardı. Ayrıca üniformalı askerler ve takım elbiseli kişilerde vardı kalabalıkta. Elinde G-3 'ü olan jandarma gurubu ağacın öbür yanına mermer bloğa yaklaştırmıyordu kimseyi. Yine de yaklaşanlar olursa bile kimse kesinlikle mermerin üzerindekilere el süremiyordu. Mehmet çavuş sabaha kadar mermerin başına iki nöbetçi dikmişti. Sabahleyin de hava aydınlanınca da sabahlayan nöbetçiler nöbeti şimdiki nöbetçilere devretmişlerdi.
     Kalabalığın içinden ayağında eski bir blucin pantolonu üstünde yıpranmış deri montu olan genç gurubun dışarısında gibi duran takım elbiseli orta yaşlı beyefendiden birine yaklaştı.
     “Merhaba müdür bey." Adam şaşırmış gibiydi.
     “Turan bey. Sizi burada görmek benim için sürpriz oldu dedi. Genç omzuna astığı fotoğraf makinesini düzelterek
     “Öğünmek gibi olmasın ama bizim her yerde gözümüz kulağımız vardır" dedi. Turan Tunalı ilçede yayınlanan iki yerel gazeteden birinin muhabiriydi. Çekirdekten yetişme, tuttuğunu koparan bir gazeteciydi. Lise yıllarında ilçede yayınlanan EKSPRES Gazetesinde yazları çalışmaya başlamıştı. Liseyi bitirdikten sonra üniversiteye gidememiş, kendini gazeteci olarak yetiştirmeye çalışmıştı. Turan Tunalı, yakışıklı sayılırdı, boyu biraz daha uzun olsa çok iyi bir sporcu olurdu. Bu beden ona gazeteciliğin gerektirdiği ataklığı ve hızı veriyordu.
      İki asker, ağacın dibindeki kanıtları bulunca akıllarına kaybolan çocuğa ait olabileceği gelmişti. Aralarındaki kısa tartışmadan sonra Mehmet çavuş, ağacın altında nöbetçi kalmış Erhan onbaşı ise birliğe Astsubayına haber vermeye gitmişti. Sabah astsubayı, amirlerine, müze yetkililerine ve köylülere haber vermişti. Herkes ağacın öte tarafında toplanmış jandarma yetkililerinin gelmesini bekliyordu. Genç gazeteci, gazeteci olmanın birinci koşulu olan merak duygusuyla Müze müdürüne sordu.
      “Olay nedir Müdür Bey?" Adam bir defa yutkundu, Söze nasıl başlayacağını bilmiyordu. “Geçen gün yakın köyde bir çocuk kaybolmuş, köy halkı bütün gece aramışlar, bulamamışlar. Sabah jandarmaya haber vermişler, jandarma köylülerle birlikte aramış ama boşuna. Gece bir gurup asker daireyi genişleterek aramaya devam etmiş" eliyle ağacın öte tarafını gösterdi." şuradaki kalıntıları bulunca 'bilirkişi' sıfatıyla beni çağırdılar" Yutkundu. “Benim bildiğim bu kadar." Gazeteci daha önce duyduklarını doğrulamış olmuştu. Bir zaman sessizlik oldu.
      “Biliyor musunuz" dedi müze müdürü, bu bir sunak taşı. Milet’te bu tür sunaklardan pek çok var." Müdür bey konuşmaya başlayınca kalabalık kendi arasında konuşmayı bırakmış Müze müdürünü dinlemeye başlamıştı. “Hıristiyanlık öncesi dönemlerden kaldığını tahmin ediyoruz." Gazeteci şaşırmış görünmüyordu, şimdiye kadar duydukları her meraklı kişinin internetten veya kitap karıştırmayla elde edebileceği bilgilerdi. Müdür bey delikanlıya yaklaştı.
      “Turan bey aslında bu taşın yeri burası değil?" işte şimdi gazetecinin ilgisi uyanmıştı.
      “Anlayamadım."
      “Bu koca mermer blok burada değilmiş, yeni getirilmiş buraya." Gazeteci Turan Tunalı gerçekten şaşırmıştı bu kere. Biraz ilerisinde İki mermer blok üzerine oturtulmuş en az bir metre eninde ve iki metre boyunda mermerden masa vardı. Milet açık hava müzesinin müdürü o blokların devasa çam ağacının dibine sonradan getirilmiş diyordu.
      “Nasıl gelmiş, kimler ne zaman getirmiş." Sorularına aldığı yanıt "Bilmiyorum" olmuştu. Yoksa uyanık gazetecinin bir kaç gündür süren can sıkıntısı bitiyor muydu? Aradığı ilginç olayı buluyor gibiydi. Uzaktan bir başka gurubun geldiği görüldü. Gelen gurubun üyelerinin neredeyse tamamı üniformalıydı. Belli ki araçlarını asfaltta bırakmışlar yayan geliyorlardı, gelenler yaklaştıkça bekleyen kalabalığın arasındaki kıpırdanmalar arttı. Olay yerine vardılar, ağacı, sunağı, çevreyi incelediler. Alay komutanı, bir komiser yeni gelen gurubun içindeydiler. Onları oraya getiren astsubaya yada müze müdürüne sorular soruyorlardı. Bir ara Alay komutanı, astsubaya kayıp çocuğun babasını sormuş olmalı ki baba Kerim Balcı yanlarına çağrıldı ve acılı baba ile Komutan konuştular. Köylülerse kendilerince olanları konuşuyor, kendi aralarında yorumluyorlardı. Genel kanaat "gidenlerin geriye dönmeyeceği yönündeydi.

     Bir saat kadar sonra karakolda gayri resmi bir toplantı vardı. Astsubay Kıdemli üst çavuş İzzet Dedeoğlu’nun odası emirleri gereğince toplantı odası haline getirilmişti. Toplantıya Alay komutanı başta olmak üzere konuyla uzaktan yakından ilgisi olan herkes katılmıştı. Alay Komutanı Albay Emin Işık
      “Baylar bu gizli bir toplantıdır. Burada konuşulanlar her ne olursa olsun burada kalacaktır" diyerek başlamıştı. Toplantının gayri resmi olduğundan hiç bahsetmemişti. Bu sayede toplantıya katılan sivilleri etkileyeceğini düşünmüştü. Yararı da olmuştu hani.
      Yaşlı albay, Astsubayın masasında oturuyordu. Kepini çıkarıp seyrelmiş saçlarını eliyle düzeltti. Bilmem kaç yıllık meslek hayatında bunun gibi bir sürü olayla karşılaşmıştı. Emekliliğinin yaklaştığı şu aylarda tertemiz sicilini lekeleyecek şeyler istemiyordu. Masanın hemen solunda oturmakta olan karakol komutanına döndü.
      “İzzet oğlum hele baştan anlat şu olayı." Astsubay İzzet kendini bir an mahkemede zannetti. Yutkundu, olayı dilinin döndüğü kadarıyla anlattı. Daha sonra kayıp çocuğun babası ve muhtarda kendilerince anlattılar olanı biteni. Sıra dışarıda bekleyen çavuşa ve onbaşıya gelmişti Önce çavuş girdi içeri. Bildiklerini anlattı. Onbaşıda gece yaşadıklarını çavuştan farksız bir şekilde anlattı. Nesrin adı toplantıda geçmedi ama kayıp kızın babası, büyük kızının peşinden koşan bir çobandan bahsetti.
      “Kızımın annesi söylediydi bir ara bir çulsuz çoban kızımın arkasında çok dolaşmış 'seni başkalarına yar etmem' dermiş" dedi. Albay önündeki not defterine çoban birinci derece şüpheli olarak geçmişti. Ardından astsubayın kulağına eğilip çobanı buldurmasını söylemişti. Sonra Muhtara çobanı sordu. Köyün muhtarı sivil olmanın ve yıllardır devlet dairelerine girip çıkmanın verdiği rahatlıkla konuşuyordu. Çobanın öyle kötü biri olmadığını, bu nedenle bu işi onun yapmış olacağına ihtimal vermediğini söylemekle yetindi. Müze müdürü toplantının başından beri susmuştu ama muhtarın konuşmasından sonra yavaşça öksürdü. Bir an Albayla göz göze geldiler.
      “Müsaade ederseniz Albayım bir iki cümlede ben söyleyeyim" diye söze başladı. Odadaki bütün yüzlerin kendine baktığına emin ağır hareketlerle bir yandan gözlüğünün camını siliyor bir yandan konuşmaya hazırlanıyordu.
      “Çam ağacı bazı kültürlerde kutsaldır. Çam ağacının dibinde bulduğunuz mermerlerde bir "sunak"tır "Bildiğimiz kadarıyla o sunak çam ağacının altında değildi." Kesin konuşmanın kendisini ileri de bağlayacağını düşünmüş olmalıydı ki ikinci olasılığı söylemeden duramadı. “Ya da varlığını bizler bilmiyorduk." Gözlüklerini taktı, odadakilerin yüzlerini inceledi. “Bulduklarınız bir törenin bir ayinin ardında kalanlara benziyor, Orad bulduğumuz kalıntılar bir kurban töreni, Hıristiyanlık öncesi çok dinli kültürlere ait bir ayin yapılmış gibi. Ne az önce sorguladığımız iki askerin ne de bulmaları için adam gönderdiğiniz o çobanın işi olduğunu zannetmiyorum" dedi.
      “O zaman sizce kim yada kimler yapmış olabilir." Soru ilçeden gelen bir komisere aitti. Müze müdürü sabahtan beri bu polisin burada ne aradığını merak ediyordu.
      “Bilmiyorum komiserim. Bildiğim olayın bizim tahminlerimizin çok ötesine geçebileceği. Belki kendini geçmişe fazla kaptıran biri, belki de suçlarına değişik örtüler örtmesini bilen zeki bir sapık. Çobanın ya da askerlerin olmadığına rahatlıkla kefil olabilirim." Yine kesin konuşmuştu. Konuşmasına bilim adamı havası verebilmek için başlattığı "kesin konuşma" alışkanlığı başına bir sürü dert açtığı halde bu alışkanlığından bir türlü vazgeçemiyordu.
      “Askerleri ya da çobanı ne kadar tanıyorsunuz ki kefil oluyorsunuz." Müze müdürüyle komiser göz göze geldi. Korktuğu bir kere daha başına gelmişti. Müze müdürü bir defa daha konuşmaya başladı ama bu defa sesinde çok daha ciddi bir ton vardı.
      “Tarihi ve eski pagan adetlerini, törenlerini bilen biri bu işi yapan. Hem kim bilir kalıntılar kayıp kıza değil de bir başka hayvana bir köpeğe yada bir domuza da ait olabilir. Biliyorsunuz bu tür hayvanlar çok tanrılı dinlerde kutsal sayılırdı." Tartışma uzayacak gibiydi ama Albay araya girdi.
      “Baylar başta da dediğim gibi burada konuşulanlar burada kalacak. Özellikle dışarıdaki gazeteci bilmeyecek." İzzet Astsubay toplantının bittiğini anlamıştı. Albay ayağa kalkıp amirini yolcu etmeye hazırlanan astsubaya döndü.
      “İzzet astsubay sizde o iki asker ve çoban için gerekeni yapın."dedi. Cümlenin burası kayıp çocuğun babası ve muhtar duysun diye yüksek sesle söylenmişti. Çobanın babasının da ifadesi alınacak. Şüpheli görürseniz çobanın babasını da bir kaç gün alıkoyun" dedi. Birlikte geldiği arkadaşlarına dönerek; “Beyler sizler isterseniz jipe doğru gidebilirsiniz. Sizleri ilçeye görev yerlerinize bırakabilirim."Eliyle yalnızca astsubayın görebileceği şekilde kalmasını işaret etti
      İşaretin sonunda birçok emir ve direktif vardı; Nöbetlerin daha dikkatli tutulmasından köy içine devriye gönderilmesine kadar. Laf arasında ise Çavuşun ve onbaşının masum olduğuna inandığını söylemişti. Yine de köylüye karşı inandırıcı olması için bir süre ortada gözükmemelerini istemişti. O sırada içeri astsubayın postası girdi.
      “Tarif edilen eve gittim. Aranan kişi yoktu ama emriniz üzerine babasını getirdim." dedi. Albay astsubayına dönerek  “Gelenle sen ilgilen artık, ben bu işin üzerinde fazla bile oyalandım." dedi. Birden aklına gelmiş gibi "Çam ağacının dibinde bulunan şeyleri de getirtiver. Bakalım müze müdürü haklı mı çıkacak?"

     Muhtar ve diğer köylüler gitmemişler dışarıda bekliyorlardı. Aralarında ki yaşlı adamsa aradıkları çobanın babası olmalıydı Belli ki muhtar ve diğerleri yeterince ikna olmamıştı. Astsubay onları tekrar içeri davet etti. Köylüleri ikna etmeden göndermemeliydi. Yapması gerekeni yapacaktı. Dışarı seslenip nöbetçiyi çağırttı.
      “Bana nöbetçi çavuşunu bul" dedi. Emirleri ise sert bir ses tonuyla veriyordu. Az sonra “eee biz bize kaldık diye" söze başlıyordu ki içeri nöbetçi çavuşu girdi.
     “Yanına iki asker al ve Mehmet çavuş ile Erhan onbaşıyı disiplin odasına at" dedi. Kolunda kırmızı bir bez bant olan çavuş şaşırmıştı. Kekeleyecek gibi oldu.
     “Çavuş sana söylediğim kişileri kontrol altına al, ikinci bir emre kadar disiplin hücresinde kalacaklar başlarında da sürekli bir nöbetçi bulundurun" dedi. Nöbetçi çavuş dışarı çıkmak üzereyken  “Görevi yerine getirdiğine dair tekmil bekliyorum" dedi. Sonra sanki hiç bir şey olmamış gibi odadaki köylülere döndü. Sert çıkışı işe yaramıştı. Oda da az önceki mırıldanmalar yoktu. Havayı sürdürmeye kararlıydı. Çobanın babasına dönerek
      “Baba, oğlun nerede?" Yaşlı adam ne olduğunu yeni anlıyordu Bir iki gün önce olanlarla oğlunun ilişkisini az önce astsubay konuklarını yolcu ederken muhtardan duymuştu.
     “Bilmiyorum kumandan bey oğlum, ovada bir yerlerdedir. Çobanlık hali bilirsin." Astsubay “Durumu anlamışsındır. Senin oğlan kayıp kızın ablasının peşine takılmış bir ara. Hatta "seni başkalarına yar etmem" dermiş dedi. Göreve başladığı ilk zamanlar zor gelmişti kendisinden yaşlı kişilerle bu tür konuşma ama sonradan amirleri, arkasına yasa kuvvetini aldığı söylenmişti. Şimdileri karşısındakinin yaşı ne olursa olsun çok rahat konuşuyordu.
      “Bu işler gönülle olur. İki aile arasında düşmanlıklar yaratmamalı. Karşısında ki yaşlı babanın suçlu bir şekilde suspus oturması zoruna gitmişti. Sesini biraz daha yumuşatarak sözlerini sürdürdü.
      “Genç bunlar bir gün severler, sevdim zannederler. Başka gün başka birini gördüler mi her şeyi unuturlar. Sen oğlanı bana gönder. Bir iki şey soracağım."Aklına gelmiş gibi “hangi saat olursa olsun hiç fark etmez. Sen haber et ben bir asker yollar aldırırım." Muhtar araya girdi.
      “Olmaz komutanım, bir delikanlı jandarmayla karakola gitmemeli. Babası onu gönderir zaten."Çobanın babası az sonra "müsaadenizle" deyip çıktı. Çobanın babası gittikten sonra muhtar sordu.  "Astsubayım sizce o delikanlı mı yaptı? Yılların muhtarı işlerin nasıl yürüyeceğini gayet iyi biliyordu. Sosyal ilişkileri iyiydi. Üç dönemdir muhtar seçilmesi boşuna değildi. İzzet astsubay bir yanıt vermeliydi. Cümleleri kafasında toparlamaya çalışıyordu. Zaman kazanabilmek için bir sigara yaktı.

      “ O işi ne disiplin hücresine attığım o iki asker ne de çoban yapmamıştır. Büyük kızının güzel bir kız olduğunu duydum. Kızını beğenen daha pek çok genç olabilir. Hepsini içeride tutamayız değil mi. Dışarıdan gelen biri de yapmış olabilir" Sigarasından derin bir nefes çekti. Sözün en zor Bölümüne geliyordu. “Araştırıyoruz, müze müdürünün söylediklerini duydunuz." Sigaradan bir nefes daha çekti. “Bir sapıkla karşı karşıya olabiliriz. Bunları söylemek çok acı ama kızını bir daha göremeyebilirsin." Karşısındaki adamın gözlerinin dolduğunu hissetti.
      Doğru mu yapmıştı yoksa yanlış mı bilmiyordu. Bir babanın evladının başına neler gelmiş olacağını bilmesi duyacakları hoşuna gitmeyecek olsa da onun en doğal hakkıydı. Sonuçta dün geceden beri karakolda var olan koşuşturma bitmiş odasında yalnız kalmıştı. En zoru da gazeteciyi ikna etmek olmuştu. Allah’tan “Git Albayımdan öğren" demeyi akıl edebilmişti. Hiç bir şey yapmadan geçen beş on dakikadan sonra dışarı seslendi.
      “Nöbetçi."  Kapıda beliren nöbetçiye nöbetçi çavuşu bulmasını, Ona Mehmet çavuşla Erhan onbaşıyı odasına getirmesi gerektiğini söyledi. Beş dakika sonrasındaysa üçü birlikte olay mahalline doğru gidiyorlardı. 

   Güneş gökyüzünde parıldıyordu. Geceki yağmurun izleri sadece yerdeki çamurlardan ibaretti. Güneşi gölgeleyecek bir bulut parçası bile yoktu. Astsubay güneşe bakıp“Vakit öğleyi geçmiş olmalı" deyince Erhan onbaşı "on üç elli beş" diye doğruladı. Uzun sayılabilecek yürüyüşten sonra olay yerine gelebilmişlerdi. Astsubayın aklına dün geceki iğrenmesi gelmişti. Mermer masanın ortasında yığılı et ve kemikleri görünce içinden bastırılamaz bir kusma isteği gelmişti. Havadaki yanık kokusunu ve suyla kanın oluşturduğu kirli kırmızı renkli gölcüğü görünce dayanamamış kusmuştu. Onbaşının akıl etmesiyle kanıtların üzerine büyük bir branda örtmüşlerdi. İki nöbetçi sabaha kadar orada o yanık kemiklerin önünde nöbet tutmuşlardı kanıtlara bir zarar gelmemesi için İyide olmuştu hani. Her şeyi olduğu gibi korumuşlardı.
      “Komutanım" dedi çavuş. “sizce müze müdürünün söyledikleri doğru mudur? Yani bu koca taşlar sonradan mı buraya getirilmiştir."  Kendi sorusuna kendi yanıt verdi.
      “Hiç zannetmiyorum. Etrafta sürüklenme izleri yok." Erhan bana yardım eder misin?" dedi. Birlikte mermeri kıpırdatmaya çalıştılar. Boşuna. Milim bile oynamadı. Çavuş çevreye bakındı. Öteler de düzgün sayılabilecek kalınca bir dal buldu. Basit bir kaldıraç düzeneği kurup mermeri bir parmak kadar kıpırdatabildi.
      “Bakın komutanım." Mermerin altında simsiyah toprak görünüyordu. "Yeni getirilmiş bir taşın altı gibi durmuyor" dedi. Daha sonra mermer sunağın etrafında kesilmiş olduğu anlaşılan çalıları ve kısa otları gösterdi.
      “Bence bu mermer sunak hep buradaymış ama çalıların ve otların altında görünmüyormuş." İzzet astsubay çavuşunun doğru söylüyor olabileceğini düşündü. Elindeki telsizle karargahı arayıp postasına Müze Müdürünü olay yerine getirmesini söyledi.
 

     Bir saat kadar sonra Müze müdürü anca gelebilmişti. Beraber geldikleri bir başka yetkiliyle mermer bloğu ve çevresini incelediler. Mehmet çavuş bir saat önce astsubayına yaptığı gösterinin bir benzerini müzeden gelenlere de yaptı. Müzeciler durumu ellerindeki planlarla karşılaştırdıktan sonra çavuşun doğru söylüyor olabileceğine inandılar.
      “Demek ki biri ya da birileri burada bir sunak olduğunu biliyorlardı. Çam ağacının dibindeki çalıları ve ağaççıkları temizleyince sunağı ortaya çıkarmış oldular." Müze müdürü sabah çok kesin konuşmakla hata ettiğini anlamıştı. Konuşuyordu ama beyninin içinde sürekli "Bir daha kesin konuşmayacağım... Bir daha kesin konuşmayacağım..." diye tekrarlıyordu. Durumu toparlayabilmek için kısa bir konuşma yapmaya çalıştı.

     “Buraların bilinen dört bin yıllık tarihi var. Miletos, çağının en büyük liman kentiydi ve doğal olarak geniş bir mıntıkaya yayılmıştı. Irmak, yıllarca taşıdığı topraklarla şu ovayı oluşturunca kent önemini kaybetti. Seller bir yandan rüzgar bir yandan kenti örttüler."Astsubay araya girmeseydi hemen her turist gurubuna anlatılan konuşmanın Türkçe versiyonunu bir kere daha dinleyeceklerdi.
      “Sabah söylediğiniz bir şeyler daha vardı; Ayin,  kurban falan." Müze Müdürü, bir an düşündü. Bilirkişiliğinin bir kere daha sınanmasına izin vermemeliydi. “Eski Yunan ve Roma zamanından söz ediyorum. O zamanlar birçok Tanrı vardı, aşk tanrı, savaş tanrısı, güzellik tanrıçası. İşte onlardan birine tapınan guruplar, tanrıları için benzeri törenler yapıyorlardı Bir an durdu.  "Tabii en az iki bin iki beş yüz yıl öncesinden söz ediyorum. Ama bugün..."
      İzzet Dedeoğlu, yapabilecek bir şey olmadığını düşünüyordu. Çevresine bakındı, Mehmet çavuşu göremeyince onbaşıya sordu. Onbaşı onun "biraz daha aramaya devam edeceğini söylediğini" söyledi. Asfalta doğru yürümeye başladılar. Bir zaman sonra Mehmet çavuş ötelerden göründü. Bu son iki gündür astsubayıyla abi kardeş gibi olmuşlardı.
      “Mehmet, bir şeyler bulabildin mi" diye sordu İzzet astsubay. Mehmet olumsuzca kafasını sallamakla yetindi. İleri de patikanın bitip bulundukları tepenin başladığı yeri göstererek “orada taze sayılabilecek lastik izleri var ama bu bir anlamı var mı bilmem?" Erhan onbaşı atıldı. “Biz tekrar bakalım isterseniz komutanım" dedi. İzin çıktığını belirten baş işaretinden sonra iki asker o yöne yöneldi.
      Akşamüzeri astsubayın telefonu çaldı. Arayan Albay Emin Işık'tı “Hastaneden geliyorum" dedi. “Tahlil sonuçlarını almak için bizzat ben gittim. Kemikler ve kanlar bir domuza aitmiş" deyince telefonun diğer ucundaki astsubay istem dışı bir sevinç çığlığı attı.
      “İzzet, oğlum orada mısın?"
   “Evet, efendim çocuğa ait olmadığına sevindim" diyebildi. Albay Emin o tok sesiyle anlatmaya devam etti. “Bir yaban domuzuna aitmiş, Biri çok garip şakalar yapıyor olmalı." Karşı taraftan ses seda çıkmayınca bir kaç defa "alo" dedikten sonra “Çocuk sağ olabilir. Sana takviye olarak geçici görevli bir kaç kişi gönderiyorum. Köyü iyice ara. Devriyeler çıkar. Ne olur ne olmaz bir ikinci "kayıp çocuk" olayı yaşamayalım" dedi. Telefon kapandığı astsubay eski huzurlu günlere dönmelerinin daha bir kaç gün sürebileceğini düşünüyordu.
      Kapı çaldı. İçeri giren iki asker son günlerde gözüne sevimli görünmeye başlamıştı. İkisinin de yüzleri gülüyordu. Daha astsubayları sormadan anlatmaya başladılar.”Patika boyunca lastik izlerini takip ettik. İlkel yöntemlerle de olsa lastiklerin arasındaki mesafeyi ölçtük. Bir hayli geniş araca ait olmalı, her ne ise. Üstelik lastiklerin diş izleri bir hayli derin." Erhan onbaşı arkadaşının bir an durmasıyla konuşmaya onun kaldığı yerden devam etti. “Yolun bir dirsek halini aldığı yerde iri bir kayanın kenarında şu izleri bulduk."  Elinde kabuk halinde mendile sarılmış boya kırıntıları vardı. Komutanına uzattı.
      “Modeli nedir bilmiyoruz ama bizim cipten bir hayli geniş ve siyah. Bir zaman düşündükten sonra İzzet astsubay “Başka birilerine ait olamaz mı o izler."  Evet, bunu hiç düşünmemişlerdi. Oralara gelen bir piknikçiye veya yolunu şaşırmış bir turistte ait olamaz mıydı? Bu olasılığı hiç hesaplamamıştı iki asker. Mehmet çavuşun yüzü gölgelendi. Müstakbel baldızını bulma ümidi suya düşmüş gibiydi.
      “Haklısınız komutanım" demekten başka bir şey gelmedi ellerinden. Tam kapıdan çıkacaklarken çavuş birden geri döndü. Elini cebine attı. En önemlisini unutuyorlardı. “Birde bu var komutanım" dedi. Bir minik künye avcunda İzzet astsubaya uzatılmıştı. Astsubay eline aldı. Daha o bir şey demeden çavuş, “Kayıp kıza ait olmalı." Düşük ayarlı altından yapılmış üzerinde fazla bir işçilik olmayan basit bir künyeydi. Künyenin geniş bandında yazan adı okudu EMİNE
     “Tamam çocuklar çıkabilirsiniz" dedi. Onların çıkmasıyla telefona sarıldı. Aradaki dijital ve canlı sekreterleri geçtikten sonra ulaşabildiği Albaya “Henüz çıkmadıysanız yanınıza gelmek istiyorum" dedi. Yaklaşık bir saat sonrada Alayın nizamiye kapısından içeri giriyordu. Albayının odasına girdiğinde ise karşısına sabah tanıştığı komiserde çıktı. Albay sabah yapmadığını geçte olsa şimdi yapıyordu.
      “Komiser Ali Rüzgarlı, İlçe emniyetinden. İlçeye yeni atanmış ve bu konuyu araştırıyor" dedi. Kendini tanıtmak Astsubaya düşmüştü. Astsubay İzzet bildiklerini bir an önce anlatıp bir gece daha kalmak zorunda kalacağı karakola dönmeden evine de uğramayı düşünüyordu. Bu yüzden hemen konuya girdi Cebindeki künyeyi ve boya kırıntılarını Albayına uzattı. İki zeki askerinin anlattıklarını Albayına anlattı.
      Odadan çıkarken Astsubay İzzetin kafası iyice karışmıştı. Komiser Ali Rüzgarlı ya göre anlattıkları doğru ise işleri çok zordu. Ya gizli bir tarikatla ya da çocuk kaçırmayı kendilerine iş edinmiş bir çeteyle karşı karşıydılar."İki ucu b.klu değnek." demişti sözlerinin sonunda.

      Anne ve baba künyeyi tanımışlardı. Çocuklarının altıncı yaş günü hediyesi olarak aldıklarını söylediler. Resmi bir kanıt kabul edilmediği için İzzet astsubay künyenin aileye geri verilmesinde bir sakınca görmedi.
      Bir hafta içinde köyün altı üstüne geldi, aranılmadık ne köy kahvesi kaldı ne köy odası. Köyün camisi bile tepeden tırnağa arandı. Alaydan gelen takviye kuvvetlerle civarda ki devriyeler arttırıldı, deyim yerindeyse kuş uçurtulmadı. Arazi aramalarına devam edildi, siviller ve askerler o bölgenin her metre karesini aradılar. Kaçak çoban, bir dağ köyünde akrabalarının yanında saklanırken yakalandı. Gerçi çoban suçu inkar ediyordu ama eğer suçlu olmasaydı gider bir dağ köyüne akrabalarının yanına saklanır mıydı hiç.

      İlk zamanlar köylüde tedirgin olmuştu. Köyün içinde devriye gezen askerler olmasına rağmen hava karardıktan sonra dışarı pek çıkılmıyordu. Ne zaman kaçak çoban Yasin yakalandı halk biraz olsun rahatladı. Bir iki gün sonrasında önce köyde devriye gezen askerler gezmez oldu sonra yollardaki kontroller olağanlaştı. Hayat normale döndü

      Sıradan bir köy evinde, erkenden uyuyan iki çocuğunun ardından ebeveynde yatmaya hazırlanıyordu. Basit bir perde ile odadan ayrılmış olan yüklükten yer yataklarını çıkarmaya çalışan kadın kocasına soruyordu.
      “Ne dersin bey yarın kızımızdan bir haber alabilecek miyiz?" Adam oturduğu sedirden yanıtladı
     “Allah’tan ümit kesilmez."
     “O çoban piçine ne olacak peki." Bu defa yanıt alamadı sözlerine. Adam, yanıt yerine kalktı, kapının karşısındaki yirmi yıl öncesinin modası olan geniş ve hantal televizyon vitrininin üzerindeki bölmeden minik künyeyi aldı. Gözleri nemli bir zaman seyrettikten sonra yerine bıraktı.
      “Biliyor musun bey" dedi kadın."Kızım yaşıyor." Gözyaşları göz pınarlarından taşıyordu artık. “Ben anneyim hisse diyorum kızımız acı çekiyor ve biz hiç bir şey yapamıyoruz. Adam oturduğu sedirden kalktı, ışığı kapattı. Gözlerindeki yaşları daha rahat silebilirdi.                         
Başlık: Ynt: Anchilea - Kutsal Kalkan
Gönderen: azizhayri - 06 Kasım 2015, 17:53:26
B Ö L Ü M     O N İ K İ


      “Ben hiç memnun değilim" dedi Rıza Aslan. Bir taraftan masaların tozunu alıyor bir taraftan da büroya yeni gelmiş olan Ahmet Oker in sözlerine vereceği yanıtı bekliyordu. Aslında bende memnun değilim dedi Ahmet bey de. "Ama yapabileceğimiz her hangi bir şey yok" diye eklemeyi unutmadı.
      “Bu adamlar gelmeden çok önce haklarındaki yazı geldi Müdür bey gerekli itirazı yaptı ama boşuna. Bu aralarında Türkiye'nin de bulunduğu bilmem kaç ülkenin imzaladığı uluslar arası bir anlaşmayla belirlenmiş bir şeymiş. Bizden de dışarıya gidenler varmış. Madem bizimkiler de oralara gidiyor biz de onlardan gelenlere iyi bakmalıyız." Sözünü bitirince temizliğini sür dürmekte olan yaşlı adama baktı. Sözlerini onaylayacak bir tutum bir davranış bekliyordu. Rıza Aslan kafasını salladı. Ahmet Oker, beklediği onay gelince sözüne devam etti.
      “İşin birde ekonomik yanları var" dedi."Uzun zamandır onlar buradalar, gezip tozuyorlar, yiyip içiyorlar. İyi kötü esnafımıza katkısı oluyordur. Sonuçta maaşlarını burada bırakıyorlar." Rıza Aslan, “iyi ama bizimkilerde maaşlarını oralarda bitiriyorlar " demedi. Diyemedi. Masanın üzeri silinmiş kalemlikler masa takvimi, sumen takımı yerlerine yerleştirilmişti. Ahmet Bey, kuru bir eline sağlık diyerek yerine oturdu. Beraberinde getirdiği gazeteye sarılmış simidini çıkardı. Rıza bey diğer eşyaların temizliğiyle ilgilenirken göz ucuyla Müdür yardımcısına bakıyordu. Hak ve adalet sözlerini dilinden düşürmeyen adam, gözünün önünde yapılan temizliğe küfür eder gibi davranıyordu, beş on saniye önce sildiği yerler simit susamlarıyla dolmaya başlamıştı bile.
      “Rıza bey iki çay söyleyiver de karşılıklı içelim" dedi. Rıza bey her zamanki alçak gönüllülüğüyle "ben az önce içtim" diye yanıtladı. Ahmet Oker, çay içme konusunda ısrar edince yaptığı işi bırakıp dışarı çıkmak zorunda kalmıştı.

   Emektar hizmetli birkaç dakika sonra elinde üç çay ile içeri girdi. Mehmet Bayramı peşinde görünce Ahmet beyin bütün neşesi uçuvermişti.
   “Selamın Aleyküm" elinden gelse selamı almazdı ama yinede gönülsüzce "aleyküm selam" dedi. Uzattığı simit parçasını almadı. “Benimki geliyor" dedi ve yerine geçti oturdu. Ahmet Bey o meşhur benzetmelerinden birini İşletme içinde yapmıştı. İşletmeyi bir gazinoya çalışanları da sahneye çıkacak sanatçılara benzetirdi. Her hangi bir duyuruda yada yazıda imza krizi yaşanırdı, senin adın üstte olmuş yada benim ki niye alta yazılmış gibi. Odalardaki oturma planlarında da aynı şey yaşanıyordu. Senin masan niye daha büyük, ben senden daha eskiyim benim yerim niye kapının ağzında. Ahmet Bey, bu benzetmesinde haklıydı. Meslek kıdemi, memuriyet kıdemi ya da mezuniyet durumu bu işlerde çok etkiliydi. Bu yüzden içine sindiremese de Memur Mehmet Bayram odanın en küçük masasına sahipti. Üstelik tek çekmecesi vardı masasının.
     İşletmeye ilk geldiğinde daha büyük ve üç çekmeceli bir masada çalışıyordu. Sonra Ziraat teknisyeni gelince odadaki en küçük masaya ricat etmek zorunda kalmıştı. Ricat kelimesini bilinçli olarak seçmişti Mehmet Bey. Her zaman olduğu gibi masa ve yer konusunda da hakkının yenmiş olduğunu düşünüyordu."Fabrikanın bütün yazı işleri elimden geçiyor, yazışmaların yanı sıra mutemetlikte benim omuzlarımda. Aldığım üç kuruşluk Mutemetlik kesintisi ise olay oluyor" diyordu. Sonuçta ise dış kapının mandalı hesabı İşletmedeki en küçük masada çalışmak zorundaydı. Masanın kendisine dar geldiğini kerelerce söylediği halde kimse kendisine yardımcı olmuyordu. O sırada Rıza Bey elinde simitlerle içeri girdi.
      Doğanın özellikle insan doğasının gereği böyle olmalıydı. Kendi üzerindekiler Memur Mehmet beye ne kadar yükleniyorlarsa Memur Mehmet de astı sayılabilecek -en azından her ay hazırladığı maaş bordrosunda- Rıza Babaya yükleniyordu. Rıza babaya bir de çaycı Yılmaza. Mevki farkını hep anımsatan davranışlar içersine giriyordu. Az önce elinde simitlerle içeri giren Rıza beye bir örneğini yaşatırcasına
      “Tamam Rıza" dedi. Aslında bir şey söylemesine bile gerek yoktu, bakışları derdini anlatmaya yetiyordu. Mehmet Bayram’ın olmadığı bir gün onun bu davranışları görüşülmüştü. Müdürü savunmuştu memurunu."hayat pahalılığı" demişti. "Ekonomik zorluklar" demişti. "Mehmet Bayram işini iyi bilen ve iyi yapan bir memur" demişti. Her zaman şikayetçi olan Ahmet beye dönerek “Sizinde dört çocuğunuz olsaydı ve bunlardan üçünü tek maaşınızla okutmaya ve ailenizi geçindirmeye çalışsaydınız aynı duruma düşerdiniz" demişti. Özetle işletmenin Müdürü işini bilen memurunu seviyor ve onu onun olmadığı yerlerde savunuyordu. Kim bilir bunu belki de araların da gizli bir rekabet olduğuna inandığı için yapıyordu. Mehmet Bayram her zaman ki çok bilmiş tavırlarıyla
      “Gel bakalım Rıza" demişti. "yarı yarıya yapalım." Yılların hizmetlisi en çok da buna bozuluyordu. Mehmet beyin yaşı kendi yaşından bir kaç yaş küçük olduğu halde Rıza babanın koruyucusu rollerine giriyordu. Almış olduğu aile terbiyesi ve iş ahlakı izin verseydi; “Kendine bir uşak tut" derdi, simit almaya onu gönderirken. Ya da "yarı yarıya yapalım" dediğinde  "Böyle pozlar atarak vereceğin simit senin olsun" derdi. Ama o yine her zamanki gibi kibarlık göstererek “Teşekkür ederim ben kahvaltımı yaptım" dedi. Israr üzerine de bir lokma almak zorunda kalmıştı. Her zaman oturduğu kapıya en yakın sandalyeden Ahmet beye neden sonra tekrar sordu.
      “Ne diyon bu Amerikalıların ettiklerine Müdür Bey." Soru Ahmet Beye sorulmuştu ama cevap bir soru olarak memurdan geldi. “Amerikalılara ne olmuş ki…" Durumu sezmiş gibi başladı konuşmaya. “Ben en başından beridir karşıyım onlara. Müdürümün yerinde olsam çok geri memleketlerine göndermiştim onları." Ahmet Bey atıldı
      “Bekara hanım boşamak kolay." Mehmet Bey şöyle küçümser bir eda ile baktı yanındaki masaya, sözlerine devam etti
       “Onlar Amerikalı, bizim kültürümüze yabancılar. Bize öğretebilecekleri bir şeyler olduğunu da sanmıyorum. Davranışları, huyları, garip kıyafetleri derseniz leş gibi" Bir an durdu. “keş midirler nedir?.Her akşam bira her akşam içki. Kafalar hep kıyak. Günahlarını almayalım ama bu bitlilerde esrar eroin falanda vardır. "Eski imamın vaazını dışarıdan gelen ses kesti.
      “ OHA..!!!" İkinci "oha" daha yavaş ama kapının ağzındaydı. Kapıdan içeri Besim Bey girdi. “Kusura bakma Rıza baba."tekrar sözlerin sahibi olan Memura döndü.  “İyi ki dilimizi bilmiyorlar. Haklarında ne düşündüklerinizi öğrenseler eminim bir hayli üzülürlerdi." Ses tonu biraz yükseldi. “Sizce bende esrarkeş miyim İmam efendi." "İmam efendi” sözü Mehmet Beyin yüzünün asılmasına neden oldu. Dua edin de sizi ciddiye alan insan çok az. Yoksa İlçenin yarıdan fazlası içki içiyor diye esrarkeş yada eroinman kabul edilecekti. Ahmet beye dönerek
     “Müdür bey yerinde yok mu?" dedi.
     “Henüz gelmedi. Ne vardı ben yardımcı olayım." Besim bey sakin bir sesle  "Doktora çıkmayı düşünüyorum" devamını söylemesine gerek yoktu. Ahmet Oker'in arayıp ta zor bulduğu bir fırsattı
      “Memur arkadaşa hemen hazırlamasını söylerim." Mehmet beyi odada yok sayıyorlardı.
      “Lütfen ilgili arkadaşa dört örnek yapmasını söyler misiniz?  İzmir'e sevk ettireceğim de." Müdür yardımcısına zaferini pekiştirmek düşüyordu.
      “Besim bey için Vizite kağıdı hazırlar mısınız? Lütfen beş örnek olsun." Besim bey içeri girdiğinden beridir ayakta duran Rıza baba, “Arkadaş hazırlayasıya kadar oturmaz mısınız?" dedi. "Size bir çay getirebilirim." Besim ise siniri geçmiş kendi gelmeden önce odada konuşulan konuyu anlamaya çalışıyordu.
      “Yok Rıza baba, ben kahveyi tercih ederim. Zahmet olmazsa Yılmaza bir orta kahve söyler misiniz?" Ekledi, Arkadaşlardan da içecek varsa soruver." “Adamlar bizden daha rahat hareket ediyorlar diye ahlaksız mı oluyorlar. Kot pantolon yada deri ceket giydiklerinde hippi mi oluyorlar Birden aklına gelivermiş gibi “sahi konu neydi?"
      “Konuyu sabah Rıza baba açtı" dedi Ahmet bey. "Her lafa maydanoz olan kişiler araya girmeselerdi ne olduğunu da anlayabilecektik ama..." Yan masada daktilosunu tıkırdatan Mehmet Bey sözün kendisine olduğunu biliyordu. Bir "La havle" çekti, içinden. İki ay önce bunları söyleseydi, Besime verilecek yanıt hazırdı ama Besim iki aydır çok değişmişti. Kendisini toparlamıştı kılığını kıyafetini düzeltmişti.. Bir an bu adamı neyin değiştirdiğini düşündü ve hemen vazgeçti, düşünüp bir sonuca bağlanması gereken şeylerle doluydu kafası, daha fazlasına gerek yoktu.
      Rıza Aslan elinde tepsi ile kapıda göründü."Baba ne zahmet ettin" dedi şefkat dolu sesle. Peşinden “Yılmaz iblisi neden getirmedi" diye sordu yapmacık öfkeyle. Acemi tiyatrocuların mimik ve ses eğitimi gibi birbirine taban tabana zıt duygu ve ses tonlarındaydı birbirini izleyen iki cümle. Eğer bir sınıf geçme temrini olsaydı bu mimiklerden çok iyi notlar alırdı Besim. Ses tekrar yumuşadı
    “Gel hele otur şöyle" odadaki Ahmet Oker'in masasının karşısındaki kolçaklı sandalyeye oturttu Hizmetliyi. Yanındaki sandalyeye de kendi oturdu. Elini Rıza beyin dizine vurarak Anlat babacığım dedi. "Bizim Coniler hakkında neler duydun." Rıza bey severdi Besimi, Severdi ama başkalarının işine karışmayı sevmezdi hiç istemediği halde şuan olayların merkezindeydi. Merkezde olmak hep rahatsız ederdi onu.
      “Yok" dedi çekingen bir şekilde."Öyle ahım şahım şeyler değil."
      “Sen anlat hele Besim Bey karar versin önemli olup olmadıklarına." Bu sözler bilgisayar başındaki Memura aitti. Tehlikeli bulduğu Besim’le kırgın olmak iyi olmaz diye karara varmıştı. Bir neden bulup arayı düzeltecekti.
   “Kıymetli memurumuz doğru söylüyor. Sen anlat hele daha sonra önemli olup olmadığı kararını veririz." Memur istediğini elde etmiş gibiydi. Besim bey kahvesinden koca bir yudum içti. Rıza baba içinde bulunduğu çıkmazdan kurtulmasının bildiği her şeyi anlatmakla mümkün olduğunu anlamıştı.
      “Bizim halkımız bu Amerikalıları hiç sevmedi" diye söze başladı. "Akşam Camgöz Rasimlerle, Dombay Mustafalar bizdeydi. Rasim, bizim köyden bilirsin. Hani sol gözünü askerdeyken sakatlamıştı da yerine cam göz taktıydılar. Yukarıda Çulhanlar’da üç beş zeytinliği var." Besim ve diğerleri köylüleri pek bilmezlerdi. Yine de nezareten dinliyorlar Rıza Beyin asıl konuya gelmesini bekliyorlardı. Rıza bey "Dombay Mustafa"nında kimlerden olduğunu ve ne şekilde askerlikten tertibi olduğunu anlattıktan sonra asıl konuya geldi.
      “Senin Amerikalılar -senin kelimesinin yanlış çağrışımlar yapabileceği aklına gelmişti- yani lafın gelişi "senin Amerikalılar" o kocaman siyah arabalarıyla oralarda geziyorlarmış." dedi. "Köylüler 'ne mahremiyetimiz nede gizli bir sırrımız kalmadı' diyorlarmış. Bütün civar köylerini dolaşıp her bir şeyin fotoğrafını çekiyorlarmış. Hatta bir keresinde köyün gençleriyle küçük bir tatsızlık bile yaşanmış" dedi. Besimin Rıza babanın anlattıklarına bir cümlelik yanıtı oldu.
      “Ben konuşurum onlarla." Yazdığı sevk kağıtlarını yazıcıdan çıkaran memura döndü.
      “Mehmet Bey, lütfen Müdürümüz yerindeyse imzalatır mısınız?" dedi. “Tabii... Görevi..."Ahmet Bey gene söz arasındaydı."Eğer hala gelmediyse getirin "adına" deyip ben imzalayayım. "Sonra Rıza babaya dönerek “Allah’ın gariplerinden ne istiyorlar" dedi. "Yabancı bir ülkede olsak bizde merak eder her şeyin fotoğraflarını çekmek isterdik." Sözlerindeki genelliği farketti "yani ben onların memleketlerinde olsam bolca fotoğraf çekerdim" diye sözlerini düzeltti. Besim, konunun kapandığını anlamıştı ve lafı daha fazla uzatmanın bir anlamı yokt, konuşulanlara itibar etmeden dışarı çıktı. Çıkarken de “Ben muhasebedeyim" dedi.

      Az sonra elinde imzalanmış kağıtlarla Mehmet Bey içeri girdi. Elindeki kağıtları sallayarak Besim beyi sordu. "Muhasebede" yanıtını alınca ayaküzeri aralarında konuşmaya başladılar. “Bu adam amma değişti" diyen Ahmet Oker'e yanıt az önce zılgıtı yiyen "imam efendiden geldi."Ne zaman o kadın geldi Bizim Besim bey değişti. Eski silik, pasif, alkolik Besim gitti, yerine sözünü esirgemeyen Besim Bey geldi. "bey" kelimesi özellikle vurgulanmıştı. Derinden "ahh aşk... minel aşk "sözü gelince Rıza baba yerinden doğruldu. Elinde her zaman ki sarı bezi vardı, içinden gelen bir kaç kelimeyi söyleyip diğerlerinin verebileceği yanıtları dinlemeden çıkacaktı.
      “Besim Bey asıl şimdi bey oldu. Eskiden çok içerdi, ezilirdi, kendini ezmelerine izin verirdi ama şimdi olması gerektiği gibi." dedi ve odadan çıktı. Peşinden de Memur, “Belki acildir" diyerek elindeki sevk kağıtlarını gösterdi. Rıza babanın peşinden o da dışarı çıktı.

      “Geçen hafta gönderilen çekirdeklerin hesap özetleri sizde miydi Besim Bey? Adam şaşkınlıkla bakakaldı. "Bense sadece bir "günaydın" demenizi bekliyordum" dedi gülerek.  “Anlaşılan Fabrikanın işlerini bitirmeye niyetlisiniz" Kızda gülümsedi. “Kusura bakmayın deminden beridir aranıyorum. Bulamadım" aklına aniden gelmiş gibi."Günaydınınıza bir çeyrek fazla günaydın" dedi. Besim masasına yürüdü. Eğildi en alt çekmeceden bir kağıt çıkardı."Buyurun." Genç kadın yerine oturdu.
      “Ben, birçok kereler söyledim, dinletemedim." Adam oturmuş masasında çalışmaya devam eden genç kızı izliyordu.  "yeni model bir bilgisayar alalım diyorum" dedi. Sonra gülümseyerek kendi sözlerini tamamladı “Sizin gibi çalışkan elemanları varken hayatta yeni bir şeyler almazlar" dedi. Kız başını kaldırdı. Bir sitem miydi yoksa bir iltifat mı anlamamıştı. Yalnızca gülümsemekle yetindi.
      “Söyledim" dedi."Bu yıl geçti sayılır, gelecek yıl alırız diye söz verdi Müdür bey" dedi. Eh bu da bir gelişme sayılırdı. “Bu arada söylediklerinizi iltifat kabul ediyorum." Evet, Besimin muhasebe işlerini yalnız başına yürüttüğü zamanlarla şimdi arasında dağlar kadar fark vardı. İşler "daha sonra halledilir" diye herhangi bir şekilde her hangi bir köşeye atılmıyordu artık. Günü gününe izleniyordu. Evraklar dosyalar, klasörler elden geçmişti. Besim, edilebilecek en tehlikeli cümleyi hem de hiç ilgisi yokken sarf etti.
      “Gülümseyince O'na o kadar çok benziyorsunuz ki." Ok yaydan çıkmıştı artık. Söylemediği sözlerin efendisi olan Besim Ağzından çıkan sözün savunucusu durumuna düşmüştü bile. Durumu nasıl kurtaracaktı.
   “Şey geçen gün izlediniz mi bilmem" bir kurtarıcı bir mucize arıyordu. "Hani televizyonda..." Allah’ım biri yada bir şey  " Mankenlerden biri gazetelerde çok sık resmi çıkıyor ya" Aklına sevk kağıdı geldi. İçinden "Hadi Mehmet beyim benim" derken kapı çalındı. Beklediği mucize gerçekleşmiş Rıza Baba elinde sevk kağıdı kapıda dikiliyordu. Kurtarıcısına sarıldı
      “Tamam mı? Müdür imzaladı mı?" Rıza Babanın yanıt vermesine gerek yoktu. Elinden kapar gibi aldı. Önce kapıda bekleyen adama  "teşekkür ederim.  Zahmet verdim" dedi. Sonra masasında elindeki işi bırakıp şaşkın bakışlarla kendisini izleyen Yüksel hanıma; Kusura bakmayın hemen gitmem gerekiyor" dedi. Kapıdan çıkarken bir an daha baktı genç kıza. Ufak tefek nüans farkları olsa da benziyordu. Bir şey söylemeden odadan çıktı. Ana kapının hızla çarptığını duydular önce. Peşinden de hızla kalkan otomobilin lastiklerinin gıcırtılı sesini.
      “Giden araçta az önce burada duran kişi mi vardı?" diyebildi neden sonra Yüksel. Rıza Aslan gülümsüyordu. “Evet... Bir isteğiniz var mı?" hala gülümseyen bakışlar karşısındaki kızı yaşındaki gence soruyordu. Bir anlık dalgınlıktan sonra
      “Rıza Bey "O" kim?"  Adam kapıda öylece kaldı. Az önce ki gibi gülümsemiyordu artık. "Anlamadım" diyebildi.
      “Neredeyse bu fabrikada işe başladığım günden beri bir "O" zamiri kullanılıp gidiyor. Kimdir bu "O"...Necidir?" Kaçabileceği yeri kalmamıştı Rıza Beyin. "Kaçamak bakışlarla süzülüp benzetildiğim "O" Ne zaman yaşadı. Nerede yaşardı. Suçlu muydu? Masum muydu?" Sorular ar darda geliyordu. Rıza babada az önce Besimin içinde bulunduğu duruma düşmüştü.
      “Eskiden tanıdığımız ve sevdiğimiz birine çok benziyorsunuz" dedi ve önünde bulunduğu kapıyı açarak dışarı çıktı. Yüksel, Rıza beyden bu konuyu öğreneceğini biliyordu artık. Sadece biraz daha zamana gereksinimi vardı.

         Sertçe kapanan kapı ve neredeyse motorun çalışmasıyla birlikte duyulan lastik seslerini duyunca, İkinci müdür yerinden doğruldu. Dolapla masanın arasından ama perdenin arkasından dışarı baktı. Kapıdan çıkan beyaz opeli görünce rahatladı. Eskiden sarhoşluğu çekilmiyordu şimdi de havaları kaprisleri. Ağzını yayarak "Besim Beymiş!!" dedi. Omuzlarını silkerek devam etti.
      “Ülen beyliği kim kaybetmiş ki sen bulasın" dedi. Kafasını sola çevirince yanına gelen Mehmet Bayramı farketti.
     “Gitti mi?"  "Evet. Ondan başka son model arabaya kim binebilir bizim İşletmede." Söylenme sırası Mehmet Beydeydi. "Pis sarhoş, düne kadar ayakta duramıyordun, bugün bey oldun değil mi ?" Her toplumda var olan günah keçisi işletmede düne kadar Besimdi ama keçi baş kaldırmıştı. İtilip kakılan adam gitmiş yerine en iyi giyinen, en iyi yaşayan, en iyi arabalara binen birisi gelmişti. Horladıkları günah keçileri isyan etmiş Beyefendi olup çıkmıştı.

      Yeni açılan otobanda beyaz opel hızla yol almaktaydı. Sürücü koltuğunda oturan beyaz takım elbiseli adam düşünüyordu. Şimdi mi gitmeliydi yoksa yarın mı? Şimdi gitseydi olurdu olmasına ama hazırlıksızdı. Uzun zamandır görüşmedikleri için elleri boş gitmesi hoş karşılanmayacaktı. Yol boyunca bu düşünceler ve gizli bir heyecan kafasının içinde dolandı durdu. Uzaktan Pınarbaşı’nın sisler içindeki silueti göründüğünde kararını vermişti. Önce bir otele varacak iyice dinlendikten sonra ertesi gün ziyareti gerçekleştirecekti. Bu sayede elleri boş gitmemişte olurdu. Bakalım uzun süreden sonra küçük hanım tarafından nasıl karşılanacaktı.

      Yılmaz mutfağa hızla girdi, bir an etrafına bakındı. Köşede her zaman ki masalarında oturmakta olan Rıza babayı görünce yanına vardı. "Yüksel hanım seni çağırıyor" dedi. Rıza baba bir an karşısında oturan Bekçi Cavit’e baktı. Niçin çağrıldığını tahmin edebiliyordu.
      “İşte, Ben dememiş miydim? Bekçiye bakışları ne yapmalıyım ben şimdi" der gibiydi. Bekçi, aldırma,ne biliyorsan anlat" dedi. "Anlat ki Besim beyi de açıklamalar yapmaktan kurtar."  Bir dakika sonra Rıza efendi birlikte gitmeyi kabul etmeyen Bekçi Cavit hakkında söylenerek muhasebenin kapısını çalıyordu. Gir sesini duyduktan sonra kapının kolunu yavaşça bastırarak içeri girdi.

      “Buyrun, Yüksel Hanım beni emretmişsiniz" kalbinin aşırı ritmi konuşmasına istem dışı titremeler halinde yansıyordu. Hiç beklemediği bir güler yüz buldu karşısında. Emir ne demek Sadece ricamız olabilir ancak" Gülümseme devam ediyordu. "Yerine getirmek ya da getirmemek konusunda da serbestsiniz." Seçilen sözcükler konunun ne olduğunu açıklıyordu. Eliyle koltuğu işaret ediyordu.
      “Lütfen oturun." Cümlenin biri bitmeden diğerine geçiyordu."Bana bir dakika zaman verin şimdi geliyorum." Az önce Rıza babanın girdiği kapıdan çıkıyordu. Adam oturduğu koltukta derin bir "Oh" çekememişti ki Yüksel hanım kapıda tekrar belirdi. Oda da o kadar koltuk ve sandalye varken Rıza beyin sandalyesinin yanına oturdu.
      Beş on saniye süren bir sessizlikten sonra söze ilk giren Rıza Aslan oldu. Her zaman ki alçakgönüllülüğüyle  "Her hangi bir kusur yahut kabalık mı ettim?" Yılların verdiği tecrübeyle alttan alarak konuşuyordu. Bırakın böyle önemli sayılabilecek konuyu olağan konuşmalarda bile Çalışma arkadaşlarından kimse Rıza Aslanın yüksek sesle, kaba saba konuştuğunu duymamıştır. Genç muhasebe şefi Rıza beyin yüzüne bakarak
      “O nasıl söz Rıza baba" dedi. Aniden aklına gelmiş gibi  "Benim geldiğim yerde ciddiyet çok önemlidir. Bu yüzden arkadaşlarımın bazılarının kalplerini kırdığımı bilerek ciddi olmaya çalışıyorum. Bu defa size diğerleri gibi "Rıza baba" dememde bir sakınca yok umarım dedi. Yaşlı adamın yüzündeki gülümseme aradaki buzların erimeye başladığı anlamına geliyordu.
      Kapı çalındı. Yılmaz elinde askısıyla içeri girdi. İçerideki havayı fazla ciddi bulmuş olacaktı ki bir kelime etmeden çayları bırakıp çıktı. Yüksel bir yandan çayının şekerini atıp karıştırırken diğer yandan konuşmaya devam ediyordu
    “Hesaplayamayacak kadar uzun bir zamandır bu işletmedeyim, işimi en iyi şekilde yapmaya çalışıyorum. Çalışma arkadaşlarımı seviyorum ve sevildiğimi de zannediyorum. Yalnızca Besim beyin bana daha farklı yaklaştığını hissediyorum." Bir an durdu.  “Hadi onu geçelim özel bir konu. Ama Besim Beyin dilinden bir kaç defadır  "O" sözcüğü duyuyorum. Ben "O"na çok benziyormuşum. En son sabah söyledi." Sesine karalı bir ton vermişti. Rıza Baba lütfen bana bu "O"nun kim olduğunu anlatır mısın" dedi.
      Rıza baba bardağındaki çayın kalanını bir yudumda içti Söze başlamadan genç kızın yüzüne bakıyordu. Bir zaman kendinden geçmişçesine baktı durdu. Sanki hep yapmak isteyip de yapamadığı bir şeymiş gibi kızın yüzünü inceliyordu. Neden sonra,  “Evet" dedi."O'na çok benziyorsun. Bu benzetmeyi ben bile yapabiliyorsam eski kocası hayde hayde yapar" dedi. Yüksel hanım donup kalmıştı. Bir iki saniye süren küçük bir aradan sonra söze devam etti.
      “Besim bey sizi eski eşi "Necla Hanıma" benzetiyor.
      “Yani Besim bey evliydi ve eşi bana benziyordu. Öyle mi?" Rıza bey kafasını salladı.
      “Evet ama bir farkla. Siz ona benziyorsunuz, o size değil."  Yüksel, yaşlı adamın anlatmasını bekliyordu. Adam dalgın bir şekilde bir zaman elindeki boş bardakla oynamaya devam ettikten sonra anlatmaya başladı.

        “Necla Hanım, bir evin bir kızıydı, hayat doluydu. İnce, kibar, anlayışlı ve yardımseverdi, bu yüzden bütün ilçe severdi. Sokakta oynayan kısa pantolonlu çocuklardan, yatalak ihtiyarlara kadar herkes tanır herkes severdi Necla hanımı. O bu sevgiyi sonuna kadar hak ediyordu. İnanın abartmıyorum; masallardaki iyi kalpli prensesler gibiydi." Adamın gözleri dolmuştu. "Zaman " dedi."Zaman pek çok şeyi siliyor ve unutturuyor. Demek ki öyle bir hanımefendiyi anımsayan bir kaç kişi kalmış koca ilçede." Genç kız bir ara Rıza baba durakladığında araya girmeye niyetlendi ama yaşlı adam tekrar anlatmaya başlayınca sustu.
      “Sanıyorum okul yada sınıf arkadaşıydılar Bizim Beyle. İstetti kızı ailesinden ve evlendiler. Mutlu bir evlilikleri vardı." Bir an durdu.”belki de mutlu bir evlilikleri varmış gibi görünüyorlardı." diye düzeltti cümlesini "Evlendiklerinden bir zaman sonra bir çocukları oldu. Kimse neden olduğunu bilmiyor ama bir gün -doğumu izleyen günlerdeydi- Necla hanım öldü. Nasıl, neden olduğunu kimse bilmiyordu. Bir sabah Besim Bey işe gelmemişti. Müdür bey  -o zamanlar başka bir müdürümüz vardı. 'Asker Ali Çeltikçi' emekli oldu şimdi- evine telefon ettiydi. Necla hanım sizlere ömür dediler. Kocası, sabah ölü bulmuş eşini. Hastaneye, polise telefon etmiş." Rıza bey bir an durdu. Belli belirsiz olan yaşlar göz pınarlarından süzülmeye başlamıştı, burnunu çekti bir an. Adamın anlattıklarından çok etkilendiği belli oluyordu. Bu kere, bir anlık susmasını fırsat bilen Yüksel Hanım araya girmişti.
      “Kusura bakmayın" dedi. Yüksel hanım eski bir yarayı deştiği için üzülmüştü. Yaşlı Hizmetli tahmin ettiğinde daha da duygusaldı.
      “İlçe günlerce çalkalandı dedikodularla. Kimi ecel dedi kimi intihar. Daha ileri gidip Besim beyi cinayetle suçlayanlar bile olmuştu. Hiç kimse bilmiyor doğrusunu. Bilseler de pek bir şey değişmeyecek ya, Allah bilir işin aslının ne olduğunu. Savcılık otopsi istemişti ama Necla hanımın anne ve babası şiddetle karşı çıktılar. Sessiz bir törenle memleketi olan İzmir’de aile mezarlığında toprağa verildiğini duyduk." Rıza baba bir kez daha sustu. Bir kaç saniye süren bu sessizlikten sonra tekrar anlatmaya başladı.
      “Besim bey kendini içkiye, serseriliğe vurdu. Aylarca kimse onu ayık göremedi. O meyhane senin bu birahane benim gezdi durdu. Onun bu halini görenlerin kimi kahrından yapıyor dedi kimi de vicdan azabından. Bu böyle Siz fabrikada işbaşı yapasıya kadar sürdü. Sizin geldiğiniz günlerde kendini toparlamaya başladı." Yüksel hanım
     “Bir kızı var demiştin" dedi. "Ha evet... Besim beyin bir küçük kızı vardı. Talihsiz yavrucak, ne annesini tanıdı ne de babasını bildi. Necla hanımın vefatını izleyen günlerde Besim beyi polis nezarete atmıştı. O günlerde çocuğun ananesi ve dedesi torunlarını yanlarına aldı. İzmir’e götürdü. Daha sonra duyduk ki nüfuslarını da üzerlerine almışlar. Bu konudan Besim hiç bahsetmez. Ara sıra sevk alır İzmir'e. Doktora hastaneye gidiyorum diye İzmir’e gidiyor. Herhalde kızını görmeye gidiyor diye düşünüyoruz biz arkadaşlarla."
      Kadın, öğrenmesi gerektiklerini öğrenmişti. Şimdi etrafında dönüp duran adamı daha iyi tanıyordu ve gizliden hak veriyordu. Yerinden doğruldu, amaçsızca odada bir tur attı. Rıza Aslanın bir kaç adım ötesinde durdu. Hafif yan dönerek sordu.
      “Rıza Baba Allah için söyle ben Necla Hanıma benziyor muyum? Adamın yanıtı bir kelimeden ibaretti.
      “Evet. Saçlarınız kızıl değil de kumral olsa ve biraz daha uzun olsa kesinlikle siz O’sunuz diyebilirdim" dedi. Sözlerini bitiren yaşlı adam burnunu çekerek dışarı çıktı. Yüksel, yalnız kalınca büyük bir yanlış yaptıklarını düşünmeye başlamışlardı. Uygundur diyerek yaptıkları seçim de büyük bir hata yapmışlardı.   
Başlık: Ynt: Anchilea - Kutsal Kalkan
Gönderen: azizhayri - 09 Kasım 2015, 08:52:14
B Ö L Ü M     O N Ü Ç


       Sabah uyandığında her zamankinden daha yalnız hissetti kendini. Uzun yıllar boyunca yalnızlığa damarlarında dolaşan kan gibi alışmıştı. O uğursuz kaza ailesini, anne baba ve kardeşini alıp götürmüştü. Geriye bir kendi birde yaşlı bir dede ve nine kalmıştı. Onlarda yalnızlığa alışamadıklarından bir zaman sonra ailesinin yanına gitmişlerdi. Evlatlarının hasretlerine daha fazla dayanamamışlar, çok sevdiği annesinin, babasının ve kardeşinin yanlarına göçmüşlerdi. Ailesinin ölüm haberlerini aldığı gün ağlamamıştı, gözlerinden bir damla bile yaş dökülmemişti. Daha sonra defalarca aklına getirdiği bu metanete şaşırmıştı. Küçük bir çocuk olduğu halde bir yetişkin dayanıklılığı göstermişti.

      Bir küçük öğrenciydi ilçede okuyan. Ailesi ise yanına geliyorlardı. Okula kayıt olalı üç beş gün oluyordu. “Özledim, çok özledim" deyip çocuk masumiyetinde ağlamaya başlayınca annesi ve babası dayanamamış yanına gelmeye karar vermişlerdi. Sonraki bütün yaşantısı boyunca "keşke onları özlemeseydim ve keşke onları ısrarla yanıma çağırmasaydım" diye pişmanlık duymuştu.
      Bir otomobilleri vardı. Otomobil sahiplerinin parmakla gösterildiği yıllarda güzel bir otomobilleri vardı. Annesinin o kadar itiraz etmesine rağmen babası bir araba satın almıştı. Annesi, alındığı günden beri o arabayı sevmemişti. Çocuk aklıyla neden olduğunu bilmezdi ama şimdi annesine bir kere daha hak veriyordu. Eğer bir otomobilleri olmasaydı ve eğer okula yeni başlayan minik öğrenci "annemi özledim" dediğinde "artık arabamız var binin gelin" demeyecekti. Diyemeyecekti. Şimdi bu yalnızlık ızdırabını duymayacaktı. Dedesi söyleyememişti annesinin ve babasının öldüğünü. Anımsadığı, artık büyüdün, yaşından çok fazla büyüdündü. Dedesinin gözünde gördüğü hüzün pırıltısı her şeyi anlatmıştı. Dedesinin her hangi bir şey söylemesine gerekte yoktu.

      Uğursuz kazanın olduğu günlerin ertesinde de böyle özlem duymuştu ailesine. Öğrenci yurdunda yalnız geçen ilk gecesini anımsadı. Anlaşılan anılar onun yataktan çıkmasına izin vermeyeceklerdi. Yıllardır, bir ibadet, bir ayin gibi yaşadığı bu duyguları sonuna kadar yaşamazsa, ona günü zindan olacaktı. Bıraktı kendini anılardan oluşan ibadetin kollarına.
      İlk yalnız yapayalnız gecesinde ılık sessiz gözyaşlarını silecek bir annesi yoktu. "Benim aslan oğlum hiç bir şeyden korkmaz" diye onu yüreklendirecek bir babası yoktu. Sekiz kişilik odada sadece iki kişiydiler, bir kendi birde kapının hemen yanındaki ranza da yatan arkadaşı vardı. Çok seveceği, sonra nefret edeceği, sonra yine sevip tekrar nefret edeceği arkadaşı vardı. Yakında çok yakında tekrar karşılaşacaklarını hissettiği arkadaşı…
      O kara haberi aldığı günlerde kapının dibindeki ranzada yatan arkadaşı gelip onu teselli etmişti. Omuzlarında ağlamıştı o arkadaşının. Ölüm haberini aldığında dedesinin yanında ağlayamamanın acısını çıkarırcasına ağlamıştı. Hüznü arkadaşının omuzlarına akmıştı gözyaşı olarak.
     Tekrar denedi, yalnızlığını yatağında bırakıp doğrulmak istedi. Şimdiki beni battaniyelere sarmalayıp, on üç yaşında bir çocuk gibi özgür olarak yatağından kalkmak istedi. Yıllardır iliğinde kemiğinde taşıdığı yalnızlık duygusu peşini bırakmadı. Onları ait olduğu yere bilincinin altına itip ayağa kalktı. Pencereye yaklaştı, hep görmeye alıştığı denizi görmesini engelleyen o koca binaya lanet etti.
   Eski ama güzel bir apartmanın en üst katında bir dairede uyanmıştı. Ne zaman gizlenmek istese kendini unutmak, unutturmak istese bu daireye gelirdi. Küçük bir çocukken anne ve babasıyla da bu daireye geldikleri olmuştu. Uzun, çok uzun yıllar öncesinde kerelerce bu dairede kalmışlardı. Her odada her köşede bu ılık hissi duyuyordu. Kimbilir belki de annesi ve babası kendi yaşamının ilk temellerini bu evde atmışlardı.
      Yamaçta, denize paralel olarak planlanmış sokakların birindeydi apartman. Aşağıda alçak görünen diğer apartmanların çatıları seçiliyordu. Daha da aşağıda ise yaşlı dut ağaçları, dutların arasında tek tük göze görünen çamlar ve örnek olsun diye bırakılmış gibi duran bir iki palmiye ağacından oluşan park vardı. Ağaçların ötelerinde ise deniz vardı. Durgun, koyu mavi bazen lacivert renkli deniz vardı.
      Pencereden o kadar uzağa değil de hemen soluna bakarsanız müteahhitlerin gözünden kaçmış iki katlı bahçeli bir görürdünüz. Geniş sayılabilecek bahçesinde uzun olmaları nedeniyle çok uzaklardan bile görülebilecek üç beş kavak ağacı vardı. Bahçeli evinde soluna bakarsanız üst üste yığılan beton binaları görürdünüz. İşte bir yandan hazırlanıp diğer yandan dışarıyı seyreden adam o üst üste yığılmış binaların birine gidecekti.

      Cümle kapısından dışarı çıkarken bu evi kendimi almıştı yoksa babasından mı miras kalmıştı anımsayamadı. Anımsayamadığı kadar eski olduğuna göre babasından miras kalmış olmalıydı. Kapının hemen yanı başında öğle güneşinden kaçarak bir erkek dutun dibinde oturup laflayan yaşlı kadınlara selam verdi. Bu genellikle yapmadığı bir hareketti, son günlerde alışkın olmadığı o kadar çok harekette bulunuyordu ki yadırgamıyordu artık.
      Bir gün öncesi telefonla aramıştı kayınpederinin evini. Kanuni hakkı olduğunu bilmesine ve bilmelerine rağmen izin istemişti kızı için.  “Yarın saat onüç sizin için uygun ise gelir alırım" demişti. Şimdi ise sit alanı olduğu için ellenemeyen İzmir'in en eski mahallelerinden birinde oturan rahmetli eşinin çocukluğunu ve gençliğini yaşadığını söylediği eve gidiyordu.
      Adam, şimdi büyük taşlardan oluşan zemine sahip, dar sokaklardan yürüyordu. Evlerin bir bölümü terk edilmiş ve bakımsızlıktan sarhoş yuvası haline gelmişti. Varacağı eve daha yukarılarda olduğu için kusmuk ve sidik kokan bu sokaklardan bir kere daha geçmek zorundaydı. Yıllardır geçtiği gibi. Adım adım çıktı tüm yokuşları. O fakirliğin ve yoksulluğun her taşına sindiği ara sokaklar gerilerde kalmıştı. Basamak basamak çıkıyor sanki tüm mazisini içine sindirmek istiyordu. İzmir in en eski ve merdivenli sokakları bol semtlerinden birinde oturuyordu merhum eşinin ailesi. "kayın babam" ya da "kayın validem" diyemiyordu. Öğle saatleri olmasına rağmen sokaklar bomboştu. Yalnızca evlerinde temizlik yapan kadınların sesleri duyuluyordu. Kimi kapıyı pencereleri açmış evlerini havalandırıyordu, kimileriyse sonuna kadar açtığı müzik aleti eşliğinde bu işi yapıyorlardı. Yokuşu dikine çıkan sokağın üst başındaki basamakları çıktı ve sola yere paralel uzayan dar sokağa girdi. Sokağa girmesiyle kalp atışları hızlanmıştı.
    İki katlı kesme taştan yapılmış bir evin önünde durdu. Birkaç basamağı çıkıp kapının üzerindeki bronz el şeklindeki tokmağı vurdu. Bir kaç günmüşçesine uzayıp giden saniyelerden sonra bir yanıt gelmeyince elini tekrar tokmağa attı. Tekrar çalmak üzereydi ki içeriden gelen minicik ayak seslerini duyunca vazgeçti.
      “Ben açayım mı anane?" dedi minicik ayak seslerinin sahibi. Salonda en az ev kadar eski vitrindeki porselen fincanları silen yaşlı kadın çocuğa verilmesi gereken yanıtı koltukta gazete okuyan adama verdi.
      “Abidin Bey sen açıver kapıyı." Gazetesini okuyan yaşlı adam sinirli bir şekilde başını kaldırıp gözlüklerinin üzerinden otuzdört yıllık eşine baktı. Her zaman sevimsiz işleri kendisi yapardı, yerinden istemeden kalktı, gazetesini katlayıp yanındaki sehpaya koydu. Terliklerini sürüyerek kapıya yöneldi. Gelenin başka biri olmasını diliyordu ama kapıyı açtığında o sevimsiz yüzü göreceğinden de adı gibi emindi.
      Yaklaşan terlik sesleri yüksek tavanlı holde büyüyor kapıya öyle ulaşıyordu. Adam içinden kapıyı açacak olanın Abidin Bey olması için dua ediyordu. Birden aklına geldi. Nasıl hitap edecekti. Herkes gibi "Abidin Bey" demesi yakışık almazdı. "Baba" da diyemezdi. Kapının sürgü sesini duyduğunda kararını vermişti. Kapı aralığında o kibar yüz göründüğünde içinde gizli bir sevinç vardı.
      “Buyurun Besim Bey" dedi. Kapı onun geçebileceği kadar açılmış yaşlı adam karşısındakinin geçebilmesi için yana çekilmişti. Besim bey yaşlı adamın hiç değişmediğini düşündü. Yıllardır tanıdığı güler yüzlü ve kibar bir beyefendi vardı karşısında. Köklü bir aileden gelen biri olduğu her halinden belli oluyordu.
      “Emeli görmek istemiştim efendim." İşte doğru kelimeyi bulmuştu "efendim" Karşısında duran adam bu kelimeyi en geniş anlamıyla hak eden biriydi. O anda kapıyla dedesi arasında minicik bir baş belirdi. Kısa sayılabilecek kesilmiş saçlarıyla sevimli bir yüz gülümsedi gözlerinin derinliklerine. Ama içeriden duyulan sert bir çağrı anlık görüntünün geri çekilmesine neden olmuştu. Aynı ses aynı tonda
      “Sor bakalım Abidin Bey beyimizin aklına bir kızı olduğu yeni mi gelmiş." İğneleyici sözü duyan yaşlı adam bir "Fesuphanallah" çekti.
      “Kızın şimdi hazır olur. İçeri gel istersen" deyip kapının hareketli kanadını biraz daha açtı.
      “Teşekkür ederim ben burada bekleyeyim" diyebildi titreyen sesiyle. Ne Besim bakabiliyordu Abidin beyin gözlerine ne Abidin Bey Besime. Utangaç genç adam geriye doğru bir kaç basamak inip beklemeye başladı. Yaşlı adamsa kapıyı bir kaç santimetre aralık bırakıp içeri girdi.
   Münevver hanım küçük kızın son rötuşlarını yapıyordu. Saç örgülerini düzeltti, örgülerin uçlarına tokalarını taktı. Sevimli çizgi film kahramanları gülümsüyordu minik kızın saçlarının uçlarında. Elbisesinin eteklerini düzeltti. Bir adım geri çekilerek eserine son bir kere daha baktı. Bir taraftan da tembihlemeye devam ediyordu.
      “Söylediklerimi unutma; koşmak yok terlemek yok, abur cubur yenmeyecek ve kesinlikle üst baş kirlenmeyecek." Çocuk her sözün arkasından “Peki ananecim, olur ananecim demeyi de unutmuyordu. En son söylenense “Koş yukarıdan çantanı getir benim dünya güzeli kızım" oldu.
      “Damadın çok yakışıklı olmuş" dedi Abidin bey gülümseyerek. Tahmin ettiği yanıt sözünü bitirmeden geldi.
      “Şeytan görsün yüzünü" dedi ama bir taraftan da kadınsı merakı uyanmıştı. “O şeytan, torunumuza bir şey yapmasın" dedi “Fesubhanallah, bizim torunumuzsa onun da kızı." Bir anlık bir duraksamadan sonra yaşlı adam sözlerini desteklemek ve kendi gönülsüzlüğünü de belirtmek için sözlerine devam etti. "Hakim verdi o izni biliyorsun elimizden bir şey gelmez." Kocası haklıydı, damadı olacak o herifin yasal hakkıydı Emeli görmek. Arkasından gelen ayak sesleriyle geriye döndü. Küçük kız basamakları ikişerli inmeye çalışıyordu. Kadının gözlerinden bir iki damla yaş süzüldü. “Ne de olsa babası" diye mırıldandı. İkinci kere kapıyı açtıklarında Besim basamaklardan sokağa inmişti. Bu kez Münevver hanımda kapıdaydı. Yaşlı kadın eski damadına etkili olduğuna inandığı küçümser bakışlarıyla baktı. Kocasının dediği kadar vardı, damadı gerçekten iyi giyinmişti. Saçlarından ayakkabılarına kadar alışılmadık bir temizlik ve yakışıklılık içindeydi. Besim birkaç saniyelik utangaçlık kokan telaştan sonra günün ilerleyen saatleri olsa da
      “Günaydın efendim" deyince selamı almamak için içeri kaçar gibi girdi. Sözleri merdivenin alt başından duyulabilsin diye neredeyse bağırarak direktifler vermeye başladı.
      “Abidin Bey, söyle de kızımızın karnını abur cuburla doldurmasın, akşama kızımızı getirmekte gecikmesin." Kızımız kelimesi özellikle vurgulanmıştı.
      Minik adımlar basamakları bu defa yavaş iniyordu. Bir anlık şaşkınlık Besime nasıl davranması gerektiğini unutturdu. Kızının o özlediği sıcaklıktaki elini tuttu, sanki prensese eşlik eder gibi itinayla basamakları inmesine yardımcı oldu. Geldiği yöne yöneldiler, Minik kız sadece el sallamakla yetindi. Münevver hanımsa onların uzaklaştığını görünce tekrar kapıya çıkmıştı. Dudakları usulca kıpırdanıyor dualar okuyordu, elindeyse bir mendil vardı ve istem dışı olarak burnunu çekiştiriyordu.
      Baba ve kız aşağıya hastanenin arka sokağına kadar el ele yürüdüler.  Besimin sokak girişine bıraktığı arabasının yanına varasıya kadar da konuşmadılar. Arabaya bindikten sonra yanına oturttuğu kızına yan gözle bir baktı. Görmeyi umut ettiği pırıltıyı o yıllar öncesinden anımsadığı annesinin küçük bir örneği olarak gördüğü bakışlarda yakaladı.
      “Eee şimdi nereye dehliyoruz." Belirgin bir gülümseme vardı minicik dudaklarda evet buzlar erimeye başlamış gibiydi. Koca bir günü kızı ile baş başa geçirecekti. Önce bir fuar yapalım diye düşünüyordu. Kızına da sorup ondan “Siz daha iyi bilirsiniz babacığım" yanıtını alınca yönünü Basmane’ye fuara doğru çevirdi.


      Münevver hanım bir pencereye çıkıyor bir kapıyı açıp kapı sahanlığından bakıyordu dışarıya. Hayat arkadaşı Abidin beyde endişeleniyordu ama hanımına belli etmemeye çalışıyor, sabahtan beridir küçük ilanlarına kadar okuduğu gazetesini tekrar okuyordu. Gereksiz olduğunu bilerek, “Akşama ne hazırladın diye bile sormuştu. Gereksiz olduğunu biliyordu çünkü ıspanaklar önünde ayıklanmıştı. Duvardaki saat iki kısa vuruş yaptı. Kadın
      “Saat beş buçuk oldu, ya katil adam torunumuzu kaçırdıysa" Adamında aklına gelmiyor değildi hani. Kendi kızı alsa gitse ne diyebilirlerdi.
      “Olur mu öyle şey" dedi eşini teselli edebilmek için. “Olur mu hiç Mahkeme kızın vesayetini bizlere verdi, mahkeme kararı olmadan da alamaz.  "Peşinden konuyu değiştirmek için "Sabah kapını çalan adam da hiç katil tipi var mıydı?" dedi.  Abidin Bey gerçek anlamıyla bir İzmir beyefendisiydi Tanıyan bilen herkes bunu kabul ederdi. Bırakın kabalaşmayı herhangi bir kimseye karşı sesini yükselttiğini bile gören yada duyan olmamıştı. Ve etrafına kendini "beyefendi" olarak tanıtabilmek için hiç bir özel çabada göstermiyordu. Efendilik, genlerinden gelen özelliklerin yetişmeyle muhteşem bir uyumunun dışa vurumuydu yalnızca. Yaşı altmışlara yaklaşmıştı ama atletik ve bakımlı bedeni sayesin de hiç göstermiyordu.
   Oturdukları eski ama bakımlı evde doğmuştu. İzmir'in köklü okullarından Atatürk Lisesini bitirmiş oradan da o yıllar da yeni kurulmuş olan Ege Üniversitesinde okumuştu. İzmir'in ilk üniversitesinin o yıllarda var olan iki fakültesinden biri olan Ziraat Fakültesinden mezun olmuştu. Her zaman rahmetle anardı dedelerini, onlar sayesinde iyi yetişmiş, iyi okullarda okumuştu. Onların bırakmış olduğu yüksek tavanlı evde rahat ve huzur içinde oturuyorlardı.
“Vay beyim vay" dedi hanımı kinayi bir şekilde. ”Ben acaba ne oldu diye yiyip bitireyim kendimi beyimiz elinde gazetesi keyif sürsün." Adam oturduğu koltukta bıyık altından gülümsedi. “Gel benim minik kedim gel" dedi. Yaşlı kadının kaşları numaradan yapıldığı belli olacak bir şekilde çatıldı.
      “Gülme öyle alay eder gibi" dedi.” Akşam oldu hava kararıyor, çık bir dolaş" Ses biraz daha kızgınlaşmış gibiydi "Torunuma ne oldu diye hiç mi merak etmiyorsun." Adamın sesi ise aksine teskin edici özellikteydi. “Merak etmez olur muyum? Ama biraz daha geçsin hele" dedi. Kadın yalnız kaldığı zamanlarda taa ilk evlendiği yıllardan beridir yaptığı gibi geldi. Erkeğinin dizlerinin dibine oturdu.
      Ailesi tarafından bir erkeğe -önce babaya sonra kocaya- bağlılık ve saygı içinde bir ömür sürmek üzere terbiye almıştı. "Önce saygı sonra sevgi" diye öğretmişlerdi. Kocasını ilk gördüğü günden beri önce saymıştı sonra sevgi duymuştu. Otuz yılı aşmıştı evlilikleri ve sevgiden yada saygıdan eksilen yoktu. Tıpkı şimdi olduğu gibi ellerini kocasının ellerine verir dizlerinin dibinde huzur içinde otururdu Bazen Abidin beyin uzun eklemli parmakları şimdi beyazlamış ve seyrelmiş olan saçlarında dolaşırdı.
      “Kazım yaşasaydı 34 üne basacaktı değil mi?" dedi yaşlı kadın. Adam kafasını sallamakla yetindi. Kazım ailenin ilk çocuğuydu. Ancak bir kaç gün yaşamıştı. İlk çocuklarının ölümünden sonra yıllarca ikinci bir çocuğun yolunu gözlemişlerdi. Adam karısının da gözlerinin dolduğunu biliyordu. “Hadi hanım ocağa bakıver de yemek taşmasın" dedi. Eşinin ağladığını görmesini istemiyordu.
      Dışarıya karanlık iyice çökmüştü. Evin bir kaç metre ilerisinde merdivenle üst sokağın birleştiği köşedeki sokak lambası da yanmıştı. Adam karısına duyurmamaya çalışarak dış kapıyı açtı, sokağa çıktı. Mahallenin delikanlıları daha köşelerine çıkmamışlardı. Yıllardan beridir sokak lambasının ışığında toplanırlar küçük bir "T" oluşturan köşede şamata ederlerdi. Rahmetli dedesinin evi yaptırırken özellikle koydurduğu o kocaman taşta gençlere bu konuda yardım ve yataklık ederdi.
      Taşın üzerine çıktı. Madem gençler henüz çıkmamışlardı onlar gelesiye kadar boş bırakmamış olurdu taşın üzerini. Uzun çok uzun yıllar önce yıldızlar kadar uzak gençliğin de yaptığı gibi. Çömeldiği taşın üzerinden hem merdivenli sokağı hem de onu dik kesen üst sokağı görebiliyordu. Başını bir merdivenlere, bir sokağa yöneltiyordu. Geçmişin çağrışımları ise hiç etmediği kadar rahatsız ediyordu yaşlı adamı.

      Üniversiteden genç bir Ziraat Mühendisi olarak mezun olduğunda Memuriyete atılmıştı. İlk görev yeri Aydın’dı. Bir yıl kadar İl merkezinde görev yaptıktan sonra ilçede kurulan ilçe Ziraat odasına, Ziraat müdürü olarak atanmıştı. Annesinin bütün yalvarmalarına karşın babası oğlunu İzmir’e getirtmeyi düşünmüyordu.
      “Gurbet hayatın ta kendisidir" derdi babası Kazım Bey. Annesi de o zaman evlendirelim oğlumuzu diye tutturmuştu. Kızda hazırdı zaten annesine göre. Alt sokakta oturan "Abdüllatif Beyin kızı Rukiye." Abidin Bey ise bir düğünde tanıdığı uzun saçlı uzun boylu zarif bir kıza vurulmuştu. Emekli olasıya kadar da o ilçede yerleşip kalmıştı.
      Daldığı anılardan sıyrıldı. Bir kere daha sağa sola baktı. İşinden evine dönenler merdivenleri çıkmaya devam ediyorlardı. Hemen hepsi, emekli Abidin beylerine selam veriyorlardı. Dalgınlığı anında "selamını almadığım kimse yoktur inşallah" diye aklından geçirdi. Sokaktan geçenler "iyi akşamlar" dilemeye devam ediyordu ama beklediği gibi çocuklu adam silueti görünmüyordu. Endişelenmeye başlamıştı, karısının dedikleri doğrumu çıkacaktı yoksa. Evlat acısını bir kere daha mı duyacaklardı, bir sigara daha yaktı. Hanımının yanında olmadığına şükretti, yoksa sağ olsun dilinden kurtulamaz doktorun söylediklerini bir kez daha hanımından dinlerdi.
      Tekrar baktı merdivenli sokağın boyunca. Aşağıda ışıkla gölgelerin birbirine karıştığı sokağın başlangıcında bir gölge gördü. "İnşallah onlardır" diye temenni etti Gölgenin bir erkeğe ait değil de bir kadına ait olduğunu fark ettiğinde hayal kırıklığı yaşadı. Gölge ve elini tuttuğu çocuk yanlarından geçerken çoğu akşam kapılarının önlerinden geçen aşina olduğu kimseler olduğunu anladı. Taşıdığı endişenin içinde büyüdüğünü hissetti.
      Sigarası bitti, gölgeler iyice belirginleşmeye başladı, neredeyse müezzinler yatsı ezanını okumaya hazırlanıyor olmalıydılar. Bunca yıllık hanımı haklı mıydı yoksa, gelip geçenler seyrekleşiyorlardı. Az önce iki genç yanlarından geçmişti. Köşelerinin asıl sahibi olan gençler her zaman saygı duydukları adamın orada olduğunu görünce kısa bir hal hatırdan sonra yürüyüp gitmişlerdi ve sokak boyunca hala torununun gölgesini göremiyordu. Karısının haklı olabileceği fikri içinde iyice kökleniyordu. Hakim izin vermiş olsa bile o izin kendisi tarafından verilmeyecekti bundan sonra. Kibarca gerekçeler uydurarak "hayır" diyecekti eski damadına. Ciddi olarak ne yapması gerektiğini düşünmeye başlamıştı artık.

      Hemen bir üst sokaktaki mescitten gelen ezan sesi geldiğinde polise gitmeye karar vermişti, okunan yatsı ezanı biter bitmez karakola gidecekti. Polise haber verecekti vermesine ama ne diyecekti. “Torunumu babası, öz babası kaçırdı" mı diyecekti." Polis ciddiye alır mıydı bir yaşlı adamın sözlerini. İçinden o minicik yavru için dualar ederken gözü ne zamandır orada olduğunu bilmediği pencerede duran eşine takıldı. Eşinin hep evlat acısı çektiğini, hayat arkadaşının bir kere daha böyle bir acıya dayanamayacağını düşündü. Gözleri doldu bir kere daha. Sadece eşi miydi? Böyle bir acıya dayanamayacak olan. Pencerede duran hanımına belli etmeden gözlerini elinin tersiyle sildi.
      İki yeşil göz aklına geldi. Kızlarının minik bir kopyası olan bir yüz aklına geldi. Allah kızlarını kendi katına almıştı ama geriye onun küçük bir örneğini bırakmıştı. İşte biri kapı önünde diğeri pencerede aynı endişelerle çarpan iki yaşlı yürek bunun için belli belirsiz dualar ediyordu.

      Allah dualarını kabul etmişti. Uzakta merdivenlerin alt başında biri uzun diğeri kısa iki gölge çıkıyordu merdivenleri. Fısıldadı "Şükürler olsun geliyorlar" diye. Pencerede duran eşi heyecanla sordu. “Neredeler" Eliyle aşağıyı gösterdi. İki gölge önce görünüyor sonra basamakları çıktık sıra kayboluyorlardı sonra iki gurup basamak arasında daha da büyümüş halde gene görünüyorlardı. Adam, bir an hiçbir şey söylemeden çocuğu kapıp içeri kaçmayı aklından geçirdi. Kendisine yakıştıramadı. İçinde, sorumsuzluğa karşı büyüyen öfkeyi bastırdı. Kafasını tam aksi yöne çevirip hanımına bakmak istedi ama eşi çoktan içeri girmişti. Emindi ki hıçkırarak ağlıyordu. Aradaki son düzlüğe vardıklarında Emel koşmaya başladı.
      “Büyükbaba, büyükbaba." Koca adam utanmasa koşacaktı. Sadece çömeldi.  Bu yaşlı ve heyecandan titreyen bacakları için daha iyiydi. Ellerini açtı. Kendini tutmaya çalıştığı halde iki damla küçük kızın kabanına düştü.
      “Kusura bakmayın efendim, geç kaldık."  "Lanet olsun sana sorumsuz adam. Mutluluğumuzu yeteri kadar bozmadın mı?" demeyi öyle çok isterdi ki.  Diyemedi, ağzını açıp hiç bir şey demedi. Suskunluğunun daha iyi bir yanıt olduğunu damadının bildiğini biliyordu Boynuna sımsıkı sarılmaya devam eden yavruya "Hadi babanla vedalaş" dedi. Küçücük ayaklar bu defa babaya koştu, kollar sımsıkı sarıldı. Büyükbaba cümle kapısında içeri çağırasıya kadar bu sahne devam etti.
      Genç adam az önce çıktığı merdivenleri daha ağır adımlarla iniyordu. Pencerede kendini izleyen yaşlı adamın bakışlarında bir gölge haline geldi. Bir zaman sonrada gölge karanlığa karıştı. İçeride ise minik beden, gün boyu yaşadığı heyecanları, sevinçleri ananesine ve büyükbabasına anlatıyordu.
Başlık: Ynt: Anchilea - Kutsal Kalkan
Gönderen: azizhayri - 10 Kasım 2015, 08:16:33
                         B Ö L Ü M    O N D Ö R T

       “Nene, babam gelirken bana o renkli boyama kitaplarından getirecekmiş" çocuğun sesi ne kadar umut doluysa nene diye seslendiği babaannesinin o kadar aksiydi.
      “Ne edeceksin kitabı sanki mektebe gidiyormuş gibi. Sonra çizdiğin duvarları ben temizliyorum annen değil. O babanda sana fazla yüz verdi zaten" Yaşlı kadın her konuşmadan veya her hareketinden sonra uflayıp pufluyordu. Mutfak bankosunda az önce doğradığı arapsaçlarını geniş bir plastik kapta yıkıyordu. İki eliyle daldırıp çıkardığı yeşil yapraklı yığınları lavabonun içindeki eski bir tabağın üzerindeki süzgüye bırakıyordu. Bir ara başını hafifçe çevirdi, köşedeki divana baktı ve bakmasıyla çığlık atması bir olmuştu.
      “Dur Yezit, örtü kesilir mi hiç" Mutfağın bir duvarının kenarında yer yokluğundan konulmuş bir somya vardı. Demir somya, üzerine döşenmiş düz ve enli tahtalarla divan haline getirilmişti. Özellikle sıcak yaz gecelerinde yaşlı kadın bu somyada mutfakta yatıyordu. Bu sayede yanlarında barınır gibi kaldığı oğlu ve gelinini de fazla rahatsız etmemiş oluyordu. Küçük çocuk elinde bir bıçak somyanın örtüsüne koyduğu yaprakları keseceğim diye uğraşıyordu. Kısacık saçlarıyla oğlan çocuğu gibi duran çocuk eylemine devam edince daha güçlü bir sesle tekrar bağırdı.
      “Kadriye! Allah cezanı..." bir an durdu, kendi adını taşıyan birine ağır konuşamazdı.  "Bırak elindeki bıçağı diyom sana" Son çare olarak elin deki doğranmış arapsaçı yapraklarını bırakıp çocuğun yanına gitti. Bıçağı aldı, çocuğun eline sertçe vurdu. “Velet çık birazda bahçede oyna." Bu son söylediği cümle, daha sonra söylediğine bin kere pişman olacağı cümleydi. Süzgüden süzülen yaprakları kısık ateşteki tencereye doldurmaya başladı.
      Kısa saçlı çocuk, bir müddet dar uzun bahçede oynadı. Annesi bir oğlan çocuğu beklemişti, beş kız evladı sahibi bir aileden geliyordu. Babaları her seferinde erkek çocuk ummuş ama karısı kız doğurmuştu. Sırf bu yüzden babasının, kendisini, kardeşlerini ve annesini sevmediğine inanıyordu. Bu yüzden eğer bir kız çocuğu olursa kocasının da onu sevmeyebileceğini düşünüyordu. Bu yüzden bir kızı olunca Fatma gelin onu bir erkek gibi yetiştirmesi gerektiğini düşünüyordu. Kısa saçlı yavrucak bunları bilecek ve düşünecek yaşta değildi. Erkek berberinde üç numara saç tıraşı oluyordu. Erkek elbiseleri giyiyordu. Oyuncakları bile erkek çocuğu oyuncaklarıydı.
      Yaşlı kadın, kocası rahmetli olduktan sonra çocuklarının yanlarında kalıyordu. Kendine ait evde birlikte oturalım diye en büyük oğlu yanına almıştı. İlk zamanlar iyi geçinmiş sonradan sonraya büyük oğlunun karısı, kaynanasını istemez olmuştu. O gün bugündür evlatları arasında gezer dururdu. En küçük oğlu evlendikten sonra ise onların yanında sürekli kalmaya başlamıştı. Oğlu ve gelini birlikte çalıştığı için kendi torununa bakıcılık eder duruma düşmüştü. Bu yüzden onlar çalışıyorken veya gece vardiya sonrasında dinlenirlerken ev işleri ve Kadriye’nin bakımı ondaydı. Hem mutfakta uğraşıyor hem de pencereden bakıp bahçede oynayan çocuğu kontrol ediyordu. Minik canavarla ne içeride nede dışarıda baş edemiyordu artık. Şükür ki gelininin gelmesine ise dakikalar kalmıştı.
      Üşenmeden yürüdü, salonun duvarındaki saate bir kere daha baktı. Üçü yirmi geçiyordu. Az sonra caddeden geçen servis otobüsünün motor gürültüsünü duyardı. Zaten bu yüzden jandarmaya olay sırasında saatin kaç olduğunu rahatlıkla söylemişti. Salondan mutfağa tekrar geldiğinde alışkanlık gereği pencereden dışarı baktı. Bahçede hep pencerenin önünde oynayan torununu göremedi. Aklına ilk gelen bir köşede oynuyor olabileceğiydi. Kafasını uzatıp dikkatlice bakındı, gene göremedi. "Ne muzurluklar yapıyor acaba diye düşündü. Elinde tahta kaşık haşlansın diye kısık ateşe koyduğu tencereyi bir kere daha karıştırdı. Adaşını aramak için dışarı çıktı. Kapıyı açarken kendi kendine söylenip duruyordu.
      “Yarın ortanca kızımın yanına gideceğim biraz olsun rahat ederim" diyordu. Ortanca kızım dediğinde pos bıyıklı alaycı damadı aklına geldi bir an vazgeçmeyi düşündü. Bahçe duvarıyla evin arasındaki boşluğu geçti. Ev sahibinin eşyalarını bıraktığı köşeye yöneldi. Bir şeyler bulmuş bir köşede oynuyordur diye kendini teselli etmeye çalışıyordu ki o zaman dışarıdaki arabayı farketti.
      Araba, yaşlı kadının dikkatini bir anda dışarı yöneltmesine neden olmuştu. Köy kızı olduğu için arabalar arasında ayrım yapamazdı bir taksiler vardı bir de kaptıkaçtı türü olanlar. O arabada her gün her yerde görülebilecek türden bir araba değildi. Jandarmaya verdiği ifade de bu yöndeydi zaten. “Büyük ve siyah renkli eski zaman arabaları gibi bir arabaydı" demişti sadece. Yaşlı kadın kafasını çevirip arabaya baktığın da torununu siyah gözlüklü ve siyah takım elbiseli bir adamın arabaya bindirmeye çalıştığını farketti. Adamın elinde sürüklenir gibi götürülen çocuk bir ara başını çevirerek kendisine bakan nenesine gülümseyerek
     “Nene bu amca beni arabasıyla gezdirecek" demişti.  "Öyle zorla götürülüyormuş" gibi de değildi zaten" demişti bin tane soru soran jandarmaya. Sonra siyah araba ok gibi fırlamıştı. Hatta servis otobüsünden inen bir gurup kadın işçi karşılarından son sürat gelen siyah araba tarafından ezilmemek için kendilerini zorlukla kaldırıma atmışlardı.
      “Bilseydik" demişlerdi çok daha sonra ve bu konu her açıldığında soranlara; “Bilseydik önüne atlar gene durdururduk." Araba bir anda Laleli beldesini ana yola bağlayan stabilize yolu aşıp karayoluna çıkmıştı bile.
Başlık: Ynt: Anchilea - Kutsal Kalkan
Gönderen: azizhayri - 11 Kasım 2015, 08:14:52
B Ö L Ü M   O N  B E Ş


    “Sabah kahveleriniz geldi." Yılmaz, belli belirsiz bir el alışkanlığıyla kapıyı tıklatıp içeri girmişti. İşletme müdürü, ellerini ensesinde birleştirmiş yere basan tek ayağıyla koltuğunu bir sağa bir sola döndürüp duruyordu. Karşısında gevrek gülüşleriyle ve sapsarı dişleriyle Mustafa Ali onun keyfine katılıyordu. Genç çaycı önce kimin servisini yapması gerektiğini iyi biliyordu. Bunun zılgıtını ilk işbaşı yaptığı günlerde yemişti. Bu nedenle önce Birol beyin kahvesini verdi, sonra Mustafa Ali’ninkini. Ziraat teknisyeni ise gene altılı ganyanı nasıl kaçırdığını anlatıyordu. Yılmaz odadan çıkarken faks ötmeye başladı.
     “Hayırdır inşallah" diyerek Birol bey tekerlekli koltuğunu masasının sağ yanı üzerindeki faks cihazı yönüne hareketlendirdi. Bir saniye sonra Mustafa Ali Kırmaz da faks cihazının üzerine eğilmişti. Çalışanları ile araya mesafe koymasını iyi bilen kurum müdürü “Kusura bakma Mustafa Ali’ciğim 'Hizmete Özel' yada 'Gizli' olabilir demişti. Ama Mustafa Ali aldırmamıştı İsminin sonuna eklenen "çiğim" ekinden cesaret almış gibiydi.

      “Aman müdürüm 'çok Gizli' olacak değil ya" demişti. Makinenin merdaneleri arasından çıkan kağıdı bir çırpıda kesip koltuğuna gömüldü Birol Bey. Sanki odada kimse yokmuş gibi davranıyordu. Mustafa Ali daha fazla ısrarcı olamazdı. O yüzden kahve için kendisine küsmüş gibi davranan amirine teşekkür edip odadan ayrıldı.
      Mehmet Bayram içeri girdiğinde Mustafa Ali kilometrelerce yol gitmiş buharlı lokomotif gibiydi. Mehmet Bayramın selamını sadece homurdanarak almıştı.
      “Hayrola Mustafa Ali, canın sıkkın gibi" deyince olanları kısaca anlattı. “Bir faks uğruna sabah sabah sepetlendik" dedi. Mehmet Bey bilmiş gülüşüyle “Ayıp ediyorsun" dedi. Şimdi ne olduğunu öğrenirim ben "Memur odası ile Müdür beyin makamı arasındaki kapıyı tıkırdatıp yanıt beklemeden içeri girdi. İki dakika olmamıştı ki dışarı çıktı. Kendini şaşkın bakışlarla seyreden Mustafa Ali bakarak sırıtıyordu.
      “İçin rahat olsun" dedi. Karşısında şişman adamın en büyük korkularından birinin "işsiz kalma" korkusu olduğunu biliyordu. İşsizlik herkesin ortak sayılabilecek korkusuydu.
      “Ne seni ne beni işten çıkaramazlar. Eğer personel sayısında azaltmaya gidecek olsalardı…" sözün burasında bir an sustu arzu ettiği ilginin uyanmasını bekliyordu. Mustafa Ali ise eline düştüğü memurun arkasında sakladığı kağıdı gerçekten merak ediyordu. Beklediği ilgiyi bulunca arkasında sakladığı parlak faks kağıdını uzattı.
      “İşletmeye yeni birini göndermezlerdi." Mustafa Alinin merakı iyice uyanmıştı. Acaba kim ne zaman ve hangi guruba geliyordu. Aradığı soruların yanıtını bulabilmek için Eski imamın elindeki kağıdı yırtarcasına aldı. Kağıdı süratle gözden geçirdi,esli şekilde bir "OHH" çekti. Şuan fabrikada çalışanların en büyük korkusu işten çıkarılmaydı. En küçük işçiden ikinci müdüre kadar herkes- -hatta müdür beyin kendisi bile- o korkuyu yaşıyordu. Mehmet Beye bakarken gözlerinin içi gülüyordu. Sezon sonuna yaklaştıkları şu günlerde bir sezonu atlatmanın mutluluğunu yaşayacaklardı. Öyle ya genel merkez personel indirimine gidecek olsaydı işletmeye yeni birini gönderirler miydi?  Kendi kendine konuşur gibi "herifin torpili epey kuvvetli olmalı aralık ayında çırçır fabrikasında göreve başlıyor" dedi. Çok uzun zamandır fırçalanmayan dişler tombul yüzündeki kocaman ağızda belirmişti yine.
      “Şuradan çay söyle de "Ohh" çayı içelim" dedi. Bir bakkaldı babası ama siyasetin içinde herhangi bir bakkaldan çok ileriydi. Babası sayesinde işten atılma yada işsizlik sorunu yaşamayacağını biliyordu ama yine de endişeliydi. Nasıl olmasın ki, koskoca İşletme müdürü bile -eğer edebiyat yapmıyorsa- yerini sağlam görmüyordu, göremiyordu. Dışarıdan gelen bu kişi kadro indirimine gidilmeyeceğinin kanıtıydı.  Mehmet Bayram’da belli etmiyordu ama oda içinden derin bir "Ohh" çekmişti. İşsiz kalmazdı, ama emekliliğine aylar kalmışken dağ köylerini gezip imamlık yapmak zor olurdu. O sırada iç hat telefonunun sesi kısa kısa çaldı. Mehmet Bey telefon ahizesini yerine koyarken
      “Birol bey seni çağırıyor" dedi Mustafa Ali beye. Mustafa Ali bir an şaşırdı. Elinde ne zamandır tuttuğu boş bardağı sehpaya bıraktı. İçindeki merak duygusunu doyurmalıydı.


      İçeri girdiğinde Müdür bey dışarısını seyrediyordu. Odası köşede olduğundan hep ana caddeye hem de ara sokağa bakan pencereleri vardı. Adam, döner koltuğunu çevirmiş oturduğu yerden tül perdelerin arkasından dışarıyı seyrediyordu. Daha müdür olmadan çok zaman önce bir Amerikan filminden etkilendiği bu sahneyi sıkça kullanıyordu. Kapı sesini duyunca koltuğunun yönünü hızla çevirdi. Dalkavukluk yaptığını bilerek karşısındaki iri yarı bedeni kucakladı. Kendi mevkisinde olan birinin övgüye de ihtiyacı vardı. Ara sıra haddini bildirmek gerekiyordu ama yine de seviyordu Mustafa Aliyi. Gülümseyerek
      “Gel Mustafa Ali” Sanki yarım saat önce aralarında hiç bir şey geçmemişti. “Yeni bir pamuk eksperimiz daha oldu" dedi. Ondan sonrada müdür beyin makamındaki çoğu kişinin dinlediği şeyleri sıraladı. Mustafa Ali, Müdüründen bilmem kaçıncı kere dinlediği bu "çalışanları yönetmenin zorluğu" üzerine konuşmayı tekrar dinlerken kapıdan görünen Mehmet Bayram onu bu sıkıntıdan kurtardı.
      “O geldi" dedi. İlk önce anlamadılar. Sonra yeni elemanın yazı ile birlikte gelmesine şaşırdılar. Ya yazı geç kalmış olmalıydı ya da kişi çabuk gelmiş olmalıydı.
      “Bekletme" dedi Mustafa Ali Bey. İçeri al" derken Müdür yüzüne baktı. Sezonun bitmesine yakın zamanda kendi atamasını yaptırtabilen bu kişiyi bir an önce tanımak istiyordu ama “Arkadaşa 'toplantıda' olduğumuzu söyle ben sonra içeri çağıracağım" dedi. Mustafa Ali hatasını anlamıştı. Kim ne derse desin Birol Bey bu işleri iyi biliyordu. Önce kendilerine çeki düzen verdiler. Yüzleri gülmüyor ciddi işlerin adamlarıymış gibi kaşlarını çatıyorlardı. Her şey hazır olduktan sonra iç telefonla arkadaşı içeri çağırdılar.

      Memurun boyu kısaydı belki ondan olacak Mehmet beyin arkasından uzun sayılabilecek boyda bir beden içeri girdi. Boyu neredeyse Mustafa Ali kadar vardı. Oval sayılabilecek bir yüz ve ondüle makinesinden yeni çıkmış gibi duran dalgalı saçları vardı. Dudağının üzerinde takma imiş yada yeni bırakılmış gibi duran bıyıkları yüzüne ayrı bir hava veriyordu. Bir kot pantolon üzerinde oduncu gömleği denilen türden kareli kalın pamuklu kumaştan gömlek giymişti. Ayağındaki spor ayakkabılar özgürlüğüne düşkün bir kişiliği yansıtıyordu. Eli ayağı düzgün yakışıklı ve kibar olduğu her halinden belliydi. İçeri girince
     “Kıyafetimi mazur görün" diyerek söze başladı. İlk kez tanışıyor olsalar da adamda ilk tanışmanın ister istemez oluşan sıkıntısı yoktu." Ben Doğan Denizci; Pamuk Eksperi" dedi. Masanın üzerindeki dosyalara gömülmüş iki kişi önce işlerini bitirmek istiyormuş gibi devam ettiler ellerindeki dosyalara. Bir kaç saniye sonra bakışlarını lütfen kaldırdılar. Ezici olduğuna inandıkları ama bazek kara mizah gibi duran bakışlarla karşılarındaki yeni elemanı tepeden tırnağa süzdükten sonra kendilerini tanıttılar.
      Oynamaya çalıştıkları tiyatro sahnesi bir iki dakika sürmedi bile. Memurun içeri girmesi içerdeki tavırları işletme içindeki disiplin anlayışını ortaya çıkarması için yeterliydi. Hele Müdür; “Bize çay söyleyebilir misiniz" dediğinde memurun tavırları ve davranışları saklanmaya çalışılan laubaliliği ortaya sermişti. Sanki külhanbeyi gibi
      “Emrin olur müdürüm" demişti. Öyle ya İşletme müdürü otoritesini kanıtlamak isterse memurlara da başına buyruk olduklarını kanıtlamaları gerektiği görevi düşüyordu. Birbirlerini tanımak için konuşmalar başladı. İşte, nereli olduğu kimlerden olduğu, hangi okulu bitirdiği, askerliğini nerede yaptığı gibi neredeyse standart hale gelen sorular soruldu. Yaşı otuzların başında görünen genç adam soruları dinledikten sonra hepsini yanıtladı. Sözlerine başlamadan önce ise elindeki büyük boy sarı zarfı uzattı. Birol bey zarfı açınca işe başlayacak olan yurttaşın evraklarını buldu.
   “İşini bilen düzenli biriyle karşı karşıyız" diye düşündü. İlçenin çevre köylerinden biri olan "Doğanbeyli" köyünden olduğunu söylemişti. Babasının eski balıkçılardan merhum Mukadder Reis olduğunu annesini ve diğer akrabalarının kimler olduğunu liseye kadar İlçede okuduğunu anlattı. Müdür bey ise dar odasında meraklı bakışlarla yeni gelen genci tanımaya çalışan Mehmet Bayram’a az önce eline verilen zarfı verdi.
      “Doğan Bey’in işe girişini bugün itibarıyla yapalım" dedi. Karşısında oturan uzun boylu gence dönerek "sizce bir mahsuru yoksa" dedi. Genç adam “Siz bilirsiniz" dedi ve ekledi  ”Benim amacım iş çevresini ve arkadaşları tanımak, resmi iş başını yarın yapmaktı. Bu nedenle gidip daha resmi bir şeyler giyeyim izin verirseniz." Birol Bey "ciddi müdür rolünü "babacan müdürle değiştirmişti bile.
      “Ne önemi var. Biz iş girişinizi yapalım, siz gene çevreyi gezer arkadaşlarla tanışırsınız. Mustafa Ali Bey -en yakın arkadaşım demeyi unutmamıştı- size çevreyi gezdirir." İşletmeye kimin geldiğini duyan Rıza baba kapının hemen dışındaydı. Yeni gelen elemanı görünce neredeyse boynuna sarılacaktı.

      “Doğan bey" dedi. Sesi heyecandan titriyordu. Eller tokalaşırken parmaklar yıllardır görüşmemenin verdiği özlemi silmek için kenetlenmiş gibiydi. Bir dakikalık şaşkınlıktan sonra Mustafa Ali
      “Rıza bey arkadaşı tanıyor musunuz?" diyebildi.
      “Evet" dedi yaşlı adam. Yıllar öncesinden bir dostu görmüş olmanın mutluluğu gözlerinden okunuyordu. “Babası, Allah gani gani rahmet eylesin en iyi dostlarımdan biriydi Kısa süren ölüm adının geçmesinden dolayı oluşan soğukluktan sonra yaşlı adam Doğan beye döndü. “Senden uzun zamandır haber alamıyorduk. En son Van'da diye duymuştuk. Erciş'in köyünde ilkokul öğretmeni dediydiler senin için." Genç adam, “Biraz orada biraz burada dolaşıp duruyoruz. Devlet baba nerede görev verirse oradayız" dedi. Rıza bey
     “Peki, bizim fabrikada işin ne" dedi. Sorunun yanlış anlaşılabileceğini düşünmüş olacaktı ki bir önceki cümlesine açıklama getirme gereği duydu. "Yani görevli misin?" demek istedim" dedi. Yeni gelen eksper gülümsedi.
     “Baba memleketine dönme zamanı gelmişti" dedi. Aradaki konuşmanın daha da uzayacağını düşünen Mustafa Ali
      “İsterseniz görevli olduğunuz bölümden başlayalım" dedi kantar odasını işaret ederek. İki eski tanıdık el selamı ile vedalaşıp ayrıldılar. "Gelmişken çay boşu varsa alayım, küllükleri boşaltayım" düşüncesi ile müdür beyin odasına girmişti. Odada müdürü yalnız buldu. Elindeki telefonu çekmecesine koyduktan sonra
      “Gel Rıza Efendi" dedi. "İşletmedeki yeni gelişmeleri duymuşsundur." Rıza baba meraklı tiplere benzemiş olacağını düşünerek kekeledi “Şey az önce yeni elemanla tanıştık ama ben küllükleri..."
      “Boş ver küllükleri şimdi" diyerek Rıza Aslan'ın sözünü kesti Birol Bolat. “Yeni işe giriş yapan arkadaş buralı olduğunu söylüyor, sen tanıyor musun?" Rıza bey bir soluk aldı Bir ömür boyunca saf gümüşten yada mücevherdenmiş gibi koruyup sakladığı itibarı her hangi bir leke alsın istemiyordu. "Başkalarının işlerine burnunu sokmamaya çalışmak buna dahildi.
      “Evet" dedi belli belirsiz bir gururla. “Kendisini de tanırım babasını da tanırdım. İyi bir aileden geliyor. Babası arkadaşımdı, balıkçılıkla evini geçindiriyordu. Onbeş yirmi kilometre batıda Doğanbeyli köyünden. İlçemizde büyüdü, yanlış hatırlamıyorsam Besim beyin çok iyi arkadaşıydı." Düzeltme gereği duymuştu sözlerine ekledi
      “Kesin konuşmak istemiyorum ama bir zamanlar çok iyi arkadaş olduklarını biliyorum." Zamanın sildiği iyi dostluklardan olduğunu söylemedi. Yalnızca Doğanın niçin döndüğünü merak ediyordu. Onca olan bitenden sonra geçen süre bazı şeyleri soğuması için yeterli miydi? "Umarım Doğan Bey ne yaptığını biliyordur" dedi kendi kendine Rızadan da bir şey öğrenememişti.

      İşletmenin başına geçeli ve ilçeye geleli üç yıldan fazla olmasına rağmen İşletme Müdürü herkesi tanıyamamıştı. Gelen eleman iyi birine benziyordu ama bir görüşte bir karara varılamazdı ki. Tekrar çekmecesinde sakladığı telefonu çıkardı. Son tasarruf genelgesinden sonra tüm resmi ve gayri resmi telefonlar şehirle arası görüşmelere kapatılmıştı. Kendisi de Müdürlük yetki ve ağırlığını kullanarak çiftçiler derneğinin bir telefonunu İşletmeye naklettirmişti. Ankara'yı direk aradı, ikinci telefonla. Genel Müdürü yerinde bulamayınca yardımcısıyla görüştü. Telefonu tekrar yerine çekmeceye koyarken tedirgindi. Genel müdür yardımcısı konuyla ilgilenmişti. Ama adı geçen kişiyi tanımıyordu, geçmişine ait fazla bilgi yoktu. Dahası atama kararnamesinde bizzat Başbakanın imzası vardı.

      “Çalışacağım bölümü öğrendim. Küçük ama sevimli bir masam, birde öğrenci yurtlarında bulunan türden bir saç dolabım var. Çalışma arkadaşlarımın çoğu ile tanıştım. Bugün işe gelmeyen kişiyle de daha önceden tanışıyoruz." Mutfakta protokol masasının hemen yanındaki masada yemek yiyorlardı. Personelin büyük Bölümü özellikle yönetim binası çalışanları yemeklerini yemişlerdi. Diğer masalarda ise kadın çalışanlar yemeklerini yiyorlardı. Yemeği yiyen bir kadın ise işi biten masaları temizlemeye çalışıyordu. Her kadın sırayla mutfak temizliğine yardımcı oluyordu.
     Bekçi Cavit yeni gelen ekspere az önce duyduğu sorunun benzerini tekrar sordu. "Yılardır neler yaptın evlat." Rıza baba sorunun devamı niteliğinde başka bir soru sordu.

      “Öğretmen olduğunu duymuştuk öğretmenliği neden bıraktın ki." Masada dört kişiydiler, fabrikanın demirbaşları yani. Doğan masada oturan kişilere tek tek baktı. Üçü de babasının arkadaşıydı. Üçünün de geri dönmesinden hoşnut olmadıklarını hissediyordu. Bakışlar ve konuşmalar o yöndeydi. Doğan soruya soruyla yanıt verdi.
      “Hüseyin enişte, sen gurbeti tanıyorsun değil mi? Geçici olarak gidip geldiğin halde zor oluyor değil mi?" Kafasını salladı Şoför enişte. Yıllar önce İlçeye yerleştiği hal de memleketi olan Muş'u özlüyordu. Yerleşip yuvasını buralarda kurduğu halde özlüyordu memleketini. Bunu arkadaşlarının bilmesini istemediği için dudaklarından sadece kendisinin duyduğu bir "evet" dökülmüştü.
      “Yoruldum" dedi. "Yoruldum ve oralarda yapamadım. Hüseyin abi gibi evlenip bir yuva kuramadım. O yüzden baba ocağına memlekete döndüm. Ses tonunun masadakileri ikna ettiğini düşünüyordu. Yüreğinin derinliklerinde yıllar, yüzyıllar önce verilmiş gibi duran bir sözden bahsetmedi. O sözün çağrısı buralara gelmesine etken olduğunu söylemedi. Bütün bunları sadece hissediyordu.
      “Sizlerden başka tanıdık kimse yok, herkes yeni." Bekçi Cavit “Birde Besim var" dedi. Dedi ama söz ağzından çıkar çıkmaz pişman olmuştu ama çam devrilmişti artık. Rıza baba "Cavit” diye uyarmaya çalışmıştı ama geç kalmıştı. Doğan önemsiz bir şeymiş gibi
      “Bırak Rıza abi zaman her şeyi unutturuyor" dedi. Felsefi bir sözde Şoförden gelmişti “Zamanın getirdiği kumlar tozlar her şeyi örtüyor" dedi. Masada bir kahkaha bir uğultu duyuldu. Bunu bir yerlerden çalmış olmalıydı.
      “Öğretmenlik yaptım; biraz Van'da biraz Çankırı da. Öğrencilik yaptım bir yandan da kendimi yetiştirdim, geliştirdim. Buralarda öğretmen ihtiyacı olmadığı için başka bir şekilde gelmeliydim. O nedenle dışarıdan okumaya devam ettim, Ziraat eksperi oldum." Bir an durdu. Gözleri dalmıştı. Sanki masada hatta yemekhanede kimse yoktu da Doğan kendi kendine konuşuyor gibiydi, “Gurbet çok zor, yalnızlık daha da zor." Masadakiler irade dışı olarak Doğanın ellerine baktılar. Parmaklarında bir nişan bir işaret yoktu. Doğan hala bekardı anlaşılan.
      Konuşulanlar bitmezdi ama öğleden sonra mesaisi çoktan başlamıştı. Önce Bekçi yerinden kalktı, “Kulübe çoktandır boş" diyerek. Ardından Şoför  "Benim preseler sarılmıştır" dedi ve gitti. Rıza baba ile Doğan masada baş başa kalmışlardı. Bir zaman daha geçti. Rıza babada kalkmaya niyetlenmişti ki Doğan durdurdu baba arkadaşını. Rıza Aslan böyle bir şey olacağını biliyordu. "Niçin ben diğerlerinden önce kalkmadım" diye kendine kızdı. Hoş kalksaydı da bir şey değişmezdi, Doğan peşinden gelir beklediği soruyu sorardı.
      “Yüksel hanım için ne düşünüyorsun." Rıza babanın bakışları masanın üzerindeydi. “Farkettin demek." Göz ardı edilecek bir şey değildi ki. İnsan kendini yıllarca gurbet ellerde gezdiren nedeni farketmez miydi?
      “Muhasebe odasına girer girmez farkettim. Heyecandan neredeyse düşüp bayılacaktım."
      “Evet" dedi Rıza bey. "Üç ay kadar önce işbaşı yaptı. Kim olduğunu nereli olduğunu tam olarak bilmiyorum. Bildiğim tek şey O’na çok benzediği. Rıza Baba Muhasebe şefini, nasıl işbaşı yaptığını, Besimin davranışlarını anlattı Kızın gıyabında söz edilen ve kendisinden adeta gizlenen kişinin kim olduğunu bile öğrendiğini söyledi.
     “Kim anlattı" diye sinirli bir sesle sorunca
     “Besim bey bizzat kendisine benzediğini söyleyince kız bana sordu. Bende öylesine anlatmak zorunda kaldım." Yaşlı adamın sesinde hüzün vardı. İster istemez yapılmak zorunda kalınan davranıştan sonra duyulan pişmanlık ve hüzün.

      Bekçi kulübesinde oturan Cavit, Rıza babayla muhabbeti bıraktı. Çünkü sürgülü kapının önündeki kamyon havalı kornasına bir kere daha basmıştı. “Allah kahretsin şu havalı kornaları yasakladıklarını sanıyordum." Bekçinin sözlerine az önce geyik muhabbeti yaptıkları Rıza baba yanıt verdi.
      “Yasak. Yasak ama bu ülkede yasakları kim dinliyor ki. Bekçi kafasını hak verdiğini belirtecek şekilde sallayarak sürgülü kapıyı açacak düzeneğin düğmesine bastı. Kulübenin içerisindeki motor çalışmaya başladı. Motorun çevirdiği sonsuz vida dişlisi kumanda ettiği düz dişli üzerinde dönerek kapının yana doğru açılmasını sağladı. Kocaman ve yüksek kasalı bir kamyon içeri kantara doğru yanaştı.
      “Kimin ki bu kamyon" Rıza babanın sorusuna Bekçi omzunu silkerek yanıt verdi. "Dışarıdan geldi, sahibini bilmiyorum. İşler yoğun olduğunda ara sıra çağırıyorlar." Kamyonun kantara yanaştığını gören Serkan Güler kantarın başına geçti. Koca Fatih kamyon yavaşça kantara çıktı. Tüm tekerleklerinde kantar sacına bastığını gören Serkan Bey kamyonun sürücüsüne durmasını işaret etti. Kamyonun durmasından sonra önündeki silindir kola bazen bastırıp bazen de geri çekinmeye başladı. Silindir kolun sağında mühürlü bir camekanın ardında duran iki sivri dilin yatay bir şekilde karşılıklı durmasını sağlamaya çalışıyordu. Bir dakikalık çabadan sonra terazi dilleri aynı hizada durunca ucuna bezler sarılmış kolu aşağı bastırdı Daha önceden ait olduğu göze sürülmüş olan kartona kamyonun tonajı dara olarak numaratör yardımıyla basılmıştı. O kantarı ayarlayasıya kadar yanına gelmiş olan kamyon sürücüsüne kartonun bir parçasını verdi.
      “Bunu muhasebeye vereceksiniz" dedi. Eliyle de gitmesi gereken yönü gösteriyordu.
      Kamyon az sonra kantardan inmiş ileriden "U" dönüşü yapıp çekirdek deposunun önüne yanaşmıştı. Kamyonun yanaşmasından sonra da kantar odasının bir kenarında çömelmiş bir vaziyette bekleyen iki üç işçi yerlerinde isteksizce doğrularak çekirdek deposuna doğru ayaklarını sürüyerek yürümeye başladılar. Bir dakika sonra işçilerden biri kasanın yanındaki basamaklardan kasanın üzerine tırmanmaya başlamıştı bile. Onlarca yüzlerce kere aynı işi yaptıkları için birinin bir şey demesine gerek bırakmıyorlardı. Yine de içeriden sundurmanın altından Hamalbaşının uyaran sesi duyuluyordu. Kamyonun üzerindeki uzun boylu işçi tavandan sarkan helezon boruyu kasanın ön tarafına getirdi. Onun getirmesi ile çekirdekler kasaya dökülmeye başlamıştı. Aşağıdakiler ise ağızlarını örten toz maskelerini çoktan takmışlar ellerinde geniş kenarlı kürekler çekirdek deposuna inmeye hazırlanıyorlardı.
      Çekirdek deposu bodrum katındaydı. Çırçır tezgahlarından yürüyen bantlarla depoya hareketli borular yardımıyla rastgele dökülen çekirdekler içeride hep var olan nöbetçi kişi tarafından olabildiğince düzenli depolamaya çalışılıyordu. Bu nedenle deponun içi sürrealist bir ressamın konilerden oluşan resmini andıran alçaklı yüksekli çekirdek tepecikleriyle doluydu. Depo iyice dolmaya başladı mı gerekli bağlantılar yapılarak çekirdekler yağ fabrikalarına satılıyordu. Alıcının kamyonu yanaştı mı işler tersine dönüyor, gene spiral borular yardımıyla çekirdekler kamyonlara dolduruluyordu. İşte aşağıya inen iki kişinin görevi çekirdekleri ellerindeki kürekler yardımıyla helezon borunun ağzına vermekti.
      Elli santim çapındaki saç borunun içinde sürekli dönen arşimet spirali çekirdekleri yukarıya kamyonun kasasına kadar taşıyordu. Borudan kasaya çekirdekler döküldükçe kasada da depodakilerin benzeri çekirdek tepeciği oluşmaya başlamıştı. Kasada duran adam seyyar borunun ağzını kasa içinde gezdirerek kasanın eşit seviyede dolmasını sağlıyordu. Borudan dökülen taneciklerin ulaşamadığı yerler ise küreklerle tamamlanıyordu. Bu işlem çekirdekler kasanın dışında kocaman bir kubbe haline gelesiye kadar devam ediyordu.

      “Bu adam bağırmasa daha rahat çalışacak çocuklar." Serkan Bey kantarın başında durmuş az önce darasını aldığı kamyonun doldurulmasını izliyordu. Yanına uzun boylu zenci geldi. dört beş aylık Türkçesiyle
      “Sen haklı" dedi. Sanki "sergeant". Serkan, gülerek
      “Sanki Georgia'da daha mı farklı." Adam "hayır" anlamında başını sallamaya başlayınca  “İnkar etmeye kalkışma filmlerde görüyoruz." çocuk oyunu oynayan aktör gibi abartılı hareketlerle sözlerini pekiştirmeye çalışıyordu. İçeriden başka bir bozuk Türkçe ile savunma geldi
      “Sen bakma sinema, sinemada yok realite." Odada tek konuşmayan yeni işbaşı yapan Doğan Denizci’ydi. Taburenin birine ilişmiş bir kenarda olanları anlamaya çalışıyordu. Serkan Bey bir zaman sonra odadaki meslektaşına yaklaştı.
      “Sorum erken olacak ama nasıl ilçeye alışabildin mi?" Adam tabureden başını kaldırıp baktı. Kendisine bu soruyu soran kişiye baktı. Şişman sayılmasa bile toplu sayılırdı. Ama bu topluluk sağlıklı bir topluluktu. Hamlıktan yada hareketsizlikten oluşan yağ yoğunluklu bir şişmanlık değildi. Göbek derseniz yok denecek kadar azdı. Karşısında kendisine soru soran allanmış yüze bakarak gülümsedi.
      “Ben buralıyım beyim" dedi. Bir kaç saniyelik duraklamadan sonra "Uzun yıllar dışarıda kaldım, öğrencilik, memuriyet falan..." Arada oluşan duraklamalar henüz tanışmanın tam olmadığını belirtiyordu. Eksikliği Serkan Bey anlamış gibiydi. “Serkan Güler, Ziraat eksperi, bu işletmedeki gerçek anlamdaki meslektaşınız." Bilgilendirme hücumu devam ediyordu.
      “Dinarlıyım, evliyim ve üç çocuk babasıyım ama ailem şu an Ankara'da oturuyor. İlçenizde bekar olarak kalıyorum." Durdu." yeni isimler ve yeni yüzler hep birbirine karışır. Buna aldırmam. Unutursanız ceza olarak uzun künyemi benden bir daha dinlemek zorunda kalırsınız."  Doğan’ın yanıtı ise iki kelimeden ibaretti.
     “Doğan Denizci." Yanıtı duyunca alyanaklı adam kahkahayı bastı. Tabureden kalktı, tokalaştılar. Tokalaşmadan bir tanışma töreni olduğunu anlayan iki yabancıda yanlarına geldi Kendilerini tanıttılar, yeni arkadaş, beklemediği kadar sıcaklık bulduğu için mutluydu. Tahmin ettiğinden daha çabuk çevreyi kabulleneceğini ve çevresi tarafından kabul edildiğini anlamıştı. Genç adamın sırtı koridora dönük olduğu için kapıdan görünüp geri çekilen çatık kaşları fark edememişti. Sadece kulaklarında bildik bir sesin
      “Demek duyduklarım doğruymuş" dediğini işitmişti. Bu karşılaşmanın er yada geç olacağını bildiği için sesini çıkarmamıştı. Ama yüzündeki o sıcak gülümseme çoktan uçup gitmişti. Dışarıdan duyulan traktör sesiyse kısa molanın bittiğini işin tekrar başlayacağını belirtiyordu.
      “Haydi kızlar biraz daha canlı" Hamalbaşının bağırtısı fabrikanın meydanında çınlıyordu. Kantara yanaşan traktör arkasındaki tepeleme balya dolu römorku kantarın tam ortasına getirmeye çalışıyordu. Serkan Bey, gözleriyle sürücü koltuğunda terleyen çiftçiyi izlerken çenesiyle arkasını döndüğü arkadaşlarına laf yetiştirmeye çalışıyordu.
      “Bu adam sesi olmasa bir hiç" dedi. Dışarıda Muammer kamyonun kasasındaki adamlarına bağırıyordu. “İyice çiğne Musa, Kerim köşeleri iyice beslediniz mi? Veysel köşede bekleme öyle. Çekirdekler kasayı ağzına kadar doldurmuştu. İşçiler piramidi andıracak bir kubbeyi oluşturmaya başlamışlardı.  George “Adam çok gadar." Serkan bey artık kantarın platformunu ortalamış olan traktöre durmasını işaret etti.
      “Gadar değil sinyor George. Gaddar... Gaddar..." Kendi kendine söylenir gibi devam etti. “Öğrenecekseniz doğru dürüst Türkçe öğrenin" dedi.

      Onlar içeriden, dışarıyı konuşmaya dalmışlarken kantarın ardında üç dört traktör sıralanmıştı. Serkan Bey eline aldığı bıçağı yeni gelen arkadaşa uzattı. Doğan Bey siz az önce tarttığım römorkun örneklerini alında bir taraftan verimleri de ölçelim. Doğan bilgi ve becerisinin ölçüleceğini anlamıştı. Bıçağı aldı, dışarı çıktı. İleriye park etmiş olan traktöre yaklaştı. Sırtı dönük olsa da izlendiğini biliyordu. Römorkun üzerinde duran balyaların içe dönük kısımlarından ipleri keserek birer avuç pamuk aldı. Elinde getirdiği alüminyum kaba doldurdu. Aldıkları pamuk tutamlarının değişik yerlerden olmasına dikkat ediyordu. Elinin uzanabildiği en uzak köşelere ulaşmaya çalışıyordu. Bir kilogramı aştığına kanaat edince geriye kantar odasına döndü.
      İçerdeki iki Amerikalı, hamalbaşı üzerine konuşmaya devam ediyordu. Doğan elindeki pamukları odanın kenarındaki banko üzerindeki teraziye döktü. Evet, bir kiloyu aşkın pamuk toplamıştı. Terazideki ibre tam bir kilogramı gösterince bankonun hemen yanındaki atölyedeki çırçır tezgahlarının minyatür bir örneği olan makinenin merdaneleri üzerine döktü.
      Duvara monte edilmiş şalteri kaldırınca tezgah boyundan umulmayacak bir gürültüyle çalışmaya başladı. Bir dakika sürmemişti ki merdane üzerindeki pamuklar çekirdeklerinden ayrılmış tezgah altındaki özel torbada toplanmıştı. Tertemiz ve lif lif olduğu için kabaran mağlıcı tekrar terazi kefesine koydu. Bu kez en küçük gramları dahi kullanarak ondalık birimlere ulaştı. Elde ettiği net gram pamuğun verimini oluşturuyordu. Demek ki pamuğun kalitesinde geçen yıllar zarfın- da çok bir iyileşme olmamıştı. İçeri girip yaptığı işlemleri izleyen mal sahibine döndü.
      “37-38 verim." Ahmet Bey kapıda göründü. Terazi başındaki konuşmaya daha kapıdayken müdahale etmeye başladı. “Siz onu 38-40 yapın" dedi. Çiftçinin yüzüne gülümseyerek  "Hüsamettin abi yabancı değil her sene pamuğunu bize getirir. "Çiftçi hem verim yükseldiği hem de sahiplendiği için mutlu olmuştu. Ahmet Bey oynadığı "çiftçi dostu" rolünü ileri götürerek adamın koluna girdi. Adeta sürükler gibi kantar odasından çıkardı. Serkan Bey onlar uzaklaşınca “Allahım Ya Rabbim, şirin olacak diye zarardayız gene" dedi. Birden aklına geldi  “İndirecek miyiz? adam onu bile söylemedi." Zenci Amerikalı
      “Ben öğrenirim" deyince Doğan atıldı
      “Siz zahmet etmeyin işi ben tamamlamalıyım." Doğanın amacı ayaküstü tanışmış olduğu genç Muhasebeciyi tekrar görmekti. Koridora açılan kapıya çıktığında genç kızı muhasebe odasının hemen önünde görünce şaşırdı ve sevindi. Üstelik kız Doğan’a seslenip
      “Bir ara gelin kahve içelim" deyince iyice afalladı. Sadece "Teşekkür ederim. İlk fırsatta" diyebilmişti. Gene aradığı yanıtı alamamıştı ama elinde artı olarak kahve daveti vardı. Doğanın kafasını toparlayıp orada ne aradığını anımsaması ise bir zaman sonra olmuştu.

      Yüksel hanım içeride masasında neler olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. Olaylar içinden çıkılmaz bir hale geliyordu. Aklına Besim geldi, sabahtan beri ortada yoktu. Bir ara geldiğini görmüştü, geldiğinin daha somut kanıtı ise masadaki irsaliyeler ve çiçeklerdi. Masasındaki çiçekleri onun getirdiğine emindi ama şimdi Besim’i bulamıyordu. Kapının dışına çıkıp oralarda dolaşan Rıza babaya sorunca "az önce arabasıyla gittiğini gördüm" yanıtını almıştı. Evet, işler günler geçtikçe içinden çıkılmaz bir hal alıyordu.
Başlık: Ynt: Anchilea - Kutsal Kalkan
Gönderen: azizhayri - 12 Kasım 2015, 08:19:46
B Ö L Ü M    O N A L T I

      Meyhaneci Abdül şaşırmıştı. Çok zamandır görmediği adamını kapıda görünce hemen yanına koştu.
     “Oooo beyim hangi rüzgarlar attı sizi buralara." Sevinmişti çoktandır görmediği birini tekrar görmekten. "Nerelerdesiniz kaç zamandır." Meyhaneci koluna girdiği genci konuşarak yavaşça kapıdan içeri çekiyordu. Sigara dumanından sapsarı olmuş tüllerin arkasına geçtiklerin de rahatlamıştı. Çarşı içinde ailelerin gelip geçtiği yerde olan dükkanının önünde konuşmayı oldum olası sevmezdi. Bu nedenle kapının önüne çapraz çıtalardan yapılma bir paravan koydurtmuştu. Bütün bu tedbirlere rağmen birisinin kapının pencerenin yada paravanın önünde konuşmasından hoşlanmıyordu.
     En sondaki masayı seçti. Masalar, masaların üzerindeki örtüler, perdeler, duvarlardaki resimler meyhanenin eskiliğini haykırıyordu. Adı da kendi de bin dokuz yüz altmışların, yetmişlerin Türk filmlerinden esinlenmiş gibiydi. "Agora Meyhanesi"  Kapının üzerindeki tabelada böyle yazıyordu. İlçenin bilinen en eski meyhanesiydi. Yeni gençler kendilerine özel şifreli kanalları izleyebildikleri birahaneleri seçseler de Agora Meyhanesi çok daha özeldi.
      Duvarlardaki çoğu siyah beyaz olan resimler müdavimlere aitti. Genç, yaşlı, gurup, tek, boydan, vesikalık onlarca belki yüzlerce resim iç içe girmiş gibi duvarda duruyorlardı. Önce genç adam geçti dipteki masaya oturdu. Daha sonra yaşlı meyhaneci romatizmalı ayaklarını sürüyerek yanına vardı, oturdu. İlgiyi saate çektiğini göstermek için abartılı hareketlerle sol kolunu sıyırıp saatine baktı.
      “Saat daha iki bile değil evlat" dedi. "Haberler kötü galiba." Karşısında oturan adam gözlerini masa örtüsünün desenlerinde kaldırıp karşısındaki kırçıllı sakallı yüze baktı. "Ağladın mı sen?" eski müşterisinin şiş gözlerine bakınca gereksiz bir soruydu. Göz pınarlarından yanaklara doğru süzülen ve kurumuş olan yaş izleri kendini belli ediyordu. İlgisiz bir yanıt verdi.
      “Hayır ağlamadım. Gözlerime bir şey kaçtı." Adam sözdeki ironiye gülümseyerek karşılık verdi. “Dur hele dur." Dizlerine bastırarak ayağa kalktı.  "Geliyorum. Dertleşelim biraz" ayağını sürükleyerek mutfağa doğru yürüdü. Az sonra elindeki kalaylı bakır sini ile dönüyordu.
      “Kusura bakma yemekler henüz hazır değil. Ancak soğuk bir şeyler hazırlayabildim." Beş dakika sonra döndüğünde masanın üzerine koyduğu küçük sinide beyaz peynir, meyve, piyaz ve dekoru tamamlayan bir küçük rakı şişesi ve bardak vardı. Bir kaç dakikada masadaki hazırlıklarla geçti. Meyhaneci Abdül, yıllardır bu çocuğu tanıyordu. Yaşı itibarıyla çocuğu sıfatını rahatlıkla kullanabilirdi, babası olabilecek yaştaydı nede olsa. Eğer evlenmiş ve çocuğu olmuş olsaydı tabii.
Gençliğinde köyünden bir kızı sevmişti. Kızın ailesine haber göndermişler ama kızın babası; Benim çulsuz göçmenlere verilecek kızım yok" demişti. Ailesi göçmendi meyhanecinin ve kayınbaba adayının söylediği gibi Türkiye’ye ilk geldiklerinde çulsuzdular. Büyüklerinin  "Çulsuzuz ama hep böyle kalacak değiliz ya" demesi kar etmemişti. Vermemişlerdi Yörük kızı "Zübeyde"yi.
     “Bak evlat" dedi. "Evladım olsan bu denli sevmezdim seni." Şişeyi açmış bardağın üçte birini rakı ile doldurmuştu. Üzerine suyu kattı, oluşan beyazlığı belki milyonuncu kere seyretti. Çevreye yayılan anason kokusunu içine çekti. "Bu kokuyu seviyorum, seviyorum ama bu kokuyu çok sevdiğim için mi meyhaneci olduğumu sanıyorsun?" Yerinden tekrar kalktı, kapıyı kapattı.
     Besim oturduğu yerden kapının kilidinin döndüğünü duydu. Bakışlarını o yöne çevirince kapalı yazısının kapının dışına doğru çevrildiğini gördü. Yaşlı meyhanecinin ne yapmak istediğini düşünmeye çalıştı. Kendi derdini unutmuş Meyhaneci Abdül’ün ne diyeceğini düşünür olmuştu. Bardakta ki rakıdan küçük bir yudum aldı, çatalın ucuyla da beyaz peynirden bir parça. Adamın karşısına oturmasını beklemeye başladı.
      “Ben hep dinlerim, öyle kolay soru sormam. Beni yıllardır tanıyorsun" bir an durdu. Genç adam karşısında ki meyhaneciyle göz göze gelmeye korkuyordu. Bakışları masadaki mezelerdeydi. Mezelerden sımsıkı sıkılı ellere, ellerden kollara, kollardansa her zaman üç düğmesi açık olan göğse kaydı. Eğer yazsa ağarmış kılların örttüğü göğüste yok kışsa kirli beyaz fanilanın üzerinde duran iplere kaydı. Her zaman alışkın olduğu ipleri ve iplerin ucundaki üçgen yeşil muskayı göremedi. Yaşlı adam, üzerinde gezinen nemli gözlerin neyi aradığını anlamıştı. Masanın üzerinde duran ellerini açtı. Üçgen yeşil muska avuçlarının içindeydi. Bir keresinde "böyle bir yerde muska taşınır mı?" dediğini anımsamıştı. Ne olduğunu çok kereler sorduğu halde yanıt alamamıştı.
      “Dertlisin evlat, dertlisin ama tek dertli sen değilsin" Meyhaneci bir şeyler yapmaya çalışıyordu. "Al aç şunu." Muskayı eline vermişti bile. Genç adam karşısındaki gözlere bakmalıydı. O cesarete nasıl ulaşacağını da iyi biliyordu. Sininin içindeki bardağı kafasına dikti. Bardağın tok sesi sinide yankılanınca aradığı cesaret alkol olarak damarlarındaydı artık. Haftalardır tıraş olmayan hatta düzeltilmeyen kırçıllı sakallara baktı. Gözlere ulaştı. Ama o gözler ondan kaçar olmuştu. Elindeki muskayı saran bezleri yırtarcasına çıkarmaya başladı.
      “Abdül Baba senin benden fazla konuşmaya ihtiyacın var anlaşılan" dedi. Bezlerin altından kalın naylon belirdi. Onu da açınca bronzdan yapılmış kalp şeklinde bir resim çerçevesi göründü en altta. Bütün iş kenardaki mini mandala basmaya kalmıştı. Yaşlı adam ellerini göğe kaldırdı.
     “Rabbim sen affet" dedi. Genç adamın boşalan bardağını tekrar doldurdu. Bir yudum aldı.  "Ohh. Özlemişim meretin tadını" dedi. Az önceki günahkarların bakışları gitmiş gözleri ne şeytanca bir pırıltı yerleşmişti. Beyaz peynirden iri bir parça koptu. Yaşlı adamın seyrek dişleri arasında öğütülmeye başlanmıştı bile. Bir yudum daha rakı geldi peşinden. Ellerinle bıyıklarını ve sakallarını sıvazlamaya başladı, rakının unutulmuş tadıyla başladı anlatmaya.

     “Memleketten geldiğimizde ya onüç on dört yaşındaydım. Kalabalık bir aileydik. Geldikten bir zaman sonra babamız ölmüştü, memleket hasreti demişlerdi nedenine. Yoksulduk gurbet elde, bir de öksüz kalmıştık. Hükümetin verdiği üç-beş dönüm yeri abilerim ekiyorlardı. Ben ve kardeşlerim ise orada burada çalışıyorduk. Ne iş olsa yapıyor geçinip gidiyorduk." Durdu. Muska değil de bir resim çerçevesi olduğu anlaşılan sırrına baktı, gencin elinden aldı. Mini mandala bastı. Kapak yay gibi açıldı. İçinde eski bir fotoğraf vardı. Huşu içinde birkaç saniye baktı sararmış resme ardından resmi delikanlıdan tarafa çevirdi.
    “Komşu köyün güzel kızı "Zübeyde"yi gördüm bir düğünde. Alımlıydı, esmer ve gül yüzlüydü. Anamı bir kere gönderdim "Benim çulsuz göçmenlere verilecek kızım yok" demiş Zübeyde’nin babası. Daha sonra abimler amcamlar gittiler. Yine vermedi namussuz. Hep aynı şeyi söylerlermiş. Amcam "Çulsuzuz ama hep böyle kalacak değiliz ya" dese de verilen yanıt hep aynıymış. “Olmaz... Olamaz "   Sözün burasında yaşlı adam
      “Hadi yorma beni, içerden kendine bir bardak al" dedi. Genç geldikten sonra anlatmaya devam etti. Öykü dinleyenin ilgisini uyandıracak bir öyküydü.
      “En son gidişlerinde kayınbaba olacak adam gelenleri içeri bile almamış. Bense kızla gizlice görüşüyordum. "Kaçırayım" diyordum. "Olmaz" diyordu. "Baba evinden telimle duvağımla gideceğim" diyordu.  Bütün "kaçalım" çağrılarıma aynı yanıtı almıştım. Bir gün aklıma gelen başıma geldi Zübeyde 'yi bir başkası istetmiş. Babası da Milaslı deveciye vermiş kızını. Hem de damadı olacak adamı araştırmadan, soruşturmadan. Sadece zengin diye. Onlarca devesi, yüzlerce zeytin ağacı var diye." Meyhaneci Abdül sanki o günleri yeniden yaşıyor gibiydi.
      “Düğün gecesi son bir defa haber yolladım Zübeyde ye. "Zorla kaçıracağım"  dedim. Gene “Hayır" demiş. "Ben biliyorum yapacağımı" demiş. Sonradan çevresindekiler anlattıydı. Babası kuşağını bağlarken "iyi bağla babacığım onun bir ucunu nereye bağlayacağımı iyi biliyorum" demiş." Durdu yüzü neredeyse tamamen kırçıllı sakallarla örtülü adam. Gözlerinin yaşını sildi.
      “Damat olacak herif arkadaşlarıyla içerken o zifaf odasına çıkmış. Sözünde durmuş. Kuşağın bir ucunu tavan kirişine diğer ucunu boynuna bağlamış." Yaşlar artık rahatlıkla yanaklarından süzülüyordu yaşlı adamın. “Bu keseyi de benim için yapmış. "baktıkça beni hatırlasın" demiş." Hep yanında taşıdığı kirli beyaz havlunun kenarı ile gözyaşlarını sildi
      Öykünün devamı geliyordu. Genç adam ne yapacağını bilmiyordu. Zemberek boşalmaya başlamıştı, gerginlik bitesiye kadar dönmesine izin verilmeliydi. Adamın iyice rahatlaması için bıraktı ağlasın diye. Hıçkırıklar azalınca meyhaneci yine anlatmaya başladı.
      “Benim Zübeyde kadar cesaretim yoktu. Bütün gücüm kasabanın meyhanesine kadardı." Genç adam Meyhanecinin elinde ki kalp şeklindeki resimliği aldı kapağında "M" ve "Z" harfleri vardı, diğer tarafta ise siyah beyaz bir fotoğraf. "Güzel biriymiş" diye aklından geçirdi. Karşısındakine belli etmemeğe çalışarak gözlerindeki damlacıkları sildi. Konuyu biraz olsun dağıtmak için
      “ 'M' nin anlamı nedir?" dedi. Yaşlı adamın yüzünde kaçak ve utangaç bir gülümseme belirdi. “Muttalip. Benim dedem hacı olduğu için adımı Abdülmuttalip koymuş. Gençliğimde Makedonya’da beni Muttalip diye bilirlerdi öyle çağırırlardı" dedi. “Buralarda ise Muttalip unutuldu Abdül kaldı." Bir sessizlik daha oldu. Meyhaneci kadeh kadeh üstüne götürüyordu. Sanki yıllardır içki içmeyen o değilmiş de bir saat önce içki içmeye ara vermiş biri gibiydi. Bir otuzbeşlik bitince delikanlıya “Hadi içeriden raftan bir küçük daha getiriver" dedi. Genç adam kendi derdini unutmuş yıllardır müşterisi olduğu Meyhaneciyi teselli edebilmek için O'na hizmete başlamıştı. Elinde tuttuğu kolyeyi sahibine verdi. Gönülsüzce yerinden kalkarak mutfağa yöneldi. Allah’tan yılların vermiş olduğu devamlılıktan gelme alışkanlıkla neyin nerede olduğunu iyice öğrenmişti.

      Mutfakla meyhaneyi ayıran uzun vitrinli buzdolabının arkasına daldı. Dipteki masadan Abdül ün sesi duyuldu. “Sağ alt köşede özel bir şişe var." Az sonra özel şişede açılmıştı. Kadehler özel şişe ile parlarken genç adam söze girdi. “Abdül baba anlaşılan sende çok çekmişsin" dedi. Meyhanecinin anlattıklarından bir hayli etkilenmişti." Gidenlerin şerefine" kadeh kaldırdı Meyhaneci
      “Hiç unutulmayacakların şerefine" diye yanıt verdi. Meyhaneci Abdül Besim beyin sonrasını tahmin ettiği öyküyü anlatmaya devam etti. "Daha sonra dağıttım, ne eve gidiyordum ne işe. Bildiğim en iyi şey içmekti. Sabahtan akşama, akşamdan sabahlara kadar içiyordum. Köy, kasaba dolaştım. Her birinin meyhanelerini, izbelerini öğrendim. Kızın ailesi de pişmanmış demişlerdi. Ama çok geç bir pişmanlıktı bu. En sonunda bu meyhanede kaldım. Sahibi anlayış gösteriyordu, gece gündüz içmeme izin veriyordu. Meyhanede çalışarak ödemeye başladım borcumu. Bulaşık yıkama, servise çıkma ve zamanla öğrendiğim meze ve yemek hazırlama yaptığım işlerdi. Yaşlı adam birden durdu, bundan sonra anlatacakları için kafasında kuşkular vardı.
      “Bir gün buranın benden önceki sahibi "Tahta Agop" bana bir teklifte bulundu." Söylemeli miydi, söylememeli miydi? Bir anlık çekinceden sonra devam etti sözlerine.
      “Benim sana bir kaç ay önce yapmayı düşündüğüm teklifi Tahta Agop bana yaptı." Konuşma ilginç bir hal almaya başlamıştı. Az önceki dertleşen iki dost gitmiş yerine iş pazarlığı yapmaya çalışan iki işadamı gelmiş gibiydi.
      “Kimim kimsem yok. Gel bu meyhaneyi sana bırakayım" dedi. Abdül eski ustası Agop'un söylediğini mi yoksa kendi kafasından geçenlerimi söylüyordu. Karşısında oturan delikanlı anlayamadı. Yaşlı adam durumu çabuk toparladı.
      “O kadar çok içiyordun ki üç ay önce bende sana aynı teklifi yapacaktım. Ama kendini birden bire toparladın. Tek isteyeceğim ise rahmetli Agop'un benden isteyeceği olacaktı" Durdu, anlattığı sırların en önemlisini söyleyecek gibi bir hava takınmıştı, meyhanenin adının değişmemesi." Söz burada bitti, dakikalarca konuşmadan durdular. Genç adam anlatma sırasının kendisine geldiğini anlamıştı. Karşısında birkaç dakika öncesine kadar ağlayarak duran yaşlı adam ondan bir şeyler bekliyordu. Belki de hiç kimsenin bilmediği sırrını anlatmıştı. Yıllardır süren "içki içmeme" yeminini bozmuştu. Üstü örtülü iş önerisinde bile bulunmuştu. Şimdi konuşma sırası kendisine gelmişti. Karşısındakinin açık kalpliliğine aynı açık kalplikle yanıt vermeliydi. Şişede kalan son rakıyı da bardaklara eşit olarak dağıttı.
      “Gidip de bir şekilde yeniden gelenlerin şerefine" diyerek kadeh kaldırdı. Yaşlı adam ne olduğunu yada neyin kastedildiğini anlamasa da “Şerefe" diye karşılık verdi. Dilinin döndüğünce anlattı her şeyi. Necla’yı, Doğan’ı anlattı. Anlatmadığı o gece olanlardı sadece. O karanlık unutulası geceydi. Sonra, üç ay önce aniden gelen muhasebe şefinden bahsetti. Aradaki benzerliği ve her şeyin yeniden başlıyormuş gibi geliştiğini anlattı.
      “Sanki Tanrı bana yeniden bir şans veriyor gibiydi" demişti. Ve bu sabah işbaşı yapan bir başka kişiden bahsetti. Kim olduğunu, niye işbaşı yaptığını anlattı dilinin döndüğü kadarıyla.

      İşte o an yaşlı meyhanecinin dudaklarının hafifçe aralandığını, aralık dudakların gülümser bir hal aldığını ve gülümsemenin kahkahaya dönüşmesini izledi. Genç adam tarafından tamamen yanlış anlaşılacak kahkahaydı bu. Ardından boşalan bir sinirin dışa vurumu gibi gelen yeni kahkahalar geldi. O kahkahaların arasından sarf edilen cümle bardağı taşıran son damla olmuştu.
      “Sen" demişti meyhaneci kahkahalarla gülerek. "Sen O kişiyi kıskanıyorsun." Genç adam yıllardır kendisine bile itiraf etmekten korktuğu doğru kelimeyi bir başkasından hem de sarhoş bir meyhaneci bunaktan duyuyordu. Kıskanıyordu deli gibi kıskanıyordu. Adı ister kader olsun ister şans olsun isterse talih önemli değildi ama yaşadıklarından dolayı kıskanıyordu Doğanı. Birden fikir değiştirdi. Kıskanmıyordu. Ne Doğanı nede bir başkasını kıskanmıyordu. Kendisinin birini kıskanmaya ihtiyacı da yoktu. Yerinden sallanarak doğruldu.
     “Ben kimseyi kıskanmıyorum" dedi karşısında hala gülen adama. "Kıskanmıyorum, yalnızca nefret ediyorum." Düpedüz bağırıyordu. “Nefret ediyorum." Bir sinir krizine girmiş gibiydi. Elleriyle az önce oturduğu yaşlı meyhaneciyle dertleştikleri tahta masayı devirdi. Tabaklar, sini, bardaklar her biri bir tarafa savruldu gitti. Oturduğu sandalyeyi ötelerindeki raflara savurdu. Kendince bir özenle dizilmiş değişik marka ve tipteki şişeler paramparça olmuştu yere düşünce. Ağzından tek bir cümle çıkıyordu.
      “Nefret ediyorum. Nefret ediyorum. Nefret ediyorum" Zavallı meyhaneci ise dona kalmıştı. Belki karşısındakinin sinirini dağıtır diye abartarak gülmesi epey pahalıya mal oluyordu. Sakinleşmesi için delikanlının adını kerelerce sayıklayıp durdu.
      “Besim, evladım yapma, kendine gel." Genç adam burnudan soluyarak yerinden doğruldu. Sallanarak kapıya yöneldi. Eliyle kapı koluna bastırdı. Az önce kilitlenmiş olan kapı açılmayınca kapıyı da tekmelemeye başladı. Yaşlı adam yerinden aceleyle doğruldu. Ayaklarını sürükleyerek kapıya gelesiye kadar kapının camı tekmeyle kırılmıştı bile. Bu kez kendi kendine konuşur gibiydi.
      “Anlatmamalıydım, anlatmamalıydım" diyordu. En çokta yıllardır koynunda sakladığı sırrı için üzülüyordu. Kapının üzerinde duran anahtarı çevirir çevirmez genç adam kapıdan hışımla kapının dışına toplanan meraklı komşuların arasından çıktı gitti. Onun çıkmasıyla meraklı kalabalık içeriye doluştu. Yılların "Agora Meyhanesi" harpten çıkmış gibiydi.

      Bir kaç gün sonra genç adam "Agora Meyhanesi’nin kapısı önündeydi. En şık takımlarını giyinmişti. Elinde o ilçede paranın satın alabileceği en güzel çiçekler vardı. Kapının önünde dakikalarca durmasına rağmen kapı açılmamıştı. Elinde sadece çiçekler değil bir de zarf vardı. Zararın bir bölümünü olsun karşılayacağını umduğu çek vardı zarfta. Besim jestini yapıp çiçekleri ve zarfı kapının önüne bıraktı gitti. Ama ne o gün ne de daha sonraki günlerde kestiği çekin kullanıldığına dair bir bilgi bankadan gelmedi, belli ki yaşlı meyhaneci eski dostunu affetmemişti.                    
Başlık: Anchilea - Kutsal Kalkan -Bölüm onyedi
Gönderen: azizhayri - 16 Kasım 2015, 14:53:31
B Ö L Ü M         O N Y E D İ

     İlk geldiği zamanlar birkaç gün Öğretmen evinde kalmasına rağmen rahat edememişti. Sonra bir ev aramaya başladı. Uzun süre denilebilecek aramalardan sonra istediği gibi bir ev bulabilmişti. İlçe, zengin bir memleketti, insanların çoğunun ikinci hatta üçüncü evi vardı. Köyde oturanların ilçede, ilçede oturanların ekonomik gücüne göre İlde yada Tuzadası’nda yada İzmir'de evleri olabiliyordu. İşte Yüksel hanımında bulduğu ev böyle birine aitti.
      Evin sahibi, ilçenin bir tanınmış bir köyünün, zengin çiftçilerinden birinin oğluydu. Toprakla uğraşmayı reddetmiş hukuk okumuştu. Emekli olunca tekrar baba ocağına dönmüştü. Ama ailenin küçük kızı Ege Üniversitesini kazanınca İzmir Bornova’dan bir ev satın almak oraya yerleşmek zorunda kalmışlardı. Eski evlerini kapalı tutuyorlardı. İşletme Müdürünün eski bir arkadaşı olan bu kişi, Birol Beyin ricası ve ısrarıyla evini genç muhasebeciye vermişti. “İşin iyi tarafı" demişti Birol bey "arkadaşımın kızı henüz birinci sınıfta Böylece Yüksel hanım dayalı döşeli bir eve kavuşmuştu.
      Evin içi fazla yoğundu. Koltuk takımları, sehpalar, mobilyalar, avizeler, heykelcikler evi işgal etmişlerdi. Duvarlar çeşitli çerçeve ve panolarla doldurulmuştu. Bir duvarda Marlon Brando'nun motosiklet üzerinde siyah-beyaz resmi varken hemen yanı başında evin hanımının çeyizinden olduğu anlaşılan iğne işi oyalar çerçeveletilip asılmıştı. Bir köşede kaplama işlemeli, cilalı bağlama asılıyken biraz ötesinde Amerikan bar vardı. Amerikan barının duvarında ise heybe asılmıştı. Sonuçta ev kültür anarşisi içindeydi.
      Ne zamandır vermeyi düşündüğü daveti önce başka bir yerde vermeyi düşünmüştü Yüksel hanım. Sonradan daha samimi olur diye evinde ağırlamaya karar vermişti konuklarını. Böylesi daha içten kabul edilirdi. Ev büyüktü, ortalıktaki eşyalardan bir Bölümünü kaldırırsa ortalık açılırdı. Öylede yaptı. Karar verdiği günden sonra Lütfiye bacıdan yardım istemişti. Orta yaşlı sayılabilecek kadın seve seve kabul etmiş fabrikada çalışan diğer iki kızı da ikna etmesini bilmişti. O gün sabahtan gelip çalışmaya başlamışlardı. Ortalık açılıp temizlenmiş, eşyalar yeniden düzenlenmiş, pencereler açılarak ev havalandırılmıştı. Soğuk mezeler, sıcak yemekler ve tatlılar bizzat Lütfiye hanım tarafından hazırlanmıştı. Allah için kadın bu işleri iyi biliyordu. Şimdi ise konukların gelmelerini bekliyorlardı.
      Yüksel hanım çağırdıklarını kafasından bir kere daha toparladı. Yönetim bölümü ile Atölye çalışanlarının önemli bir Bölümünü çağırmış bulunuyordu. Parmak hesabına göre yirmi beş kişiyi geçerlerdi. Allah’tan evin olanakları bu iş için yeterliydi. Çağırdıklarının hepsi gelse bile işin içinden rahatlıkla çıkarlardı. Gelirler miydi acaba, düşünmeye başladı ama hemen vazgeçti. Çağırdıklarının tamamı gelecek olsa bile yeterliydi. İçlerinden gelmeleri sorun olmayacak iki kişi vardı, komşu sayabileceği iki Amerikalı. Onlar gelirse davet neşesini kendiliğinden bulurdu. Muhasebeci iki Amerikalıyla aynı sokakta oturuyordu. Kendi evi sokağın girişinde onların eviyse sokağın ilerisinde asfaltın bitip merdivenlerin başladığı yerdeydi.
      Kızlar yani Halide ve Sibel, Eğlenmek umuduyla gelmişlerdi. Yardımcı olacaklarını, yorulacaklarını biliyorlardı. Yardımcı oldular. Yoruldular. Ama eğlenemediler. Eğlenememe nedenleri ise ne sabahtan bu yana oturmamış olmaları nede sürekli iş yapmaları değildi. Akranları yoktu. Kafa dengi arkadaşları yoktu. O nedenle gece boyunca sadece eğlenenleri izlemekle yetindiler. Yine de yaşadığı ev-iş monotonluğundan biraz farklı bir gün yaşamışlardı.
      Kapı çalındığında, her şey hazırdı ve bir saate yakın zaman geçmişti. Kızlar ve Lütfiye ablaları kıyafetlerini çoktan değiştirmişlerdi. Fabrikada çullar şalvarlar içindeki kızlar gitmiş yerlerine fıstık gibi iki genç kız gelmişti. Kapı çalındığında ilk gelen kişi Serkan Güler’di. Kapıyı açan kızları görünce gözlerini abartılı bir şekilde ovuşturarak ıslık çalmış  “Allahım niçin ben onbeş yirmi yıl geç gelmedim dünyaya" demişti. Lütfiye bacı ise fırsatı kaçırmamış

      “Siz içeri buyrun Serkan Bey" demişti “Ben içeriden bir Ankara görüşmesi yapayım, çapkın memurların durumu hakkında bilgi alayım hemen geliyorum." Onlar gülüşürken diğer konuklarda gelmeye başladılar.


      "Tıpkı eski günlerde olduğu gibi" diye düşündü genç adam. Eski dostu can arkadaşı nedenini bilmeden kendine karşı Nefret duygusu ile doluydu. Kendiside benzer duygular taşıyordu arkadaşı hakkında. Birbirine taban tabana zıt iki duyguydu Sevgi ve Nefret. Biri açığından koyusuna kadar karanlık diğeri gündüz gibi aydınlıktı. Biri olabildiğince sıcak bir yaz günü gibi, öteki son derece soğuk bir kış günü gibiydi. İnsan doğasının iki keskin ucuydu bu iki duygu, iki ucu keskin bıçak gibi. Her iki duyguda insanı acımasız bir şekilde yönlendiriyordu. Hem de aniden değişerek, birbirlerinin yerine geçerek yönlendiriyordu.
      Bir zamanlar arkadaşına hayrandı. Daha ortaokulun ilk yıllarında yapa yalnız kaldığı zaman yakınlık duymuştu kendisine. Hüznü etkilemişti. Yıllar boyu süren güzel bir arkadaşlıkları olmuştu. İlk zamanlar arkadaşının da kendisini sevdiğine emindi ama bugün için söyleyebileceği Besim’in kendisinden nefret ettiğiydi. Belki de yaşadıkları bütün olumsuzluklardan kendisini sorumlu tutuyordu. Kendisini bir günah keçisi olarak gördüğünü düşünüyordu.
      Doğup büyüdüğü memleketini çoktandır gezmemişti."Özledim mi?" diye düşündü. Belki ama özledim diyecek kadar değil Devlet parasız yatılı okullarının sınavlarını kazandıktan sonra babasının ellerini öpüp ayrılmıştı. Ailesinden, arkadaşlarından, memleketinden ve sevdiğinden ayrılmıştı. Uzaktan baktığı, hep duyguda düşte kalarak sevdiği güzel bir kızdan ayrılmıştı. Lise ve üniversite burslu okunmuştu. Diplomasını mezun olduğu akademide bırakmış doktorasını yapmıştı, sonra askerlik ve memuriyet yılları.
      Bir gün bağlı olduğu birimdeki zor bir görev önce O'na teklif edilmişti, ne de olsa kendi memleketidir diye. Fazla uzun boylu düşünmeden kabul etmişti. Uzun süre düşüneceği zaman da yoktu. Kabul etmişti ama olayların böyle özel bir boyut alabileceği aklına dahi gelmemişti.
      Geçen yıllar boyunca memleketinden uzak kalmıştı ama bu tamamen kopma anlamına gelmiyordu. Gelip gitmişti defalarca memleketine, yazları okul tatillerinde, Görev aralarında ya da yıllık izinlerinde. Düğünlerde, doğumlarda ya da ölümlerde; en kötüsü doğumun ve ölümün birlikte yaşandığı olağanüstü günlerde hep gelmişti baba ocağına.  Bir turist, bir konuk gibi gelip gitmişti. Gidişi arada kalmamak için bir kaçıştı önceleri, sonra kaderinin yazdığı gizli bir ferman sonucu sürgündü. Şimdi ise bir yemek davetine hazırlanmayı düşünüyordu. Ama öncesinde yattığı odada gözleri tavanda düşünürken bir karara varmak zorundaydı.
      “Gitmek yada gitmemek işte bütün mesele bu" dedi mırıltılı bir sesle. Sonra aynı sesle  “Shakespeare'in gereği yok" dedi. Dışarıda hava kararmak üzereydi ve kendisinin geçmişi düşünmeyi bırakıp bir karara varması gerekiyordu. Öneri genç kızdan gelmişti.
      “Bu akşam bekliyorum Doğan Bey" demişti. Tüm sevimliliğiyle eklemişti. "Diğer arkadaşların hepsi gelecek. Sizin için bir tanışma fırsatı olabilir."
      “Kimler gelecek… Besim beyde gelecek mi?" diyememişti. Sormasına gerek yoktu ki. Besim Kalden onun büro arkadaşıydı, yardımcısı durumundaydı. Aynı Besim bir haftadır kendisinden kaçıyordu. Kendisinin bulunduğu yerlere girmiyordu. Eğer Besimin de bulunduğu bir birime işi icabı girdiyse Besim bir gerekçe bulup hemen çıkıyordu. Bir hafta boyunca kendisinden kaçan kişi ya Onun olduğu yere girmeyecekti ya da O geldiğin de sudan bir nedenle çıkacaktı. Bu yüzden ne yapması gerektiğine karar veremiyordu.
      Vakit hızla geçiyordu, bir karara varıp yola çıkmalıydı. Yada şimdi yapacağı gibi önce yola çıkıp sonra bir karara varmalıydı. Kapıdan çıkarken hiç ilgisi yoktu ama evi elden geçirmeleri gerektiğini düşündü. Babası rahmetli olduktan sonra annesinin bir müddet oturduğu bu ev annesi abisinde yada kız kardeşinde daha fazla kalmaya başlamasından sonra bakımsız kalmıştı. Arabasına bindi, yolunu özellikle Başköprüden geçirip cadde üzerindeki bir çiçekçi tezgahından bir demet çiçek aldı. Özel bir anlam çıkarılmasın diye kır çiçeklerinden yaptırdı buketini.

      Yaşlı kadın neredeyse iki büklüm olmuş beline rağmen hala genç kız gibi hareketliydi. Zayıf kuru ve esmer tenliydi, burnu zayıf yüzünde bütün suratını kaplamış gibi duruyordu. Sayılamayacak kadar çok bahar önce bu eve gelin gelmişti. O zamanlar gençti, tazeydi. O zamanlar burnu yüzüne yakışıyordu.
      İlk kocası memlekette bir duvarcı ustasıydı. İkinci dünya savaşı yıllarında ellerinde ne var ne yoksa satıp gelmişlerdi Türkiye'ye. Özelliklede kadının ısrarıyla gelmişlerdi. Geldiklerinin ertesi yılı ise kocası ölmüştü. Kimi Balkanların o kuru ve sert havasına alışkın olduğu için dayanamadı, ovanın nemli havası çürüttü dedi. Kimi de memleket hasreti dedi. Sonuçta taze gelin Esma hanım genç yaşta gurbet elde dul kalmıştı.
      Bir zaman sonra kendi gibi dul ama iki çocuk sahibi zengin bir ağa ile evlendirdiler. Daha doğrusu imam nikahıyla yetindiler. Ağanın kardeşleri ve akrabaları resmi nikaha -mal bölünür- diye karşı çıkmışlardı. Birinci kocası Sadullah’ı sevmişti. En güzel yıllarını onunla yaşamıştı. Ama ikinci kocasıyla da rahata ermişti. İki çocuğa annelikten ziyade dadılık yapmıştı ama olsun ne açtı ne de açıkta.
      Hikayenin diğer yanında Selami Bey vardı. Selami beyin küçük kızı amansız bir hastalığa yakalanmıştı. Doktorlar, tabipler bir çare bulamadan toprağa vermişlerdi. Rahmetli karısının hastalığı dediler. Sonra Selami bey üzüntüden, kahırdan öldü dediler. Sağ kalan Hüseyin de yıllar sonra trafik kazasında ölünce Esma hanıma yadigar sadece üvey oğlu Hüseyin’in büyük oğlu yani torunu Besim kalmıştı. Şimdi iki büklüm haliyle, hayatının tek amacı olarak kalan torununa destek olmaya çalışıyordu. Gerçi kimin kime destek olduğu da tartışılırdı da. Yaşlı kadın bir taraftan geçmişini düşünüyor diğer taraftan torununun hazırlanmasına yardımcı oluyordu. O yaşlı haliyle mükemmel sayılabilecek bir pantolon ütülemişti. Elindeyse bir gömlek vardı. Kapı açıldı
      “Nene hazır mı pantolonum." “Hazır nenem hazır, sen yıkan, tıraşını ol hele o vakte kadar gömleğin de hazır olur." Genç adam göründüğü kapıda tekrar kayboldu. Yaşlı kadın elinde ütü tekrar kolayca kopamadığı geçmişinin hayal dünyasına döndü. O dünyada daha mutlu oluyordu. Torunu içeri oturma odasına girdiğinde şaşırmıştı yaşlı kadın.
      “A oğul" dedi "Madem giyebileceğin bu kadar güzel urbaların vardı da niçin Esma neneni bu kadar uğraştırdın." Besim gülümsüyordu. Damat gibi giyinmiş kuşanmıştı. Nenesi
      “Damat gibi olmuşsun" deyince Besimin gülümsemesi yüzüne iyice yayıldı. "Nenem" dedi kadının boynuna sarıldı. "Sana gelin getirme zamanı geldi." Yaşlı kadın yaşlı kulaklarına inanamamıştı.
      “Kimdir? Kimlerdendir? Ben tanıyor muyum?"
      “Tanımazsın ama yüzü sana yabancı gelmeyecektir." Besim ayakkabılarını giyerken Esma nene eşikte sorularına devam ediyordu.
      “Güzel mi bari." Besim doğruldu. Nenesinin kaşık kadar kalmış yüzünü avuçlarına aldı
      “Güzel nenem. Güzel." Bir an yüzündeki sevecenlik kin ve nefrete dönüştü."Araya gene o kara çalı girmeye çalışıyor ama ben yine girmesine izin vermeyeceğim" dedi. Yaşlı kadın torunu çıkasıya kadar maşallah çekti. Bildiği bütün duaları bahtsız torunu için arkasından okudu.
      Yaşlı kadın, torunu dışarı çıkınca alışkanlıkla kapıyı kilitledi ve sürgüyü çekti. Doğrudan kendi odasına gitti. Selami Bey öldükten sonra bu merdiven altı sayılabilecek küçük odaya geçmişti. Bir divan bir seccade birde dolaptan ibaretti bütün eşyası. Besim evlenince rahmetli gelini onu bu odadan çıkarmak kendi aralarına katmak için çok çalışmıştı ama hayatından memnun olduğunu güçlükle anlatabilmişti sevimli gelinine. Her zaman açık olup sadece bir köşesi sembolik olarak katlı duran seccadesine vardı. Yıllardır abdestsiz gezmediği için namaza durdu. Besimin hazırlanmasına yardımcı olacağım diye neredeyse akşam namazını kaçırıyordu.

      Her ilde ve her ilçede bir Atatürk Meydanı yada Atatürk Caddesi bulunur. Dünya üzerindeki pek çok ulus kurucusuna ve kurtarıcısına bu şekilde teşekkür eder. İlçedeki Atatürk Bulvarı en geniş caddeydi. Bakmayın adının bulvar olmasına, bir bulvardan çok geniş caddeydi. Ortadan bölünmüş ikişer şeritli caddeye, kordon dalgaları desenli mozaik dökülmüş geniş kaldırımları bulvar havası veriyordu biraz olsun. Bir yada iki yaşındaki ağaçların varlıklarının ilçe güzelliğine katkı sağlaması için biraz daha zamana ihtiyaç vardı. Havanın yeni kararmasından dolayı hareketliliğin devam ettiği bulvarda işinden evine dönen onlarca insan ve araç vardı.
      Şehir içi trafiğine göre süratle seyreden araçların arasında bir tanesi ağır ağır yol alıyordu."06" plakalı bu araç gidip gitmeme konusunda hala net bir karar verememiş olan Doğan Denizci ye aitti. Adıyla aynı olsun diye kendine "Doğan" marka bir araba almıştı."1988" model kısmen macunlanmış olsa da temiz bir arabaydı. Macunlarının rengi kendi rengine yakın olduğu için uzaktan macunlu olduğu anlaşılmıyordu.
      İyice yavaşladı, aradığı sokağı geçmek istemiyordu. İri kaktüslerin bahçesini kapladığı eski konak yavrusu türünden bahçeli bir evi geçince sağa döndü. Evet, çocukluğundan beridir hiç değişmeyen bu evin sokağındaydı aradığı apartman Daha doğrusu dönemedi. Zaten dar olan sokak park eden araçlar yüzünden geçilmez bir hal almıştı. Biraz ilerisinde yolun sağına park etmiş olan beyaz bir opelin arkasına yanaştı. Dışarı çıktığında evi bulmakta zorluk çekmedi. Çünkü civardaki en gürültülü ev aradığı evdi.
     Dış bahçenin kapısını açarken konuşmalar, gülüşmeler daha iyi duyuluyordu. Davetlilerin tahmininden daha kalabalık olduklarını düşündü. İçini çocuksu nbir utanma duygusu sardı, kot pantolonla geldiği için pişman olmuştu. Ama bu saatten sonra geri dönüp değiştiremezdi. Heyecanının biraz olsun yatıştırabilir diye üstüne başına elleriyle çeki düzen verdi, kapıdaki zili çaldı.
      Sokağa bakan geniş balkonun kapısı açıldı. Balkona çıkan kişiyi görebilmek için bir iki adım geri çekildi. Başını kaldırıp yukarı baktığında yıllardan beridir iyi tanıdığı bakışlarla karşılaştı. Elleri cebinde bir kat yukarıdan değil de derinden bir kuyu dibinden bile bakıyor olsa o bakışlar insanı gene ezerdi. Bir saniye göz göze geldiler, belki de bir saniyeden çok daha az. Yıllar öncesinin dostluğundan, arkadaşlığından eser yoktu. Yalnızca kin ve nefret vardı. Birbirlerini görmedikleri zaman içersinde beslenmiş ve büyümüş bir nefret.
      Kapının önünde ne yapacağını bilemez durumda kalmıştı. Keşke gelmeseydim diye aklından geçirdi. Gözlerin kesiştiği bir saniye bütün gece uğraşılsa bile onarılamazdı. Geri dönmeyi aklından geçiriyordu ki merdiven otomatiği yandı. Aşağı indikçe çoğalan terlik seslerinden sonra kapının buzlu camında bir gölge belirdi. Kapıya yaklaştıkça belirginleşen gölgenin bir bayana ait olduğunu anlayınca Doğan biraz olsun rahatlamıştı.
      Kapı açılınca gelenin bizzat ev sahibesi olduğunu anlamıştı. Anlaşılan Yüksel Hanım yukarıdan kapı otomatiğine basmak kolaylığı yerine incelik göstermiş kapıyı kendi açmıştı. Kapı aralandığı zaman sımsıcak bir gülümseme alacakaranlık bahçede ışıldamaya başlamıştı.
      “Doğan bey Nasılsınız" Kapıyı ardına kadar açtı "içeri gelin. Bizde sizi bekliyorduk." Doğan içeri girmemeye karar vermişti. Ve o anda içinde içmek sarhoş olmak arzusu uyanmıştı.
      “Önemli bir aile toplantısına da davetliydim. Umarım beni bağışlarsınız" dedi. Bir şeyler daha söylemesi gerektiğini hissediyordu. Bir kaç saniye süren sessizlik yeni kelimeler yeni açıklamalar gerektiriyordu.
      “Davetinize katılmayı çok isterdim ama takdir edersiniz ki annelerinde hatırları var." "Tüh" dedi içinden kız şimdi ana kuzusu olduğunu düşünecekti."Yana sarkmış olan elinde tuttuğu çiçekleri uzattı.


      “Bu nedenle davetinize katılamayacağımı söylemek için bizzat kendim geldim.Umarım affedilmeme yardımcı olurlar" dedi. O anda yukarı balkonun kapısı açıldı. Sesler bir anda çoğaldı. Mustafa Ali’nin, Serkan Beyin sesleri baskın ses olarak duyuldu.”Hadi arkadaşlar" diyorlardı. Kalabalıktan bir ses "Açlıktan ölmek üzere üzereyiz." dedi. Doğan
      “Her neyi kutluyorsanız hayırlı ve uğurlu olsun" dedi. Elini bir kere daha uzattı veda tokalaşması için. Ve sonra ardına bile bakmadan çıktı gitti.


      İlçenin sahille arasında kocaman bir dağ ve o dağın uzantıları durumunda tepeler vardı. Bu dağ ve tepeler ilçe ile Tuzadası arasında doğal bir set durumundaydı. İlçesine en son geldiğinde virajlı olan aradaki yol genişletilmiş çift şeritli hale getirilmişti. Doğan arabasının gaz pedalının sonuna kadar basıyordu. Karanlık hükmünü sürmeye başladığı için zorunlu olarak farlarını açmıştı. Karşıdan gelen araçların ışığı yaklaş tığında farlarını kısaya alıyor sonra yokuşun tamamını aydınlatabilecekmiş gibi uzun ışıkları açıyordu. Gittiği yön olan batı ufkunda saatler önce batan güneşin kızıllığı da çoktan kaybolmuştu.
      Yaklaşık dört kilometre süren tırmanmadan sonra aracını yolun soluna çekti. Yıllardır özlediği bu manzarayı doya doya seyretmeliydi. Karşıda koyu lacivert denizin ötesinde yükselen dağlar Yunan adasına aitti. Bizim kıyılara bakan yönünde yerleşim merkezlerinin ışıkları görünüyordu. Bir an aklından "orada da arabasını yokuşun başına çekip karşı kıyıyı seyredenler var mıdır" diye geçirdi. Denizin bu yakasında ise kışın ortasında kimselerin oturmadığını düşündüğü yazlık siteler karanlıkta hayalet kent gibiydi. Sitelerin solunda Ilıcalar beldesi vardı. Ilıcaların sokakları sahil sitelerine göre ışıl ışıldı. Nede olsa oraların sakinleri yaz-kış oturuyorlardı.  Karanlıkta bir kibrit alevi parladı ve söndü Doğan şimdi her şeyi unutmuş ortamın büyüsüne koy vermişti kendisini.
      Sigarasını filtresine kadar içti. Denizden esen yel kilometrelerce uzaktan da olsa denizin o kendine has kokusunu getiriyordu. Hava ve yerler yeteri kadar ıslak olsa da izmariti yere atmadı. Yolun biraz aşağısında güzelim çam ağaçları vardı. Ne olur ne olmaz diye arabasının küllüğüne attı. Marşa tekrar bastığında ise gideceği yönü çoktan belirlemişti. Mademki içecekti mademki sarhoş olacaktı o halde yönü doğrudan Tuzadası olmalıydı.


      -Ne arzu edersiniz beyefendi." Doğan dalıp gittiği ufukların karanlığından garsonun sesi ile sıyrıldı. Şaşkınlıkla etrafına bakındı. Aradan yıllar geçmiş bile olsa ayakları onu Martı adasına getirmişti. Koca lokalde yalnız olduğunu anladı. Başında dinelip duran garsona bir yanıt vermeliydi.
      “Bir ufak rakı ve soğuk meze." Garson rakı servisi yapmadıklarını söyleyince kulplu bardakta bira ve çerez söyledi. Aynı garson ısmarladıklarını masaya getirdiğinde siparişleri masaya bırakmasından orada fazla takılamayacağını anlamıştı. Biranın köpüklerini bıyıklarında bırakacak bir yudum aldı. Mutfağın girişindeki garson ve aşçı sanki onun gitmesini bekliyorlarmış gibi geldi. Yine de Yüksel hanımın bahçesinde karar verdiği işi mutlaka uygulayacaktı. Gerekirse birkaç yer değiştirecekti ama bu akşam mutlaka sarhoş olacaktı, hem de zil zurna sarhoş.
      Birasından bir yudum daha aldı. Uzun zamandır içmediği için nasıl içmesi gerektiğini bile unutmuş gibiydi. Çerez tabağından bir avuç çerezi ağzına attı. Köşede bekleyen içkisini bir an önce içip gitmesini gözleyen adamları görmemek varlıklarını unutmak için arkasını döndü. Anılarının deniziyle ayaklarının dibindeki denizin dalga seslerinin birbirine karışacağı ana kadar içti. Bardağının dibini gördüğünde anı ile gerçek birbirine karışmıştı. Ömrünün en güzel günlerinden birini yeniden yaşamaya başlamıştı bile.
 
     Yedi yıl öncesinin mayıs sonlarında sıcak bir gündü. Denizin kenarında, limanda biri kocaman direkli iki gemi vardı. Çarşı yelkenli gemiden boşalan yabancı turistlerle cıvıl cıvıldı. Öğle sonrasıydı. Saat iki suları olmalıydı. Denizden esen hafif rüzgar deniz üzerinde küçük dalgacıklar oluşturuyordu. Martıadası ile karayı birbirine bağlayan asfalt yolun köşesinde genç bir delikanlı bekleşiyordu. Birini beklediği elinde tuttuğu bir demet çiçekten belli oluyordu. Sıkça saatine bakması ve yerinde duramayıp aşağı yukarı adımlaması bu bekleyişin uzun zamandır sürdüğünün işaretiydi. Havanın sıcak olmasına rağmen üzerinde yazlık bir ceket vardı Genç adam "keşke başka bir yerde sözleşseydik" diye aklından geçirdi. Örneğin çarşı içinde bir banka önünde yada minibüs duraklarında da buluşabilirlerdi. Beklediğinin ne tür bir araç ile geleceğini bile bilemiyordu.
      Tam minibüsle gelebilir diye düşünürken az ötede kornasını çalarak yaklaşan beyaz otomobili farketti. Önceleri karaya yakın ama tam anlamıyla bir ada olan ve adını doğal sahipleri olan martılardan alan Martıadası yapay bir yolla karaya bağlamıştı. O bölgedeki doğal yapı deniz düzeyinden aniden yükselen bir tepe şeklindeydi. Bu nedenle oradaki yol çok dardı ve kenarın da park edilebilecek boşluk yoktu. Yolun bir yanı dik yamaç ve istinat duvarı diğer yanı ise yaya kaldırımıydı. Arabanın içindeki kişi bir eliyle bekleyeni selamladı ve ileri doğru gitti. Arabada el sallayan kızı gören delikanlı biraz olsun rahatlamıştı. Arabanın yönünde hızlı adımlarla yürümeye başladı. Yüz metre kadar ileride yamacın eğiminin azaldığı bir yerlere park etmişti beyaz araba. Bir dakika sonrasında iki arkadaş birbirlerini resmiyetin elverdiği ölçüde selamlıyorlardı.
      “Çok bekletmedim değil mi?" sorusuna
      “Bende az önce gelmiştim" diye yanıt verdi delikanlı. Birlikte yürümeye başladılar ama garip bir yürüyüşleri vardı Yeni tanışan iki arkadaş gibiydiler. Yan yana yürüyorlardı ama elele yada kolkola değillerdi. Birbirlerine yakındılar ama bir o kadarda uzaktılar. Hiç konuşmadan Martıadası’na kadar yürüdüler. Yolun sonundaki küçük düzlüğe vardıklarında genç kız sordu
      “Ne zaman geldin" delikanlının yanıtı bir kelimeden ibaretti. "Bu sabah"
      “Nerede kalıyorsun" sorusuna ise sanki gerisinden gelebilecek soruları da tahmin ediyormuşçasına yanıtlar verdi.
      “Doğrudan Tuzadası’na geldim ve öğretmen evinde yer ayırttım." Martıadası’nın batısındaki tenha çay bahçesine gelesiye kadar hiç konuşmadılar. Delikanlının şimdi oturuyor olduğu yere civarında bir masaya oturdular. Bir zaman bakışlarının bile birbirlerine temas etmesinden çekiniyor gibiydiler. O bir zaman boyunca sarf ettikleri tek sözcük ise garsona verdikleri siparişlerdi. Dakikalar boyunca duydukları ses ayaklarının dibinden gelen dalgaların sesi olmuştu. Uzun süren sessizlikten sonra ilk konuşan yine genç kız olmuştu.
      “Beni kırmayıp geldiğiniz için teşekkür ederim." bir an sonunu nasıl bağlayacağını düşündü ve  “Doğan bey" dedi. Aralarındaki resmiyet devam ediyordu. Yanıt da resmi bir ağızla geldi.
      “Sorun nedir Necla Hanım." İkisinden birinin bu "sizli bizli" konuşmayı bitirmesi gerekiyordu. Yıllardır sürüp giden bir arkadaşlık aniden farklı boyutlara taşınmıştı. Bunu her ikisi de biliyordu ama birbirlerine itiraf etmeye çekiniyorlardı. Bu itirafın ardından gelecek gelmesi kaçınılmaz gelişmelerden çekiniyorlardı. Havanın biraz daha yumuşaması gerekiyordu ki gerçek konuya gelebilsinler. Necla tekrar sormuştu.
      “Üniversitede misin hala" Evet son derece gereksiz bir soruydu. Çünkü genç kız karşısındaki adamın neler yaptığı konusunda bilgi sahibiydi. Hem de haftada bir bazen iki kere olabilen sıklıkta mektuplaşıyorlardı. Öyle gizliden gizliye değildi ama herkese reklam olacak şekilde de değildi.
      “Öğrencilik bu yıl bitecek ama ben Üniversitede kalmayı düşünüyorum" dedi. Parlak bir öğrenci değildi ama çalışkanlığı ve dürüstlüğüyle tanınmıştı. Üniversitede sosyoloji okuduktan sonra "suçbilim" üzerine doktorasını yapmıştı ve iki yıllık doktora eğitiminin sonlarına gelmişti.
      “Siz neler yapıyorsunuz Necla hanı..." sözünün burasında genç kız müdahale etme gereği duymuştu.
      “Hanım yok. Bugün sadece sen ve ben olalım" dedi. Ardından sorusuna yanıt verdi.
      “Bugün sevgilimle buluşmaya karar verdik" dedi."Sevgilim ve ben her şeyi unutup gezeceğiz, eğleneceğiz ve kesinlikle ciddi şeylerden söz etmeyeceğiz" diye ekledi. Evet, içlerinden birinin bu çıkışı yapması gerekiyordu. Ok yaydan çıkmıştı artık, eller birbirini buldu ve kenetlendi. Her şeyi olduğu gibi bırakıp çıktılar. Önlerinde dolu dolu yaşayacakları ciddi konulardan bahsetmeden sadece eğlenecekleri bir öğleden sonraları vardı.
      Akşama kadar birlikte oldular, gezdiler, dolaştılar. Elele başladıkları beraberlikleri sarmaş dolaş devam ediyordu. Martıadası’nın adım atılmadık yeri kalmamıştı. Gün boyu gülmüşler eğlenmişlerdi. Hatta bir iki bira bile yuvarlamışlardı Aralarında yıllardır var olan sevgi su yüzüne çıkmıştı. Bu duygu seli yüzünden dostlukları ve arkadaşlıkları en yüksek düzeye ulaşmış "Aşka" dönüşmüştü. Yılların acısını bir günde çıkarmak istercesine eğleniyorlardı.

      "O unutulmaz gün belki de bu masada başlamıştı" diye düşündü Doğan oturduğu masada. Yüzünde mutlu bir gülümseme vardı. Arkadaki masaların üzerine sandalyeleri ters kapatmaya başlayan garsonlara aldırmak istemiyordu.
      “Kaçır beni Doğan" demişti genç kız akşamın başladığı saatlerde.  "Seni, beni buralardan götürmen için çağırttım" diye eklemişti.
      “Hani bugün ciddi konulardan söz açmayacaktık" dedi Doğan "Üstelik bu söylediklerini senin gibi cici bir doktor adayına yakıştıramıyorum" Ama o an yaptıklarının ne anlama geldiği konusunda gerçeğin duvarına çarptığını da anlamıştı. O an içindeki sevgiyi böyle rahatlıkla dışa vurduğu için kendi kendine lanet etmişti. Buralara hiç gelmemesi gerekiyordu, bu gün hiç yaşanmamalıydı. O andan itibaren ne yapması gerektiğini bilmeyecek durumdaydı. Gerçi kız olanın bitenin farkındaydı ama bir dakikalık bir ciddiyetten sonra gülerek Öyle ya dedi bu gün ciddi konulardan söz etmeme kararı almıştık. Günler sonra "kaçır beni Doğan" nın manasını çözmüştü.
      O gün olabileceği kadar geç saatlere kadar eğlenmişlerdi. Akşamın alacasında yolcu etmişti arkadaşını. Sabahınaysa kendi de okuluna dönmüştü. Bir daha da mektup alamadı arkadaşından, yazdığı onca mektup ise geri gelmişti.

      Garson iyice yakınlarına gelmişti. Koca çay bahçesinde toplanılmayan yalnızca kendi masası kalmıştı."Artık kalkma zamanı geldi" diye düşündü. Hesabı ödeyip çıktı. Çıkarken yüklü bir bahşiş bırakmayı da unutmamıştı. Sallanarak yürüyordu ama sarhoşluktan değil avarelikten. Körkütük sarhoş olmasına daha vardı, vakitse çok erken. Bir iki bardak bira efkarını dağıtmaya yetmezdi. Yönünü Marinaya çevirdi. "O taraflarda açık yerler daha çoktur" diye düşündü.
      Açık yer bulmakta zorlanmadı. Yılbaşı yaklaştığı için barlar, meyhaneler gece klüpleri kendilerini yılbaşına hazırlıyorlardı. Orta halli ve hiç tanımadığı bir mekana girdi. Kuytuda bir masa seçerek oturdu. Bir önceki yerde bulamadığı rakıyı ısmarladı. Tek fark ise yanında yalnızca soğuk meze yeri ne mükellef bir mönü söylemesiydi. Salonda oturan bir kaç kişinin neler düşündüğüne aldırmadan bir türkü mırıldanmaya başladı. Yıllar öncesinde iki kalbin ayrılık saatlerine yakın söylemeye başladıkları hüzünlü bir türküydü mırıldandığı
      “Odam kireçtir benim,yüzüm güleçtir benim...."
      O gün marina ya kadar yürümüşler miydi? Anımsamaya çalıştı. Evet yürümüşlerdi. Mevsimin erken olmasına rağmen denize girenler vardı, onları seyretmişlerdi. Kimi titreyerek dışarı çıkıyordu kimiyse soyunup hazırlandıktan sonra suyun soğuk olduğunu anlayınca gerisini geriye giyiniyordu. Bir hayli eğlenmişlerdi o insanları seyredip. Sonra ayrılıkları geldi gencin aklına. Sade bir ayrılmaydı. Sanki yarım saat sonra tekrar görüşeceklermiş gibi. Genç kız arabasına binmiş ve
      “Allahaısmarladık" demişti yalnızca. Delikanlı arabanın kapısını kapat madan yakalamış “Dur... dur..." diyebilmişti. "Neler oluyor anlamadım" demişti. Genç kızsa “Bu bir rüyaydı hep yaşamak istediğim. Yaşadım. Yaşadık ve artık sabah oldu" demişti.
     “Sonra" “Sonrası yok. Sonrasını Allah bilir" demişti ve beyaz araba sabah nasıl geldi ise öylece gitmişti. Bakakalmıştı beyaz arabanın arkasından. Bir an peşinden koşmayı aklından geçirmiş ama bir faydası olmayacağını bildiği için vazgeçmişti. Kendini bir anda aşağılanmış hissetmişti. Bir hatamı yapmıştı, bir yanlışı, saygısızlığımı olmuştu. Hayır. Karşılıklı gülmüşler eğlenmişlerdi. Ağlamak istiyordu, basbayağı terkedilmişti. Ağlamak istiyordu ama ağlayamıyordu. Geçmişin o güzel gününün sonunda ağlayamamıştı ama şimdi oturduğu masada hüngür hüngür ağlıyordu. Garsonun ve diğerlerinin bakışlarına aldırmadan ağlıyordu.
      Bir kere daha doldurdu kadehini Domuz sıkısı yaptı bu defa. Bir kriz halinde gelen ağlaması dinmişti. Bu gece iyice sarhoş olacak geçmişiyle yüzleşecekti. O akşam anlamadığını bir hafta ongün sonra anlamıştı. O gün Necla’sı, kendisinin yapması gerekeni yapmıştı; açıkça aşkını ilan etmişti. Ve "Kaçır beni Doğan" demişti. Sevdiği adama, sevildiğine inandığı adama açık çek vermişti. O günlerde anlamsız bir gurur ile bakmıştı olaya. Yaşamı boyunca kendinde itici bir güç olarak gördüğü "Balıkçı çocuğu" olmak duygusu Yaşamının en değerli hazinesini kaybetmesine neden olmuştu.

      Zengin kızıydı Necla. Ailesi İzmir’in köklü ailelerindendi. Babası koskoca ilçe Tarım Müdürüydü. Annesiyse İlçenin en zengin ailelerinden birinin kızıydı. Ya kendi... Kimlerdendi, Balıkçı Mukadder’in oğlu Doğan. Hava iyiyse bir kaç balık vururdu ağlarına. Gece tuttuklarını sabah satarsa tencerelerinde çorba kaynayacak demekti. Tam bir Yeşilçam senaryosuydu yani. Zengin kız, fakir oğlan. O gün buluşmaya bile kendi arabasıyla gelmemiş miydi Doktor Necla Hanım?
      Bir hafta ongün sonra okuduğu İstanbul gazetelerine kadar gelmişti haberi. Tanınmış ailelerden filancanın oğlu falancanın kızı ile evlenmişti. Daha acısı haberde küçük bir ayrıntı olarak geçiyordu. "Yıllardır birbirini tanıyan yeni evli çift yıldırım aşkı ile birbirlerine aşık olmuşlar" mış. Aslında Doğan böyle bir haberi bekliyordu beklemesine ama o gün niçin gelmişti. Madem Besimi seviyordu neden koca bir öğleden sonra birlikte gezip tozmuşlardı. İşte o nedeni şimdi içki masasında anlıyordu, kendi kendine konuşur gibi
      “Kaçırmam için neredeyse yalvardı ama ben anlamadım. Anlasaydım da yapamazdım ki." Şişenin dibinde kalan rakıyı garsonun aptallaşmış bakışları altında kafasına dikti. Aslında acele eden Besim’in kendisiydi. Bunu başkalarından da duymuştu daha sonraları.
      “Herkes yadırgadı" demişlerdi. Çapaların zamanında düğün yapılması o yörenin adetlerine ve çalışma düzenine tersti. Davetiye göndermemişlerdi Doğana “İyi de olmuş göndermedikleri" demişti ağabeyinin hanımı.”Sadece gösterişten ibaretti koca düğün"  Salon, içkiler, çalgıcılar, dansözler hepsi bir eksikliğin dışa vurumuydu sanki.
      “Ya Necla Hanım" dediğinde ise “Buruk gitti kızcağız" dedi. "Sanki istemeden gidiyormuş gibiydi" demişti. 
      Kapıdan çıkan iki kişi Doğanın dikkatini çekmişti. Vaktin ne kadar geç olduğunu fark etmesine neden oldu o kişiler. Bardağında kalan son yudumu da içti. Soğumuş kayış gibi olmuş ızgara etten bir parça da aldı."Nasıl oluyor da birbirlerine bu kadar benziyorlar" diye aklından geçirdi. Aradaki benzerliği Besimin de, Rıza babanın da fark ettiğini düşündü. Kendi yanılsa bile onlar yanılmış olamazlardı. Fiziksel bir benzeyişten söz ediyordu, duygusal olarak bir şey demesi için çok erkendi.


      Bu gece istediklerinin bir bölümünü gerçekleştirmişti. Anılarının denizinde yüzmüş, gerçeklerle yüzleşmeye çalışmıştı. En azından içinde birikenler biraz olsun dışarı vurmuştu. Masadan kalkmaya hazırlandığı şu dakikalarda bir karara varıyordu. Geçmişte yaptığı yanlışlıkları bu kere yapmayacaktı. Savaşacaktı Besimle.
      “Bu kez yeneceğim seni Besim" diye bağırdı. Garsonların gülüşmeleri kulağına ulaşmıştı. Dilinin de peltekleşmeye başladığını anlamıştı. Demek ki muradına ermiş zil zurna sarhoş olmuştu. Garsonu çağırdı, hesabı istedi. Yakınlarda bir otel olup olmadığını sordu.
      Öğleden sonra uyandığında ise son oturduğu barın bir otelin lobisinde olduğunu öğrenmişti. Anlaşılan garsonlar onu doğrudan doğruya yukarıya otele çıkarmışlardı. Bu da herhangi bir rezalet çıkarmadan uyuduğunun işaretiydi. Bir başka sevinç kaynağı ise o günün pazar günü olmasıydı. Yoksa iş gününde böyle bir baş ağrısı hiç mi hiç çekilmezdi doğrusu.

      Pazartesi sabahı ilk işi cumartesi gecesi götürdüğünün küçük bir örneği olan bir buket çiçekle Yüksel Hanımın odasına gitmek olmuştu. Sabahın erken saatleri olmasına rağmen Yüksel Hanım işinin başındaydı. Odaya girdiğinde gözlerine bakamamıştı ama özür dilerken bakışları tam göz bebeklerindeydi. Ne Besim yanılıyordu nede Rıza baba. Sanki Altı yıl önce vefat etmiş olan Necla'sı etiyle kanıyla karşısında duruyordu. Genç kız ona çay ikram etmeyi teklif ettiğinde sevinerek kabul etti. Çayları söylemek için koridora çıkarken belleğinde cumartesi gecesinden bir cümle yankılanıyordu.
      “Bu kez yeneceğim seni Besim."Belleğinde ki cümleye bir cümle daha ekledi. “Necla'mı elimden aldın ama Yüksel için sonuna kadar savaşacağım."
Başlık: Anchilea - Bölüm 18
Gönderen: azizhayri - 20 Kasım 2015, 08:14:29
B Ö L Ü M    O N S E K İ Z

       Bir an kendine geldiğinde korkmuştu. Duvardan gelen ve kaynağı belli olmayan bir ışığın aydınlattığı bir odadaydı, ürperdi. Çevresine bakındı, o kadar tanıdık geliyordu ki, son zamanlarda sıkça gelip gittiği o yerdeydi. Yüzlerce yıllık olduğuna inandığı o sandalyede oturuyordu. En az sandalye kadar yaşlı masa üzerindeki el yazması defteri okuyordu. Hiç erimeyen o garip biçimli mum yanıyordu. Yanıyordu yanmasına ama mumun ışığına gerekte yoktu. Yalnızca, bu mistik dekoru tamamlayan bir öğeymiş gibi yanıyordu masanın üzerinde. Burada yalnız olmadığını hissediyordu. İlk geldiği günden beri -tıpkı duvardan yayılan yeşil ışık gibi- güçlendiğini hissettiği bir varlık odayı onunla paylaşıyordu. Kim olduğunu ya da ne olduğunu bilmediği bir varlık.
      "Altı büyük günah var" diyordu el yazması defter. "İnsan Tanrılarına karşı altı büyük günah işler, günahkar olur. Sonra pişman olur tövbe eder. Sonra gene günah işler; sonra gene tövbe eder. Günahların son bulması için altı küçük kurban gerekir. Altı yaşında altı küçük temiz kurban. Altı büyük günah o zaman sonsuza kadar affedilir. O zaman güneşin önündeki gölge kalkar ve geçmişin o muhteşem günleri geri gelir. O zaman kendinizden sıyrılır yeni ve kusursuz biri olursunuz…”
      Defterdeki harf karakterlerine bir kere daha baktı. Ta en başından beri nasıl olduğunu bilmeden defterde yazılanları rahatlıkla okuyordu. Tanımadığı harf figürlerinden oluşan bir yazıydı Latince mi Fenike mi yada daha da eski ve çoktan unutulmuş bir dile mi aitti bilmiyordu ama yazılanları sorunsuzca okuyordu. Okumaktan öte bir hafız gibi ezbere biliyordu.
      Bir an aklına defterin sahibi olduğunu zannettiği iskelet geldi. Ne yapmıştı zavallı iskelete. Bir anlık düşünceden sonra aklına geldi, gömmüştü. Bir emanetçi, bir muhafız gibi özen göstererek adeta kutsal bir törenle ayaklarını bastığı zemine gömmüştü. İlk kurbanının işlemlerini törenle yaptıktan sonra sıra gelmişti zavallı iskelete. Yaptıklarının bir tanığı olabilsin diye törenin sonuna kadar şiltede yatmasına izin vermiş sonra gömmüştü.
      Konuşanın kim olduğunu anlayabilmek için bulunduğu odayı tekrar gözden geçirdi. Küçük odada kendinden başka kimse yoktu. O halde duyduğu ses kafasının içindeydi. Günler, aylar önce çok uzaklardan bir fısıltıymış gibi duyduğu ses bugün hemen yanı başında konuşuyordu sanki. Sesin sahibi her kimse, ağırbaşlı ve etkileyici bir ses tonuyla konuşuyordu. Birçok kere "çıldırıyorum galiba" diye düşünmesine neden oluyordu kafasının içinde yankılanan ses. Hayaletlere inanacaktı neredeyse. Defterde sıklıkla adı geçen Hekate miydi? Korkuyla sordu.
      “Hekate sen misin?" Ses bu kez ağırbaşlı olmak yerine ürpertici bir tonda yanıt verdi.
      “Ben Empusa’yım, Yüce Hekate’nin sadık hizmetkarı, bir ayağı tunçtan bir ayağı eşek pisliğinden olan Empusa" Kişi, okuduğu defteri anımsadı. Gülüp geçmek istedi ama beyninin hücrelerinde yankılanan ses devam etti.
      “Ben Lamia'yım; çocuk eti seven Lamia. Eski dünya güzeli kraliçe Lamia. Hera'nın güzelliğini kıskanıp çocuklarını çaldığı ve ardından lanetlediği kraliçe Lamia. İntikam için mutlu ailelerin çocuklarını yiyen Lamia." Oda çığlıkla yankılandı.
   “Ben ne Empusa nede Lamia olmak istemiyorum." Ama bugün mutlu ailelerin çocuklarını yiyen lanetli kraliçenin uşağı olmuştu.


      Sabahın erken saatlerinde gitmişti Yenihisar’a, sokaklarını alacakaranlıkta dolaşmıştı. Beyninin bir köşesine kaydedilmiş gibi duran bilgilerden kimi nereden bulacağını çok iyi biliyordu. Bu dördüncü gidişiydi, getireceği dördüncü kurban olacaktı. Kurbanını elleriyle koymuş gibi bulmuştu. Bu sarnıca girdiğinden beri her şeyi bildiğini biliyordu, benliğinde hissediyordu sanki.
      Sabah çok erken saatlerde çıkarmıştı arabasını sakladığı özel yerden. Dikkat çekmemek için azami derecede özen göstermişti. Avını bekleyen bir kara panter gibi pusuya yatırmıştı canavarını. Müezzinler daha ezanlarını yeni okurlarken kuytu sokaklardan birinin en sonunda yaşlı bir zeytin ağacının koyu gölgesinde pusuya yatmıştı gece rengindeki otomobilini. Üzerini de eski ama sağlam bir branda ile örtmüştü. Sokağın bitip zeytinliklerin başladığı bu yerde yılın bu mevsiminde hiç oturan olmazdı.
      Akşamüzeri arabayı bıraktığı yerden almak zor olmamıştı. Acele etmeden brandasını toplamış saat gibi çalışan motorun marşına basmıştı. Sabah tan vakti geçtiği aynı caddeden tekrar geçerken gökyüzü kızıla dönüyordu. Önce Dydima'nın önemli olmayan bu caddesi boyunca ağır ağır yol almıştı. Akşam gezmesine çıkmış birini andırıyordu. Yokuştan aşağı inerken bir gurup çocuk yolun kenarında oynuyorlardı. Aradığının hangisi olduğu konusunda acele karar vermesi gerekiyordu. Araç hiç motor gürültüsü çıkarmadan yokuş aşağı kayarken bir karara varması için beyninden çok yüreğini dinlemesi gerektiğini biliyordu aradığı çocuğu bulabilmek için.
      Cadde, Dydima'daki çarpıklığı aynen yansıtıyordu. Kendi halinde uzayıp giderken Restoran yada lokanta havası olan bir derme çatma bir bina yola çıkıntılık yapıyordu. Binanın önüne tıpkı kendisi gibi derme çatma gölgelik yapılmıştı. Gölgelikte ve caddeye taşan kısımda masalar dizilmişti. Havaların etkisiyle masalarda kimse oturmasa ve kimsenin de oturmaya cesareti olmasa da o masalar her sabah dışarı çıkarılıyor ve akşam olunca da içeri alınıyor olmalıydı. Yokuştan ağır ağır inen aracından hangisi olduğuna karar vermeye çalıştığı çocuklar o masaların arasında ve önünde oynuyorlardı.
      Dükkanın önünden bir defa geçti, içeride yetişkin olarak kimseyi görememişti. Sadece pide fırının azıcık aralık kalmış ağzında içeride yanan odunların kızıl alevlerini görmüştü. Yol lokantanın ve yarı açık yarı kapalı bir kaç dükkanın önünden geçip elli metre kadar ileride sola dönüyordu sahile ulaşıyordu. Dirseği geçip arabasını sola iyice yanaştırdı. Gidip içlerinden birini -ki o birinin doğru kişi olacağına emindi- alıp götürmeyi düşündü. Diğerlerini ne yapacaktı. Bir an şimdi bu işi yapmaktan vazgeçmeyi düşündü, içini garip bir sevinç kapladı. Ertesi sabah, akşam yada başka bir zaman gelip işini tamamlayabilirdi.
   Bırakıp gitme düşüncesi daha ilk belirdiği anda beyninde bir ağrı hissetti. Keskin, dayanılmaz bir ağrıydı bu kaynağını bilemediği sancıydı. Başını çevirdi, otomobilinin arka koltuğunun oyuncaklarla dolu olduğunu farketti. Renkli balonlar, irili ufaklı toplar, kurmalı oyuncaklar, bebekler. Neredeyse arka cama kadar doluydu. Gökkuşağı gibi rengarenk bir topu aldı. Biraz geriye yürüyüp kocaman topu oynayan çocukların arasına fırlattı. İçlerinden en küçük ve dışlanmış gibi duran fark etti topu. Bir saniye sonra da aralarında top kavgası başlamıştı. Doğal olarak en iri yapılı olan çocuk topu kapmıştı. Bir an göz göze geldiler. İrikıyım yapılı ama sevimli bir çocuktu.
      “Benim olabilir mi?" diye sordu çocuk. Adam "evet" dedi ve ekledi “Evet ama bana adını söylersen." Ağzı sevimli bir gülüş ile yayılan çocuk "Remziye" dedi.
      “Sana bir top daha verirsem bana "Aylayı gösterir misin" deyince çocuk eliyle kaldırıma çıkmış olan kendisinden daha küçük yaşlarda ufak tefek bir kız çocuğunu gösterdi
      “İşte o benim kardeşim." Adam yavaş yavaş yolun dirsek yaptığı yere doğru yürümeye başladı. Balığın oltaya geldiğini düşünüyordu. Arabanın yanına varmamıştı ki diğer çocuklarla birlikte Ayla’nın da arabanın yanına yanaştıklarını gördü. Bir şey demiyorlar arabanın arka koltuğunda pencerenin üzerine kadar yığılan oyuncaklara bakıyorlardı. Kasap, dükkanından içeri bakan kedilerin ne istediklerini bilmez miydi?
      “Ben babanızın arkadaşıyım" dedi. Nereden aklına geldiyse "Lokantacı Sait benim çocukluk arkadaşımdır" diye devam etti. Arka kapıyı açtı. “İçeriden istediğiniz bir oyuncağı seçin alın" dedi. Diğer üç çocuk arabanın arka koltuğuna doluştuğu halde "Ayla" kaldırımda duruyordu hala. Sakin ve telaşsız adımlarla çocuğa yanaştı.
      “Hadi bakalım Ayla, sen de gir sende oyuncağını seç" dedi. Bir eliyle de çocuğu ön koltuğa yanı başına bindirmeye çalışıyordu. Çocukların dördü de içeri girince kapıyı kapadı. Zavallı çocuklar kapının kapandığının farketmemişlerdi bile, hazine sandığı başındaki definecilerin şaşkınlığına ve sevincine düşmüşlerdi. Çevresini kalın, siyah gözlüklerinin ardından kontrol edip yine sakin adımlarla aracının arkasından dolaşıp sürücü koltuğuna geçmişti bile. Dikkat çekmemesi için rahat hareket ediyordu.
      Hareket ettiklerini Ayla fark ettiğinde sahil yoluna çoktan çıkmışlardı. Birilerinin gözüne batmaması için normal bir süratle seyrediyordu.
      “Amca bizi nereye götürüyorsun" dedi çocukların biri. Bir panik yaşansın istemiyordu adam hızını hafifçe arttırdı. Bir an önce Dydima'yı ilçeye bağlayan yola çıkmalıydı. O yol hem daha tenhaydı hem de daha hızlı gidebilirdi.
      “Seni başka oyuncakların ve başka arkadaşların yanına götürüyorum" dedi bütün sevimliliğiyle. “Ya Remziye ablam onu da götürecek misin?" Evet, Remziye ve diğerlerini götüremezdi. Acilen bir şeyler yapmalıydı. O bunları düşünürken diğer çocuklarda oyuncakların büyüsünden kurtulmaya başlamışlardı. Tanımadıkları ve bilmedikleri yerlere gelmişlerdi. İçlerinden biri mızıldanmaya başladı, onu diğerleri izledi.
      Bir anda çocukların aleyhinde tanıklık edip edemeyecekleri geldi aklına. Çocuklarla doğrudan muhatap olmamıştı bu nedenle yüzünü gördüklerini hiç sanmıyordu. İç aynaya uzattı başını, birden gözleri faltaşı gibi açıldı, gördükleri karşısında kendi bile şaşırmıştı. Aynada kendisine bakan kocaman kırmızı burunlu, al yanaklı bir palyaçoydu. Yol kenarındaki evler iyice azalınca yavaşladı. Çocuklarsa oyuncakları bırakmışlar sesli olarak ağlamaya başlamışlardı. Sağda loş bir yerde durdu, zeytin ağaçlarının arasına arabasını çekti. İçinden gelen en sevecen ses tonunu takındı.
      “Size şaka yaptım ben" dedi. ”İstediğiniz oyuncakları seçin alın, isterseniz hepsi sizin olsun." Arka kapıdan çocukları indirmiş içerideki bütün oyuncakları dışarı çocukların yanına taşıyordu. "Alın, kendiniz oynamak istemezseniz okul arkadaşlarınıza dağıtırsınız” Ne olur ne olmaz diye yüzünü döndürmüyordu. Ne ses tonu ne de döktüğü oyuncaklar korkmuş çocukları susturmaya yetmedi. İlk ağlamaya başlayan çocuk ise yırtıyordu kendini. Yapması gereken tek şey vardı, kapıyı sakince kapattı. Otomobilinin tekerlekleri sert bir patinaj çekerek ileri doğru fırladı. Arkalarından çocuklar bir yandan ağlaşıyor bir yandan da taş atıyorlardı. Kucağındaki çocuk ise sanki başına gelecekleri biliyormuş gibi sessizce bekliyordu.
      Yaklaşık bir kilometre sonra sağa dönüp ara yollardan gitmeye başladı. Aracın bütün ışıklarını kapatmıştı. Ne olur ne olmaz diye olabildiği kadar hızlı giderek varacağı yere varmıştı. Minik Ayla hala yan tarafındaki şilte üzerinde nasıl bıraktıysa o şekilde uyukluyordu.
      Yapması gereken çok işi vardı. Bin yıllarca önce yaşamış ve hala yaşayan Hekate için yapmalıydı. Hayaletlerin Tanrıçası için yapmalıydı. Hekate’nin babası Yüce Zeus Annesi Kybele için yapmalıydı. Daha da önemlisi kendisi için yapmalıydı. Yaşamın ondan çaldıklarını geri alabilmek için yapması gerekiyordu. Bir an durdu, bütün bunları nereden bildiğini düşündü. Okul yıllarında almış olduğu eski çağ tarihi bilgilerinden olabilir miydi? Okul yıllarında nefret ederdi tarihten. O halde her gelişinde biraz daha fazla okuduğu el yazması defterden olmalıydı. Kadim defter her şeyi anlatıyordu kendisine.

      Oturduğu yerden yavaşça doğruldu, saatin kaç olduğunu düşündü. Gece yarısına yaklaşıyordu, kolundaki pahalı saat değil hissettiği biyolojik saat bunun öyle olduğunu söylüyordu. Yapılması gerekenlerin yapılma saati geliyordu. İlk deneyimini anımsadı, acı bir darbe yemişti. Korkmuş her şeyi olduğu gibi bırakıp kaçmak istemişti ama beynindeki ona egemen olan güç bırakmamıştı. O gece şu andan daha kötü durumdaydı. Kucağında altı yaşında bir kız çocuğuyla geldiğinde şaşkınlıkla etrafına bakınıyordu. O minik yavruyu da öylece şilteye yatırmıştı.
      Şu an yanında biri varmış gibi duyduğu ses o gece bu kadar güçlü değildi. Bir fısıltıyı andırıyordu. Karşısında ise kimin ne zaman ve ne amaçlı yaptığı belli olmayan eski duvar vardı. Biraz dikkatli bakınca duvarın bir bölümünün yıkıldığını ve yıkılan bölümünün altındaki koyu yeşil pürüzsüz yüzeyi farketmişti. Sadece bir elin girebileceği kadar bir bölümdü yıkılan bölüm. Biraz daha yakından bakınca da pürüzsüzlüğün sandığı kadar mükemmel olmadığını anlamıştı. İçinden gelen o yüzeye dokunma isteğini frenleyemiyordu. Aklı ve mantığı dokunma dese de parmaklarını hafifçe dokundurmuştu koyu yeşil metalik yüzeye.
      Derisi değmeden daha hafif bir titreşim tüm bedenini sarmıştı. Bütün dokuları bütün hücreleri o titreşimden doyumsuz bir tat almıştı. Hazzın peşinden gelen garip bir ürperti gelmişti. O ürperti elini hemen çekmesine neden olmuştu. Hissettiği tekrar dokunma isteğini frenlemiş yüzeyi daha yakından incelemeye koyuldu. Evet, hafif çizgiler vardı ve tanıdığı bir şeye benziyordu. Bir adım geri çekilip baktı bir dakika geçmemişti ki o şeklin bir elin parmaklarına benzediğini anladı. İnce ve uzun eklemli parmaklara sahip bir ele aitti iz. Yeni görüyormuş gibi elini havaya ışığa doğru kaldırdı. Eli metalik yüzeydeki ize benziyordu. Yaklaştırdı, bütün parmaklarını başparmaktan başlayarak yüzeye temas ettirdi. Orta parmağı yüzük ve serçe parmağını birlikte değdirince doğru anahtarı bulmuş oldu.
      Duvarın yerden bir metre kadar yukarısında bir yıkılma olmuştu. Kapıların önüne serilen paspas büyüklüğünde bir bölüm sanki bir bıçakla kesilmişçesine yıkıldı. Altından opak koyu yeşil yüzey belirdi. O saniye parlak metalik yüzeyde ince bir dikdörtgen çizgi oluştu. Çizgi kalınlaştı ve ait olduğu yüzeyden dışarıya doğru taşmaya başladı. Sanki bir çekmece açılıyordu. Üç saniye sonra çekmece iyice belirginleşmişti, on saniye sonra ise bir metreden daha fazla dışarı çıktı. Birden hapşırdı adam, açılan bölmeden içeri dayanılmaz bir soğuk hava dalgası yayılıyordu.
      Çekmeceden yayılan soğuk buhar adamı etkisi altına almıştı. Yıllardır bu işi yapıyormuş gibi ne yapması gerektiğini iyi biliyordu artık. Şiltede yatan Selçuklu’dan getirdiği Halime’yi kucakladı. Başı dışarı gelecek şekilde sırt üstü yatırdı çekmecenin içindeki beyaz yatağa. Çocuk uyanmıştı, ağlamaklı gözlerle kendisine bakıyordu. Sonra yatağın başucundaki beyaz plastiği andıran borunun ucundaki enjektörü kızın sağ elinin dirsek içine yavaşça batırmıştı. Kızın ağzından belli belirsiz bir inleme çıktı, o an göz göze gelmekten korkmuştu kurbanıyla.
   Damardan gelen kırmızı sıvı ince beyaz boruda ilerlemeye başlamıştı. Görevini yapmış bir hizmetkar gibi çekmeceyi ileri itmeye hazırlanıyordu ki diğer boruyu gördü. İlk boruyla aynı çaptaydı. Tek farkıysa ucundaki ağızlıktı. Ağızlığı küçük kızın dişlerinin arasına yerleştirir yerleştirmez ağızlığı oluşturan farklı madde sanki canlı organizmaymış gibi çocuğun yüzüne uyum sağladı. Daha sonra şeffaf bir sıvı boruda ilerleyerek kızın ağzına yaklaşıyordu. Evet, kandan şişmiş kabarcık içinde gizlenen Empusa görevini yapmıştı. Bir iki saniye daha borulardan akan sıvıları izledi. O metalik gövde içindeki varlık kurbanını tıpkı bir anne gibi hem kendi sütüyle besliyor hem de bir vampir gibi kanını emiyordu. Bunu olsa olsa Hekate yapardı ancak.
      Bir parmak hareketiyle çekmeye yerine oturmuştu. Geriye son derece pürüzsüz metalik bir yüzey kalmıştı. Açılan çekmeceden eser yoktu. Birinci günün görevini yerine getirmişti. Geriye aldığı ve alacağı haz kalmıştı.
     Sonra ikinci gün ikinci kurbanını getirmişti, üçüncü gün üçüncü kurbanı. Her keresinde aldığı tat çoğalmıştı. Dakikalarca, saatlerce transa geçmiş gibi doyum içinde kalmıştı. Şimdi de dördüncü çekmecenin yerine oturmasıyla tanımlayamayacağı haz damarlarında dolaşmaya başlamıştı. İkinci kurbanda aldığı tat birinciden, üçüncüde aldığı tat ikinciden daha güzeldi. Şimdi aldığı ise üçüncüden çok daha iyiydi. Her seferinde mükemmele doğru yol alıyordu. Artık anlamıştı ki o metalik nesnenin içindeki defterin verdiği adla Yüce Hekate doyuma ulaştıkça hizmetkarı da o doyumdan pay alıyordu. Sanki bir rüyada yaşıyordu, Yattığı şiltede değildi artık, o odada da değildi hatta bu dünyada değildi.
      İlahi bir varlık olarak karanlık bir boşlukta uçuyordu. Yerin altında karanlıklar kraliçesinin yurdunda mıydı yoksa kilometrelerce yukarısında mı? Birden aklının havsalasının alamayacağı kadar uzaklarda olabileceğini düşündü. Bilemiyordu, yer ve zaman kavramlarını yitirmişti. Hiçbir soruya kolaylıkla yanıt veremeyeceğini biliyordu. Yattığı şiltede gözünü diktiği tavan yerini çoktan bir boşluğa bırakmıştı. Pırıltılar belki birer yıldızdılar, insan ömrünün yetmeyeceği kadar uzaklarda ışıldıyorlardı. Bu yıldızlardan iki tanesi daha yakındaydı sanki. Sanki günden güne büyüyordu. Biri portakal renginde ve portakal büyüklüğüne ulaşmıştı artık. Yakınında ise bir ikincisi vardı. Portakal rengi dev yıldızın yakınlarındaydı ama o yıldızdan çok daha küçüktü. Küçük ve gümüş renginde boşlukta asılı gibi duruyorlardı.
      Biraz daha yaklaşmıştı geçen seferkinden. Dikkatle bakınca portakal gibi olanının renginin günden güne kırmızılaştığını farketti, sanki büyüyen ve olgunlaşan bir meyve gibiydi. Her kurbanın Hekate'ye tesliminden sonra alıştığı manzarada başka şeylerde ayrıntılarda dikkatini çeker olmuştu. Birbirine yakın olan bu ikilinin de çevresinde ki küçük noktaları yeni görmüştü. Değişik uzaklıklarda ve değişik büyüklüklerde noktalar noktacıklar peydahlanmıştı. Ama bütün bu seçtiği nesnelerin ayrıntıların önemi yoktu artık. Aldığı hazzı tüm benliğinde duyabilmek için gözlerini kapadı.

      Uyandığında bütün geceyi içki ve uyuşturucu aleminde geçirmiş birinin baş ağrısı vardı. Tatlı bir sarhoşluk devam ediyordu ama burada daha fazla kalamayacağını da biliyordu. Yapacağı çok iş vardı. Empusa olmak Lamia olmak zorundaydı, görevinin bitmediğine inanıyordu. Daha getirmesi gereken yeni konuklar olmalıydı. Kimlerdi ve nereden getirileceklerdi. Sahi Onlarda bu sonsuz doyumsuzluktan pay alıyorlar mıydı? İçeride uyuyan derdi kederi unutan diğer dördü gibi mi olacaklardı. Kanlarını veriyor olsalar da en iyi gıda ile "Hekate'nin sütü" ile besleneceklerdi. Kendi aldığı doyumu düşününce onlar için üzülmemeye başlamıştı. Daha doğrusu içinde ki yabancı bunun böyle olduğunu söylüyordu. Sonrası ne olacaktı, bir ölümlünün bunu bilmesine imkan yoktu. Bilse bilse karanlıklar Tanrıçası Yüce Hekate bilebilirdi ancak.   
Başlık: Ynt: Anchilea - Bölüm Ondokuz
Gönderen: azizhayri - 21 Kasım 2015, 08:40:34
B Ö L Ü M    O N  D O K U Z

      İlçenin Kaymakamı arabasından indi, her sabah geldiği saatten daha geçe kalmıştı.  Hesap vereceği kimse yoktu ama "erken gelen amir" imajına bir zarar gelsin istemiyordu. Bu nedenle dış merdivenlerden hızla çıkıyordu. Saatine bir kere daha baktı, dokuza yaklaşıyordu. Evet, yanında çalışanlara bir kaç günlük dedikodu malzemesi çıkmıştı. Hükümet binasının girişin deki basamakları çıktı. Ana binaya girmeden yapılmış ek binadan -karakol noktasından- geçmek zorundaydı. Girişteki nöbetçi polis memuru belli belirsiz hazır ola geçti.
      “Günaydın Amirim" “Günaydın Ali Rıza" Benzer selamlaşmalar odasına girinceye kadar kerelerce tekrarlandı. Orta yaşlarını geçirmeye başlayan Kaymakam "Enver Palazlı" kısa boyluydu. Biraz kilo alınca şişman göründüğünü bildiği için düzenli olmasa da spor yapıyordu. Hatta tekrar seçilen Belediye başkanının, Atatürk parkına koşu parkurunu sırf Kaymakam beyin hatırı için yaptırdığı söyleniyordu. Bu nedenle İlçenin sevilen kaymakamı fırsat buldukça koşuyor, halı sahalardaki maçlara katılıyordu. İşte bu sabahta bir sporcuya yakışacak biçimde merdivenleri çıkmış odasına girmişti.
      Sekreteri Amirinin odaya girdiğini görünce yerinden doğruldu. "Günaydın" dedi ama selamının alındığını duyamadan adam içeri makamına girmişti bile. Peşinden girip bir kez daha Günaydınını tekrarladı.
      “Günaydın kızım" Çevresindekilere genellikle, sevimli olduğunu düşünüyor olacak ki- "oğlum" yada "kızım" diye seslenirdi. Bu hitaplardan en fazla nasibini alanlar sekreteri Kezban Balcı ve Şoförü "Zeynel Atacan’dı. Şoför Zeynel'de bu seslenişe gıyaben yanıt verirken "Kaymakam Babam" derdi.
      Kezban hanım açık kapının önünde durmuş ağzından söz alabilmek için Kaymakamını gözlüyordu. Enver Beyse içeri girer girmez telefona sarılmıştı. Genç kız "her sabah nerelerden bulur aranacak bu kadar numarayı" diye düşünürdü. Bir süre sonra kapıda dikilip verilecek emirleri bekleyen sekreterini farketti.



      “İçecek bir şeyler alır mısınız?" deyince Kaymakamın aklına her sabah ki seremoni geldi. "Bu kız ya bana ya işine deli gibi aşık" diye düşündü. Çünkü bıkmadan usanmadan her sabah aynı sahne yaşanırdı.
      “Bir sabah kahvesi alabilirim" dedi. Daha kız dışarı çıkmadan “Başka ileteceğiniz not var mı?" deyince aklı bir karış havada olan sekreter "tüh" dedi.
      “Az kalsın unutuyordum. Sizi Yenikale Kaymakamı Ahmet Şanlı aramıştı." Bir saniye daha kapının ağzında düşündükten sonra "Baş komiser Abdullah beyde aradıydı" diye ekledi. Kaymakam az önce bıraktığı telefonun ahizesini tekrar eline aldı. Sekreter çekilme zamanının geldiğini anlamıştı.
      Genç kız kahveyi söyleyip yerine henüz oturmuştu ki kapıda Baş komiser Abdullah Zeytinci belirdi. Yanında bir başka rütbeli polis memuru daha vardı.
      “Kaymakam Bey odasında mı?" diye sorunca.  "Evet, sanırım sizleri bekliyordu" diye yanıtladı genç kız. Baş komiser kapıyı tıklatıp içeri girdi. Diğer Komiser dışarıda bekliyordu. Sekreter iyice şüphelenmeye başlamıştı. "Ortalıkta olağan dışı bir şeyler vardı. Aklına ilk gelen bir siyasinin yine ilçeyi ziyaret edeceği oldu. Ama bu düşüncesinden çabucak vazgeçti. Eğer bir devlet büyüğü veya siyasilerden biri gelecek olaydı kapıda bekleyen bir komiser değil Belediye başkanı yada ilgili siyasi partinin ileri gelenleri olurdu.
      İçindeki merak duygusu iyice artmıştı. Tam bekleyen ve ilçeye yeni gelmiş sayılabilecek Komiserle konuşmaya hazırlanıyordu ki Kaymakam beyin odasının kapısı açıldı ve Başkomiser Abdullah arkadaşı içeri çağırdı.
      Sekreter yine de merakını yenemedi. "Zeynel salağı arabayı gene yıkamaya koyulmuştur o yüzden yukarıya geç çıkacaktır" diye düşünüyordu. Şoför yukarı çıksa ondan haberleri alabilirdi ama Zeyneli bekleyecek kadar sabrı yoktu. Ayağa kalktı. Kendine çeki düzen verdikten sonra alışkanlıkla saçlarını düzeltti. Bütün bu işleri tam da Kaymakamın kapısının önünde yapıyordu ki bir şeyler duyabilsin. Ama hiç bir şey duyamamıştı, cesaretini toplayıp kapıyı çaldı.
      İçeri girdiğinde odada derin bir sessizlik vardı. Hiç kaçırmamak için dikkatini olabildiğince dinlemeye yoğunlaştırdığı için sessizlik onu bir an şaşırttı. Neden sonra kafasını toparlayıp, Konuklarınıza bir şeyler alıp almayacaklarını öğrenmek istiyordum" diyebildi. İki polis memurunun "çay" içmek istediklerini öğrenmişti ama bilmek istediklerinin hiç birini öğrenememişti, istemeyerek dışarı çıktı. Masasının yanındaki zile bastı. Yarım dakika sonra kapıda beliren yaşlı odacıya siparişleri verdi. Yaşlı adam tam kapıda kaybolmuştu ki tekrar seslendi.
      “Hidayet Efendi." Eşikte yeniden görünen adama “Hidayet efendi Zeynel'e de seslenin bir zahmet" dedi. Yaşlı odacı geldiği gibi sessizce gitti.
      Telefonun zili iki kere kesik kesik çaldı. Masasında aylakça oturan kız ahizeyi kaldırınca günde en az bir kaç yüz kere olduğu gibi ahizenin öteki ucunda Enver Bey vardı.
      “Kızım bana Zeynel oğlumu gönderir misin" diyordu. Telefonu kapatıp zile tekrar basan sekreter "kalbim ne kadar temiz" diye düşünüyordu.
      Bıçkın delikanlıydı Zeynel, yada bir kaç yıl öncesine kadar bıçkın delikanlıydı. Topuğuna basardı ayakkabılarının. Gömleğinin son üç veya dört düğmesi hiç kapanmazdı. Askerde haki renkli ipliklerle ördüğü mermi kılıfı göğsünde hep görünürdü. Memur olduğunda alışkanlıklarını değiştirmişti. Yani en azından çalışma saatleri içinde. Ne de olsa Pamukçular mahallesinde büyümüştü, Pamukçular mahallesi bıçkınlar, delikanlılar mahallesiydi.

      Zeynel’in kapıda görünmesi ile içeri girmesi bir oldu. Kezban "Zeynel" diyesiye kadar delikanlı içeri girmişti bile. Meraklı sekreter merakını Zeynel dışarı çıkınca giderebilecekti artık.

      Enver Polat, kapıda dikilen delikanlıyı şöyle bir süzdü. Yüzünde ergenlik hatırası sayılabilecek sivilce izleri vardı. Bu izler yüzüne ayrı bir yakışıklılık veriyor hatta genç kızlar tarafından çekici bulunuyordu.  Çünkü genç Şoförünün, gönül maceraları kulağına kadar gelmişti.
      “Beni istemişsiniz Kaymakam Beyim" dedi. Kaymakam bey kapının yakınındaki sandalyeyi göstererek “Hele biraz otur" dedi. Genç adam yerine otururken neler olup bittiğini kavramaya çalışıyordu. Yerine oturunca odadaki üniformalıları farketti.  “Dün İlçede neler duydun" diye sorunca canı sıkıldı genç adamın. Bu adam bu davranışı alışkanlık haline getirmişti, kendini bir jurnalci bir ispiyoncu gibi hissetmeye başlamıştı. Kaşlarını çatarak
      “Neler duymam gerekiyordu beyim" dedi. Sesindeki itirazı kim olsa anlardı. Bu huyunu hem severdi Kaymakam Bey hem sevmezdi. Şoförü maiyetindeki elemanlardan söz geçiremeyeceği tek kişiymiş gibi gelirdi. İlçe Emniyet müdürünün ve bir Komiserin yanında itibarının zedelenmesine izin veremezdi doğrusu. Tam sert bir tonda uyarıya hazırlanıyordu ki Baş komiser Abdullah araya girdi.
      “Zeynel, başımızda korkunç bir bela var" dedi. Biraz insan duygularından anladığını düşünürdü. Kim olursa olsun zorda kalanın yardımına koşacak birine benziyordu karşısında ki delikanlı. “Yardımına ihtiyacımız var" dedi.
      “Konu kayıp çocuklar değil mi?" içeri zorla giren başka bir genç Komiserin sözlerini tamamlamıştı. Genç gazeteci kocaman çantası boynuna asılı olarak önde sekreterde hemen arkasında duruyordu. Genç kız kekeleyerek
      “Efendim engel olmaya çalıştım ama..." Kaymakam kızın içini rahatlattı.
      “Tamam, Kezban Hanım siz çıkabilirsiniz." dedi. Sekreterin dışarıya çıkmasıyla kapının ağzında tek başına kalan gazeteciye dönüp, “Siz gazeteciler bazen ne kadar kabalaştığınızın farkına varamıyorsunuz" dedi. Zeynel'le hemen aynı yaşlardaki gencin yüzü al al olmuştu. Kekeleme sırası ona gelmiş gibiydi
    “Şey... Özür dilerim... Ama konu takdir edersiniz ki çok önemli" diyebildi. Kaymakam, davetsiz gelen konuğunu odasındaki bir başka sandalyeye oturtmak zorunda kalmıştı. Davetsiz de gelmiş olsa gazetecilerin kulakları şoförlerden daha delik olabilirdi. Turan Tunalı ilçede yayınlanan iki gazeteden biri olan "Ekspres" gazetesinin muhabiriydi. Genç, atak ve araştırmayı seven biriydi, üstelik inatçıydı da. Bir önceki olay basına sızmadığı için kendilerini şanslı sayıyorlardı ama on- beş dakika kadar önce Yeni kaleli meslektaşından duydukları olayların artık gizlenemeyecek boyutlara vardığını gösteriyordu.
      Kaymakam Enver önce "Allah kahretsin nereden de haberleri alırlar" diye düşünürken sonradan "iyi ki bu genç geldi" diye düşünüyordu.  Diğer gazete olan "Haber" gazetesinin muhabiri gelmiş olsaydı işler daha çok b.ka batardı. Kamil Aksu, daha ukala daha havalı biriydi. Üstelik Ulusal basınla da direk bağlantılıydı.
      Turan Tunalı "Zamanlamam çok iyi" diye düşündü. Anlaşılan gayri resmi bir toplantının içine "dört ayak üzerine" düşmüştü. Yapması gereken tek şey bütün dikkatini vererek konuşulanları dinlemek ve taşı gediğine koymaktı Yani uygun soruları uygun kişilere sormaktı.
      Kaymakam Bey karşısında oturan Baş komisere dönerek "Konu ile ilgili tüm arkadaşların katılabileceği bir toplantı yapmalıyız" dedi. "Size az önce aldığım bilgileri aktarmaya çalıştım. Konu tahminimizden çok daha ciddi gibi görünüyor. O yüzden ilgili herkese haber salın öğleden sonra ilçe encümen salonunda saat 15.00 de hazır olsunlar" dedi. O zamana kadar konuşmayan Komiser söze girdi.
      “İlgili hazırlıkları yapabilmemiz için biraz daha süreye gereksinimiz olabilir" dedi. Enver Bey, “Hazırlayacağınız raporun bir örneğini toplantıdan önce masamda isterim" dedi. Komiser sadece başını sallamakla yetinmişti. Sonra gazeteciye dönerek
      “Sizinle de konu hakkında görüşmek istiyorum" dedi. Talimatlar devam ediyordu. Şoförüne döndü “Zeynel sende şu andan itibaren kafadan izinlisin. Çık ilçeyi dolaş, yardımına ihtiyacımız var" dedi. Zeynel tam odadan çıkıyorken "Arkadaşlar hepinize söylüyorum" dedi." Eğer bir şey duyarsanız yada öğrenirseniz gece demeden gündüz demeden beni arayabilirsiniz."
      Önce Şoför Şoförün peşinden gazetecide çıkmıştı. Onlar çıktıktan sonra yeni gelen Komiser Ali Rüzgarlı sordu
      “Halk bu adamın sizin emrinizde olduğunu bilmiyor mu?"
      “Biliyorlar. Bende o yüzden gönderiyorum ya. Kendileri bize doğrudan söyleyemediklerini Zeynel aracılığıyla söylüyorlar" dedi.

      Ali Rüzgarlı, İlçeye yeni atanmıştı. Asıl görev yeri belli olasıya kadar geçici olarak Merkezde görev yapıyordu. Asayiş işlerini takip eden Komiser beyin bu konu ilgisini çekmişti. Önce ki görev yeri olan İstanbul'da da işi buna benzer işleri takip etmek olduğu için bu konunun üzerine gitmeye kararlıydı. İlçeye yeni gelmiş ve bu nedenle tanınmıyor olmasını da kendi için bir avantaj kabul ediyordu.
      Akranı olan her ilçe gibi bu ilçede İl olmak için çabalıyordu. Bütün ilçe sakinleri il olalım diye uğraşıyordu ama kimse bir öz eleştiri yapıp kent olabilmemiz için nelere sahip olmalıyız diye kendi kendine sormuyordu "Ciddi bir bulvarımız, caddemiz, parkımız yada meydanımız var mı?" diyen yoktu. Zaten ilçede de belli başlı iki meydan vardı. Hani öyle büyük kentlerde olanlar gibi büyük açıklıklar değildi bu meydanlar. Hasbelkader bırakılmış boşluklar veya cadde-sokak kesişmeleriydi bu meydanlar. Biri ve en önemlisi Hükümet binası önündeki Hükümet Meydanı diğeri ise tatil pazarının uzantısı durumundaki Cumhuriyet Meydanıydı.
      Hükümet meydanında resmi kutlamalar ve toplantılar yapılırdı. Cumhuriyet meydanı ise beşten fazla sokağın bir ana caddeyi kesmesiyle kendiliğinden oluşmuş bir meydandı. Oval bir yapıya sahipti Cumhuriyet Meydanı. Her seçimden sonra -söylentilere göre birilerini zengin etmek için- yeniden düzenlenirdi. Son şekli ise bodur ağaçların oluşturduğu bir yeşil göbek, göbeğin ortasında bir havuz ve bütün bunları çevreleyen paket taşlarla örülmüş boşluklardı. Dekoru tamamlayan ise havada direkler arası asılı duran karmakarışık telefon ve elektrik kablolarıydı. Birde bu adayı çevreleyen asfaltta hızla dönüp duran dört tekerlekli köpekbalıkları -arabalar- vardı.
      Dört tekerlekli köpekbalıklarını geçip adada bırakılan oturma banklarına, birilerinin oturduğuysa ender görülen manzaralardandı. Karşıdan karşıya geçmek isteyenler varsa meydanı önce uzunlamasına geçip caddeye ulaşırlar, sonra caddeden karşıya geçerlerdi. Meydanı doğrudan doğruya geçmeye çalışanlarsa ilçeye gelen yabancılardı.
      Meydanın doğusunda nasıl olmuşsa hala iki katlı kalabilmiş evler vardı. Altları kahve, berber, lastikçi dükkanları olmuş üzerlerindeyse genellikle dükkan sahipleri oturuyorlardı. Batı yönünde ise meydana açılan üç sokak sokakların arasında kalmış taksi durağı ve yine dükkanlar vardı.
      Soğuk bir güneş vardı meydanın üzerinde. Öğle saati olmasına rağmen yukarıdaki ısı ve ışık küresi yeterli ışınlarını gönderemiyordu o bölgeye. Meydanı dolduran işyeri sahipleri ve çalışanları pazartesi gününün rehavetini üzerlerinden atamamışlardı. Bir gün öncesinden kalan pazar artıklarını temizlemişti belediye çalışanları. Günlük olağan alışverişler bile yapılmaya başlanmamıştı. Koca meydanda çalışan tek işyeri ekmek fırınıydı. Ancak yaklaşan okul saati meydanı özlediği hareketliliğe kavuşturacak gibiydi. Az ilerideki lise öğrencileri geçmeye başlamışlardı bile Öğlenciler saat bire doğru derse girecekleri için önce onlar geçer, daha sonra sabahçılar evlerine dağılırlardı.
      Meydanın batısında trafonun hemen önündeki taksi durağına dört taksi kayıtlıydı. Durak denilense kaldırımın bir metre kadar içerisine saçtan yapılmış kulübecikti. Kulübenin içinde tahta bir oturak vardı. Yaklaşık bir metre uzunluğunda kalın desenli bir kumaş kaplı bir oturak. İşte Kaymakam beyin o gün için izin verdiği Şoförü Zeynel genellikle bu meydanda özelliklede meydandaki Hürriyet Taksi durağında takılırdı Zeynel’in gelmesiyle durak taşıma sınırını doldurmuştu. Konuşulan konuda Kaymakam beyin sözünü ettiği konuydu, Kayıp çocuklar.
      “Valla bunları yapanın manyak olduğu söyleniliyor" dedi durak başkanı konumundaki Şoför. Karşısındaki arkadaşı yanıt vermekte gecikmemişti
      “E be Muhterem abi aklı başında biri niye böyle yapsın. Zeynel de araya girdi “Beş altı yaşındaki çocukları hem de kız çocuklarını kaçıran olsa olsa bir cinsi sapıktır" dedi. Bu sözü arkadaşlarının ağzından laf almak için değil içinden öyle geldiği için söylemişti.
      “Karşı cinsler arasındaki uzaklık böyle devam ettiği müddetçe bu tür sapıklıklar her zaman olacaktır." Bu kere konuşan Şoför Aziz’di. Şoför Aziz, oniki eylül öncesi lisede okuyan ama olaylardan dolayı liseyi bitiremeyen biriydi. Bir ara, siyasi nedenlerle içeri girdiği bile söylenmişti. Bu nedenle diğerleri Ona saygı duyarlardı sözünü dinlerlerdi. Durağın kurucusu ve başkanı olan Muhterem; “Peki sen yahut ben niye sapık değiliz" diye sordu. Muhterem yaşça Ali’den bir hayli büyük olmasına rağmen başkanlık konusundaki tek rakibi olarak Azizi görmüştü kendine.
      “Kimbilir belki ben, belki sen gizli birer sapığız. İçimizde durduramadığımız gizli istekler varsa ve o istekler bizi yönetmeye başlarsa o zaman bir nevi sapıklıkta başlamış demektir. Zaptedemediğimiz o istekler bize her dediğini yaptırabilir. İçki şişesi peşinde de karı kız peşinde de hatta çoluk çocuk peşinde de koşturtmaya başlar." Taşlar ağır başlamış olmalıydı ki Başkan Muhterem itiraz etti.
      “Sen kendine sapık diyebilirsin ama ben sapık falan değilim doğrusu" dedi. İçlerinde en genç olan Selim araya girdi.
      “Muhterem abi haklı ama Aziz abide haklı. Bu adam Yunanistan'dan yahut aydan gelmedi ya..." Bir an durdu. Ya Yunanistan’dan değil de Amerika’dan geldiyse. Uzun zamandır İlçe Amerikalıların dedikodusuyla çalkalanıyordu. Söylediğine pişman olmuştu. İşte tam o anda durağın önünden geçmekte olan biri Selimin kurtarıcısı olmuştu. Bu kendi halinde başı önünde yürüyen kundura tamircisi Süleyman ustaydı.
      “Sülo dayı gel hele bir çay iç." Kapının önünde yürüyen adam bir an durdu. Sesin geldiği yana döndü.  “İşim de vardı ama sizi mi kıracağım" diyerek içeri girdi.
      Neşeli biriydi Süleyman usta. Meydanın pazaryeri tarafında derme çatma barakada tamircilik yapıyordu. Evlendirdiği beş çocuğundan sonra karısıyla bir göz odada yaşıyorlardı. Altmışı aşan yaşının verdiği olgunlukla olaylara mizahi olarak yaklaşırdı.
      Bir zaman havadan sudan bahsedildi, karıştırılan çayların tıngırtısıyla höpürtüler duyuldu yalnızca. Durağa geldiğinden beri başrolü Kunduracı almıştı. Zeynel’in beklediği konuya tekrar dönülmesi çaylar yarılandıktan sonra oldu. Selim gençliğinin verdiği ataklıkla sordu
      “Süleyman amca dün olanlar için ne düşünüyorsun" dedi. Yaşlı adam bilmiyormuş gibi sordu.” Dün ne oldu ki. Deplasmanda yenildik mi? yoksa."
      “Daha da beter." Muhterem konuşuyordu şimdi “Yenikale de üç-dört çocuğu büyük siyah bir arabayla kaçırmışlar.
      “Görenlerin anlattıklarına göre dev gibi biriymiş kaçıran."
      “Dev gibiymiş ama yüzü soytarılar gibi boyanmışmış. Önce, çocukların hepsini doldurmuş arabaya sonra içlerinden birini alıkoymuş diğerlerini salıvermiş" herkes olay hakkında bildiklerini anlatmaya başlamıştı. Zeynel'se kulaklarını açmış anlatılanları dinliyordu.

      “Ne tür bir sapık bu" Kaymakamın sesi odasında yankılandı. Oturacak boş yer olmadığı halde sesi yankılanıyordu. Odada bulunanlardan hiç biri Kaymakama yanıt verebilecek durumda değildi. Bir aşağı bir yukarı dolanmayı bıraktı, masasına geçti oturdu. Öğleyin Şoförünün söylediklerinden sonra ertesi gün yapacakları toplantıdan önce kendi aralarında durum değerlendirmesi yapmaya karar vermişti. Toplantı tarihini bir gün öne aldığını ilan etmişti . Ne de olsa o İlçe kaymakamıydı. Özel telefonla tüm katılacak olanlar bulunmuş acilen toplantıya çağrılmıştı.
      İlk duydukları olay Polat köyündeki olaydı. Sıradan bir çocuk kaybolması diye düşünülmüş önemsememişti. Olay yerine gitme gereği bile duymamıştı. Sonra Laleli Beldesindeki olay yaşanmıştı. Sonuncu daha uzakta kendi bölge sınırlarının dışında olsa da yine ilk iki olayla benzer özellikler taşıyordu Odasında olanların gözlerine bakmaya çalıştı, herkes bir şekilde gözlerini kaçırıyordu.
      “Evet beyler fikirlerinizi duymak istiyorum. Düşünmeye çalıştığı zamanlarda yapmayı alışkanlık haline getirdiği mektup açacağını eline aldı, tırnaklarını temizlemeye başladı.
      “Üç değil dört olay var." Enver Bey, elindeki mektup açacağını masasının üzerine bıraktı. Bu cümleyi kimin söylemiş olabileceğini anlamaya çalışırken cümlenin sahibi tekrar konuştu.  “Ekim ayı içinde Selçuklu’da da bir kız çocuğu kaybolduğunu öğrendik efendim" dedi. Konuşan Komiser Ali Rüzgarlıydı. Sabah Abdullah Baş komiserle odasına gelen adamı tanımıştı Enver Bey.
     “Siz nereden biliyorsunuz" deyince
     “Önce gelen yazışmaları araştırırken gözüme çarptı efendim" dedi.
      “Peki o olay diğerlerine benziyor mu? deyince  kısa boylu zayıf hatta sıska denilebilecek bir beden yapısına sahip Komiser anında yanıtladı
      “Tamamıyla benzer özellikler gösteriyor efendim" dedi. "Aynı yaşlarda ve yine kız çocuğu." İlçe Emniyet müdürü araya girme gereği duymuştu.
      “Bilgimiz vardı Kaymakam Bey ama bize sıradan bir kayıp olarak intikal ettiği için gelen yazı diğer olaylardan sonra önem kazandı" diyerek savunmaya geçmişti.  "Konu ile artık Ali Komiser ilgilenecek" dedi. Hemen peşinden ekledi  “İzniniz olursa tabii."

      Genç gazeteci Kaymakamın odasının önünde beklemeye başladığından beri saatinin yelkovanı iki tam turdan fazlasını yapmıştı. Belki onuncu kere Kezban hanıma sordu.
      “Daha ne kadar sürecek, ne zaman biter, toplantının konusu ne?" Aldığı yanıt hep aynı bir cümlelik yanıttı.
      “Yorum yok." Kapıyı aralayabilmek için oltaya başka bir yem daha taktı Turan Tunalı.
      “Elimde gelecek hafta yapılacak Ticaret Odasının yemeğine bir çift bilet var" dedi. Daha bir ballandırarak anlatmaya başlamıştı “Nefis yemekler, canlı müzik, dans." Kız gevşemeye başlamıştı.
      “Aşk olsun Turan Bey. Bilsem söylemez miyim?" Turan hücumu sürüyordu.                   
   “Hani enişte ve sen felekten bir gece çalarsınız diyordum." Genç kız konuştuğu delikanlıyla gidemezdi ama yemek yemekti doğrusu. "Benden duymuş olma ama galiba dün ve geçen ay olanlarla ilgili." Gazeteci Turan taşra gazetecisi olarak büyük bir balığın oltasında olduğunu hissediyordu. Bütün iş balığı kenarıya çekmekteydi. Önce kendi gazetesinde basılmalıydı haberi, sonra ulusal basına verilebilirdi. O zaman adı çok çabuk duyurulabilirdi. Ardından ver elini İstanbul. Yarın yapılması planlanan toplantı niçin bugün öğleden sonraya alınmıştı ki. Konu kasaba dedikodusu konusu olmaktan çoktan çıkmıştı. Halk içinde tehlike arz ediyor olabilirdi. Şimdi genç gazetecinin hayalleri kendi hayallerini bile aşmıştı. Bu işin sonunda CNN ile canlı röportaj bile olabilirdi. Sabah, Kaymakam ile emniyet müdürü tersleyince soluğu çalıştığı gazetede almıştı. Baskıya hazırlanan gazetenin yeni manşeti kafasındaydı "İlçemizde Neler Oluyor" Gel gelelim patronu vazgeçirmişti o çarpıcı manşetten.
      “Eğer aslı yoksa halkı boşuna telaşlandırmış oluruz. Boş yere panik yaratmayalım" demişti. Önce patronunun pısırıklılığına kızmıştı, kızgınlığı biraz olsun geçince hak vermişti. Haklı olamasaydı bile "Gazete benim gazetem" derdi. Bu tavırları altmışlı yılların Amerikan filmlerindeki gazete patronlarına benziyordu.

   Turan küçük bir çocukken Ekspreste çalışmaya başlamıştı. Tüm ortaokul ve lise yılları boyunca her yaz aralıksız çalışmıştı gazetede. Ustası "Ben cahil gazeteci istemem" demeseydi okulu bile bırakmayı düşündüğü olmuştu işi için. Şimdi rakibi olan Kamil Aksu’yla birlikte çalışmışlardı yıllarca. Kamil Aksu'dan duyduğu bir söz aklındaydı hala.
      “Benimle çalışmanın iki temel kuralı vardır" demişti başkalarından duyduğunu kendine uydurarak  "Madde 1 : Daima ben haklıyım; Madde 2 : Benim olmadığım yerde 1.madde geçerlidir." O nedenle patronunun sözünü dinlemiş bir kere daha araştırmaya karar vermişti. Eğer daha açık kanıtlar tespit ederse değil günlük haber seri haber olarak bile basabileceklerdi.

      “Geç kaldın ya..." Basın patronu Yakup Acır en sevdiği elemanını bu sitemli sözlerle karşıladı Sorma patron dedi Turan "Saatlerce sürdü toplantı. Bu bile başlı başına manşet sayılır."
      “Sonuç alabildin mi? bari
      “Nerde !... O salondan kim çıktıysa aynı yanıtı verdi. Söz birliği etmişlercesine 'aylık olağan toplantı' dediler." Turan Tunalı kurt gazetecinin masasındaki baskıdan yeni çıkmış gazeteyi aldı.
      “Eh be Yakup abi, biraz daha bekleseydin ya" dedi sitem dolu sesle. “Yeteri kadar bekledim, yoksa gazeteyi çıkaramazdık" diye yanıt verdi patron. İkisinin de bakışları duvardaki saatte birleşmişti. Alt kattaki makineler gürültüyle çalışıyor gazeteyi basıyorlardı.
      Turan masa üzerindeki gazete örneğini aldı. Tabloid ve siyah-beyaz olarak sekiz sayfa basılan gazetenin ancak dördüncü sayfasında bulabildi haberini. Oda alt köşede orta halli bir ilan kadar yer tutuyordu.

       Gazeteci Turan atmayı düşündüğü Manşeti atmak için çok beklemedi.  Saat yedi olasıya kadar toplantı bitsin diye beklemişti. Sonuç alamamıştı ama eve gidip yemeğini yiyesiye kadar geçen süre ilçede olağan dışı hareketlenmenin başlaması için yetmişti. Telefonu açan bizzat Yakup beyin kendisiydi. İlçedeki ve civar köylerdeki başlayan operasyonları söylüyordu. Yaz kış devamlı üzerinde olduğu vespasına atladığı gibi çarşının yolunu tuttu.

      Kaymakam bey, Emniyet müdürü ve Alay komutanı Emin Işık ayaktaydı. Çalışmaların başında duruyor sağa sola emirler yağdırıyorlardı. Onları, birahane ve meyhanelerin yoğun olduğu Namık Kemal caddesinde bulmuştu. Renkli dükkanlara girip çıkan polisleri izledi bir zaman. Vatandaşa normal koşullarda suç sayılabilecek kadar kaba davranıyorlardı. Tanınmayanları, kimliksizleri yada şüpheli gördüklerini araçlara tıkıyorlardı. Cadde yanıp sönen kırmızı ve mavi ışıklarla, telsiz cızırtılarıyla dolmuştu. Henüz motosikletini nereye bırakacağını düşünürken kaymakam beyin yanındaki şişman gövdeyi gördü. Kalfası Kamil Aksu çoktan haber mahalline ulaşmıştı. Madem Kaymakam Bey Kalfası tarafından meşgul ediliyordu o halde kendisi de Alay komutanından bilgi alabilirdi. Babacan olarak tanıdığı Emin Albayın yanına vardı.
      “Albayım" dedi" Bu operasyonların dün akşam kaybolduğu söylenilen küçük kızla ilgisi var mı?" Albay sadece
      “Şimdi olmaz Turan Bey dedi. Delikanlı ısrar edince "Bunlar olağan kontrollerimiz" dedi. Sırtını dönüp biraz ilerisindeki Birahaneye doğru yürüdü. Turan Tunalı gazetecinin inatçı biri olması gerektiğini ilk zamanlarda öğrenmişti. Albayın yürüdüğü "Beyaz Zambak Birahanesi" ne doğru gitti. Belki de birahanede içenlerden bir iki şey öğrenebilirdi. Yaşı kırklarda bir yurttaş birahanenin tarafında bir şeyler aranıyor gibiydi. Yanına yaklaşınca bu kişinin sıradan bir yurttaş olmadığını anlamıştı. Muhtemelen bir sivil polis olmalıydı. Herkesin ayakta arandığı bir yerde ve zamanda çok rahat hareket ediyordu. Yanına yaklaşınca tanıdık bir sima olduğunu gördü. Bu yüzü bir yerlerden anımsıyordu. Bir taraftan yurttaşla konuşmaya çalışırken diğer taraftan adamın ağzından laf almaya çalışıyordu.
      “Komiserim biraz konuşabilir miyiz?" Gazetecilik güdüsüyle adamı bir polis memuru gibi selamlamıştı. Adamsa sabah ve öğleden sonra karşılaştığı genç gazeteciyi hemen tanımıştı. Ne soracağını tahmin ettiği için beklemeden söze girdi.
     “Olağan aramalar bunlar gazeteci Bey, topluma ters düşebilecek ne var ne yoksa tespit ediyor gereğini yapıyoruz." Turan ise tahmininin kuvvetli olduğuna sevinmişti ama adamın kim olduğunu anımsamaya çalışıyordu. Yanlarına yanaşan bir başka polis memurunun adama adıyla ve rütbesiyle seslenmesi durumunu kurtarmıştı
      “Ali Komiserim gelir misiniz?" Birahanenin öte ucundan seslenen memura doğru birlikte yürüdüler. O gece kiminle konuştuysa doyurucu bir yanıt alamamıştı. Ertesi günü yayınlanacak gazetenin en üstteki başlığını biliyordu...
Başlık: Anchilea - Bölüm Yirmi
Gönderen: azizhayri - 23 Kasım 2015, 08:14:56
B Ö L Ü M   Y İ R M İ

    Bisikletiyle gazeteyi dağıtan çocuk, aboneleri arasında olan "Birlik Çırçır İşletmesine" uğramayı unutmamıştı. Sabahın erken saatlerinde başlayan dağıtım işlemi ancak öğleye doğru sona eriyordu. Dağıtım ilçe merkezinden başladığı için Fabrikaya on sularında ulaşıyordu gazeteler. Neyse ki İşletme müdürü daha geç geliyordu da gazeteyi dağıtan genç "niçin bizim gazetemiz geç kalıyor" sorgusundan kurtuluyordu. İki adet bırakılan gazetenin biri doğrudan Birol Tekin'in masasına diğeri de diğer çalışanlara, ikinci müdürden başlayarak aşama aşama ulaşıyordu Birol Beyin masasındaki ise Müdür tarafından okunduktan hemen sonra arşivdeki yerini alıyordu.
     “İLÇEMİZ'DE NELER OLUYOR”
     “Okuyalım bakalım ilçemizde neler oluyormuş." son günlerde işlerin hafiflemesinden dolayı çalışanların özellikle gazetenin başlığının okunduğu kantar odasında işler iyice yavaşlamıştı. Bu nedenle mutfakta, ara vakitlerde çay içenlerin sayısı çoğalıyordu. Bu sabahta saat onu geçmesine rağmen siftah yapılamamıştı. Yağmur mevsimi çoktan başlamıştı. Tarlalarda çiftçinin toplayacağı pamuk kalmamış en son bırakılan Başak Pamuklar bile yoksullar tarafında silip süpürülmüştü.
      Ekonomik sıkıntısı olan küçük çiftçi pamuğunu toplar toplamaz vermişti tüccara yada fabrikalara. Arazileri daha büyük olan orta ve büyük ölçekli çiftlik sahipleri ise gereksinimi kadar olanını satmış geride kalanlarıysa pamuk fiyatlarının yükselmesini beklemek için depolamıştı. Bu yüzden pamuk akışı azalsa da evlerin altındaki depolarda, damlarda saklananlar gelmeye devam ediyordu. Eğer bekledikleri fiyat yükselmesi olmadığı kani olurlarsa veya pamuk fiyatının daha da yükselmeyeceğini anlarlarsa, onlarda pamuklarını getirmeye başlarlardı.
      Müdürlüğünün ilk yıllarında İşletme müdürü, işlerin yavaşlamasından dolayı göze batmaya başlayan bu yemekhane oturmalarına şiddetle karşı çıkmıştı. Zamanla sistemi öğrenince bir şey diyemez olmuştu. Kendini teselli edebilmek içinse "İşin niteliği böyle gerektiriyor" diyordu. Bu nedenle şu an yemekhanenin kantar odasına en yakın masasında çay içip yerel gazeteleri okuyan personeli görseydi bir şey demezdi.
      Doğan işe başlayalı az süre geçmişti ama çalışma arkadaşlarıyla çabucak kaynaşmıştı. Zaten eski çalışanları tanıyordu, onlarında olumlu etkisiyle yenilerle de samimi olmaya başlamıştı. Serkan Bey gururunu okşayan davudi sesiyle gazetenin başlığını okumuş haberin ayrıntısına geçmişti. O an koridorun ara kapı açıldı ve kapandı. Kapıya karşı oturan Serkan bey; “Buyur Besim Bey" diyemedi. Kapıda bir an görünen Besim beyin yüzü içeride Doğan Beyi gördüğü için kaybolmuştu. Adam, henüz başlığını okuduğu gazeteyi katlayıp
      “Yahu Doğan Bey, bizlerin çoğu buralı değil o nedenle geçmişinizde aranızda neler olup bitti bilmiyoruz ama sizce bu kırgınlık fazla uzamadı mı?" dedi. Doğan sırtı kapıya dönüktü ama kapının açılıp kapandığını işitmişti.
      “Serkan Bey bu kırgınlığın temelinde inanın benim etkim çok az." Memur imam olduğu günlerden kalma alışkanlıkla; “Küskünlüklerin, dargınlıkların dinimizde yeri yoktur" diyerek uzun bir söyleve başlamıştı ki masada oturan Hüseyin enişte söze girdi.
      “Kocaman adamlar kendi sorunlarını kendileri çözebilirler" diyerek tartışmayı sona erdirdi.

     “Tarım ve turizm konusunda ülkemizin en önde gelen isimlerinden biri olan ilçemizde son günlerde garip olaylar yaşanıyor. Bilinen başlangıcı geçtiğimiz kasım ayı olan olayların kim yada kimler tarafından yapıldığı ve nedenleri konusunda..." Doğan, Serkan Beyin okumakta olduğu gazeteyi hızla elinden aldı.
      “Ama... Ama..."
      “Kusura bakma Serkan Bey birden aklıma geldi" deyip haberi hızla gözden geçirmeye başladı. Bir dakika sonra devamı için iç sayfaları çevirdi. Tekrar başa döndü ve masadaki herkesin duyabileceği şekilde bir "hah" sesi duyuldu. “Turan Tunalı" Diğerleri gibi karşılarındaki adamdan görmeyi umut etmedikleri davranışı gösteren Doğana baka kalmış olan Şoför Hüseyin'e
      “Hüseyin abi bu Turan bildiğimiz Turan mı?" dedi. Şoför önüne uzatılan yazıya baktı.
      “Evet, Cavit 'in yeğeni Turan" dedi. Elindeki gazeteyi ilk durumuna getirip Serkan beyin önüne koyarken, “Bak kerataya adam olmuşta bağımsız haber hazırlamaya başlamış" dedi. Sonra ayağa kalktı. Elini Serkan beyin omzuna koydu. “Kusura bakma Beyim" deyip yemekhaneden çıktı. Az sonra pencereden onu bekçi kulübesine girerken gördüler.
      Cavit dayı, sandalyesini içeriye çevirmiş kamyonu yüklemeye çalışan hamalları izliyordu. Kırış kırış yüzünde yılların izleri vardı. Muammer, tam orta sayılabilecek yere dikilmiş kalın putrelden yapılma vincin başındaydı. Üç-beş beygirlik bir elektrik motoru, elektrik motoruna direk bağlı şanzımandan ve makara sisteminden oluşan bir vinçle iki yüz kilogramı aşan preseleri rahatlıkla kaldırıyorlardı. Bir eleman uçları kancalı zincirleri preselerin dört bir yanına takıyordu. Muammer bir operatör ciddiyetiyle preseyi kaldırıyor, kamyonun kasasındaki iki kişi ise çekerek, iterek kasaya istifliyorlardı. Hamalbaşı her zaman olduğu gibi sadece elleriyle yada bedeniyle çalışmıyordu. Çenesi ve sesi adalelerinden daha çok çalışıyordu.
      İçeri giren Doğanı fark ettiğinde Bekçi Cavit kaykıldığı sandalyesinden yerden doğruldu. “Bak şu despotun yaptığına" dedi. Doğan neyi kastettiğini anlamıştı ama o konudan daha önemli şeyler kafasını meşgul ediyordu.

      “Cavit dayı" dedi. "Bugünkü gazeteyi okudun mu?" Bekçi kafasını olumsuz bir şekilde salladı. "Zeynep ablanın ortanca oğlu kendi başına haber hazırlar olmuş" dedi. Cavit dayının omuzları belli belirsiz kabarmıştı.
     “Çok iyi bir gazeteci olacak o" dedi.
     “Onlar diğerlerine hiç benzemiyorlar." Yaşlı adamın gözlerinin içi gülüyordu. En küçük kardeşi Zeynep dört çocuğunu da çok iyi yetiştiriyordu. "Gel otur çay söyleyeyim" dedi ama o an peşi peşine iki römork takmış traktör kapıya yanaşmıştı. Kapının açılması için düğmeye bastı. “Şimdi beni çağırırlar, onlar çağırmadan ben gideyim" dedi Doğan kapının gürültüsünden dolayı sesini duyurabilmek için bağırarak.
      Doğan kantar odasına vardığında diğerlerini hazır buldu Rutin işler yeniden başlamıştı. Örnek alma, verim tespiti, pazarlıklar, pazarlıklar, kantar ve boşaltma sonra yine kantar bu defa dara için. Yılbaşından sonra çırçır Atölyesi tek vardiyaya düşmüştü. Yine de günde sekiz on saat çalışmaya devam ediyordu. Gelen pamuğu da geri çevirmemeye çalışıyorlardı. Çünkü sezon başında meydana istiflenen balyalar bitmek üzereydi.
     Sonra işleme sırası depolara gelecekti. Birol beyin dediğine bakılırsa bu hızla iki aylık işleri kalmıştı. İşte bu yüzden geleni geri çevirmemeye çalışıyorlardı. Sonuçta yanaşan iki römork teki dokuz tona yakın pamuk alınmıştı.
      Öğlen yemeğini yemek için her zaman olduğu gibi işçilerle birlikte aynı masaya oturmuştu Doğan. Uzun masada yer olmasına rağmen oturmamıştı. İlk zamanlar yönetim personeli tarafından garipsenmiş olsa da zamanla onlarda alışmışlardı Doğanın tutumuna. Hele Besimle olan dargınlıklarını öğrendiklerinden sonra hiç bir şey demez olmuşlardı. Normal şartlarda olsaydı yine Doğan eski dostlarını hamalbaşını, bekçiyi, hizmetliyi ve ustabaşını ihmal etmezdi. Tıpkı bugün olduğu gibi onlarla yemek yerdi.
      Yemeğin sonlarına doğru Yükselin yemekhaneye girdiğini gördü üstelik Besimle birlikte gelmişlerdi. Ağzının içindeki lokmaları iyice büyümeye başlamıştı. Günler önce kendi kendisine vermiş olduğu söz kafasının içinde yankılanıyordu. "Bu kez seni yeneceğim Besim"  Ağzının içindeki dişler tabağındaki son lokmaları çiğnerken kafasının içindeki dişler hep aynı cümleyi çiğniyorlardı. "Bu kez seni yeneceğim Besim." Birden kararlı bir şekilde kalktı. Elindeki self servis tepsisini bulaşıkhane girişindeki bölüme bıraktı. Olabildiğine sakin davranmaya çalışarak yemeklerini yemekte olan Besim ve Yüksel hanıma yaklaştı.
      “Yüksel hanım öğleden sonra bana kahve ısmarlar mısınız dedi. Yüksel şaşkın, Besim kızgın görünüyordu. Genç hanımın yüzündeki şaşkınlık ifadesi geçince gülümsedi. Doğanın odasına uğramadığını ima etmek için
      “Ben genellikle muhasebede oluyorum. Koridorda soldan ikinci kapı" dedi. Genç adam "afiyet olsun" deyip çıktı. Az sonra onlar hiç konuşmadan yemeklerini yemeğe devam ederken açık gri doğan marka araba işletmeden çıkıyordu.
      Kafa karışmasının sırası Besime gelmişti. Yemek yemeğe gelmeden önce sevgili amiri öğleden sonra K.D.V. beyannamelerini yatırmasını söylemişti. Kuşkuları bir an aralarında gizli bir anlaşma olup olamayacağı geldi. İhtimal vermek istemediği için bu düşünceyi kafasından uzaklaştırdı. Önceden planlanmış bir şey değildi ama kendisinin vergi dairesine gitmesi demek meydanı o adama bırakmak demekti. Gitmese geleceğini neredeyse bağırarak söyleyen Doğanla yüz yüze gelecekti, içinden okkalı bir küfür savurdu.

      Saat ikiyi geçiyordu ama Doğan hala ortalarda yoktu. Yüksel hanım dahili telefondan girişi arıyordu ki kapı çalındı. Aralanan kapı boşluğunda Doğanın yüzünü görmeyi umarken siyah bir kafa içeri uzandı.
      “Selam" dedi Pietro Genç bayanın gülümsemesini içeri girişinin daveti kabul etmiş olmalıydı. Uzun boylu zencinin içeri girmesiyle peşinden George da içeri süzüldü. "Biz izin döndü" dedi George. Amerikalı, yarım Türkçesiyle kompliman yapmaya çalışıyordu.  “Biz yeni döndü, var istedi görmek güzel bir Türk kızı yüzü." Genç kız, Amerikalının koluna girip. “Siz önce görmek Müdür yüzü sonra görmek Türk kızı" Söylediklerinde yanlış anlaşılacak bir durumun olmadığını belirtebilmek için gülümsüyordu.
     Neredeyse ay sonu yaklaşıyordu. Geçen yılın hesaplarını kapatabilmeleri için süreleri daralıyordu, borsa tescil işlemleri de sıradaydı. Sırtını koltuğa yasladı, duvardaki saat iki buçuğa yaklaşıyordu. Yapılaması gereken onca işleri olmasına rağmen Doğanla konuşmadan işlere başlamak istemiyordu. O adamda gizli bir çekicilik vardı. Kimbilir belki de bir türlü aslını öğrenemediği geçmişte yaşanmış öykünün esrarından kaynaklanıyordu. Belki de diğerlerinin aksine yakınlaşmak için değil de kaçmak için bahane arıyormuş gibi davrandığı için çekici geliyordu. Elini masa üzerinde üst-üste yığılı duran dosyalara attı. İçinde hiç çalışma isteği yoktu, biraz daha beklemeye karar verdi.
     Şanslıydı, beklemesi fazla uzun sürmedi. Dışarıdan ana kapının gürültülü sesini duydu. Yerinden doğrulup pencereye yaklaşınca konuk oto parkına yaklaşan gri rengi yamalı otomobili gördü. Beklediği konuk gelmişti. Pencerelerde beklediği imajı oluşmasın diye yerine oturmuştu dosyalarını açmıştı ki çalınan kapı aralığından kır çiçeklerinden oluşan bir demeti uzatan el göründü. Elin sahibi göründüğünde o az önce başlamaya üşendiği dosyaların üzerinde çalışmaya karar vermişti. İşi gücü olan biri olduğu için ancak ikinci kuru öksürük sesinden sonra "lütfen" başını kaldırdı. Çalışmaya dalmıştı ya “Haa siz miydiniz!" diye baktı Doğanın yüzüne. "Kuzum siz hep çiçek mi verirsiniz böyle" deyince adamın sevgilisinden ilk defa çiçek alan genç gız gibi allandı.
      “Sadece çiçek verilecek kadar güzel olanlara" dedi. Teşekkür faslından sonra “Doğan bey hadi itiraf edin, çiçek verdiğiniz ilk kişi ben değilim" deyince Doğan utangaç bir sesle “İkincisiniz ama aranızda bir ayrım yapamıyorum." dedi. Yüksel hanım gene o geçmişteki meçhul bayanla karşı karşıya geldiğini anlamıştı.

     "Hata yapmışlardı. Hem de çok büyük bir hata."

      Sözde çalışmaya devam ediyordu. Bir ara kendini, sevgilisine naz yapan aşıklara benzetti. "İzin verirseniz şu elimdeki işi sonuçlandırmak istiyorum" dedi. Kafasını tekrar elindekilere eğmeden  “Şu hesapları bitirmem gerekiyor, yılsonu hesapları... Bilirsiniz." Bir eli listeleri tarıyor diğer eli ise mekaniki bir hareketle hesap makinasının tuşlarına basıyordu.
     Elleri işindeydi ama zihni başka şeylerle uğraşıyordu. Dört aydır birlikte çalıştıkları Besim ile yeni tanışmış sayıldıkları Doğanı karşılaştırıyordu. Doğanı ilk gördüğü günden beri beğeniyordu, uzun boyluydu, kibardı, yakışıklıydı. Atletik bir bedeni vardı, hangi sporla uğraşırsa uğraşsın başarılı olabilecek bir beden. Geniş omuzları üzerinde taşıdığı başı vücuduyla orantılıydı. Simsiyah ve dalgalı saçlarını şakaklarındaki bir kaç tel beyaz saç gölgeliyordu. Kalın ve siyah kaşları biçimli bir burnu vardı. Bıyıkları üst dudağından bir miktar aşağı iniyordu. Kaşları ve bıyıkları genç adamı olduğundan çok daha ciddi gösteriyordu. Her şeyden önemlisi davranışlarında bir samimiyet bir içtenlik vardı. Hareketleri üzerine usta terzilerin diktiği takım elbise gibi oturuyordu. Besim den çok daha farklı, çok daha başkaydı. Bir genç kızın, evlenmeyi düşündüğü erkekte olmasını istediği isteyebileceği tüm özelliklere sahip biriydi. Besimin Doğanı kıskanmasının da bu koşullarda normal bir davranış kabul edileceğini düşünüyordu.
     Doğan yerinden doğruldu. Nezaketken sesini çıkarmadan bekliyordu ama sabrının da bir sınırı vardı. Genç adamın hareketlendiğini gören Yüksel, Siz isterseniz Yılmaza sesleniverin. Benimki orta şekerli olsun lütfen" dedi. Bir an kapanan kapının ardından baktı. "Evet" diye mırıldandı.  "Besim den çok daha yakışıklı ve okumuş olduğu her halinden belli" dedi. Üzerine gelen Besimden de Doğan sayesinde kurtarabilirdi belki kendisini.

     Son zamanlarda Besim üzerinde manevi bir baskı kurmaya başlamıştı. Eski karısına benziyor diye sahiplenmişti Yüksel Pekcan'ı. Çevresindekileri de inandırmış olmalıydı ki sağdan soldan duygusal anlamda kimse yaklaşamıyordu. Çirkin biri olmadığını biliyordu. Dünyanın neresine giderse gitsin hangi ırktan insanla konuşursa konuşsun kendisini güzel bulacağını biliyordu.
     Geldiği ilk günlerde davetlerin ve gecelerin baş konuğuydu. Bekar erkekler çevresinde pervane oluyorlardı öyle ki birbirleriyle kur yarışına girişiyorlardı kendisi için. Sonra Besim samimi olmaya başladı. Onunla samimi olmaya başladıktan sonra çevresindeki bekar erkekler uzaklaşmaya başlamışlardı. Anlaşılan Besim Bey etrafındakilere bir çeşit gözdağı vermişti. Biri vardı anımsadığı, yakışıklı bir doktor. Müdürü ve eşi sayesinde gittiği bir yemekte tanışmışlardı. Genç, esprili ve kibar bir estetiysendi. İçine girdiği toplumda kendini fark ettirecek yapıda biriydi. Hatta bir gün İşletmeye bile gelmişti kendisiyle görüşmek, yakınlaşmak için. Oturup kahve içmişlerdi Akşam Odakule otelindeki diskoya gitmek için sözleşmişlerdi. “Akşam yedide alırım sizi" demişti. Demişti ama sözünde durmamış randevusuna gelmemişti. İşletmeden ayrıldıktan sonra trafik kazası geçirmiş ayaklarını kırmıştı. Bir başkası ise makine mühendisi Nihat beydi. Nihat bey ne zaman yakınlaşmak istediğini belli etmişti, ertesi günü sahip olduğu yedek parça dükkanında yangın çıkmıştı. Ama o Yüksel hanımın peşinden gitmeye devam etmişti Bir kaç gün sonra arkadaşlarıyla gittikleri avda omzundan yaralanmıştı. Resmi kayıtlara "av kazası" olarak geçen bu olayın faili hiç bir zaman bulunamamıştı.
      Bütün bunları Besime mal etmek doğru değildi elbette ama başka nasıl bir açıklaması yapılabilirdi ki en son çare olabilecek fikri uygulamış, evine kapanmıştı. Hiç bir toplantıya yada davete katılmıyordu. Kapının tıkırdamasıyla düşüncelerinden sıyrıldı, Doğan çaycı Yılmaz ile birlikte kapıda göründü.
      “Geç kaldınız Doğan Bey" dedi. Elindeki işi bir kenarı bırakıp adamla ilgilenmeye karar vermişti.  "Çiçekleriniz için bir vazo aradım da..." Genç muhasebeci kafasını toparlayamamış geç kalma gerekçesine inanmamış gibiydi; Sağda solda bulamayınca Ahmet Oker'den istemek zorunda kaldım." Muhasebeci hala yüzüne bakıyordu “Onu kastetmediğimi biliyorsunuz. Kahve içme fikri sizindi ama dışarıdan çok geç geldiniz." Bu iş Doğanın hoşuna gitmişti, demek merak ediliyordu artık.
      “Bir arkadaşı acilen görmem gerekiyordu, onunla konuşmamız biraz uzadı dedi. Giderken ve dönüşte patlayan lastikleri söylemedi. Odada yalnızca içilen kahvelerin sesinin duyulduğu bir sürenin sonunda ilk konuşan yine Yüksel olmuştu.
      “Konu neydi. Gazetedeki haberle mi ilgiliydi." Doğan bir an şaşırdı. " Nereden biliyordu." Hemen vazgeçti, devlet sırrı değildi ki. Aklına son günlerde düşüncesinde, dilinde tekerleme haline gelen söz geldi. "Bu kez seni yeneceğim Besim." Karşısındaki kıza ne demesi lazımdı. Yoksa karşısındaki kadına mı demeliydi. Koltuğunda oturup kendisinden yanıt bekleyen kişi hakkında ne biliyordu. Peki, Besim ne biliyordu. Peşinde koştuğu hanımefendinin bir sevgilisi ya da erkek arkadaşı var mıydı? Hiç evlenmiş miydi yoksa evlendikten bir süre sonra dul mu kalmıştı.
      “Bizi barıştırır mısınız?" Cümle öyle damdan düşer gibi olmuştu. Yüksel iki adamın küskün olduklarını hatta birbirine düşman gibi davrandıklarını biliyordu. Üstelik bu konuda kimse konuşmak istememişti. Bir ara Rıza bey bir iki şey anlatmıştı ama onlarda üstünkörü şeylerdi. Konu hakkında bir şey bilmiyormuş gibi davranıp "Kuzum siz ikiniz birbirinize dargın mısınız" diyemezdi. Bir an göz göze geldiler. Adam konu ile ilgili biraz daha bilgi vermeliydi. Aklından  "Necla senin yüzünden kavga etmiştik anımsamıyor musun" demek geçti ama diyemezdi. Çünkü Necla öleli altı yıldan fazla bir süre geçmişti.
      “Besimle aramızda öyle belirgin bir kavga olmadı. Sadece samimiyetimiz zamanla azaldı. Zamanla birbirimizle konuşmaz hatta selamlaşmaz bile olmuştuk" dedi.
      “Sizinle açık konuşmak istiyorum" Genç kız bir an durdu. Arabuluculuk yapmak istiyordu ama aralarındaki -belki doğrudan doğruya kendisinden kaynaklanan- sorunları da merak ediyordu. “Bir gün isterseniz size her şeyi anlatırım" dedi Doğan kızın söyleyemediklerini tahmin ederek. Tabii dinlemek isterseniz" dedi. Konu üzerinde daha fazla konuşmalarına gerek yoktu artık. İkisi de neler istediğini biliyordu.
      Kahveler bitesiye kadar konuşmadılar. Doğanın başka bir randevu daha almak aklından geçiyordu. Bir fırsat arıyordu ki Ahmet Oker içeri girdi.  “Doğan bey arkadaşlar balyalarla boğuşuyor ve siz burada..."  Yüksel hanım sert bir tonda
      “Ne demek istiyorsunuz Ahmet Bey. Üstelik odama kapıyı çalmadan girdiniz." diye çıkıştı. Ahmet Oker, böylesine bir tepki beklemiyordu, bir anlık duraklamadan sonra benzer tepkileri gösteren diğerlerine verdiği yanıtı verdi.
      “Topluma açık yerlerde özel hayat olamaz hanımefendi" dedi. Evet, ikinci müdürün böyle huyları olduğunu duymuştu ama ilk kez karşılaşıyordu. “Lütfen çıkınız ve bu odaya kapıyı çalmadan girmeyiniz" dedi. Doğan bey araya girdi.
   “Ahmet Bey, Yüksel Hanım burada haklı" dedi adamın koluna girip dışarı çıkarttı. Çıkarken de genç kıza belli belirsiz bir göz atmıştı.

      Vergi dairesi yeni binasına geçeli az bir zaman olmuştu Başköprü denilen çarşı merkezine ve hükümet binasına uzaktı ama halk arasında tutulmuştu. Güzel ve modern bir binaydı. Besim arabasını yeni vergi dairesinin geniş oto parkına bıraktı. Öğleyin o adamın kahve teklifi olmasaydı ne güzel kaytaracaktı. K.D.V. Beyannamelerini teslim etmek normal bir yurttaş için yarım saati bulurdu belki. Kendi gibi yıllardır vergi dairesiyle içli dışlı olmuş biri içinse bir kaç dakikalık olaydı. Ne de olsa vergi dairesinin bütün memurlarıyla ahbap olmuşlardı. Şef Osman Beyle ise daha özel bir ilişkileri vardı.
      Besim daireye her geldiğinde eli boş gelmiyordu. Hem kendi için hem de şefi için kola getiriyordu. Şişenin kapağını yanında açtığı halde her defasında içindeki karışımı özel oluyordu. Çakırkeyf olduğu için alkollü olduğunu biliyordu. Biliyordu ama Cin mi votka mı yoksa daha özel bir madde mi olduğunu anlayamıyordu. Hoş vakit geçiriyorlardı Şefle.  Şimdi ise Besimin bütün çabası Doğan iblisine meydanı boş bırakmamaktı. Yine de acele etmiyor içindeki sabırsızlığı bastırmaya çalışıyordu. İşlerin kendiliğinden hal yoluna girmesini bekliyordu. Diğer olaylarda ve kişilerde olduğu gibi bazı rastlantıların kendisine yardımcı olmasını umuyordu. Bölüm şefinin davetini bu yüzden kabul etmiş her gelişinde mutlaka getirdiği el yapımı özel(!) kolalarını içmişlerdi. Kafasının içindeki kum saatinden yeteri kadar kum boşaldığına inandığında, İşletmeye geri dönmüştü. İşletmeye vardığında beynini yiyen soruların yanıtını alabilmişti, "bana kahve ısmarlar mısınız" sözünün altındaki gerçek anlamı masanın üzerinde duran kır çiçekleri olarak duruyordu.

     Ana caddenin hemen arkasındaki çıkmaz sokakta bulunan "Ekspres Matbaası"nda Turan Tunalı düşünüp duruyordu. Başında yeteri çözmesi gereken problem vardı ama bir tanesinden daha çok ekmek yiyeceğini düşünüyordu. Attığı manşetin bir devamı olmalıydı, bu haber haber olmanın çok ötesindeydi, öyle hissediyordu. Bunu kendisine, içinde gelişmekte, büyümekte olduğunu hissettiği altıncı his söylüyordu. Uzun yıllar birlikte çalıştığı Kamil abisinin dediği gibi "haberi içinde hissediyordu" ama Nedenini ya da Niçinini bulamıyordu. Keşke gençken kendine biraz fazla zaman ayırıp o polisiye romanlardan okusaydı. Bir de bütün bu rahatsız edici düşüncelere yarım saat önce konuştuğu Doğan abisinin soruları eklenmişti.
      “Çay mahallesinin üst sıralarında nedeni belirsiz parazitler var, istersen bir araştır" demişti. "Aradığın sapık yada sapıklarla ilgili olabilir" diye eklemişti. Sonra bir çay bile içmeden gitmişti Matbaa makineleri arasında bir aşağı bir yukarı sürekli gidip geliyordu. Atölyedeki koşuşturmaya yardım etmek bir yana çalışanlara ayak bağı olduğu bile söylenebilirdi. Yakup usta karışmak zorunda hissetmişti kendisini
      “Turan gel otur şuraya" demişti. "Zihninden geçenleri söyle de beraber düşünelim" Turan ustasının işaret ettiği sandalyeye oturdu, başladı kafasındakileri dökmeye. “Senelerce görüşmediğimiz biri geliyor ve doğru dürüst selamlaşmadan bir cümle söyleyip gidiyor." cümleyi buraya kadar kendi kendine konuşur gibi söylemişti. Sesini yükselterek  "Sence bu normal mi be usta." Yaşlı adam yanıt verme gereği duymadı, hiç oralı değilmiş gibi elindeki davetiye örneğini inceliyordu.
      “Çay mahallesindeki cep telefonlarını çekmemesinin kayıp çocuklarla ne ilgisi olabilir ki." Sorular. Sorular. Genç gazetecinin zihninde yanıtlanması gereken o kadar çok soru vardı ki.
Başlık: Ynt: Anchilea - Bölüm Yirmi Bir
Gönderen: azizhayri - 25 Kasım 2015, 08:13:36
B Ö L Ü M    Y İ R M İ   B İ R

        Günler ve geceler boyu düşünmüştü, bir ara Doğan abisine gidip sormak bile aklına gelmişti. Çabuk vazgeçmişti. Belki biraz fazla nahif düşünüyor olabilirdi ama bir bulmaca çözdüğünü hissediyordu. Ödülü, başarı ve mesleki haz olacak bir bulmaca. Aradığı sorulara mutlaka yanıt bulmak zorundaydı ama kendi bulmak zorundaydı. O halde ipuçlarını bir daha gözden geçirmeli elindeki bulguları arttırmalıydı. Bildikleri o kadar azdı ki.
      Gazeteci Turan Tunalı liseden sonra okuyamamıştı. Hatta liseyi bile bir kaç defa yarıda bırakmayı düşünmüş ama ustasının ısrarı ve "Ben okumamış gazeteci istemem" tehdidiyle bitirebilmişti. Sonra bol bol kitap okumuştu. Ekonomi, politika, siyaset, tarih, eline ne geçtiyse okumaya çalışmıştı. Karşısına çıkabilecek olaylar için kendini hazırlaya çalışmıştı. “Haber peşinde koşacak yaşları geçince yorum yapabilmelisin” demişti ustası. Keşke arada birkaç polisiye romanda okumuş olsaydı. Belki o polisiye romanlar sayesinde olaylara bakış açısı biraz değişirdi, Polisiye olayı andıran bu olayları çözebilirdi İşte yine başa dönmüştü. Yatağa ilk uzandığında "Behiye’yi sadece Behiye’yi" düşüneceğim demişti ama saatler geçtiği halde kayıp çocuklardan başka bir şey düşünemiyordu. Bu olayı mutlaka çözmek zorundaydı.
      "Diyelim ki çözdüm" diye düşündü. Ne olacaktı. Tamam bazen çocukları sağ bulabileceğini ümit ettiği de oluyordu. Organ mafyası gibi o işinde bir mafya olabilirdi. Mafya ile savaşır kahraman olurdu ardından çocukları sağ olarak kurtarmanın manevi doyumunu hissedebilirdi. O bir gazeteciydi ve bir gazetecinin gerçek başarısının haberini ulusal basında yayınlandığını görmek olduğunu biliyordu. Belki o sayede hep düşlerini süsleyen Cumhuriyet Gazetesi’nde yada Milliyet Gazetesi’nde iş bulabilirdi. Hatta teklif gelirse bu olayı roman olarak yazabilirdi. O zaman çok para kazanır, Behiye ile mutlu bir evlilik yapardı. Sevdiği kızı, kendi gibi yoksulluğa mahkum etmemiş olurdu. Hayal kurmakla plan yapmak arasındaki bu düşüncelerle uyuya kaldı.
      Sabah ezanları okunuyorken uyandı. Gece geç vakitlere kadar uyuyamadığını anımsıyordu. En son aklında kalan ise olayı çözdükten sonra "Romanlaştırma" fikriydi. "Güzel bir fikir" diye gülümsedi. Yanındaki yatağa baktı. Askere gideceğim diye işi bırakıp gezip tozmalara başlayan kardeşi pantolonlarıyla uyuya kalmıştı, üzerini örterken alkol kokusunu aldı. Gece epey geç gelmiş olmalıydı, yoksa onun geldiğini anımsardı. Giyinmeye başladı.

      Bu gün Polat köyüne gidecekti. Bir gün öncede olayların başladığı yere Selçuklu’ya gitmişti. Kayıp kızın ağabeyi ile görüşmüştü. Rastlantı bu ya kayıp kızın evini sorduğu kişi kızın abisi çıkmıştı.  Halime den bir haber aldınız mı? diye sorduğunda sert bir; Ne yapacaksın, yoksa polis misin yanıtını almıştı. Kendinden yaşça büyük olduğu halde sokaklarda simit satan bu genci polis olmadığına ikna etmesi bir hayli zor olmuştu. "Gazeteciyim. Yalnızca yardımcı olmak istiyorum" demişti. "Mesleğimde bir yerlere gelebilmem için bu olayı çözmek benim için çok önemli" diyemezdi tabii. Adama polisler ve başkaları muhtemelen rakipleri çok sormuş olacaklardı ki daha soruları sormadan cümleleri sıralamaya başlamıştı.
      “Bizim hiç kanlımız yok, düşmanımız yok. Topraksızlık, işsizlik yüzünden memleketten buralara göçtük." Bak görüyorsun halimi der gibi kendini göstererek Otuz iki yaşımda bir işim bir mesleğim olmadığı için simit satıyorum aileme destek olabileyim diye" dedi. Turan ailenin diğer bireyleriyle görüşüp görüşemeyeceğini sorduğun da adam şiddetle karşı çıkmıştı.
      “Ailemin yaraları hala taze onları tekrar üzme" demişti İşin en zor yanı da Yakup Acır’a verilecek yanıttaydı. Elemanına sabah giderken "Uğraşma evlat, sapık mı yok memlekette" demişti.  Üç dört ay önceki olay hakkında ipucu bulacağını ummuyorsun değil mi?" diye eklemişti. Akşam bomboş elleriyle döndüğünde ise gülerek “Bak ben 'sana dememiş miydim' demeyeceğim" demişti.     
Dışarı çıktığında hava koyu gri bulutları fark ettirecek kadar aydınlanmıştı. Evleri çarşı içinde sayılırdı, Başköprü nün bir alt sokağında. Üstelik gazeteye de yakındı. Dış kapıyı açmak üzereyken annesinin sesini duydu. Oğlum nereye Bugün pazar unuttun mu?"
Asker arkadaşları dolaşacağım" Erken çıktığı her sabah işittiği cümleyi duymadan yanıtını verdi annesine “Kahvaltı yapmadım ama "merkez" de çorba içeceğim" dedi. Kapıyı açtı motosikletini dışarı çıkardı. Tam kapıyı çekmek üzereyken ne olur ne olmaz diye ekleme gereği duydu. Akşama gecikirsem merak etmeyin, dönüşte Behiyelere de uğramayı düşünüyorum. Az sonra pazar günleri de açık olan ilçenin tek lokantasının kapısındaydı.

      "Merkez Lokantası" Buraya hangi gün ve ne kadar erken gelirseniz gelin içeride bir kaç kişi bulurdunuz. İçeri girdiği anda yüzlerce kere duyduğu zil sesini duydu. Kapının hemen üzerine asılan çıngırak içeri giren, dışarı çıkan kişileri lokanta sahibine haber veriyordu. Kapının solundaki camekanlı tezgahta irili ufaklı tencere ve tepsilerin arkasında duran yaşlı adama
      “Günaydın Hüsam amca" dedi. "Pazar nöbeti yine sana kalmış anlaşılan" diye ekledi. Adam bir yandan önündeki koca tencereyi karıştırırken yanıt verdi.
      “Onlar gençtir be evlat" dedi. Elleriyle seyrelmiş beyaz saçlarını düzeltti. Turan ne zaman Merkez lokantasına girse Hüsamettin amcası nöbetçi olurdu. Onunla çalışan iki oğlu ve diğer elemanları daha sonra gelirlerdi.
      “Ne vereyim bu sabah" sonra kendisi sorusuna yanıt verdi  “Bu sabah mercimek vereyim sana."
      Sıcacık çorbasını içerken düşünüyordu. Salı günü toplantıda alınan kararların bir örneğini ele geçirmesi iki yemek biletine mal olmuştu. Behiye'yi ve kardeşini götürmeyi düşündüğü yemek uçmuştu. Uçmuştu ama çok daha yararlı bilgiler olarak geri dönmüştü. Şimdi özetle de olsa polisin bildiği pek çok bilgiye sahipti. Üstelik kronolojik sıraya konulmuş bilgilerdi bunlar.
      O gece, 53 kişi şüpheli görülerek nezarete götürülmüştü. Uzun zamandır aranan kaçaklar ve eski sabıkalılar vardı aralarında. Hatta terör örgütlerine yardım ve yataklık edenlere bile rastlanmıştı ama aradıkları kişi yada kişileri bulamamışlardı. Yaşlı lokantacı yanına gelip oturmuştu
       Delikanlı giyimine bakılırsa ava gidiyor olmalısın."
       Sayılır" dedi genç. Yaşlı adamsa konu üzerinde konuşmaya ısrarlı olmalıydı. Kapının önüne park ettiği burnu gözüken vespasını işaret ederek “Bunlar arazilere pek uymuyor. Keşke kendine büyük tekerlekli bir tane alsaydın, Java falan."
       Benim değil matbaanın. Hem benim ki ovada yazıda dolaşmak yerine asfalt kenarında gezmek."
       Peki, yolun ne yakaya 
       Bilmem belki karinaya belki de Menderes deltasına doğru." Kapının açıldığını belli eden zil sesi genç gazeteciyi "hani çiften tüfeğin" sorusundan da kurtarmıştı. Kalan çorbasını alelacele içip gitmesi gerekiyordu.

      Güneş neredeyse tepeye ulaşmak üzereydi. Sabahın erken saatlerinde gökyüzünü kaplamış olan bulutlar yer yer mavilikleri de gösterir olmuşlardı. Güneş ara sıra bulutların arasından çıkıp ovanın ortasında dolaşan delikanlıyı ısıtmaya çalışıyordu. Genç gazeteciyse neredeyse yıkıntıların tamamını dolaştıktan sonra aradığı sunak taşını bulabilmişti. İki buçuk ay kadar önce üzeri kan ve yanık kemik artıklarıyla dolu olan düz plakayı bulmakta çok zorlanmıştı. Zaten bu deneyiminden sonra katil veya katillerin bu bölgeyi iyi bildikleri kanaatine varmıştı. "Keşke çok daha önce gelmiş olsaydım diye aklından geçirdi. O zaman kanıt bulma olasılığı daha yüksek olurdu. Hala gözden kaçan bir ipucuna rastlayabilirdi. Aramaya devam etti.
      Saatler geçti, güneş gökyüzünde ilerledi, adamın yürümekten ayakları ağrımıştı. Gazetenin demirbaşı olan motosikletini asfalt kenarına çalıların arasına gizlemişti. Yakup ustanın muhalefetine rağmen geldiği bu yerlerde vespayı çaldırırsa kötü çok kötü olurdu. O nedenle dışarıdan kimsenin yanında dikilse bile fark edemeyeceği kadar örtmüştü. Bu nedenle asfalttan çok uzaklaşmıyor motosikletin durduğu mıntıkayı sürekli gözlüyordu. Plakanın etrafında genişleyen daireler şeklinde dönüyordu. Uzun zaman önce bu yerlerde askerlerin ve köylülerin dolaşmış olabileceklerini bildiği halde dönmeye devam ediyordu. Biraz ilerideki yol yada yolumsu bir hal almış düzlüğü gördü.
      Düzlük bir miktar değişiklik göstermeden gittikten sonra sağa doğru hafif bir dirsek oluşturuyordu. İçgüdüsel olarak yola bakıp düşünüyordu. Tıpkı kendinde önce Erhan onbaşının, Mehmet çavuşun düşündüğü gibi düşünüyordu.  "Sapık veya sapıklar her kimse bir araç kullanmış olmalıydılar. Land Rover, jeep türü bir arazi aracı olmalıydı kullandıkları. İlerledikçe yol gözle görülür bir şekilde düzeliyordu. Araba düşüncesini biraz daha genişletti. "Altı yüksek olan her türlü araç bu yola girebilir." demeye başladı. İki büklüm sayılacak bir halde dirseğe kadar geldi, gözünden bir şey kaçsın istemiyordu.
      Bir kaç metre daha ilerledikten sonra aklına sözlüsü geldi, sevdiği kıza da biraz zaman ayırmalıydı. Sol kolunu sıyırıp saatine baktığında saatinin ikiye yaklaştığını gördü. Yolunu vespasını bıraktığı yöne çevirdi. Tam patika yoldan çıkmak üzereydi ki yolla arazinin birleştiği noktada o nesne gözüne takıldı. Killi toprağı eşeleyince nesnenin toprağa dikine batmış olan bir çakmak olduğunu anlamıştı. Sadece tabanının bir kenarı göründüğü için gözden kaçması normaldi. Yürüyüp gitmeyi düşünürken hepten de eli boş dönmemek için aldı. Çamurunun üzerini batırmaması için kağıt mendile sarıp deri montunun iç cebine kattı. İyi ki de iç cebine katmışmış.

      Tepeyi aşınca asfalt üzerindeki askeri aracı gördü. Hem de motosikletini bırakmış olduğu çalıların yanında. Belli ki vespasını askerler bulmuşlardı. Uzaktan bir kaçak yada define avcısı olarak nitelendirilmesin diye ellerini cebinden çıkardı. İki yana belirgin olarak açtı, ağır adımlarla araca yaklaştı.
      Yaklaştığını gören iki asker araçtan indiler. Elini yine ağır hareketlerle pantolonunun kıç cebine değdirdi. Cüzdanının sertliğini hissedince rahatladı. Kimlikleri üzerindeydi Aklına bulduğu çakmak geldi. "iyi ki de iç cebime atmışım" diye düşündü. Jandarmalar kısa bir selamlaşmadan sonra her şüpheli gibi Turan Tunalı’yı da karakola götürmüştü. Göstermiş olduğu nüfus kağıdı ve gazeteci kimlikleri yeterince inandırıcı olmamış gibiydi. Önce canı sıkılmıştı gazetecinin, dünü ve bu sabahı boşa gitmişti bari öğleden sonrasını kurtarsın istiyordu. Gelgelelim şimdi Jandarmaya dert anlatmak zorunda kalacaktı. Gürül gürül yanan odun sobasını görünce biraz ısınmakla bir şey kaybetmiş sayılamayacağını düşünür olmuştu. Sıcağın ve oturduğu iskemlenin etkisiyle sert görünmeye çalışan askerlerin görevlerini yaptıklarına inanmaya başlamıştı.
      “Beyim seni sobanın yanında keyif çatasın diye karakola getirmedik" konuşan az önceki onbaşıydı. Turan mecburen bir kaç adım kenara çekildi. Onbaşı diğerlerine durumu anlatıyordu bir kenarda, ellerindeyse Turanın kimlikleri vardı. Kapı açıldı, içeri sol kolunda nöbetçi pazubandı olan Mehmet çavuş girdi. Erhan onbaşıyla kısa bir fısıldamadan sonra Gazetecinin yanına geldi. “Arkadaş" dedi  "Kimsin. Bu kış kıyamette oralarda ne arıyorsun." Ses tonu azarlar gibiydi.
      “Bende arkadaşlara onu anlatmaya çalışıyordum" dedi. "Ben gazeteciyim 'Ekspres' gazetesinden. Elinizde, komutanın bürosunda bir tane mutlaka vardır." Bir an durdu.  "İşinize karışmak istemem ama arattırır eski sayılardan buldurabilirseniz imzamı taşıyan pek çok habere rastlayabilirsiniz."
      “Peki diyelim ki gazeteci olduğunuza inandık. Oralarda ne arıyordun" çavuş elindeki Turanın kimliğiyle oynuyordu.
      “Kayıp çocuklarla ilgili haber yapıyorum ve buralara araştırma yapmaya gelmiştim." Çavuş, gazetecinin yanında durdu. Sandalyede oturan gazeteciyi tepeden tırnağa süzdü. Bakışları "buralar benden sorulur" havasındaydı. Üniformasının hakkını veriyor, karşısındaki her kim olursa olsun etkilemesini biliyordu.
      “Bu konu hakkında neler biliyorsun anlat bakalım" deyince Turan bildiklerinden ipuçları vermeye başladı. Küçük Emine’yi, Emine’nin ablası Nesrin’i kaçak çobanı ve diğer olayları konu başlıkları halinde anlattı. Çavuş azarlar gibi “Yeter. Kes" demeseydi anlatmaya devam edecekti. İçinden "Kezban Hanım sana verdiğim biletler helal olsun" dedi. Sekreterin verdiği toplantı tutanakları sayesinde konuyu bu kadar ayrıntılı biliyordu.
      “Açın bir telefon İzzet astsubaya yahut Emin Albaya. Onlar benim kim olduğumu teyit edecektir deyince aradaki soğukluk iyice yumuşamıştı.

      Turanın bütün öğleden sonrası Polat jandarma karakolunda geçmişti. Gergin başlayan birliktelik, dostluk,  aman tertip can tertip havasına bürünmüştü. Konu üzerinde bolca konuştular. Mehmet çavuş kendi çabasıyla bulmuş olduğu kanıtlardan söz etti. Amatör bir polis memuru gibi almış olduğu tekerlek genişliği ölçülerini asker Günlüğü" defterine not etmişti. Astsubayına verdiği boya kırıklarını anlattı. Turan’da astsubay İzzet gibi düşünüyordu. “İzler pikniğe, içmeye yada yıkıntıları gezmeye gelen her hangi bir arabaya ait olabilir" dedi. Mehmet çavuş izlerin sapığın arabasına ait olduğuna inanmaya devam ediyordu.

      Karanlık çökmüştü eve vardığında, annesini bekler buldu. İlk cümlesi de "Behiye geldi mi?" olmuştu. Annesi sitemkâr bir sesle;  "Aşkolsun Turan" dedi. Kardeşin bir kaç gün içinde askere gidecek ve sen onunla bir akşam yemeğinde bile birlikte olmuyorsun." Kızgınlığı geçmemişti. "Üstelik körlüğüne ilk sorunda "Behiye geldi mi?" oluyor" dedi. Binbir şaklabanlıktan sonra annesinin ve kardeşinin gönlünü alabilmişti. Yemekten sonra bir ara "ortalığı batırırsan…" tehdidine aldırmadan sobanın başında bulduğu çakmağı temizlemişti.
      Çamurun altından çok güzel bir çakmak çıktı ortaya. Anı eşyaları satan dükkanlarda bulunabilecek bakır renginde metal kaplamalı şık ve pahalı bir çakmaktı. Çamurundan arınınca yan yüzündeki "20.yıl"  yazısı ortaya çıkmıştı. Mutfakta bir güzel yıkadı çakmağı o zaman çakmak ışıldamaya başladı. Ama üzerinde kime ait olduğunu belli edebilecek başka bir yazı, işaret yoktu.

      Yüksel, pencerenin önünde dikilmiş yağan yağmuru seyrediyordu.  Odada yalnızdı. Öğle yemeği saatleri olduğu için herkes yemekte olmalıydı.  Bu gün biraz erken acıktığı için yemeğini erkenden yemişti. Yemekhanede onun için özel servis açıldığı bile söylenebilirdi. İşe başlamak içinden gelmediği için odada bir tur attı. Pencerenin önüne gelince tül perdenin arasından dışarıdaki insanları izlemeye devam etti. Caddede acele acele yürüyen insanlar nasılda birbirine benziyordu. Esmer orta veya kısa boylu hafif kilolu ve bıyıklı. Bu ülkenin insanlarının şablonu çıkarılsaydı bu kriterlere göre çıkarılırdı. Fabrikada birlikte çalıştıkları arkadaşlarını da düşününce bir fark olmadığını gördü. Doğan gibi daha uzun boylu yada Mustafa Ali Kırmaz gibi daha kilolu olanlar vardı ama bunlar kriterlerin dışına çıkmış sayılmazdı.  Birden aklına dışarıdan görülebileceği geldi, köşesini kaldırdığı perdeyi yavaşça bıraktı.
      Son günlerde, yemekten sonra diğer birimlere uğramayı alışkanlık hali ne getirmişti. Bunda Besim ile arayı soğutması gerektiği düşüncesi etkindi. Odada yalnız kaldıklarında üzerinde manevi baskı kurmaya çalışıyordu. Kırıcı olmak istemediği için ters davranmıyordu. Belli hayırlardan, olumsuz kafa sallamalarından doğru anlamı çıkarmasını diliyordu. Yine de Besim etrafın da dolanmaya devam ediyordu. Bu gün yemeği yalnız ve erken yediği için muhasebe odasında olabileceği akıllara pek gelmezdi. "Akıllı davrandığı" kanaatine erken varmıştı. Çünkü o bunları düşünürken kapı çalındı.
      Korktuğu başına gelmemişti hatta daha iyisi olmuş Doğan kahve içmeye gelmişti.  Gelebilir miyim" deyince genç kadın “hay hay" diyerek içeri buyur etti. Doğan “Size sormadan kahvelerimizi söyledim de geldim" dedi. İçeri girdikten az sonrada Yılmaz kahveleri getirmişti. Doğan, bugün yarın aralarındaki samimiyetin ileri boyuta varacağını tahmin ediyordu. Daha kapıyı tıklatırken" niçin bugün olmasın" diye aklından geçiriyordu. Uygun koşullar oluşur oluşmaz harekete geçecekti. Dakikalar suskunlukla geçtikten sonra genç kız ilk konuşan oldu.
      “Biliyor musunuz Besim Bey’le aranızın düzelmesine sevindim" dedi.
      “Ben de" dedi adam. Bir ara size birlikte teşekkür etmeyi düşünüyoruz" diye ekledi. Muhasebeci hanımın yüzü kızardı.
      “Yok canım. Sizler dost olduğunuz günlere dönmek için yanıp tutuşuyor muşsunuz" dedi. Yüksel Hanımın bu sözleri üzerine geçmişe dalıp gitti Doğan… Orta üçüncü sınıf öğrencisi iki çocuk anımsıyordu, aynı sırada oturan, aynı yurtta, aynı odada kalan iki çocuk. Kader birliği etmişçesine birbirlerine sarılmış destek olmuş iki delikanlı. Bir gün okullarında birini gördüler, birinci sınıfa nakil gelen bir kız. Uzun, upuzun örülmüş saçları, zümrüt yeşili gözleri olan zayıf bir kız çocuğu okula gidip gelmeye başlamıştı. İki arkadaşın ikisi de hayran oldu bu prensese. Zamanla arkadaş oldu bu üçlü. Okulda, bahçede, yolda birbirinden ayrılmıyorlardı. İki delikanlının arasında gizli bir rekabet oluşmaya başlamıştı."Taa en başa döndük galiba" diye düşündü Doğan. Yüksel “Anlayamadım" deyince geçmişin sisleri arasında çıkıp gelen son cümlenin dudaklarında sesli olarak döküldüğünü anlamıştı.
      “Önemli bir şey değil" dedi. Dedi ama süt dökmüş kediye dönmüştü. “Kızmazsanız size bir soru soracağım." Doğan bir an heyecanlandı. Bu heyecanı az yaşamış olsa da derin izler bıraktığı için iyi biliyordu.
      “Beni güzel buluyor musunuz?" İşte, oturduğu koltukta ter basmıştı. Bu cümleyi yıllar öncesinden anımsıyor gibiydi. Gözleri yanı başındaki masa üzerine kaydı Doğanın. Bakışlarını kaldırmak yukarı masanın ardında oturan genç kızın gözlerine bakmak istiyordu. O Zümrüt yeşili gözlere bakmanın imkanı var mıydı? ki. Dudaklarından kendi duyabileceği kadar bir kelime döküldü
      “Evet." Yüksel, hücuma devam ediyordu. Yerinden kalmış masanın çevresinden dolaşarak yanına gelmişti. Şimdi yanı başında diz çökmüş tekrar soruyordu.
      “Peki, geçmişinizde yaşayan o hanıma benzemeseydim beni gene güzel bulur muydun? Doğan bütün cesaretini topladı. Yanına kadar gelen Yükselin bu çağrısına yanıt vermeliydi. Heyecanı bir kenara bırakmalıydı, ellerini uzattı, kızın ellerini tuttu. Karşılıklı etkileşim iki bedeni sarmıştı. Doğan rahatlamış heyecanı Yüksele geçmiş gibiydi.
      “Yıllar önce tanıdığım o kişiyi çok sev...
      “Öhö... Öhö..." Kapının hemen ağzındaki öksürük sesi iki aşığın birbirine olan aşklarını ilan etmelerini yarım bırakmıştı. Eller sanki yüksek gerilim varmış gibi birbirinden ayrıldı. Yüksel, yerinden doğruldu. Masasına geçtiğinde bile yüzünün kırmızılığı sürüyordu. Suçüstü psikolojisinden kurtulmaları saniyeler sürmüştü. Doğan kafasını kaldırıp kapıda dikilen öksürüğün sahibinin kim olduğunu görünce bir anlık şaşkınlıktan sonra gizli bir sevinç duydu. Ayağa kalktı
      “Yanlış zamanda geldim galiba Doğan Abi." "Doğan abi mi?" Yüksel acemice düzeltmeye çalıştığı dosyalardan başını kaldırıp bakma cesaretini duymuştu. Doğanın gülerek tanımadığı bir gençle tokalaştığını gördü.
      “Yüksel hanım, bu arkadaş gazeteci." Cümleyi diğeri tamamladı “Ben Ekspres gazetesinden Turan, Turan Tunalı." Yüksele yaklaştı. Tokalaşırken

      “Kusura bakmayın iki kez kapıyı çaldım. Bir yanıt alamayınca mesleki bir hastalık olan merak ağır bastı, içeri girdim." Doğan’da, Yüksel’de derin bir oh çekti, hata yapmışlardı. Ya içeri başka biri girmiş olsaydı.  Doğan, “Az önce olanlar..." diyecek oldu ama Turan gene araya girmişti.  “Az önce ne olmuştu ki ben içeri girdiğimde sizler ülkemizin sorunlarını tartışıyordunuz" deyince üçü de kahkahalarla gülmeye başlamıştı. Bir süre sonra iki adam Yüksel hanımdan izin alıp dışarı çıktılar.

      Doğan ne kadar zamansız geldiğini söyledi Turana. Turansa en az beş defa özür diledi üst üste. Bahçede attıkları bir kaç voltadan sonra asıl konuya gelebildiler.
      “Turan" dedi Doğan  "Yeni gelişmeler var galiba" Bir an yürümeyi bıraktılar. Kış güneşinin ısıttığı bir bankı işaret etti. Oturduklarında Turan bulduğu çakmağı cebinden çıkardı. Çakmağı ne zaman nerede bulduğunu anlatmaya hazırlanıyordu ama içeriden çıkan Yüksel’i görünce çakmağı gerisini geriye cebine koydu. Turan sadece
      “İstersen akşamüzeri gazeteye uğrada çay içip laflayalım" diyebildi. Yüksel doğrudan özür dilemek için gelmişti.
      “Kendimizi kaybetmiş gibiydik. Bir anlık elektriklenme. Bir genç hanım hakkında yanlış bir düşünceye sahip olmanızı istemem" dedi. Turan ise birden başka bir konuya girdi.
      “Bir akşam yemeğe buyurun, sizi ailemle tanıştırayım" dedi. Cümlesinin yanlış olduğunu fark etmişti, telafi için işi şakaya vurdu. Lütfen yanlış anlamayın ve benden umudunuzu kesin çünkü ben sözlü ve yoksul bir gencim."
      “O zaman sizde, sözlünüze söyleyin size sahip çıksın."
      “Bu bir evet mi?"
      “Belki evet, belki belki." Gazeteci bir şey anlamamış gibiydi.“Validemle konuşayım sizi haberdar ederim" dedi. Ayağa kalktı, kısa bir vedalaşmadan sonra bekçi kulübesine doğru yürümeye başladı. Turan gittikten sonra ikisi oturdukları bankta yalnız kalmışlardı. Suç işlemiş çocuklar gibi yan yana sessizce oturuyorlardı.
      “İyi çocuktur bizim Turan" dedi Doğan. Gereksiz bir cümle olduğunu biliyordu. Yüksel’de birkaç saniye oturduktan sonra yerinden doğruldu. “Tamamlamam gereken işler var" deyip içeri girdi.

      Doğan dakikalarca yalnız oturdu bankta. Hata yaptığını düşünüyordu.  Evet, günlerdir aralarında bir yakınlaşma vardı ama aşk ilanı için henüz erken değil miydi? Ya işi ne olacaktı, almış olduğu sorumluluklar. Ne yapması nasıl davranması gerektiğini bilmiyordu. Yüksel’in de farklı duygular içinde olmadığını tahmin ediyordu. İşletmeye işbaşı yapmaya gelirken bunların olabileceği aklına gelir miydi? Kendisine bu görev ilk önerildiğinde içinden gelen sesle uyum sağlamıştı verdiği yanıt. Genlerine kazınmış olan bir görevdi sanki. Ama şimdi kararsızdı. Her hangi bir karara varasıya kadar düşünmeye ihtiyacı vardı. Müdür beyin yanına yöneldi. Birol beyden, işe başladığından beri ilk defa izin alacaktı.

      Yüksel Pekcan da farklı duygular içinde değildi. Kızgınlık duyuyordu kendine. İçinden gelen duygulara engel olamamıştı. İşe ilk geldiği gün, O’nu ilk gördüğü gün sanki yıllardır tanıyormuş hissine kapılmamış mıydı? Tanıdıkça, daha yakınlaştığını anlamamış mıydı? Pişmanlık duyuyordu ne kadar ilgi yada sevgi duyarsa duysun ilk hareketin Doğandan gelmesini beklemeliydi. İçtenliğine inanır mıydı tüm bu olanlardan sonra. Öksürük sesiyle kesilen cümlesini tamamlar mıydı?
      Çok eskiden beri var olduğunu tahmin ettiği duygular aniden ve kendiliğinden açığa çıkmıştı. Orada, diz çöküp karşısındaki adamdan bir cümle,bir söz bekleyen kendisi miydi? Yoksa iki aşık arasında kalmış sevgili rolüne kendini kaptırmış mıydı? Ya işi... Ya görevi... Sorular... Sorular...
      “Öf..." dedi kendi kendine.  Kafası karmakarışıktı ve uzun zaman alacaktı düzelmesi.
Başlık: Anchilea - Bölüm Yirmi İki
Gönderen: azizhayri - 27 Kasım 2015, 08:46:31
B Ö L Ü M    Y İ R M İ   İ K İ

       Turan, eve vardığında hava kararmıştı. Öğleden sonra hep Doğanı beklemiş ama Doğan gelmemişti."Keşke o kapıdan içeri girmeseydim Bir çuval inciri berbat ettim" diye düşünüyordu. Yine de onlarda da hata yok muydu, vardı tabi. Kocaman insanlar liseli aşıklar gibi kendilerini kaptırmışlar, oranın topluma açık bir yer olduğunu bir ticari işletme olduğunu unutmuşlardı. Anlaşılan ikisi de birbirine karşı aynı duygulara sahiptiler. İkisi de sevdalıydı, hem de kara sevdalı. Saat beşe doğru ise telefon gelmişti Doğandan. “Gündüz yaptığı hatayı tamir etmeyi düşündüğünü, akşam Yüksel hanımı kandırabilirse konukluğa geleceklerini" söylemişti. "Hep birlikte Tuzadası’na gezmeye gidebiliriz" demişti. Turanda peşinden annesini aramış akşama eve konuk gelebileceğini söylemişti.
      Motosikletini içeri alırken evin tüm odalarının ışıklarını yanıyor buldu. Bu durum evde olağanüstü bir telaş yaşandığını gösteriyordu. Vespasını her zamanki yerine çekti. Cebinden anahtarını çıkardı. Geçen yıl bu motosiklet gazeteye alındığında doğrudan Turan’a zimmetlemişlerdi. Oda sorumluluğunu bildiği için bahçeye -vespasını içeri alamayacağını bildiğinden- bir baraka yapmıştı. İyide yapmıştı, bu sayede motosikleti yağmurdan ve güneşten korunuyordu. Bir akşam bahçede tıkırtılar işitince hırsız olacağını tahmin ederek ertesi günü kalınca bir zincir ve asma kilit almıştı. O gün bu gündür işi bittiğinde vespasını barakanın içinden ağaca kilitler olmuştu.
      Kapı zilini çaldığında kendisini her türlü tepkiye hazırlamış bulunuyordu.”Böyle aniden eve konuk mu çağırılırmış" da olabilirdi "niçin yemeğe çağırmadın" şeklinde de. Kapıyı Behiye açtığında basbayağı şaşırmıştı
        “İyi akşamlar" dedi. Dedi ama sesi çıkmış mıydı bilemiyordu. Sözlüsünün güleç yüzü içindeki tedirginliği bertaraf etmeye yetmişti. Behiye’nin hemen arkasında kardeşi belirince biraz daha rahatladı.
      “Beni de götüreceksin Adaya değil mi?" Evet konu aydınlanmıştı. Şebnem’de Behiye’de hem yeni konukları tanımak istiyorlardı hem de gezmeğe birlikte gidebiliriz diye umuyorlardı. Behiye ye fısıltıyla sordu
      “Adaya gitmeye baban izin verdi mi?"
      “Babam Doğan abiyi tanıyormuş. "Tanırım keratayı, Delikanlı çocuktur" dedi, babasının tok sesini taklide çalışarak. Yine aynı tonda devam etti, “Hep birlikte gidip erken dönecekseniz olur" Turan gülümsedi, yavaş yavaş işler yoluna giriyordu.


      Banktan kalkar kalkmaz müdür beyin odasına gitmişti. İzin istediğinde yakın ilgi göstermiş, isterse doktora sevk yazısı hazırlatabileceğini söylemişti. Sadece kendini iyi hissetmediğini öğleden sonra dinlenirse kendine geleceğini söyledi. Kaçar gibi uzaklaşıp eve gitmişti.
      Akşamüzerine kadar evde yuvarlandı. Ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Televizyonu açtı, kanallar arasında dolaştı. Birçok kanal olduğu halde izleyebileceği hiç bir program bulamamıştı. Yine de müzik kanallarından birinde kaldı. Kitaplarını karıştırdı, okuduğu kitapları şöyle bir açıp göz atıyordu. Okuyamadığı kitapları kurcaladı. Dakikalar sonra ne yapması gerektiğini bulmuştu. Hemen telefona sarıldı. Gazeteden Turanla görüştüğünde kafasındaki plan yürürlüğe girmişti bile. Ahizeyi yerine koyduktan iki dakika sonra telefonu çalmıştı. Turan "uzun bir ikna dönemi yaşadıktan sonra kabul etti" demişti.
      Telefon görüşmesinden sonra yine vakit geçmez olmuştu. Tv’nin sesini biraz daha açtı. Evde kendine yapabileceği bir şeyler arandı. Gardıroplara baktı. Giyeceklerin birini çıkardı beğenmedi yerine koydu. İçlerinden en iyisi olduğuna inandığı tişörtünü ve temiz bir blucin bulasıya kadar bir hayli uğraşmıştı. Mutfakta yapabileceği bir şeyler var mı diye arandı ve yeterince zamanın geçmiş olduğuna inandığında dışarı çıktı. Uzun zamandır dinlemediği ve özlediği kaseti de yanına almıştı. Adaşında yol boyu dinlemeye devam etmeyi düşünüyordu.
      İlçenin yollarında yol alıyordu az sonra. Başkalarında gördüğünde eleştirdiği duruma düşmemek için teybinin sesini az açmıştı. Dışarıya çıktığında vaktin yeterince geçmemiş olduğunu anlamıştı. İlçe lisesine doğru yolunu uzattıktan sonra aynı düşük hızda geri döndü. Atatürk Caddesi ile Cephane Sokak köşesinde bir an duraladı. Sokağın hemen içerisindeki üç katlı apartmanın birinci katına dikkatle bakmaya çalıştı. Işığının yandığını görünce kızın eve geldiğini anlamıştı. Depoda biraz benzini olduğu halde biraz daha benzin almak istedi. İlçeye en uzak benzin istasyonu olan Kavaklı yol ayırımındaki istasyona yöneldi. Çeyrek depo benzin fiyatına arabasını otomatik yıkamaya soktu. Her ne kadar yamalı gibi dursa da Doğanının da ara sıra yıkanmaya ihtiyacı vardı.
      Dönüşü farklı bir yoldan oldu. Cephane sokağa arkadan girmeyi düşünüyordu. Sokağın düzlüğünden sonra aniden başlayan merdivenlerin hemen solunda var olan dar sokaktan girecekti. Bu sayede, dönüşte araç dolu sokaktan geri geri çıkmamış olacaktı. İlçe Jandarma komutanlığının yanından Kütüphanenin ara sokağına girmişti. Ana caddeye paralel bir hayli yol aldıktan sonra Cephane sokağın merdivenlerini görmüştü, sokağa girince sağa sola bakındı.
      İki Amerikalının daireleri de buralarda bir yerlerde olmalıydı. Arabası yokuş aşağı rölanti hızında iniyordu. Apartmanın önüne geldiğinde şaşırmıştı. Onbeş yirmi dakika önce yanan ışık şimdi sönmüştü. Birinci kat karanlıktı, ilk şaşkınlığı geçince frene bastı. Arabadan çıkmadan eğilip bakmaya çalıştı. Görebildiği kadarıyla dairede hiç ışık yoktu Bir an "acaba yanlış sokağa mı geldim? diye düşündü. Kafasını çevirip bir daha baktı, aynı kocaman kaktüsler, ağaçlar, kafasını iyice geri çevirdi, işte merdivenler doğru sokaktaydı.
      Akşamın erken saatleri olmasına rağmen sokak içinde park edecek yer bulamadı. Mecburen caddeye indi, yolun sağında ilk boşlukta durdu. Arabadan inmek için teybi kapatmaya hazırlanıyordu ki teybinin çalışmadığını farketti. Cüzdanını ve cep telefonunu alıp arabadan indi. El alışkanlığıyla arabayı kilitledi. Atatürk caddesinin bu tarafında bahçeli ve iki-üç katlı şirin bloklar vardı. Bir kısmı kalburüstü kişilerin müstakil evleriydi ama büyük bir kısmı apartmandı. Köşeye varan Doğan sağa sola bakındı, solda yolun karşısında yeni yapılan yüksek binanın zemin katındaki çerezciyi gördü. Dükkana girerken dar açıyla da olsa bir kere daha baktı. Dairenin salon olduğunu sandığı bölümünde düzensiz mor ışık vardı, televizyon ışığı gibi.
      “İyi akşamlar" İçerideki tombul yüzlü, kıvırcık saçlı delikanlı selamı aldı. Köşedeki küçük ekranlı televizyon ile uğraşıyordu. Elindeki işi bırakıp müşterisinin yanına geldi.
“Son günlerde çok sık bozulmaya başladı" dedi karşıdaki televizyonu işaret ederek. Doğan "bana ne" der gibi omuz silkti
    “Bir tekel iki bin sigarası ceplerini aradı bulamayınca, bir de çakmak alabilir miyim?" Telefonunu çıkardı ve geldiğini haber vermek istedi ama telefonu çekmiyordu. Tezgahtarın tombul yüzü gülümsedi.
Görüşebileceğinizi zannetmiyorum. Doğanın yüzüne baktığını görünce tezgahın altındaki eski model kontörlü ahizeyi çıkardı. “Buyrun isterseniz bunu deneyin”telefonu yerinden çıkarttı. Camekanın üzerine koydu. Doğan, telefon ahizesini kulağına dayadığın da afalladı. Kulağına dayadığı telefon ahizesi değil de eski lambalı bir radyoydu sanki. Islıklar, cızırtılar, garip seslerle doluydu. Refleksle ahizeyi kapattı. Birkaç saniye bekledi ve tekrar kaldırdığında normal çevir sesi geliyordu. Aynı anda duvardaki televizyonda sürekli müzik yayını yapan kanallardan biri belirmişti. Tezgahtar  “Hah düzeldi işte" dediğinde Doğan belleğine yerleştirdiği numarayı tuşlamaktaydı.

      Arabasına doğru yürüyordu. Yaşlanınca çok tonton bir dede olacağını tahmin ettiği gencin söyledikleri kafasına yeni dank ediyordu. “Bir kaç ay önce başlamıştı bu tür parazitler. Önceleri seyrek oluyordu. Son zamanlarda sıklaştı" demişti. Telefondaki garip sesleri kendi kulaklarıyla duymuştu. Karşıya geçtiğinde şaşırdı. Bir kaç dakika önce karanlık olan daire şimdi ışıl ışıldı. Bahçe kapısını açtı, zillerden ortadakine bastı. Öğleden beri görmediği yüz balkonda belirmişti. Bir kaç saat içinde bile özlediğini düşünüyordu. Evet, balkondan kendisine seslenen "Birazdan aşağıdayım" diyen kızı seviyordu.
    Birazdan aşağıdayım epey uzamıştı. Dedikodulara fırsat vermemek için kapının önünde değil aşağıda yol ağzında bekliyordu. Merdiven otomatiği yandığında ise neredeyse beş dakika olmuştu. Genç kız yanına geldiğinde ise beklediğine değdiğini düşünüyordu. Dar siyah bir etek ayak bileklerinin az üzerine kadar uzanıyordu. Üzerindeyse siyaha yakın bej kırçıllı bir kazak vardı. Saçlarını bir tokayla ensesinde toplamıştı. Yüzündeki hafif makyaj gözlerinin güzelliğini ortaya çıkarmıştı. “Söylemeden duramayacağım" dedi Doğan "Bu akşam olağanüstü güzelsiniz “Teşekkür ederim. Demek ki uğraştığıma değmiş" dedi.

Şeref konuğu oldukları evde güzel ve sade bir yemek yemişlerdi. Evi görünce Yüksel Hanım kendini biraz mahcup hissetmişti. İçeri girdiklerinde ise Doğan durumu abarttığını düşünüyordu. Sokak lambalarının ışığında sanki bir büyülü ortamdaymış gibi harikulade görünen elbiselerin sıradan bir etek ve kazak olduğunu anlamıştı. Yine anlamıştı ki harikulade olan kızın kendisiydi. Gerek giyimi kuşamıyla gerekse davranışlarıyla İşletmenin Muhasebecisi, Necla'ya günden güne daha fazla benzemeye başlıyordu, sesi ve konuşması bile.
      Turan'ın annesi Zeynep Hanım geleneksel yemeklerin ağırlıkta olduğu bir sofra hazırlamıştı; tarhana çorbası, etli nohut, pilav, salata. Birde kol böreği ve de fırında sütlaç vardı menüde. Yemekten sonra ise televizyon seyretmişler çay içmişler çiğdem çekirdeği yemişlerdi. Baba yemekte bir kadeh rakı içmişti.  “Ben her akşam bir kadeh içmeden duramam" demişti. Saat ona doğru ise Şebnem ve Behiye Doğan abilerine Tuzadası gezisini anımsatmaya başlamışlardı. Yine "geç kalmamak" kaydıyla Adaya gitmişlerdi.
      Mevsim uygun olmadığı için adada açık bir yer bulmakta zorluk çekmişlerdi. Sezon turizm sezonu olmadığı için işyerlerinde pek çoğu kapalıydı. Çarşıya, sıcak yaz günlerini özleyen, neşeli kalabalıkları arayan bir hüzün bir yalnızlık çökmüştü sanki. Nöbetçi imiş gibi açık kalan bir çay bahçesinde birer çay içip bir de sahil turu yapmışlar sonra da dönmüşlerdi. Behiye ve Şebnem hayal kırıklığı yaşamışlardı. Biri ağabeyinden diğeri nişanlısından "tekrar gelecekleri" konusunda söz alınca dönmüşlerdi. Gece önce Turanın nişanlısını bırakmışlardı, sonra Yüksel hanımı, en sonundaysa Turanı ve kardeşini. Eve gelip yattığında ise saat biri geçiyordu.

      Böyle bir gecenin sabahında ise uyanmak ölüm demekti. Utanmasa işe gitmeyecekti ama Turan’a verilmiş sözü olduğu için kalkmak zorundaydı. Hazırlanmaya başladı. Dün akşam yemekten sonra televizyon izlerken çerezcide başına gelenleri anlatmaya çalışmıştı, onu Turan’dan başka dinleyen çıkmamıştı.
      “Doğan abi en iyisi bunları bana sabah çorba içerken anlat demişti. En son ayrılırken de gene anımsatmıştı. O nedenle gitmek zorundaydı. "Eh bravo bana" demişti kendi kendine. Ne kadar geç yatarsa yatsın sabahın alacasında kalkabiliyordu. Elleri sarı montunun cebinde Merkez Lokantası’nın kapısında duruyordu. Değişen pek bir şey yoktu, kapının üzerindeki tabela bile aynıydı. Kapıyı anılarını uyandırmak istemiyormuşçasına yavaşça açtı, tavandan sarkan zillerin sesini duyunca içi bir hoş olmuştu. Ağaç doğrama yapılmış camekan, girişteki ocak, sıralanmış tencereler tepsiler hiç değişmemiş gibi aynen duruyordu, camekanın gerisindeki Hüsamettin amca bile.
      Her gün yüzlerce kişinin girdiği lokantada herkesi tanıması mümkün değildi elbet. O yüzden Doğanın selamını almıştı ama beklediği o, “Ooo Doğan bey oğlum hoş geldin"i duyamamıştı. Herhangi bir masaya oturdu, çorbasını bitirmek üzereydi ki kapının önünde motosikletin patırtısı duyuldu. Turanın geldiği belli oluyordu. Yaşlı lokantacı kendisi için bekleyemediği o "Ooo..." sunu Turan için çekmişti. Yüzü asık gözleri ha kapandı ha kapanacak gibiydi.
        Gazeteci günaydın derken sandalyeye çöker gibi oturdu  "Az daha gelemiyorum. Annemin o bitmez tükenmez sabrı sayesinde kalkabildim." Bir ara ocağa döndü “Hüsam amca bana bir işkembe" demeyi de unutmamıştı. Ancak, keyif çaylarını içerlerken Turan uyanmış gibiydi.
      “Neydi akşam sözünü ettiğin olay" diye asıl konuya girmeye başladı.  Doğan, akşam Cephane sokakta olanları kısaca anlattı. Turan dinledi, dinledi ama aklı başka yerdeydi sanki. Doğan abisinin sözü bitince kendisi anlatmaya başladı. Selçukluda olanları, Polat köyünde olanları hep anlattı. Doğansa mesai saatinin geldiğini anımsatmak ister gibi sıkça duvardaki saate bakıyordu. “İşte böyle acayip bir sapık yada sapıklarla karşı karşıyız" diyerek sözünü bağladı.” Anladım ama olaylar için benden istediğin nedir" deyince kıyamet kopmuştu. Karşısındakinin yüzüne öylece bakakaldı. Acaba Doğanı yanlış mı? tanımıştı. Kızgınlıkla
      “Hiç çocuğunuz var mı?" diye sordu. Doğan omuz silkti tekrar, yok ama niye sorduğunu anladım" dedi. Turan ayağa kalktı, doğrudan karşısındakinin gözlerine bakıyordu. “Şimdiye kadar dört kız çocuğu kayboldu. Belki sırada beşincisi var. Sense karşımda alay eder gibi omuz silkiyorsun. Anlaşılan gurbet hayatı ve okuduğun okullar senden çok şey alıp götürmüş" dedi. Gözleri dolmuş, sesi titriyordu. Az önce oturmuş olduğu sandalyeyi hırsla yere vurdu. Çevre masadakiler ve arada dolaşan komi onları seyrediyordu. Hızla dışarı çıktı. Çarpan kapının sesi ile zillerin sesleri birbirine karışmıştı. Doğan da bir saniyelik tereddütten sonra peşinden fırladı.
      Lokantadan çıkınca sağa sola bakındı, Turanın Vespası kapının önünde duruyordu. Dükkanlar açılmış, kaldırımlar işlerine gitmek için acele eden insanlarla doluydu. Köşeye trafik ışıklarına kadar koştu. Dört yol ağzında nefes nefese çevresine bakındı, yoktu. Çaresiz geriye döndü, yanlış yapmış çocuğu küstürmüştü. Lokantaya girdi, hesabı ödedikten sonra ağır adımlarla dışarı çıktı. Gazetede nasıl olsa bulurdu Turanı. Diye düşünürken az önce koşarak önünden geçtiği dar, çıkmaz sokağı farketti. Sokaktan içeri henüz bir iki adım atmıştı ki dükkanların arasındaki boşlukta çömelmiş bir halde buldu, Turanı. Yanına çömeldi, genç adam eni konu ağlıyordu. Rahatlamış bir halde yanına yaklaştı.
      “Gel hele delikanlı laflayalım biraz" dedi. Bir kaç dakika sonra güçlükle ikna edebildiği gazeteciye otomobildeydiler. Kontağı çevirdiğinde Turan “Nereye gidiyoruz" deyince "Rahatlıkla konuşabileceğimiz bir yere" dedi ve ekledi "Sahi sır tutmasını bilir misin ?"

      Fabrikada işler iyice yavaşlamıştı. Çiftçinin elindeki, çatı altında yada damda saklanan pamuklarda bitmiş gibiydi. Pamuk fiyatların da bekledikleri yükselişi göremeyen çiftçiler son pamuklarını getiriyorlardı. Dışarıda depolanan pamuklar bitmiş ön depolar temizlenmişti. Çırçır atölyesi ise bir müddet ara vermişti, gerekçe makinelerin ara bakımıydı. Dip depodakiler ve yeni gelebilecek olan pamuklar yeterli miktara ulaşınca tekrar çalışacaklardı. Bu nedenle alınan işçilerin büyük bir bölümü çıkarılmıştı. Daimi personelin boş vaktiyse çoğalmıştı, özelliklede yönetim binasında çalışanların.
      Saatlerin on bire yaklaştığı şu ara kantar odasında bir gurup oturmuş konuşuyorlardı. Rıza baba “Ovada hala elindeki pamuğu satmayanlar vardır" dedi.  “Yok be Rızacım yoktur, varsa bile senin benim tahminimizden çok daha azdır." Mustafa Ali ise somut bir öneri getiriyordu Rıza Aslanın ve Ali ustanın sözlerini

      “Eğer öyleyse çıkalım köyleri araştıralım" diye tamamladı. İkinci müdürse araya girip bilgiççe “Evet bende hala "ovada pamuk çok" diyorum. Müdür beye bu konuyu anlatmalıyız" dedi. O anda koridorla kantar odasında ki kapı açıldı. Yüksel hanım önde, Besim bey arkada içeri girdiler.
     “Beyler, Doğan beyi gören var mı?" Besimin sorusuna bir yanıt verilmeyince Ahmet Bey, Anlaşılan buradaki guruptan kimse görmemiş" dedi. Rıza baba oturduğu yerden doğruldu “Eğer çok gerekiyorsa fabrikayı bir dolaşabilirim" dedi. Muhasebe şefi,
      “Önemli değil" dedi “hiç böyle yapmazdı da." Uzun zamandır odada karşılıklı oturdukları halde hiç konuşmamışlardı. Kantar odasından sonra muhasebeye dönmüşler ellerindeki işlere tekrar gömülmüşlerdi. Besim amirinin verdiği işler yapıyordu yapmasına ama aklı başka yerlerdeydi. Nemrutun beynini yiyen sinek gibi bir soru kafasının içini yiyordu. "Dün gece neler oldu acaba." Yüksel hanımın ve diğerlerinin baskılarıyla barışmak zorunda kalmıştı. Özelliklede Yüksel Hanıma "uzlaşmaz" biri olarak görünmemek için. Ama şimdi "keşke hiç barışmasaydım" diye düşünüyordu.

      Vakit neredeyse öğle olmuştu ve Doğan efendi hala ortalarda yoktu. Keşke gittiği yerden hiç dönmese diye düşündü. Daha acısı, düne kadar kendisini merak eden şimdi yeni gelen birini soruyordu sık sık. Beyninin içindeki sinek tüm gücüyle çalışmaya devam ediyordu. "Dün gece ne oldu acaba." Azıcık cesaret gösterebilse soracaktı. Dakikalar geçiyor Yüksel, duvardaki saate bakma aralığını sıklaştırıyordu.  "Dün gece ne oldu acaba." Akşam üzeri güzel güzel çalışırlarken o yezit gazeteci telefonla aramış yemeğe davet etmişti." Doğanda gelecekmiş" demişti gelen telefonun kimden olduğunu açıklarken. Derken içindeki merak duygusu çekingenliğinden ağır bastı.
      “Nasıl iyi eğlendiniz mi dün akşam" gelen yanıt beynini yiyen sineğe mükemmel bir gıdaydı
      “Hayatımın en güzel gecelerinden birini geçirdim." Sanki bu yanıtı bu kişiden daha öncede duymuş gibiydi. Belleği geçmişini tarıyordu. Anılar... Anılar... Anılar... Kafasının içi kocaman bir kovandı ve anılar kafasının içinde vızıldıyorlardı sanki.

      Sıcak bir gündü. Nişanlısı "bir hasta ziyaretine gidiyorum" diye gitmişti. Hasta kimdi, neredeydi, kimse bilmiyordu. Hatta hastası olup olmadığı bile belli değildi. Çünkü ilçenin en güzel doktorunun mezun olmasına bir iki ay vardı. Üstelik yakın bir zamanda sonra düğünü olacak birinin nişanlısına söyleyeceği bir şey değildi. Bütün bir öğleden sonra aramıştı, arattırmıştı, bulamamıştı. Akşamın ileri saatlerinde nişanlısı çıkıp gelmişti. Hem de alkollü bir halde. O günde benzer bir soru sormuştu.
      “Nasıl, hastanla iyi bir gün geçirdin mi" diye. Aynı çıldırtacak yanıtı almıştı. “Hayatımın en güzel gününü geçirdim." Sonraki "hasta kimdi yada hasta neredeydi" türünden sorulara hep aynı yanıtı almıştı
      “Başım çok ağrıyor" Dedikodular ise alıp yürümüştü "Doktor Necla hanım Doğan beyle birlikteymiş..."  "Koca bir gün sarmaş dolaş gezip dolaştıklarını görenler varmış" diye. İnanmamıştı. İnanmamıştı çünkü Doğan o günlerde Van'da öğretmenlik yapıyor olmalıydı.

      Yüksel’in masasındaki telefon kısa kısa çaldı. Besim odada yalnız olduğu için açmak zorunda kaldı. Telefonun öbür ucunda Rıza baba vardı. Bekçi kulübesinden Doğan beyin geldiğini söylüyordu. Sert bir şekilde, “Ya kantar odasını yada yemekhaneyi arayın" deyip telefonu kapattı. Doğanın işletmeye geldiği güne lanet etti. Önce Necla'sını almıştı elinden sıra Yüksele mi gelmişti. Doğanı tanıdığı güne lanet etti. O anda kapı açıldı lanet okuduğu kişi kapının ağzında dikiliyordu, nefretle kinle baktı. Üçüncü kişiler olmadığı için kinini bakışlarıyla da olsa rahatlıkla kusabilirdi. Bu sadece bir saniye sürdü. Bir saniye yada daha kısa bir zaman parçası kadar. Yüzünde yalancı bir gülümsemenin belirmesi ise ikinci saniyede olmuştu.
      “Doğan! kardeşim!"  Yerinden kalktı “Yüksel Hanım sizi çok merak etti, sabahtan beridir sizi sorup duruyor" dedi. Doğan nasıl hareket etmesi gerektiğini bilemedi. Öğrenci yurdundan arkadaşının bakışlarında bir an nefret gördüğünü sanmıştı. Bir an. Sonra sıcak bir gülümsemeyle karşılamıştı kendisini. İlk Besim mi gerçekti yoksa ikinci Besim mi?
      Allahtan bu iki ezeli dost ve ebedi düşmanın yalnızlığı fazla sürmedi. Hala açık duran kapıda Mustafa Alinin iri bedeni göründü. Bir sinema yer göstericisi gibi yana çekildi. Eğilerek yol açtı.  “Buyurun Yüksel Hanım" odadaki iki adamın yarışta yalnız olup olmadıklarını tekrar sorgulamaları gerekebilirdi. Üç adam, genç hanımefendi yerine oturasıya kadar ayakta beklediler. Yüksel, koltuğuna oturunca Mustafa Ali ayakta durmaya devam ediyordu.
      “Makamınızda bir hakaret saymazsanız kahveleri ben ısmarlamak istiyorum" dedi. Sesinde o iri bedene yakışmayan bir incelik vardı. Ancak kahveler ve çaylar içilirken Yükselin ve dolayısıyla diğerlerinin merak ettikleri soruya yanıt veriyordu.
      “Evet dostlarım" demişti bütün meraklı gözlerin kendine baktığından emin olduğunda anlatmaya başladı.
      “Sizi evinize bıraktıktan sonra Başköprü ye gittim. Açık bir birahane bulup bir iki bira daha içtim. Eve geldiğimde bahçede garip soluk ışıklar saçan ve kendi etrafında yavaşça dönen bir nesne vardı. "Masanın ardındaki Yükselin ve diğerlerinin tüm benlikleriyle kendisini dinlediklerini anlamıştı. Sesindeki heyecan bunda etkiliydi tabii. “Bir an sarhoş olduğumu ya da hayal gördüğümü düşünebilirsiniz ama benim aklım başımdaydı. O nesnenin içinden çıktığını tahmin ettiğim uzun boylu zayıf bedenli ve koca kafasında hiç saç olmayan biri…
      “Hadi oradan palavracı" diye sözünü kesti Yüksel hanım "Ben bunca yıldır uzayda dolaşırım ama tanımladığın türde bir canlıya rastlamadım" deyince Doğan, yüzüne Kemal Sunal havası vermeye çalıştı, ağzını yayarak
      “Mesela yani" deyince odadakilerin hepsi bir anda kahkahayı bastılar.
Başlık: Anchilea - Bölüm Yirmi Üç
Gönderen: azizhayri - 30 Kasım 2015, 08:06:42
B Ö L Ü M     Y İ R M İ  Ü Ç


     Günler akıp gidiyordu. Gazeteci Turan, Kayıp çocuklar olayının peşindeydi, ustası ile defalarca konuşmuş, fikir alışverişinde bulunmuşlardı. Ustası elemanının yalnız başına bu işin peşine düşmesinden rahatsızdı. Bu işler oldukça sıkıntılı görünüyor, altından senin, benim boyumuzu aşan bir şeyler çıkabilir" diyordu. Son kurbanın peşinden polisin ve jandarmanın yaptığı araştırmalardan da bir sonuç çıkmamıştı. Bu işle ilgili gayri resmi bir bölüm oluşturulduğunu da biliyordu. Bölümün başına da komiser Ali Rüzgarlı getirilmişti, namı diğer "Rüzgar Ali" Kaymakamlık böyle bir bölümün varlığını inkar ediyordu ama Turan Tunalı’nın gözünden hiç bir şey kaçmazdı. Ülkenin yapısından kaynaklanıyor olmalıydı ki Ekspresin manşetinde yayınlanan haber bir kaç gün içerisinde ikinci hatta üçüncü haber olmuştu. Şimdilerde ise gündem olağan haberlerle doluydu, kayıp çocuklar olayını anan, soran yoktu.
      İlçe de yayınlanan ikinci gazete "Haber" gazetesiydi. Yıllar önce yayınlanmaya başlayan "Ekspres"in iş yapması üzerine "Ekspres" gazetesine rakip olarak yayınlanmaya başlamıştı. Sahipleri "Yakup Bey kadar işlerine bağlı ve istikrarlı olmadığı için" yayın hayatına birçok kereler ara vermişti. Nedeni tamamen meslek ahlakı sorunuydu, Haber gazetesinin yöneticileri, gazetecilik mesleğini ikinci iş yada politik güç olarak gördükleri için tutunamamıştı yayın hayatında. Sürekli el değiştirmişti bu nedenle.
      Haber Gazetesi, rakibi gördükleri Ekspres gazetesindeki bu gelişmelerden son günlerde oldukça tedirgindi. Ekspres’in tirajı hissedilir bir şekilde artmıştı. Kamil Aksu tüm kariyerini ve siyasi bağlantılarını bu iş için seferber etmişti. İktidar partisinin ilçe başkanı birazda Haber Gazetesinin baskısıyla doğrudan Ekspresi suçlayan bir beyanat vermişti. İsim verilmeden yapılan suçlamada “Bir kısım basın" dünyanın her yerinde olabilecek çocuk kayıplarından hayali sapıklar yaratmakla toplumu tedirgin etmekle suçlanmışlardı. Suçlama bununla kalmayıp "Almış olduğu sorumluluğu kaldıramayan bir kısım basın erbabı da tiraj uğruna halkı yanıltacak ve korkutacak haberlerin yayınlanmasına izin vermekle suçlanmıştı. Allah’tan Yakup usta gülüp geçmişti rakibinin bu tutumuna, zamanla da olay sıradanlaşmıştı.
      Olay unutulmaya başlamıştı ama Genç gazeteci Turan bu unutulmaya başlayan haberin peşindeydi. O sapık yada sapıkların "hayali" değil etiyle kanıyla gerçek olduğuna inanıyordu. İlçe Emniyetinde kurulan Özel birimde unutulmuştu. Komiser "Rüzgar Alinin bir defasında gazeteye gelmesini Turan olayın hala sıcak olmasına bağlamıştı. Rüzgar Ali olan bitenlerin farkında olduklarını bu işin basının işi olmadığını söylemişti. Bu uyarıdan sonra Turan kendi başına kalmıştı. Belli etmemeğe çalışarak kendi olanaklarıyla işi çözmeye uğraşıyordu. Bir ara Laleli beldesine gitmiş rastlantı sonucu evde dinlenmekte Küçük Kadriye’nin ailesiyle görüşmüştü. Kayıp küçük kızlardan biri olan Kadriye nin nenesi
      “Jandarmaya anlattım, polislere anlattım, genç bir kız geldi anlattım. Dün şişman bir gazeteci daha geldi ona da anlattım." Gözleri yaşarmıştı yaşlı nenenin. Oğlu karışma gereği duymuş olmalıydı.
      “Ana, bu delikanlıda Gazeteciymiş, kızımızı bulmaya çalışıyor" dese bile yanlış kadının anlatacak durumu yoktu. Hıçkırarak ağlıyordu.
      “Ben torunumu bekliyorken hala soru sormaya geliyorsunuz" diyordu. "Bu soruları sormadan nasıl bulabiliriz torununuzu" demeğe çalışırken kendinden üç-beş yaş büyük olduğunu tahmin ettiği baba, Gazetecinin koluna girerek dışarı çıkardı. Belli etmemeğe çalışıyordu ama onunda gözleri dolmuştu.

      Geri dönüş yolunda "dün gelen şişman Gazetecinin" kim olduğunu biliyordu. Eski kalfası Kamil Aksu belli etmese de bu işin, atlatma bir haber peşindeydi. Muhtemelen de kendilerini itham edecek bir şeyler arıyordu. Peki, soru soran genç kız kimdi. İlden yada İzmir den gelen bir başka Gazeteci miydi yoksa. Belki de özel merakıyla amatörce uğraşan biriydi.
Laleliye gittiğinin ertesi günü Yenikale ye gitmişti. Onbeş ocak günü kaçırılan kızın babasıyla görüşmeye. Aradığı lokantayı kapalı olarak bulmuştu. Lokantacı Sait Usta ortalarda yoktu. "O uğursuz olaydan sonra dükkanını açmıyor" demişlerdi. Uzun ve yorucu bir arama esnasında "niçin motosikletimle gelmedim" diye kendi kendine kızmıştı. Adam, Yenikale’nin dış mahallelerinde dış sıvası bile yapılmamış bir evde oturuyordu, daha doğrusu saklanıyordu.
      Kendinin gazeteci olduğuna adamı güçlükle inandırmış gecekondusunun kapısını zorla açtırtmıştı. “Ailemi ve diğer çocukları memlekete gönderdim" demişti. "Burada bir kaç gün daha kalıp bende döneceğim" diye eklemişti. Tek göz oda ve uyduruk bir mutfaktan ibaret perdeleri her daim kapalı bir evde rahat konuşmuşlardı. Diğer ailelerden duyduklarının benzerlerini bir kere daha dinlemişti saçı sakalı birbirine karışmış adamdan.
     “Kan davalım yada herhangi bir düşmanım yok" demişti. Demişti ama yalan söylediği ertesi gün anlaşılacaktı. Sabah gazeteye varınca Yakup usta "Haber" gazetesini burnuna sokarcasına uzatmıştı. Ekspres, İlçe Tarım Müdürünün değişebileceği konulu politik bir haberi manşetten verirken rakipleri
     "KAYBOLAN KIZIN BABASI MAFYA ÜYESİ ÇIKTI" diye manşet atmıştı. Baş sayfanın yarısını kaplayan haberin devamı "Yapılan aramalarda lokantanın gizli bölümlerinde toz esrar bulundu..." diye devam ediyordu. Turan gazeteyi ustasına geri uzatırken “Bunlar -soruşturmanın selameti- falan dinlemiyorlar" dedi. Haklıydı da "Haber" gazetesi sayesinde halkın ilgisi dağılmış olacak olay çözüldü diye nitelendirilecekti. Kayıp olan diğer üç kızı ve ailelerini düşünen yok gibiydi. Yakup usta, Sen ne diyorsun bu konuda" diyemedi. Dışarıdan vespanın egzoz sesi duyulmuştu.

      İşletmede üretimin sonlarına yaklaşılıyordu. Resmi olarak  "1 Mart" tarihi çırçır atölyelerinin kapanması demekti. Mağlıç üretimi resmen sona erecekti. Beklenen tarihe ise bir aydan az bir süre kalmıştı. Bu nedenle işletmenin en geniş odası sayılabilecek Ahmet Oker'in odasında gayri resmi bir toplantı yapılıyordu. Mustafa Ali'nin ve Serkan Beyin önerileri olan "Köylünün ayağına gitme" fikri tartışılıyordu. Bu tür toplantılarda hep uygulanan gelen şekil gereği İşletme müdürü kısa bir konuşma yaptıktan sonra sözü arkadaşlarına bırakmıştı.
      Ahmet Oker' ve Besim bey muhalefet etmişlerdi. Çiftçide bu alışkanlık yapabilirdi. Gelecek sene "pamuğu almaya ne zaman geleceksiniz" türünden sözler duyabilirlerdi. Müdür bey ise "bu yıl kapasitenin çok altında bir üretim gerçekleştirdiklerini böyle devam ederse gelecek yıllarda pazarı olduğu gibi rakiplerine kaptırabileceklerini" söylemişti. Fikrin babası Mustafa Aliye göre ovaya pamuğu almaya gitmeyeceklerdi. Yalnızca dolaşacaklar kimlerde pamuk olup olmadığını tespit edeceklerdi. "Pamuk bizde şu fiyata, şu tarihe kadar alıyoruz" diyeceklerdi. Bu sayede gelecek yıl için bir altyapıda oluşturmuş olacaklardı. Sonuçta öneri oybirliğiyle kabul edilmişti. Başta itirazda bulunanlarda "evet" oyu kullanmışlardı. Asıl sorun ovaya gidecek kişileri seçmede yaşandı.
      Haklı olarak Yüksel, projeden affını istedi. Serkan Bey ise ailesi Ankara'da oturduğu için bol bol boş vakti olduğunu söyleyerek bu komisyona gönüllü olarak katıldı. Tartışmalar uzamaya yüz tutunca Birol Bey toplantının yönetimini Ahmet beye bıraktı. Komisyonlar seçimle olacaktı ama son sözü Ahmet Oker söyleyecekti. Yasal bir mazereti yoksa Ahmet beyin seçeceği isimler ovada çalışacaklardı. Bütün iş ikinci müdürü etkilemeye kalmıştı. Toplantıya ara verilmiş komisyon için kulis faaliyetleri başlamıştı.
      Toplantıya ara verilmişti ama henüz kimse odadan dışarı çıkmamıştı. Kişilerin birbirleriyle konuşmalarıyla geçen bir kaç dakikadan sonra Ahmet Oker elindeki kalemi masaya vurarak sessizliği sağlamaya çalıştı.
     “Arkadaşlar bu olayı niçin bu kadar büyütüyoruz ki. Gideceğimiz bir kaç köy. İsterseniz olayı bir kır yada köy gezisi olarak ta görebilirsiniz. Pamuktan anlayan bir gönüllümüz hazır. Yanına ağzı laf yapan ikna yeteneği yüksek ve çiftçinin sevdiği iki kişi daha oldu mu tamam işte. Sözünü daha bitirmemişti ki Doğan Bey hemen atıldı.
      “Demek ki bu işte ben yokum. "Kapıya yakın oturan Mehmet Bayram yanında oturan Serkan beyin kulağına Doğan beyin duyabileceği bir şekilde “Dağdan gelmiş bağdakini kovmaya çalışıyor uyanık" dedi. Muradına ermiş ikinci müdürü etkilemişti. "Bilemiyorum beyim sizin bu konuda diğer arkadaşlardan daha çok çalışmanız gerektiğine inanıyorum" dedi. Adınız neydi... Neydi... Doğan... Doğan beydi. Umarım benimle aynı düşüncedesinizdir."
   İşletmeye en son gelen eleman olan Doğan beyin başından aşağı kaynar sular dökülmüştü. Bir aydan fazla bir süredir bu işletmede çalışıyordu ve müdür yardımcısı personelinin adını öğrenme gereği duymamıştı. Ya da karşısındaki kişiyi tahkir etmek için kasıtlı yapmıştı.her iki durumda berbattı, yerinden doğruldu. “Siz önce sizinle çalışan personelinizin adını öğrenin dedi ve öfkeyle dışarı çıktı. Ahmet Oker'in adını bildiğine emindi ama "siz kim oluyorsunuz" gibisinden davranmıştı. Koridorda sıkıntılı bir şekilde dolanmaya başladı. Cebinden çıkardığı paketten bir sigara yakacaktı ki arkasında tanıdık bir ses duydu.
      “Bir tanede bana verir misiniz?" Arkasını dönünce Yüksel’le yüz yüze gelmişti.
      “Bazen çok kabalaşıyorlar değil mi?" Evet, genç memur yanılmıyordu. Doğduğu büyüdüğü topraklarda görev yapsa da aradaki gurbette geçen yıllar Doğanı bir yabancı durumuna düşürmüştü. Ne yazık ki ülkenin batısında yer alsa da bilmem hangi yüzyıla bin yıl yaşansa da bu bölge tutucuydu, dışarıdan gelen yabancıyı kabullenmiyordu.
      “İşte bu yüzden eşim ve çocuklarım Ankara da kalıyorlar Serkan beyde dışarı çıkmış Doğan beyi teselliye gelmişti. Doğan kendisini teselliye gelenleri çaya davet etti.
      Doğanın hakkını kurulda savunmak Besime kalmıştı. Besim için Doğanın peşinden dışarı çıkan Yüksel’i yada Serkan’ı savunmak iş değildi ama eski arkadaşı ve düşmanı için iyi sözler söylemesi zor geliyordu.  “Çok ayıp ettin Ahmet Bey" dedi. Mustafa Ali yetişti nede olsa rakibi sayılırdı Ahmet Oker.
      “Ne demek  -adınız neydi... Doğandı değil mi?- demek." Sesine alaycı bir ton vermiş Ahmet Beyi taklit ediyordu. Fitili asıl ateşleyen Memur bile yükleniyordu. Müdür yardımcısına Bir iki direnmeden sonra Ahmet Bey yanlışını kabul etmek zorunda kalmıştı.

      Yılmaz çayları getirdiğinde ters giden bir şeyler olduğunu anlamıştı. Çaylarını yudumlarken Ahmet Bey ve diğerleri yemekhaneye girdiler. Doğan durumun lehine dönmeye başladığını anlamıştı. Mazlum durumuna düşmüştü ve bu mazlumiyet Yüksel’i kendisine biraz daha yaklaştıracak gibiydi. Daha sonra Doğanın ovaya gönüllü gitmek istediğini söylemesine rağmen önerisi kabul edilmemişti. Devirdiği çamın büyüklüğünün farkına varan İkinci müdür, özür dilemenin bir şekli olarak görmüş olmalı ki Ahmet Oker “Komisyon başkanı olarak bana gitmek yakışır" demişti. Üçüncü üye ise kurul baskısıyla Mustafa Ali seçilmişti. ”Madem gideceğim o halde tutanaklara "Gönüllü" geçsin bari" demişti. Doğana da çayları ödemek kalmıştı.

      “Selamın Aleyküm... Hayırlı işler." Turanın selamı konuşmaların gülüşmelerin ortasına düşmüştü. Hemen herkes gülerek selamını almıştı. Gazetecinin. Mustafa Ali, “İyi olacak hastanın ayağına doktor geldi" dedi. Orada bulunanlar olayın haber-reklam boyutunu anlamışlardı. Ahmet Bey eliyle arkadaşlarına susmalarını işaret ederek
      “Müdür bey bu fikri kendi söylemek isteyebilir" demişti. Kurnaz Gazeteci ortada bir numara olduğunu anlamıştı ama onun İşletmeye geliş nedeni başkaydı. Onu "niçin geldiğini açıklama" derdinden Serkan Bey kurtarmıştı. Turana geliş nedenini sordu, Turanı az tanımasına rağmen bu "irikıyım teneke dişli" arkadaşın insanlarla iletişim kurma konusunda müthiş bir yeteneği vardı.
      “Hayırdır Gazeteci Bey, kayıp çocuklar konusunda iz üzerindesiniz galiba" dedi. Genç gazeteci durumu etrafından saklamada ne kadar zorlandığını anlamıştı. Bir nevi dedektiflik yapmaya hazırlanıyordu. “O iş sonuçlandı biliyorsunuz" dedi. İnandırıcı olmuş muydu bilemiyordu ama devam etti. "Kaybolan çocuğun babasıyla mafyanın doğrudan ilişkisi olduğunu gazeteler yazdı. Okumadınız mı yoksa." Gülüştüler.
      “Benimkisi tam bir -geçerken uğradım- olayı." Ahmet beyin aniden aklına gelmiş gibi yaptığı davet sonucu bir sandalye çekip oturdu. Bir zaman hal hatır sormayla geçti. Turan geldikten sonra yemekhane tekrar "ciddi müessese" havasına girmişti. Çaylar içiliyor masadakiler kendi aralarında konuşuyorlardı.
      “I.C.A. ne demek" Turan dikkatleri çekmek için masada- olan herkesin duyabileceği bir şekilde sormuştu. Mustafa Ali, Serkan Beye anlattığı son anlattığı fıkrayı bırakmıştı, Mehmet bey emekli olunca yapmayı planladığı işleri bilmem kaçıncı defa anlatmayı bırakmıştı. Soran yüzler Genç gazeteciye dönmüştü. Birden bire oluşan sessizliğe Turan'ın kendisi de şaşırmıştı. Yanlış bir şey mi söylemişti yoksa?
      “Ne demek ICA. Bir terör örgütü falan mı yoksa?" Ahmet Oker bilmiş bir şekilde araya girdi. “I.C.A. yada İngilizce söylenişiyle Ay-Si-Ey." Yabancı diller konusunda bilgisi diğerlerinden daha iyiydi ya. "İnternational Cooperative Association" Cümleyi Besim tercüme etti  "Uluslararası Kooperatifler Birliği" Turan elini cebine attı. İlgiyi iyice yoğunlaştıracağını bildiğinden özenerek sardığı mendili açmaya başlamıştı. Beklediği ilgiyi yakaladı da, mendilin içinden günler önce arazide çamurlar arasında bulduğu çakmağa hiç benzemeyen bir çakmak çıkardı. Yıkanıp temizlenince tüm güzelliği ortaya çıkan bir zippo'ydu. Çakmağın yan yüzlerindeki metale estetik el yazıyla kazınmış olan "20.yıl" ve hemen arka yüzdeki "I.C.A." yazısı ortaya çıkmıştı. Ahmet Bey elinde evirip çevirdiği çakmağı hemen tanımıştı.
      “Bizim Müdürün kayıp çakmağı" demişti. Müdür Birol Tekinde hemen tanımıştı çakmağını; “Üç dört yıl önce Fabrikanın yirminci kuruluş yıl dönümü için İzmir'den göndermişlerdi. Bu çakmağı bir plaketle birlikte almıştım. O günlerde orijinal olduğu söyleniyordu. Bir zaman sonra ise kaybettim. Üzüntümden kahrolmuştum." Çakmak elinde sanki uzun bir zamandır görüşemediği dostuyla hasret gideriyor gibiydi. Bir zaman sonra devam etti.
        “Sahi Turan Bey, bu çakmak sizin elinize nereden, nasıl geçti." Turan. Müdürün sözlerini dikkatle dinliyordu, sanki bir açık vermesini bekliyor gibi. Koskoca Birlik işletmesinin müdürü Polat köyü yakınlarında ne arıyor olabilirdi. Turan, bir an karşısında duran adama çocukları kaçıran "sapık" gözüyle bakmayı denedi. Neden olmasın, adam ince uzun yüzü kırlaşmış saçları ve bıyıklarıyla Yeşilçam filmlerindeki kötü adamları andırıyordu. Belli etmemeye çalışarak silkindi "neler düşünüyorum" dedi kendi kendine. Belki de adam gerçekten çakmağını çaldırmıştı, çünkü çakmak orada iki yıldır çamurda kalamazdı. Öyle güzel bir çakmak pek çok kişinin gözüne batardı. Söylenenleri hiç duymamış gibi tekrar sordu
      “Çakmağın sizin olduğuna emin misiniz?" Gururlu bir sesle aldı yanıtı
      “Elbette bu çakmaktan bir tane vardı, o da bana çalışmalarımın karşılığı ödül olarak verildi." Anlattıklarını düzeltme gereği hissetmişti "Kaybetmeden önce demek istemiştim."
      “Nerede kaybettiğinizi anımsıyor musunuz?" Müdür, uzun uzun düşündü, karşısındaki adam acaba gerçekten de düşünüyor mu yoksa rol mü yapıyordu. Başını öne eğmiş yüzü tekrar inceledi. Gerçekten de Yeşilçam'daki kötü adam yüzü vardı müdür Beyin. Uzunca bir süre geçtikten sonra yanıtladı müdür muhatap olduğu soruyu.
      -Geçmiş zaman hatırlamıyorum, kimbilir belki de çaldırdım. Evet bu akla daha yakın görünüyordu. Doğan içeri birlikte girdikleri Turana karışma gereği duymuştu. Turan bey çok soru sorduğunuzun farkında mısınız, yoksa bu bir sorgulama falan mı?" Doğan beyin çıkışı şaşırtmıştı Turanı
      “Yok estağfurullah yalnızca çakmağın Müdür beyin olduğuna emin olmak istedim" diyebildi. Azarlama gibi gelen uyarı dan sonra Turan ileri gittiğini anlamıştı. Yerinden kalkmaya çalışırken Müdür durdurdu.
      “Siz benim yıllardır kaybolan çakmağımı bulun getirin ben size bir yemek bile yedirmeden salıvereyim. Olmaz öyle şey."  Turanın hoşuna gitmişti Gülümsedi, Lütfiye ablanın güzel yemekler yaptığını biliyordu. “Bu teklifinize hayır diyemeyeceğim" dedi. Yemekte müdür bey ısrarla çakmağı nerede bulduğunu sordu Turan’a. O' da gerçeği gizleyip kaçamak yanıtlar vermişti. Daha sonra fabrikadan ayrılırken Doğan beyle görüşmüşlerdi ayak üzeri. Doğan;
      “Listende Müdür var mı?" deyince hiç düşünmeden "evet" demişti. Toplantı esnasında bekçi kulübesinde beklediğini ve dayısının iki üç ay önce dip depoda bulduğu ilginç şeyleri anlattığını söyledi. “Nedendir bilmiyorum ama olayların geçtiği bölgede nüfus yüz binleri geçtiği halde kuşkularım "İşletme" de yoğunlaşıyor" demişti. Doğan beyin "niçin" sorusuna da omuzlarını silkerek yanıt vermişti. Rıza baba her zaman bakımlı olan ön bahçede uğraşıyordu. Turan geçerken seslendi.
      “Rıza amca, bu kış kıyamette ne yoruyorsun kendini." Rıza Aslan elindeki bahçe masasını bırakıp çömeldiği yerden doğruldu. Budama zamanı evlat" dedi. Tam Turan "kolay gelsin" deyip yürümeyi düşünüyordu ki Rıza beyin, bekle şeklinde bir işaret yaptığını sandı. Bir iki adım sonra yaşlı adam yanındaydı.  Validen nasıl oldu" dedi yüksek sesle. Yanına yaklaşınca da fısıldar gibi "Galiba çakmağı kimin aldığını biliyorum" dedi. Turan bir an şaşırdı, tam o anda yönetim binasının giriş kapısında Ahmet Oker belirdi.
      “Rıza Efendi, lütfen elinizdeki işi bırakıp dip depoya Cavit Efendiye yardıma gider misiniz? Rıza Aslan her işini bilen işini seven çalışanın yaptığını yaptı. Peki efendim" deyip elindeki bahçe malzemelerini toplamaya başladı.

      Akşam paydostan sonra Doğan, Turanın çalıştığı gazeteye gitti. İyi de olmuşmuş doğrusu, Yakup usta ile görüşmüş oldu. Daha sonraki durak ise birahaneydi. Birahanenin mavi-mor ışıkları altında Doğan, Rıza babayla gizlice konuştuklarını anlattı.  “Cavit dayın depo falan temizlemiyormuş. Sadece Rıza Babayı oradan uzaklaştırmak için söylemiş.  Anlaşılan senin ikinci müdür ya çok fesat biri yada bir şeyler gizlemeye çalışıyor." dedi.
      “Peki, Rıza amca çakmağı kimin aldığı konusunda bir şey söyledi mi?" Doğan etrafına kuşkuyla bakındıktan sonra birasından bir yudum aldı. Belli ki Gazeteci genci biraz daha meraklandırmak istiyordu. “Çakmağı alırken görmemiş ama o kişinin başka vukuatları varmış. 'Benden duyduğunuzu söylemeyin' diye de sıkı sıkı tembihledi Rıza baba." dedi. Turan başını kaşıdı.
      “Desene kuşkulular listesinde sıralama gene değişti." dedi. Birasını bir nefeste bitirdikten sonra  "İş gene bana düşüyor galiba" dedi. Önce kendi daha sonra Doğanla birlikte gülmeye başladılar.     
Başlık: Ynt: Anchilea - Bölüm Yirmi Dört
Gönderen: azizhayri - 03 Aralık 2015, 08:18:35
B Ö L Ü M    Y İ R M İ  D Ö R T

      Bir kaç gün öce Doğan ağabeyiyle konuştuklarında "İş gene bana düşüyor galiba" demişti ya şimdi iş üzerindeydi. Adamın evini bulmak zor olmamıştı, ilçenin kenar mahallelerinden birinde, müstakil, bahçe içinde bir evde oturuyordu. Tek katlı üzeri -bir gün olur ikinci kat çıkılır diye- beton olarak bırakılmıştı. Evin bakımsız olduğu her halinden belliydi. Briket yerine tuğla ile yapılmış gecekonduydu. Önce cephenin haricinde doğru dürüst sıva bile yapılmamıştı.

      Gazeteci, ne olur ne olmaz diye sabah erkenden gelmişti sokağın alt başındaki kahvehaneye. Muhit çimento fabrikasının ve Un değirmeninin yakınlarında olduğu için fabrika işçilerinin yoğunluklu olduğu bir muhitti. O nedenle kahveler ve çorbacı sabah erkenden açılıyordu. Önce yedide işe başlayıp üçe kadar çalışacak olanları daha sonra yedide paydos etmiş olanları ağırlıyordular. Pazar günü olmasına rağmen fabrikalar aralıksız çalıştıkları için kahvede oturan pek çok kişi vardı. Göze batmadan adamının çıkmasını bekleyebilirdi. Allah’tan beklediği onu fazla üzmedi. İkinci bardağının sonlarına doğru kahvenin önünden geçen mobileti gördü.
      Masanın üzerine cebinden bir miktar bozuk para bırakarak çıktı. Önde eski, boyaları yer yer dökülmüş mobilet bir hayli geride vespa motosiklet yola koyuldular. Uzun bir süre İlçeyi İle bağlayan karayolunda gittiler. Düşük hızda gidiyor olsalar da sabahın soğuğu yeşil parkasına ve bej atkısına rağmen içine işliyordu. "Ya birde önümdeki mobilet süratli gitseydi" diye düşündü.
      Yolun geniş bir yay çizerek kuzeye döndüğü bölgeye kadar dört beş kilometreden fazla yolu bu şekilde kat etmişlerdi. Ahmetli köyünü geçince karayolu Gümüşlü dağının eteklerinden dolaşıyordu. Geçmiş yıllarda zengin gümüş madenleri olduğu için "Gümüşlü Dağ" adını alan bu dağ tepelerinden doğup gelen bir çay ile ikiye bölünüyordu. Öndeki mobilet ve farkedilmemek için çok geriden gelen vespanın yolları karayolu ile Gümüşlü çayının kesiştiği köprüye kadar devam etti. Öndeki mobilet Gümüşlü köprüsünü geçtikten sonra sola dönünce arkasındaki vespa ne yapması gerektiğine karar verebilmek için bir an köprü üzerinde durdu.
      Köprü üzerinde bir zaman bekledi. Önünde gitmekte olan mobilet yolun soluna dönüp neredeyse Gümüşlü çayıyla paralel giden toprak yolda ilerlemeye başladı. Adam yoldan geçenlerin dikkatlerini çekmemek için vespasından indi. Sanki bir arızası varmış gibi eğildi motorunun sağına soluna bakmaya başladı. Ne de olsa tanınan biriydi.  "Köprünün üzerinde dinelmiş ne yapıyordun" diye soracak olurlarsa verilecek yanıtı olmayabilirdi. Ama motorla uğraşıyor olursa bu tür sorulara bile gerek kalmazdı.
      Vespasının yanında gözlediği motosikleti çamurlara bata çıka gözden yitiresiye kadar izledi. Küçük tekerlekli motosiklet tekrar çalıştı az sonra. Sadece sesini duyduğu motosikleti yumuşak toprakta bıraktığı izlerden takip etmeye başladı.  Gelen sesten ne kadar uzakta olduğunu tahmin etmek zor olsa da işi şansa bırakamayacağı için bir müddet daha yol kat ettikten sonra adamını yayan izlemeye karar vermişti. Yolun alt bölümünde hendeğin içersin de nasıl olmuşsa büyümüş bir zeytin ağacına ön tekerleğinden zincirledi. Üzerine örttüğü dal ve çalıları doğal görünecek şekilde koymaya gayret etmişti. En önemlisi ise motorunu ardına sakladığı zeytin ağacının yerini belleğine iyice yerleştirdi. Geç vakitlerde dağ başlarında motor aramak istemiyordu.
      Kısa bir tırmanmadan sonra yüksek bir kayanın üzerine çömeldi. Elini siper yapıp toprak yol boyunca mobileti görmeye çalıştı. O kendi aracını gizlemeye çabalarken motosiklette varacağı yere varmış olmalıydı ki etrafta doğal olmayan ses yoktu. Bir yandan bakınıyor diğer yandan hızla düşünüyordu. Yokuşu ve arazi yapısını göz önüne alındığında mobiletin fazla hızlı gidemeyeceğini belliydi. Aramızda fazla mesafe olamaz diye aklından geçirdi. Görünmemek için yolun az aşağısından, zeytin ağaçlarının ve çalıların arasından ilerlemeye başladı. Bir an geriye bakıp asfalt yolu görmeye çalıştı ama göremedi. Yoldan uzaklaştıkça zeytinlikler daha bakımsız hale geliyor, orman halini alıyordu. İzlediği yolda iki yüz metre sonra patikaya dönüşmüştü.
      On dakika sonra tanıdığı biriyle dağ başında selamlaşmamak için adımlarını daha dikkatli atmaya başlamıştı. Bir zaman yürüyor sonra çevresini dinliyordu. Bazen gözüne kestirdiği ağaç yada kayaya çıkıp gözünün görebildiği yerlere kadar bakınıyordu. Tek tük kulübelere, küçük bağ evlerine rastlıyor olsa da bunların aradığı evler olmadığını biliyordu. Yolun tepeyle birlikte kavislendiği yerde yamaçla bitişikmiş gibi duran kulübeyi özellikle kulübe önündeki metalik pırıltıyı fark edince aradığını bulduğunu anlamıştı. Uzak olsa da metalik pırıltıyı çelik jant pırıltısına benzetmişti. Askerde öğrendiği yöntemi uygulayıp aradaki uzaklığı ölçmeye çalıştı. Sağ elini başparmağı yukarıda olacak şekilde ileri uzatıp önce sol gözünü sonra sağ gözünü kapatarak iki bakış arasında farkı buldu. Yaklaşık on katı kadar uzakta olduğunu biliyordu. Bulunduğu yerden inerek yürümeye devam etti.
      Kayseri’de almış olduğu komando eğitiminden belleğinde kalan bütün bilgileri kullanarak ilerliyordu. Eğer kuşkularının birazının gerçek olduğunu varsayarsa dahi nelerle karşılaşabileceğini bilemezdi. Zaten buraya geliş amacı da araştırmadan ibaretti, polislik yada jandarmalık yapmayı düşünmüyordu. Yolun üst bölümüne geçmiş, yamaçtan ilerliyordu. Bu sayede hem çevresini daha iyi görüyor hem de çamların arasında kendini gizlemiş oluyordu. Manzara ise doyumsuz bir şekilde ayaklarının altında uzayıp gidiyordu. İçinde bulunduğu güzelliği ancak yorulduğunda biraz dinlenmek için bir ağaç kütüğüne oturduğunda farketti.
      Bir sigara içimi kadar oturdu kütükte ama o kısa süre mevsimin hala kış olduğunu anımsatmaya yetti. Terli ve hareket halindeki vücut birden durunca üşümüştü. Yukarıda neredeyse tepeye varmış olan güneş ısıtmıyordu. O gün güneşin görevi yalnızca aydınlatmaydı anlaşılan. Başını geldiği yöne çevirince asfaltı göremeyecek kadar yol aldığını anladı. Değil asfalt yoldan bir hayli içeriye gizlediği vespasını koyduğu yeri bile göremiyordu. "Umarım dönüşte bulabilirim" diye düşündü. Yavaş yürüyordu ama yine de bir hayli yol almıştı. Sigaranın son nefeslerini çekerken çevresini bir kere daha dinledi. Dikkatini biraz daha arttırdı, bir kaç dakika sonra onca dikkat ve özenin gereksiz olduğunu anlayacaktı.
      Kulağına çalınan sesin önce bir hayvan iniltisi zannetmişti, . Yürümeye devam edince sesin bir metalik ses olduğunu ara sıra insan sesinin karıştığını anladı. Adamının keyfi yerinde olmalıydı. Bir şarkı söylüyordu, genç adam attığı her adımda sese biraz daha yaklaşıyordu. Sesin sahibini ilk gördüğünde gülmesinin mi yoksa ağlamasının mı gerektiği konusunda bir karar veremiyordu.
      Hedefine iyice yakınlaştığını tahmin ettiğinde yolun bir hayli yukarısına çıkmıştı. Yüzyıllardır ayakta duran bir zeytin ağacına tırmanmıştı. Gideceği yönde ileriye bakınca Gümüşlü çayının ovaya indiği yerde dere yatağının bir gölete dönüştüğünü gördü. Adam paçalarını sıvamış, ayaklarında çizme, mini gölette balık tutuyordu. Hemen sağındaki irice bir kaya üzerinde ise bir el radyosu çalıyordu. Radyoyu seçemiyordu ama eski bir radyo olduğu hem dinlediği kanaldan hem de sesin boğukluğundan anlaşılıyordu. Belli ki orta dalgadan TRT radyolarından birini dinliyordu.
      İçinden adamın garip haline gülmek istedi. Başta kocaman eski kasket sıvalı paçalar, kargıdan uyduruk bir olta ve hepsini doldurabilecekmiş gibi yanı başında kocaman bir sepet. "Öyle biri dağ başında balık avlamak için neden bu kadar yol yürüme gereği duysun ki" diye düşündü. Bu ufacık derenin içine aktığı ırmak ilçeye o kadar yakın akıyorken veya daha yakın deniz varken niçin bu dağ başlarına balık tutmak için geliyor olabilirdi. Hemen aklına tırmandığı yerden göremediği kulübe geldi. "Kulübe yüzündendi" dedi mırıltıyla. Kulübe bir tür karargâh merkezi miydi yoksa?
      Beklemek işin en zor yanıydı. Saatlerce kah ağaçta tünedi kah yerde çömeldi. Ses çıkarmamaya gayret ederek bekledi. Bir kaç defa geri dönmeyi düşündüyse de kendini güçlükle vazgeçirdi. Bedeninin hücreleri açlığa iyice yaklaştığında müziğin sustuğunu farketti. Bir kaç saat içerisinde yakından tanışma mutluluğuna eriştiği zeytin ağacına bir kez daha çıktığında ise adam eşyalarını toplamış dönüş yolunu tutmuştu. Adamı izlediğinde de dalların arasında göremediği kulübeyi gördü. Tüm becerisini kullanarak kulübeye biraz daha yaklaştı.
      Kendine kızıyor lanetler ediyordu, koca bir günü amatör bir balıkçının peşinde hem de aç açına geçirmişti. Şimdiyse bir saati aşkın bir süredir gizlendiği yerden adamın girdiği kulübeden çıkmasını bekliyordu. Aslında merakta ediyordu. Uzaktan seçebildiği kadarıyla küçücük pencereleri vardı kulübenin, küçücük ama parmaklıkları olan pencereler. Büyüklüğüne bakarsanız bir odadan ibaret derdiniz kulübe için. Peki, bu küçücük kulübede bir saat ne yapılabilirdi. Güneş yamacında bulundukları tepeyi çoktan aşmıştı. Bekledi. Bekledi. Bir an aklına adamın mobileti geldi. Mobilet görünmüyordu. Yoksa bir şeylerden mi kuşkulanmıştı adamı.
      Bu düşüncelerinin üzerinden bir kaç dakika sonra kapı aralandı. Kapı aralandığında önce mobiletin ön tekerleği dışarı çıkınca rahatladı. Ne de komik olurdu ama. Sen saatlerce bir adamı izle, dağ bayır yol tep. Sonra hiç ilgisi olmayan birisi çıksın karşına, zorla gülümsedi.
      Pusuya yattığı yerden görebildiği kadarıyla adam banyo yapmış olmalıydı ki kafasının ıslaklığı bulunduğu yerden bile belli oluyordu. Kendi sağlığını düşünen biri olduğu için etrafına bakınırken kafasına yün başlık taktı. Kapının önünde bir zaman uğraştıktan sonra mobiletini çalıştırdı, geldiği yönde yol almaya başladı. Ağaçtaki adamsa nefesini tutmuş dalların sıklaştığı yere doğru hafif kayarak görünmemeye çalışıyordu. Tepelerde yankılanan motor sesi kayboluncaya kadar kıpırdamadan bekledi. Aşağı indikten sonra bir sigara içimi daha bekledi ne olur ne olmaz aniden geri dönmesin diye. Merak duygusu sabrını frenleyemez hale gelince de kulübeye doğru yol almaya başladı.
      Yamaçtan inmeden önce çevresini bir kere daha belki de yüzünce defa dikkatlice inceledi. Yavaşça çalılara ve ağaç köklerine tutunarak indi düzlüğe. Sonra kulübenin etrafında bir tur attı. Aşağı yukarı yirmi beş otuz metrekarelik bir binaydı. Tuğla taş karışımı duvarları oldukça sağlam görünüyordu. Rüzgar almayacak yönde bir bacası ve iki küçük penceresi vardı. Pencerelerdeki parmaklıklar bir kere daha şaşırttı adamı. Az önce ağacın üzerinden de görmüştü ama bu kadar kalın demir çubuklardan yapılmış olabilecekleri aklına gelmemişti. Böyle dağ başındaki bir evde ne gizlenebilirdi ki...
      Kulübe, on oniki, dönüm bir bahçenin yamacına inşa edilmişti. Arazi belli belirsiz çitlerle ve çalılarla çevrilmeye çalışılmıştı. Bahçenin eğiminin azaldığı ova yönünde ise araziye irili ufaklı kazıklar çakılmıştı. İleride dikenli tellerle çevrilmesi düşünüldüğü anlaşılıyordu. Düzensiz dikilmiş sekiz on zeytin ağacı bir kaçta fidan vardı. Belli yerlerde toprağın işlenmeye çalışıldığı anlaşılıyordu. Canı sıkılan ve çabuk bıkan birisinin eseri olduğu her halinden belliydi. Kapıdaki çift kilidi görünce kuşkuları arttı. Başka bir yerden sökülüp getirilen yale kilidin otuz santim kadar üzerinde kocaman bir asma kilit vardı. Sağlam ağaçtan yapılmış kapıya özel dizayn edilmiş düzeneğin ucunda sallanıyordu "Bir insan bu kadar tedbirin gerisinde ne saklıyor olabilirdi." Aradıkları sapık bu adam olmalıydı. Parmaklıkların ve kapıdaki çifte kilidin başka bir açıklaması olabilir miydi?
      Cebinden çıkardığı kendi anahtarlarını denedi. Mümkün değildi. Çünkü yale kilitte, asma kilitte işporta tezgahından alınan ucuz kilitlere benzemiyordu. Bir zaman daha denedikten sonra açamayacağını anlayınca vazgeçti. Kilidin üzerinde ve kapıda hırsız izi bırakmak istemiyordu.
      Pencerelere yöneldi. Kulübenin pencereleri belli ki potansiyel hırsızları caydırabilmek için küçük yapılmıştı. Yetişkin birinin girip çıkması mümkün değildi, belki bir çocuk girebilirdi. Anlaşılan kulübenin sahibi kulübesine çocukların girebileceği olasılığına bile dayanamıyordu. Bu nedenle sağlam parmaklıklar yaptırtmıştı. Sonuçta kulübeye değil insan belki kedi bile giremezdi. Kafasını içeri doğru uzatıp görmeye çalışınca hayreti son noktaya vardı, pencereler kalın ve koyu renk perdelerle örtülmüştü. Tekrar kapıya döndü.
      Kapının etrafında uzun süre arandı. Ne aradığını bilmiyordu ama farklı bir şeyler, bir ipucu arıyordu. Kapının kenarında bir kaç teneke kutu saksı haline getirilmişti. Tenekelerin içindeki çiçeklerse çoktan kurumuş toprağı beton haline gelmişti. Tenekeleri kaldırıp altlarına baktı, yoktu. Bir yedek anahtar olmalıydı ve gazeteci onu arıyordu, bulamadı. Kapı eşiği durumundaki tek parça taşı da kaldırdı, yine bulamadı. Bir kaç kırmızı leke dikkatini çekmişti. Taşın kapı kasaları yönünde kurumuş bir kaç damla kırmızı boya olabilirdi. Ama bu dağ başında kırmızı boyanın ne işi olabilirdi O halde bu olsa olsa kandı.

      Evin içi bir hayli kalabalıktı. Konuşmalar gülüşmeler odaya sığmıyor pencereden kapıdan sokağa taşıyordu. Emine kadın kocası Mukadder Bey öldüğünden beridir ilk defa bu kadar mutlu oluyordu. Ev yıllar öncesinin mutlu evine dönmüştü. Akranlarının Emine Bacısı küçüklerinin Emine ablası kocasının zamansız ölümünden sonra çocukları için elinden ne geliyorsa yapmıştı. Şimdi de onlar için koca bir piliç haşlamıştı; hem de öyle yumurtadan çıktıktan kırk gün sonra kesilecek büyüklüğe erişen hormonlu piliçlerden değil. Suyuna şehriye çorbası ve pirinç pilavı yapmıştı, birde ıspanaklı börek. Hamurunu eliyle açmış, en büyük sinide mahalle fırınında pişirtmişti. Bütün bu hazırlıklarının nedeni ise ailesinin bir araya gelmesiydi. Rahmetli kocası aklına geldikçe gözleri yaşarıyordu ama çevresine belli etmeden belli belirsiz bir hareketle siliveriyordu. Eh ne de olsa sofrada başka bir Mukadder vardı.
      Akşam ezanıyla birlikte sofraya oturulmuş, ne var ne yoksa afiyetle mideye indirilmişti. Gündüz yemekleri hazırlamak için biraz yorulduysa da servis konusunda parmağını bile kıpırdatmamıştı. Ne de olsa aslan gibi bir kızı ve gelini vardı. Kapı çalındığında ise bu neşeli yemeğin sonlarına gelinmişti. Hanımlar sofrayı kaldırmaya çalışırlarken beylerde salonda bu yılın şampiyonu kim olacak tartışmasına girmişlerdi. Kapı sesini duyar duymaz Doğan yerinden fırladı. Dışarıdan gelen motor sesini beklediği belli oluyordu, vespasının üzerindeki Turanı görünce içinden bir "Ohh" çekti. Akşamın alacasında selesine kadar çamura batmış bir motorun üzerinde motorundan daha kötü bir halde duruyordu Turan. Yüzüne kadar çamur olmuştu. “Hayırdır ne oldu" deyince Turan "Hayırdır... hayırdır" diye yineledi Bıyık altından gülümsüyordu.
     “Adamımızı bulduk galiba" dedi. Doğan bu kadar kısa sürede bir sonuca varmaları şaşırtmış olmalıydı ki anlamamış gibi yüzüne bakıyordu Turanın.  Pencereden meraklı bakışlarla kendilerine bakan Emine teyzesini gördüğünde konuyu değiştirmesi gerektiğini anlamıştı Turan. Uzun süren bir hal hatır sorma faslına girişti. Yaşlı kadın oğlunun arkadaşını içeri davet edince de nazikane bir şekilde reddetti.
      “Balıktan geliyorum. Geç kaldım Beni merak etmeğe başlamışlardır" deyip vedalaşmaya başladı. Emine teyzesi ısrar edince itiraz edilemeyecek cümleyi kullandı. “Behiye’ye de uğrayacağım demiştim" deyince kimsenin söyleyecek bir sözü kalmamıştı. Ayrılırken pencereden bakmağa devam eden yaşlı kadının duyamayacağı bir şekilde      “Yarın mutlaka görüşelim" diyebilmişti.
Başlık: Anchilea - Bölüm Yirmi Beş
Gönderen: azizhayri - 07 Aralık 2015, 08:39:25
B Ö L Ü M    Y İ R M İ B E Ş

     İlçede her şey normal gözüküyordu. Mevsim gereği en çok kazanan işyerleri gündüzleri kahvehaneler geceleri birahanelerdi. Halkın büyük bir bölümü geçimini çiftçilikten sağladığı için esnafta, tarıma dayalı küçük sanayide çiftçiyi gözlemekteydi. Eğer pamuk veya diğer tarım ürünleri iyi para ederde çiftçi bol para kazanırsa ilçede herkesin yüzü gülerdi. Yok eğer hava şartlarından veya başka nedenlerden dolayı işler kesat giderse esnafta diğerleri de hazırdan yemek zorunda kalırlardı. Mevsim gereği çiftçi henüz tarlaya inmediğinden gününü kahvelerde geçirmeye devam ediyordu. Bir kaç kişi erken hazırlıklara başlamış olsa da yağan yada yağabilecek yağmurların azalmasını bekleyenler çoğunluktaydı.
     Doğal olarak kahvecilerin ve birahanecilerin dışındaki esnafta kendisini çiftçilere göre ayarlıyordu. İlçenin nüfusunun büyük bir bölümünü oluşturan çiftçi o yıl iyi kazandıysa piyasa kıpır kıpırdı. Özellikle pamukların toplanıp işletmelere teslim edildiği günlerde alınan paralar yaz boyu çiftçi müşterisine veresiye satış yapan esnafın yüzünü güldürüyordu. Kabaran hesaplar ödenmeye başlanıyordu. Düzenli maaş alan memurların ve iki üç büyük fabrikada çalışan işçilerin yıl boyu yaptığı alışverişler ise yalnızca günü kurtarıyordu. Bu hizmet sektörünün çok yaygın olduğu ilçede en küçük berber dükkanından tarım makinesi üreten işletmelere kadar tüm işyerleri için geçerliydi. O nedenle esnaf, çiftçi kardeşinin bir an önce tarlasını ekmeye başlamasını bekliyordu. Tarlasını eksin ki masraflar için kenarıya koyduğu paraları kullanmaya başlasın.

      Masada oturan büyük ortakla, ayakta gezinen küçük ortağında amacı bu pastadan dolaylıda olsa pay almaktı. Esnafın aboneliklerini yeniletebilmek istiyorlardı. Beşinci yaşına basmıştı gazetedeki patronlukları. Uzun yıllar yaşayabilmesi, Haber Gazetesinin diğer sahiplerine benzememeleri için süresi biten abonelerin aboneliklerini yeniletmelerine ve yeni aboneler bulmalarına bağlıydı. Doğrudan satış yapamıyorlardı, Gazeteleri rakibiyle birlikte yalnızca Başköprüdeki Kültür adlı bayide satılıyordu. Sonuçta gazete satışları düşmesi reklam gelirlerinin de düşmesi demekti.
      “Satışı olmayan gazeteye kim reklam vermek ister ki" Kapı girişindeki küçük camlı odada döner koltukta oturan genç böyle demişti. Gazetenin büyük ortağı "Gürsel Yurttaş" oturduğu koltukta duramıyordu. Sanki ayakta küçücük oda boyuna volta atan Kamil abisi değil de kendisiydi. Hayatı boyunca etkilendiği babasının sözünü kendi sözüymüş gibi söylemişti. Ayakta dolaşan şişman beden bunun böyle olduğunu biliyordu ama nede olsa ortağıydı ve saygı duyması gerekiyordu. Koskoca Yurttaşların büyük oğluydu, "Yurttaşlar" mağazalarının sahibi Lütfü Yurttaş’ın oğlu.
      Karşısında oturan genç adamın babası "Haber" gazetesinin de gizli sahibiydi. Ortalıkta görünmeden gazeteyi oğlu aracılığıyla yönetiyordu. Kendi düşüncelerini ve direktiflerini oğlunun ağzıyla söylüyordu. Yılların kurdu Kamil Aksu bütün bunları bilmiyor muydu? Biliyordu ve velinimetine duyduğu saygıdan bilmiyormuş gibi davranıyordu.
      Beş yıl önce Haber Gazetesini aldıklarında yakaladıkları satışı düzgün bir azalışla kaybediyorlardı. Arkalarındaki duvara asamadıkları satış grafikleri sürekli negatif eğriydi. Böyle devam ederse en iyimser görüşle bir yada iki yıl anca dayanabilirlerdi. Kapanan "Haber" ise işsiz kalması ve kavga dövüş ayrıldığı "Ekspres"e dönüş demekti ki bu hayatta en son isteyebileceği şeylerden biriydi. İşte bu nedenle oğlunun ağzından babasının dediklerine kulak vermeliydi. Karşısında oturan şımarık zengin çocuğunun ağzındaki baklayı çıkartmalıydı.
      Kurt gazeteci Kamil, pazar öğleden sonrasını rapor vermekle geçirmişti. Sözde çay içmek için davet ediyorlardı kendisini evlerine. Konuşulan konu genelde iş konuları olurdu. Kendi sermayesini toplayasıya kadar yada başka bir sermayedar bulasıya kadar bu kaprislere katlanmak zorundaydı. Sonradan görmelerin pek çoğunda olan ihtişam ve bu ihtişamı sergileme arzusunu aşırı bir şekilde yansıtan salonda konuşmuşlardı. Maun kaplamalı kocaman masasında kah telefonla kah masadaki ıvır zıvırla oynayan büyük ortak aradaki aracıyı - oğlunu- kaldırmış direktifleri bizzat kendi vermişti. Şimdi ise oğlu yine babasının verdiği akılla ortağı olmaktan çok bir müdürü, bir elemanı olarak gördüğü Kamil Aksu'ya ne yapmaları gerektiğini söylüyordu.
      Masada oturup babasının pozlarını takınan büyük ortak konuşuyordu. Kamil ise büronun içeri atölyeye bakan camın önünde asılı olan jaluzilerin arasından makinelere ve işçilere baktı. "Bu moron doğru söylüyor" diye düşündü. Yaptığı görüşmelerde hayır cevabını aldığı reklam verenler aklına geldi.
      Lütfü Yurttaş’ın çevresi sayesinde önceleri iyi satış yapmışlar kayda değer reklam geliri elde etmişlerdi. Ya şimdi Aşağıdaki makinelerin anca yarısı çalışıyordu. Onlarda ya davetiye , el ilanı yada kartvizit basıyorlardı. Bunlar gazeteyle ve gazetecilikle bir ilgisi olmayan işlerdi. Geri döndü. Koca masanın gerisinde döner koltuğunda sağa sola dönüp duran genç adama baktı. Şimdi "babam diyor ki" diye söze başlar diye aklından geçirirken Gürsel Yurttaş bürodaki sesliğin daha fazla uzamasına izin vermedi.
      “Kamil abi, biliyorsun dün babamlardaydık; 'Niçin bu sapık olayının üzerine düşmüyorsunuz' demişti." Kamil Aksu "aptal herif orada olduğumu unuttu galiba" diye aklında geçirdi. Sesini çıkarmadı çünkü kendisi evden ayrıldıktan sonra neler konuşulmuştu onu duymak istiyordu. Babasının sözünden çıkmayan bir ortak bulduğu için kendine bir kere daha lanet ettikten sonra "Nasıl yani" dedi.
      “Hani kaybolan çocuklar var ya işte o konu üzerine haber yapalım" dedi. Sözünü bitirince belli belirsiz bir "Ohh" çekti. Kamil Aksu deminden beri beklediği cümlenin bu olmasına hem şaşırdı hem sevindi. Bir iltümatom yada ortaklığın feshi konusunda bir cümlede duyabilirdi. Ayakta dolanmayı bırakıp yerine geçti. Maalesef koltuğunu karşısındaki şımarık çocuk gibi sallayamadı. Nede olsa odayı dekore eden de Lütfü Yurttaştı. Herkesin iyi tanıdığı Lütfü Ağa, kendinin yada oğlunun olduğu bir mekanda daha iyi bir koltuğa bir başkasının oturmasına izin vermezdi.
      “Biliyorsunuz ki bu işin üzerindeyiz, Yenikale' de yakalanan adamı haber yapalı daha ne kadar oldu ki" diye sözlerini sürdürdü. Oda bir kere daha sessizliğe bürünmüştü. Yılların gazetecisi kendini siyasi olarak yetiştirmeye çalışan Kamil Aksu"dan polis muhabirliği yapması isteniliyordu. Dakikalarca elindeki mektup açacağıyla oynadıktan sonra;
     “Devam et ortak, seni dinliyorum" deyince Gürsel konuşmasına devam etti.
     “Biliyoruz... Yani biliyorum. Bize daha fazlası gerekiyor. Babam... şey yani ben bu ilçede bir sapık olduğuna inanmıyorum." dedi. Kamil Aksu'dan beklediği ilgi gelmişti. Elindeki mektup açacağını masanın üzerine bırakmış doğrudan karşısındaki gencin yüzüne bakmaya başlamıştı.
      “Ekspres bir kaç rastlantıdan bir haber yapmaya çalışıyor ama onun hazırladığı yemeği biz yiyebiliriz" dedi. Evet, Lütfü Yurttaş kafası çalışan biriydi. Bir an koltukta pos bıyıklı ihtiyarı görür gibi olmuştu. “Devam et" dedi. Arkadan gelecek cümleleri tahmin edebiliyordu ama bir tür itiraf gibi duymak istediği için delikanlının anlatmasını destekliyordu. Yerinden doğruldu. Gürsel Yurttaşın yanına bir sandalye çekip oturdu. Anlattıklarını yakından duymak istemekten çok "anlattıkların ilgimi çekti" demek ister gibiydi.
      “Sen hele anlat bildiklerini daha sonra benimde Adaya yeni gelen revü gurubuyla ilgili anlatacaklarım var" dedi. Delikanlıyı zayıf yerinden vurmaya kararlıydı anlaşılan.

      Ayın ondördünde Turan gazeteye her zamankinden biraz daha geç geldi. İçeri girdiğinde Yakup usta elemanının selamını almadan elindeki gazeteyi gözüne sokarcasına uzattı.
     "UZUN SÜREDİR SESİ SEDASI ÇIKMAYAN SAPIK YENİ TEZGAHLAR PEŞİNDE Mİ?"
      Manşet üzerindeki bu sorunun hemen altında kocaman puntolarla  "Anneler Babalar Dikkat" uyarısı vardı. Haber iri harflerle devam ediyordu.
      “Polisimizin ve Jandarmamızın başarılı çalışmaları sonucu korkup sinen sapık’ın yeni kurbanları konusunda halkımızı uyarmayı bir görev biliyoruz..."diye devam ediyordu. Turan verilmek istenilen mesajı almıştı. Ama Yakup ustanın sessiz hücumu devam ediyordu. Yazıhaneden çıkıp dağıtılmayı bekleyen kendi gazetelerinden birini alıp Turan'a uzattı. Ekspreste ise Son yağmurlarla ilgili haber vardı. Turan ustasının ne demek istediğini anlamıştı. Yakup usta ise devam ediyordu.
      “Az önce "Kültür"e telefon ettim. Vatandaş peynir ekmek gibi "Haber" alıyormuş" dedi. Turan da istediği etkiyi yapıp yapamadığını anlayabilmek için bir kaç saniye sustuktan sonra devam etti. “Bana 'ellerindeki Haber gazetelerinin tükendiğini tekrar istemek zorunda kaldıklarını' söylediler" dedi Yakup usta. Turan saatine baktı. Dokuz buçuğa geliyordu.
      “Biliyorsun bu işin peşindeyim ama bizim pişirdiğimiz aşı onlar yiyecek gibiler" diyerek kendini savunmaya çalıştı. İnandırıcı olmadığını biliyordu. Kalfası Kamil Aksu'nun bu konuya yönelmesi daha bu konunun "Haber" tarafından işleneceğini belirtiyordu. Elini çabuk, ağzını sıkı tutması gerekiyordu. Bir an kaybolan "çakmak"tan söz etmeyi düşündü ama hemen vazgeçti. Çamurda bulduğu çakmak yalnız başına bir anlam ifade etmezdi. Çakmak tezini güçlendirecek kanıtlar gerekiyordu.
      Ustası matbaa makinelerinin başına dönünce Turan en yakın koltuğa oturdu. Durum gerçekten önemliydi. Bu adamlar bu olaya el attılarsa bir bildikleri olmalıydı. Ama ne? O zaman "Haber" kayıp çocukların kaybolma tarihleri arasındaki eşit süreleri farketmiş olmalıydılar. İçeri seslendi
      “Usta. Yakup usta." Yaşlı usta içeri girdiğinde yüzünde sahte olduğu iyi tanıyan biri tarafından hemen anlaşılabilecek kızgın bir ifade vardı.
      “Gene ne var" dedi.
      “Kızma be usta bak ne diyeceğim." Kaşlar hafifçe düzelmiş gibiydi. "Gel hele otur" Turan hemen yanındaki koltuğu işaret ediyordu. Bir kaç gün önce Doğan Beyin uyarısıyla farketmiş olduğu periyodu anlattı. Çocukların kaybolma tarihlerinin rastlantısal olmadığını belli zaman dilimleri arasında bu işin tekrarlandığını düşündüklerini söyledi. Bekledikleri tehlikeli günün yarın olduğunu ama böyle bir uyarıyı yapıp yapmama arasında ikircikli kaldığını anlattı. Dahası "Eski kalfası Kamil Aksu'nun bunu fark etmiş olabileceğini" düşündüğünü söyledi.
      Yakup usta derin düşüncelere daldı.  Eline tekrar "Haber" Gazetesini aldı. Tekrar ama bu defa alıcı gözüyle okudu. Uzun süren bir düşünmenin ardından “Sanmıyorum" dedi. "Sen uyarmasan benim bile haberim olmazdı. Bunlar orman taşlayıp çakal çıkarmaya çalışıyorlar. Yalnız şuna emin olabilirsin ki onlarda bu işin peşindeler artık."
     “Sence, böyle bir uyarı yapmalı mıyız?" deyince de "hayır" yanıtını almıştı.  "Kesin bir şey olmadan bu tür başlıklar atmak çok sakıncalı olur." Bir zaman düşündükten sonra
      “Sen izin verirsen bir başyazı yazabilirim" dedi. Turan gülümsedi. Yakup usta uzun zamandır ilk defa yazı yazmaktan söz ediyordu. Demek ki belli etmese de bir "sapık" olabileceğine ihtimal veriyor olmalıydı. Turan aniden duraladı
      “Pazartesi günü sana anlattıklarımdan söz etmeyeceksin değil mi?" dedi. Yaşlı adam gülümseyerek
      “Ben bu işe dün başlamadım evlat" dedi. Nedense Turan ustasının bu tavrını Amerikan filmlerinde sık rastlanan sahnelere benzetti.

      Sedirli Ege denizinin sahilinde sessiz bir beldeydi. Daha doğrusu beş on yıl öncesine kadar sessiz, sakin bir kıyı köyüydü. Bölgede turizm çalışmaları hareketlenince çevresin deki diğer yerleşim birimleri gibi Sedirli' de turizmden nasibini almıştı. Adını sayıları iyice azalmış olan "Sedir" ağaçlarından alan bu köy turizm ile tanışınca önce o güzelim Sedir ağaçlarını vermişti bedel olarak. Köyün üst bölgelerindeki sedir ağaçları yazlık sitelere dönüşmüştü. Allah’tan altı kilometre ilerisi Milli Park ilan edilmişti de ağaçların bir kısmı kurtulmuştu.
      Köy binlerce yıllık bir geçmişle iç içe yaşıyordu. Güney rüzgarlarına açık bir körfezin dağ eteklerine kendilerinden yüzyıllarca önce kurulan yıkıntıların birkaç yüz metre aşağısına kurulmuştu. Bu sayede ev yapanlar yıllar yılı malzeme sıkıntısı çekmeden yıkıntılardaki taşları, mermerleri rahatlıkla kullanmışlardı. Bütün bunlar tarihin turizm, turizmin para demek olduğunu bilmedikleri yıllarda olmuştu. Ne zaman o yıkıntıları görmeye gezmeye gelenler olduğunu anlamışlardı o zaman ellerindeki arazilerin kıymetini öğrenmişlerdi. Dışarıdan gelip evlerini, bahçelerini, arazilerini yüksek paralarla almaya gelenleri gördüklerinde de İlyas Çobanoğlu gibi ellerindekilerin bir bölümünü satıp çok daha rahat bir hayat yaşamaya başlamışlardı.

      Çoban İlyas kayın babasının vefatından sonra kendi hanımına bıraktıkları portakal bahçesi için bir hayli kızmıştı. Kayınçoları arazilerin iyi ve havadar olanlarını kendilerine alıkoymuş deniz kenarındaki beş dönüm bahçeyi eniştelerine bırakmışlardı. O zaman çok kızdığını anımsıyordu. Yıllar sonra köy kasaba olduğunda arazilerin kıymetleri artmıştı. Özelliklede denize yakın olanların. Şimdi rahmet okuduğu kayınpederi portakal bahçesi sayesinde oğlunu evlendirmiş şirin köy evinin yerine cadde üzerinde köşe başında arsa almıştı. Arsaya saray yavrusu gibi dört katlı bina yapmıştı. Çoban İlyas. "İlyas Bey" olmuştu artık. Zemine kocaman bir süper market" açmışlardı. Marketin üzerindeki katı kendine, bir katı oğluna bir katını da torununa ayırmıştı. En küçük torun Tülay ise kendilerinin -bir köroğlu bir ayvaz- oturdukları dairede otururlar diye düşünüyordu.
      İlyas Bey bakmış etrafta o beğenmedikleri yıkıntıları görmeye gelenler için pansiyonlar açılıyor, oğlunu yanına almış son iki katı pansiyona çevirmişti. Bu sayede hem işsiz oğlu ve gelini pansiyonda çalışır olmuş hem de cepleri daha fazla para görür olmuş. Adını da o çok sevdiği torununun adıyla aynı adı koymuştu. "Tülay Pansiyon". Yakup ustanın "Uyarı" adı altında başyazı yazdığı günün sabahında Tülay Pansiyonun sahibi İlyas Çobanoğlu İlçeye pazara gitmeye hazırlanıyordu. Yaşlı kadın süpermarketin içersine doğru seslendi
      “Hadi bey pazara geç kalıyorsun. Bir an önce git bir an önce gel." İçeriden marketi eve bağlayan kapının olduğu yönden "tamam" der gibi bir homurtu geldi. Az sonrada homurtunun sahibi İlyas Bey göründü. Elinde ucuz pazar çantalarından iki tane vardı.
      “Bir araba şart bize" dedi homurtuyu andıran sesiyle. Turistler gelmeden oğlan bir araba alsın" dedi. Karısı "evet" anlamında kafasını salladı “Hadi koca dükkanı akşama kadar başıma yıkma" demeyi de unutmadı. Kadın iyice yaşlandığını hissediyordu. Fiyatları aklında tutamaz olmuştu, bir araba alırlarsa hepsi birden rahat etmiş olacaklardı.
      Minibüse bindiğinde, minibüste saatinin dolmasını bekleyen Şoförden başka kimse yoktu. Minibüslere ilk binen kişilerin yaptığını yapmış, sürücünün hemen yanındaki koltuğa oturmuştu. Önce havadan sudan konuşmaya başladılar. Aralarında yaş farkı fazla olmadığı için konu bulmakta zorlanmıyorlardı. Aracın hareket saati yaklaşasıya kadar epey laflamışlardı. Sürücü elini kontağa atınca konuşmayı sonlandırması gerektiğini anlamıştı.  İlgisini çekecek şeyler aranırken konsolun üzerinde duran yerel gazeteyi gördü. Aradığını bulmuştu. Elini cebine atıp gözlüğünü çıkarmadan iri yazıları okumaya başladı. Yakup ustanın Başyazısını okumak için gözlüğünü çıkarma gereği duymuştu.
      “Yunus bey oğlum" diye söze tekrar başladı. Çoban İlyas, İlyas bey olunca doğal olarak kendinden üç beş yaşından küçük olsa bile herkese "... bey oğlum" demeye başlamıştı. “Sence bu olayı gereğinden fazla abartmıyorlar mı?" diye cümlesini tamamladı. Araç Belde içerisinde yol almaya başlamıştı. “Bence de" dedi Şoför Yunus kafasını sallayarak.
      “Ama İlçede konuşulan tek konu bu" diye ekledi.” Hele öbür gazetenin dünkü sayısını görsen... Sözde sapık bu günlerde saklandığı yerden çıkmış. Bir çocuğu daha kaçırıp kanını içmeye hazırlanıyormuş." Yaşlı adamın hayretle kendisine baktığını görünce olayı biraz daha vurgulamak için
      “ilçede anlatılanları bir duysan dudakların uçuklar" dedi. İlyas Çobanoğlu gerçekten afallamıştı. “Ne diyorsun sen Yunus, hepimizin çoluğu çocuğu var" diyebildi. Yol boyunca Şoför hem yanında oturan adama hem de arkasında oturan bir kaç kişiye bütün bildiklerini anlatıyordu.
      “Biri zenci iki Amerikalı çocukları kaçırıp satıyorlarmış diyenler var" dedi. Minibüste bulunan kişilerin kendisini dinlediğini anlayınca daha bir hevesle devam etti.
      “Bazıları da dağlarda yaşayan hayaletler yapıyor diyor" dedi. Duyduklarını ballandıra ballandıra anlatıyordu. Olay yerinde görüldüğü söylenilen büyük siyah arabadan söz etmeyi unutmamıştı. Yalnız İlyas değil diğer yolcularda duyduklarından tedirgin olmuşlardı. Yaşlı adamın kafasındaysa bir an önce alışverişini tamamlayıp geri dönmek isteği vardı.

      Gazete haberlerinden ve söylentilerden en fazla etkilenenlerde Amerikalı iki genç olmuştu. Kaybolan her çocuktan sonra kendilerine karşı bir tepki olduğunu hissediyorlardı. Ülkeye geldikleri ilk günlerde kendilerine sempatiyle bakanlar selam vermez olmuşlardı. Gördükleri yerlerde kafalarını çeviriyorlardı. İki gündür ise sokağa çıkamaz olmuşlardı. Öğleye doğru kalın güneş gözlükleriyle İşletmeye gelmişler müdür Birol Tekin’e "işi bıraktıklarını" söylemişlerdi. Ellerin de dilekçeler düşüncelerini daha da somutlaştırıyordu. Geçen ay benzer bir girişimde bulunmuşlarsa da Müdür tarafından pek ciddiye alınmamışlardı.
      Müdür odasına girdiklerinde Ahmet beyde oradaydı. George yarım Türkçesiyle  "Bu saba bize sigaret vermedi dukancı" dedi. Evet sabah sokağın caddeye çıktığı noktadaki büfeci sigara vermemişti. "Niçin" dediklerinde de elindeki bir gün öncesinin gazetesini gösteriyordu. Ahmet Bey Müdürüne fırsat vermeden
      “Eğer giderseniz suçu kabul etmiş olursunuz" demişti. Sonra birinci ve ikinci müdürler uzun bir ikna yarışına girişmişti. Son sözü ise her zaman olduğu gibi Birol Bey söylemişti.
      “Hadi gidin, üç gün izinlisiniz" demişti. Gönülsüzde olsa iki Amerikalı söyleneni yerine getirdiler. Beş dakika geçmemişti ki İşletmenin avlusundaki siyah Chevrolet ana kapıdan dışarı çıkıyordu. İkinci müdür Ahmet Bey ayakta arabanın dışarı çıkışını izledikten sonra
      “Keşke izin vermeseydiniz" dedi.” Burada kalmış olsalardı gözümüzün önünde olurlardı" diye sözünü tamamladı. Müdür ise masasında tühleniyordu.
      “Keşke akılarına gelse de yanlarında bir kaç tanık tutsalar" diyordu. Haber çabucak fabrikaya yayıldı. İki yabancı gencin en yakın dostları olarak görülen Yüksel, olaya el koymuş gibiydi. Hele Serkan Bey “Eğer gazetelerin yazdıkları gerçekleşir de bir çocuk daha kaybolursa sizin arkadaşlar çok zor durumda kalırlar" deyince onlara ulaşmak şart olmuştu. Defalarca Amerikalılara telefon edildi. Amaç onları daha dikkatli davranmaya sevk etmekti. Dakikalarca aradıkları halde kendilerine ulaşmayı başaramamışlardı.
      “Hadi Yüksel Hanım birlikte gidelim bir bakalım" dedi Besim. Şu Yanki’nin yararını görmüş olacaktı. Doğan gecikmişliğin pişmanlığını duyarken beyaz Opel kapıdan çıkıyordu. Pencereden arabanın çıkışını izleyen Serkan,
      “Çok ağırkanlısın be Doğan" dedi.  "Baksana kızcağız senin gözünün içine baktı durdu." Sahiden öyle miydi? Yüksel hanım kendisinden bir yanıt, bir hareket mi beklemişti. O ise bilmezmiş gibi davrandı.
      “Hiç olur mu öyle şey Besim beyde Yüksel hanımda benim arkadaşım" dedi. Söylediklerine ne Serkan beyi inandırmıştı ne de kendini.  “Geç bunları arkadaş dedi koca göbeğini oynatarak.  "Öykünüzü yalnız fabrika değil neredeyse tüm İlçe biliyor" diye sözlerini tamamladı. Bir zaman daha gülmesini sürdürdü. Doğan nasıl davranması gerektiğini bilemiyordu. Serkan beyin gülmesi geçince elini dostça arkadaşının omzuna koydu.
      “Ama bana soracak olursan "kızın gönlü sende" derim" dedi. Yıllar önce Rıza babada benzer şeyler söylemişti. Üstelik düğünden bir hafta on gün önce buluştuklarını bilmemesine rağmen. “Keşke sen araya girseydin" demişti Rıza Aslan. "Sen olsaydın bu kız canına kıymazdı" demişti. Bu soru yıllar boyu kafasının içini yemiş bitirmişti.
      “Kaçır beni Doğan"ı ciddiye alsaydı Necla hayatta olabilir miydi?  "Şimdi bir çocukla evde erkeğini Doğanını bekler mi olurdu. Kafasını olumsuz düşüncelerden kurtarmaya çalıştı. Serkan Güler bile farkettiyse Yüksel Hanım kendisini seviyor demekti.

      Yüksel, Besimin teklifine hayır diyememişti Hatalı olan, ağır kalan Doğandı. Telefonlara yanıt veren olmayınca gidip yerinde görmenin çok daha iyi olacağını düşünmeliydi. Başka zamanlarda başka mekanlarda Besime kerelerce hayır dediği halde bu kere kaçacak yeri olmadığı için şu an beyaz opelin içinde oturuyordu. Saatlerdir kendisine kur yapan adam muradına ermişti sonunda. Neyse ki O bunları düşünürken ve Besimin sorularına kaçamak yanıtlar verirken Cephane sokağa varmışlardı.
      Sokağa girdiler. Gündüz saatleri olmasına rağmen park etmiş araçların arasından geçmekte zorluk çekerek yolun bitip merdivenlerin başladığı yere vardılar. Semti bilmeyen biri sokağı merdivenle biten bir yol olarak niteleyebilirdi. Dar bir yolla öte sokağa geçildiğini anca o civarda oturanlar biliyorlardı. Besimde o dar aralığa dönüp arabasını park etti.
      Merdivenleri bir kaç basamak çıkıp Amerikalıların oturdukları evin ziline dokundular. Uzun bir süre beklediler ama ne kapılarda nede pencerelerde bir hareket yoktu. Belki içeri de olup kapıyı açmama düşüncesinde olabileceklerini tahmin ettikleri için yüksek sesle konuşuyorlardı. Bir kez daha zile bastıklarında üst balkonda bir orta yaşlı hanım belirdi. Başına örttüğü şifon ile kafasındaki bigudileri saklamaya çalışan kadın
      “O iki canavarı arıyorsanız evde yoklar" dedi. Besim de Yüksel de şaşırmıştı.
      “Anlayamadım" diyebildi. Yüksel kekeler gibi bir sesle.
      “O çocuk hırsızları sabah bir çıktılar bir daha gelmediler" Kadın balkon demirine şişman bedenini dayamış konuşmaya devam ediyordu. “Gelmiş olsalardı şeytanın arabası da burada olurdu" dedi eliyle besimin arabasını bıraktığı yeri gösteriyordu. Son cümlesi ise ikisinin de başından aşağı kaynar sular dökmüştü.
      “O iki manyağın arkadaşıysanız kendinizden utanmalısınız" deyip balkonda kayboldu. Sinirli bir şekilde kapandığı anlaşılan kapı sesi duymuşlardı yalnızca. Diğer sokaktan caddeye inip yol boyunca hiç konuşmadan İşletmeye döndüler.

      Besim arabayı sürgülü kapı kapalı olduğu için dışarıda bıraktı. Kapıda Bekçi Cavit onları durdurdu.  "Kimsecikler yok, yemekten dönmediler henüz" dedi. Gerekli açıklamayı ise Besim yaptı “Yemeklerini evlerinde yada başka bir yerlerde yerler sonra da maaşlarını çekerler ve herkes alacak verecek peşine düşer" dedi. Her ayın on beşinde benzer şeyler yaşanırdı. Kendiliğinden sıraya konulmuş gibi bir bölümü sabah bir bölümü öğleden sonra bankamatikler önünde sıraya girerler maaşlarını çekerlerdi. Sonra ödemeler başlardı. Bazen elden bazen bankalara alınan maaş dağıtılırdı. Eğer hala beş on milyon kalıyorsa ya dolar yada Euro alınırdı o parayla. Besim;
      “Hadi Yüksel Hanım bizde gidelim" deyince Yüksel bu defa reddetmişti “Siz gidin, biliyorsunuz benim parayla fazla bir işim olmaz" dedi. Besim ilk teklifin kabul edilmesinin verdiği cesaretle yaptığı bu ikinci teklifin reddedilmesine bozulmuştu. Sadece, Siz bilirsiniz diyebildi. Beyaz arabasıyla "U" dönüşü yaparken göz ucuyla İşletmenin bahçesine baktı. bej lekeli "Doğan" yoktu. Yine de bu reddedilişe bir anlam verememişti. Yüksel hanım çoktan bekçi kulübesinde Cavit dayı ve Rıza baba ile muhabbete koyulmuştu. "Hoşça kal" anlamında elini kaldırıp onları selamladı.       
Başlık: Anchilea - Bölüm Yirmi altı
Gönderen: azizhayri - 10 Aralık 2015, 08:26:06
B Ö L Ü M   Y İ R M İ  A L T I

      Yıkıntıların hemen yanı başında, yeni yapılan boş sahada top oynayan çocuklar vardı. Köy, belediye olduktan sonra aşağı sahile doğru inmeye başlamıştı. Yeni evler, pansiyonlar, küçük aile otelleri turistlere yakın olabilmek için denize yakın yerlere yapılıyorlardı. Terk edilen köy evlerinin yukarısındaki yıkıntılarla bitişik sayılabilecek boş alan gençler için düzeltilmiş futbol oynanabilir hale getirilmişti. Bir gurup okul çocuğu bu boş alanda top oynuyorlardı. Guruptaki çocukları sayacak olursanız beş yada altıya kadar sayabilirdiniz. Çıkardığı sesleri dinlerseniz koca bir stadyumu dolduracak kadar çok çocuk var zannederdiniz. Hemen hepsi ilkokul çocuğuydu. Güneşin tepeyi henüz geçip batıya doğru yol aldığı saatlerdi. Sabah eğitiminden çıkmışlar yemeklerini yedikten sonra soluğu yukarı arsada almışlardı. Havanın diğer günlere göre yumuşak olması aldıkları izin için bir fırsat olmuştu. İçlerinde yalnızca biri o yaş gurubundan değildi. Oda saha kenarında ortalarda yuvarlanan plastik topun çarpamayacağı bir yerdeydi. Saha ile biraz daha aşağıdan geçen eski yol arasında gölgede tahta bir bank üzerinde oturuyordu. Yanında bir kafes vardı.
       Ne o Tahsin Tülay’ı gene sana mı verdiler? Çocuklardan biri ayağındaki topu sürüklemeye çalışan akranı bir çocuğa sesleniyordu. Çocuk peşinde koştuğu topun üzerine bastı durdurdu. Nefes nefese arkadaşına yanıt verdi.
      “Ne o oğlum, beni adam gibi durduramayınca lafla mı durdurmaya çalışıyorsunuz" dedi. Arkadaşına yanıt verme amacıyla durmuştu ama konuşacağım diye daha çok enerji harcıyordu. Bir başkası atıldı, oyna Tahsin. Onlar hep böyle yaparlar biliyorsun." Çocukların neşesini uzaktan izliyordu kenarı da olan küçük. Ayağında en çok topu tutan abisiydi, en çok gol atanda abisiydi. Abisinin her topu tutuşunu her gol atışını yanında duran kafesteki kuşa anlatıyordu. Hemen her akşam üzeri buraya top oynamaya gelirlerdi. Annesi baştan izin vermeyecekmiş gibi davransa da ev işlerini daha rahat yapabilmesi için oğlunun top sahasına gitmesine izin veriyordu. Tek koşul ise, Tülay’ı da götüreceksen" oluyordu. Biraz fazla itiraz ettiğindeyse, Kardeşine de yazık,  oda biraz hava alsın diyordu. Küçük Tülay’sa her ne kadar istemiyormuş gibi davransa da abisinin kendisini çok sevdiğini biliyordu. Kız kardeşi tarafından izleniyor olmak Tahsin’e kıvanç veriyordu. Koca sahada taraftarı olan bir tek o vardı.
      Yıkıntıların bir kaç metre aşağısından yol geçiyordu adına yol denilirse tabii. Köy belde olmadan, şimdiki kadar kalabalık nüfusa sahip olmadan kullanılan ana yoldu. Sedirli köyünü şimdi milli park olan Kavaklıya bağlıyordu. Zamanında kocaman gözüken yol şimdileri yetersiz kalmıştı. Yerine köyün altından geçen sahile yakın geniş bir yol yapılınca da önemini tamamen yitirmişti. Bugün ise görünen asfalttan çok yağmurların getirdiği çamurlu toprakta yeşeren otlardı.
      Bu eski, tozlu yolun Kavaklı yönünde kocaman kırmızı bir araba belirdi. Sanki üzerinde motor yokmuş gibi sessizce yaklaşıyordu. Top sahasının hemen altında durdu. İçinden başında kocaman tüylü kırmızı şapkası olan kırmızı kaftanlı, neredeyse göbeğine kadar uzun beyaz sakallı bir dede indi. Sahanın kenarında oturup abisi ve arkadaşlarını izleyen çocuk arabayı görünce tüm ilgisini arabaya yöneltmişti. Hele arabadan aksakallı bir dede inince yüzünü tamamen yola çevirmişti. Aksakallı dede yoldan yukarı top sahasına çıkan eğimli patikada durmuş tüm dikkatini kendine yönelten küçük kızla konuşmaya başlamıştı.
      Tülay kuşun çok güzelmiş. Adı ne?" Küçük kız adının bir yabancı tarafından bilinmesine şaşırmıştı. Adımı nereden biliyorsun dede. Sen beni filmlerden tanırsın" dedi ihtiyar. "Ben başkalarının bilmediği çok şeyi bilirim." Kızın gözleri parladı.
      Tanıdım. Noel babasın sen. Tahsin abimin kitabında da resmin var senin" dedi. Adam küçük kızın güldüğünü görünce bir kaç adım daha yaklaştı. Eğimli patikanın ortalarında durdu. Top oynayan çocukları görebiliyordu artık. Eğer o çocukları görebiliyorsa çocuklarda onu görebilirlerdi. Bu yüzden çömeldi, dili daha da tatlılaşmıştı sanki.
      “Bildin, ben Noel Babayım ve dünyayı dolaşır çocuklara armağanlar veririm. Senin kuşları çok sevdiğini duydum. Bu yüzden sana çok güzel bir kuş armağan edeceğim" Bir taraftan da kırmızı cübbesinin cebinden çıkardığı horoz şekerini uzatıyordu. Kıpkırmızı bir horoz şeker adamın elinde ışıldıyordu.
      Kalede duran uzun boylu çocuk elindeki topu sert bir vuruşla karşı kaleye doğru attı. Şimdi top kendisine gelesiye kadar bir zaman boş kalacaktı. Oyundan kopmak istemiyordu ama yine de sağa sola bakınmadan da olmuyordu. O zaman kenarda duran Tahsin’in kardeşinin göremediği biriyle konuştuğunu farketti.
      “Tahsin !! Tahsin " karşı kale önündeki arkadaşına sesini duyurabilmek için bağırıyordu. Tahsin... Tülay yabancı birileriyle konuşuyor galiba." Bütün kafalar o yöne döndü. Sakallı dede patikanın aşağısında olduğu için göremediler. Gördükleri patika eğimine dönük duran çocuktu. Belli belirsiz bir omuz silkti Tahsin. Arkadaşına pas vermesi için bağırmaya başladı. "Ver pasını oğlum... Baksana adamlar farkı kapatmaya başladılar."

      Yaşlı adam anlatmasını bitirince elindeki kafesi çocuğa gösterdi “Bak benim kuşum seninkinden güzel." Tülay adamın elindeki kafese hayran hayran bakmaya başlamıştı. Kendi kuşunun -mıstık'ın- içinde öttüğü kafesten hem çok daha büyüktü hem de daha güzeldi. Küçük kız bir an kafesi tutmak istemişti. Canlı yeşiller, sımsıcak kırmızılar, parlak sarılar, kafesteki papağanın renkleri büyülemişti sanki kendisini. O zaman yaşlı adam balığın oltaya geldiğini anlamıştı.
     “Senin olmasını ister misin" dedi çömeldiği yerde bir adım geri attığında. Küçük Tülay yutkunarak başını sallamıştı
      “Bunun adı Dilber, Bunun bir de eşi var o bundan daha da güzel, hadi gel de onu sana vereyim." Ayağa kalktı, kendisine ve kafesteki mavi kuşa doğru gelen çocuğun elini tuttu. "Hem bunlardan daha güzelleri var" adımlar yavaşça atılıyordu.  "Kırmızı gözlü, masmavi  tüylü olanları var, gülenleri, konuşanları var, takla atanları var" Adam konuştukça minik kız kendisini izliyordu.
      Kaleci dikkatini tamamen saha kenarına vermiş oyundan kopmuştu. Patikanın eğimini mırıldanarak inen Tülay’daydı gözü. Kafasını bir anda toparladı, annesinin ve babasının sözleri, tembihleri aklına gelmişti. Koşarak diğer kaleye arkadaşının yanına gitti. O an dünyanın en önemli işini yapan çocukları uyarması baya zor olmuştu. Tahsin’in ve diğerlerinin patika yönüne bakmalarını sağladığında ise patikanın başında sadece "Mıstık"ın kafesi duruyordu.


      Tülay örgülü saçlarıyla arka kapının önünde duruyordu. Kapıyı açan dede ise arabanın içini gösterip, nasıl güzel mi?" diyordu. Evet dede, kuşların çok güzel" arabanın arkasında ki kafeslerde göz alıcı renklerde sayısız kuş vardı. Yaşlı adam bütün tontonluğuyla “Hadi yavrum seç bakalım birini" dedi. Çocuk birden durdu. Bir kerede Mıstık a soralım" dedi. O zaman kafesinin yanında olmadığını anladı. Ağlamaya başladı. Aksakallı adam arabanın ön kapısını açtı
      “Hadi binde seni Mıstık’a götüreyim." Mızıldayan çocuğu kucakladığı gibi arabanın ön tarafına oturttu.

      Az önce top oynayan çocuklar patikanın başına geldiklerinde Noel Baba sağ ön kapıdan sürücü mahalline giriyordu. Sakin bir şekilde çocuklara el salladı. Bütün çocuklar her şeyi unutmuş bir anda sevinçle bağırmaya başlamışlardı.
      Noel baba! Noel baba!" Televizyonlarda izledikleri yabancı filmlerde gördükleri tonton Noel baba kendi köylerine gelmişti. Olayı ilk toparlayan kaleci çocuk olmuştu. Kırmızı arabanın ön koltuğunda ilgisizce oturan Tülay’ı gördü.
      Noel baba Tülay’ı kaçırıyor" diye bağırdı. Az önce sessizce çalışan motor, adamın gaza basmasıyla gök gürültüsü gibi ses çıkarmaya başladı. Çocuklar bağıra çağıra patikadan yola indiklerinde ise kocaman kırmızı araba ok gibi fırlamıştı.

      Sonraki gelişmeler diğer olaylardan farkı değildi. Çocuklar Tahsinlerin evlerine koşmuşlardı hemen. Evde yaygara kopsa bile daha aklı başında hareket eden Tülay’ın babası Jandarmaya haber vermişti. İlçeye pazara giden dede beklenilmemişti. Belde halkı panik havasına girmişti. Anne defalarca ayılmış bayılmıştı. Komşular ve kahvede oturanlar koşup gelmiş olay mahalline baskına gitmişlerdi. Ama bütün bu çabalar bir sonuç getirmemişti.

      Jandarma komutanı önceden "Gizli" adıyla gelen ve bütün civar köy ve belde komutanlıklarına dağıtımı yapılan olayın kendi mıntıkasında olmasına küfürler ediyordu. Emrindeki bütün personeli arama çalışmaları için görevlendirdikten hemen sonra İlçe Jandarma komutanlığına telefon edip bilgi vermişti. Önce sözlü sonra yazılı olarak verilen raporda büyük bir otomobilden söz ediliyordu ama Otomobil ilk kez "kırmızı" renkle anılıyordu. Taa ki yol üzerindeki benzinciden telefon ihbarı gelesiye kadar.

     Ölü sezondu bu aylar turizm yöreleri için. Belki bir ay sonra doğramacılar, tesisatçılar, boyacılar işbaşı yaparlardı, otellerin ve yazlıkların bakımı ve onarımı için. Gerçek sezonun açılıp ortalığın hareketlenmesi ise mayıs ayı ortalarını bulurdu.
      “Bu yüzden yıkama-yağlama bölümünü pek kullanmıyorduk" dedi benzinci. Kendisini dinleyen kalabalığı görünce tüm becerisini ekleyerek anlatmaya başlamıştı.
      “Pırıl pırıl bir Chevrolet geldi. Kan kırmızı metalik boyanmış bir 59 model İmpala" Tamponlar yeni nikelajdan çıkmış gibi ışıl ışıldı. Sürücüsü indiğin de çevrede bir film çekimi var zannetmiştim." Konuyu biraz daha ilginçleştirmek istermiş gibi sordu. “İçinden kim indi biliyor musunuz? Hevesi kursağında kalmıştı. Jandarma komutanı azarlar gibi
      “Sadede gel be adam" deyince durumu toparladı.
      “Tamam, kızma Hamdi Başçavuşum. Anlatıyorum..." "Karşımda Noel baba etiyle kanıyla capcanlı duruyordu. Sözleri kanaatimi doğrular nitelikteydi.
“Tuzadası'nda film çeviriyoruz. Bende bir kaçamak yapıp yazlığıma bakmaya geldim" dedi. Deposunu "ful" etmeye çalışırken kim olduğunu çıkarmaya çalışıyordum. Elimdeki bezle ön camı silmeye yeltenince köşedeki yıkama istasyonunu işaret ederek
      Bebeğimi yıkamaya almayı düşünüyorum" demişti. Bol bahşiş gözlerimin ferini canlandırmıştı. Biliyorsunuz son zamanlarda işler kesat..." Elinde fotoğraf makinesi olan genç biri
      “Hadi beyim çatlatma bizi de asıl olayı anlat" deyince kalabalıktan başka biri araya girdi.
      “Turan Bey, adamı rahat bırak da bildiklerinin tümünü anlatsın." Turan haberi kendinden önce alan ve ondan önce koşup gelen Kamil kalfasına dik dik baktı. "Yine ukalalığını yaptı" dedi kendi kendine. Kalfası söylediğini duymuştu ama duymazlıktan geldi. Benzinci sözlerine devam ediyordu.  
      “Daha sonra Noel baba...Şey yani adam tuvalete gitti. Deposu epey boş olmalıydı ki pompa çalışıyor sayacın sıfırları artıyordu ama depo bir türlü dolmak bilmiyordu. Döndüğünde ise üzerinde blucin pantolon ve kareli oduncu gömleği vardı. Bu defa araya giren şişman gazeteciydi.
      “Herhalde cübbesinin içine giymişti" dedi. Adam sözlerine devam ediyordu. “Daha da ilgincini söylemedim" dedi. Kırk yılda bir yakalanacak fırsatı sonuna kadar değerlendirmeye kararlıydı. Birkaç saniye sustu, yutkundu. Sonra ilginin kendinde olduğuna emin olunca anlatmaya devam etti.
      “Tuvaletten dışarı çıkan kişi kıvırcık saçlı, gülümsediğinde bembeyaz dişleri ile gülen bir zenciydi."
      “Nasıl yani" dinleyenlerin hepsi bir anda sormuştu.
      “Nasıl olduğunu bilmiyorum" bir an düşündükten sonra devam etti. Kırmızı cübbenin beyaz sakalların altındaki yüze dikkat etmemiş olmalıyım. Noel baba zencilerin Noel babası olmalıydı." Turan alaycı bir şekilde gülümseyerek “Suç gene bizim Pietro’da kalacak gibi" deyince o ana kadar hiç konuşmadan dinleyen Ali Rüzgarlı, Basın toplantısı bitmiştir beyler dedi. Blöfü tutmuştu. Sessizlik sağlanınca benzin pompacısı kaldığı yerden anlatmaya devam etti.
      “Adam tuvaletteyken yani daha Noel babayken ön koltukta uyuyan kız çocuğunu fark etmiştim. İlk anda yani adam tuvaletteyken şüphelenmek aklımın ucundan geçmiyordu. Hatta "artist çocuğu olmak ne zormuş" diye düşünmüştüm. "Zavallı çocuk ön koltukta uyuya kalmış" demiştim kendi kendime. Yine her şey normal -olabilir- gözüküyordu gözüme. Hortumu yerine koyunca adam elini cebine attı.
      “Hesap zamanı geldi" dedim. Çıkardı bir yüz dolar verdi elime. Şaşırdığımı görünce "Al, üstü için arabayı yıkarsın" dedi. Koşarak gidip otomatik yıkama makinesini açtım. Bir dakika sonra büyük tüylü merdaneler dönmeye sular fışkırmaya başlamıştı." Adam Komisere yaklaştı. Ali Rüzgarlı’nın yüzüne hohladı. Kendisinin niye böyle davrandığını anlamamış olabileceklerini düşünerek
      “Komiserim ben çalışırken içki içmem. Şu an alkollü olduğumu düşünmenizi de istemem. Ama bunlar olurken kendime "bir otuzbeşlik içmiş olmalıyım" demiştim.
      “O güzelim kırmızı İmpala merdanelerin arasına kırmızı olarak girdi ama öbür yandan simsiyah çıktı. Benzinliğin yazıhanesinde kendisini dinleyenler aptallaşmışlardı.
      “Ben bir elimdeki yüz dolara bir ızgaraya akan kan kırmızı sulara bakarken siyah Chevrolet basıp gitmişti. İşte o zaman İlçede konuşulanlar aklıma geldi. Hemen sizi aradım." Turan, önce Ali Komisere dönüp
      “Bir şey sorabilir miyim" dedi. Komiserin olumlu bir şekilde kafasını salladığını görünce “Sizce çocuk sağ mıydı? Kaçırılmış gibi mi? duruyordu." Benzinci artık sıkılmış gibiydi. Kendi çapında ünlü olmanın verdiği heyecandan sıyrılmıştı. Anlattıklarına inanmayan gözlerle bakanlara dönüp Genç gazetecinin sorusunu yanıtladı. Benzini doldururken camı silmek istediğimi söylemiştim. İşte o zaman daha dikkatle bakmıştım çocuğa. Mışıl mışıl uyuyordu." Komiser anında cebindeki fotoğrafı çıkarmıştı.
      O çocuk, bu çocuk mu? Adam olayın öneminin yeni farkına varmıştı.
      Evet, diyebildi. Benzincinin anlattıklarını dinledikten sonra tekrar olay mahalline gitmeye karar vermişlerdi. Yalnız gitmeyi daha sakin kafayla iyice incelemeyi hayal ediyordu olay yerini Ali Rüzgarlı. Ama kokuyu alan diğerleri çoktan kendi araçlarına doluşmuşlardı bile. İstasyondan en son çıkan Komiser Ali olmuştu Tam hareket etmek üzereyken benzinci koşup geldi.
      “Komiserim bir noktayı söylemeyi unuttum" dedi. Penceresini açıp kendisini dinleyen Komisere, Adam üzerini değişip geldikten sonra "kızınız ne kadar güzel uyuyor maşşallah" demiştim. Müşterilere karşı iyi davranmamız gerekir; Malum bahşiş meselesi. Sözlerim üzerine adamın gözlerinde soğuk bir gülümseme belirmişti, ürperten bir tonda “O artık hep uyuyacak" dediydi.
      Yazlık sitelerin arasında yol alırken Ali Rüzgarlı hep bu cümleyi düşündü. Ne demek istemişti olabilirdi "O artık hep uyuyacak" demekle. Yoksa o ve diğer kızlar yaşıyorlar mıydı? Komiserin yüzü bir anda ümidin ışığıyla aydınlandı


      Zihninde yaşayan istediği zaman beynine girip kendisine köle eden amirinin verdiği beşinci görevde yerine getirilmişti Adam artık alışkanlık haline gelmiş hareketlerle mekanizmayı harekete geçiren yeri bulmuştu. Kurbanını yerine yatırmış gerekli bağlantıları yapmıştı. Köleliği bir yaşam biçimi olarak seçmiş bir uşağın bütün bir gün efendisine hizmet ettikten sonra yatağına uzandığında duyduğu hazzı duyuyordu. Kalbi ve yüreği görevini tamamlamış olmanın huzuruyla doluydu. Çocuksa daha araba da uyuklamaya başlamıştı. Bir ara belki de bir saniye yattığı kabinde gözlerini açmış sorgulayan bakışlarıyla adamın gözlerine bakmıştı. Sonra ağzına dayanan ağızlığın etkisiyle tekrar uykuya dalmıştı. Dalma sırası ise kendisindeydi.
      Sırtını koyu yeşil yüzeye dayamış gözlerini alçak tavana dikmişti. İçinde bulunduğu hücre sırtını dayadığı yüzeyden yayılan fosforlu ışıkla iyice aydınlanmıştı. İşin en güzel tarafıysa kafasının içinde hiç bir yönlendirici yada uyarıcı ses duymamıştı. Soğuk nesnenin içindeki Varlık, "Efendisi" bu defa kendisinden memnun olmalıydı.
      Gözlerini tavana dikmişti. Uzun süren bir yalnızlık döneminden sonra yaşanan güzel bir birleşmenin sonunda yaşanan orgazmın verdiği tat ancak bu kadar güzel olabilirdi. Kerelerce okuduğu yazarını bilmediği defter aklına geldi. "Anchilie" Sırtını dayadığı ve gerçek boyutlarını bilmediği bu nesne el yazması defterde adı geçen kutsal kalkan olabilir miydi? Tanımlayamadığı haz duygusu an be an tüm bedenine yayılıyordu. Onca korkunun onca tehlikenin semeresini en güzel şekilde almış oluyordu. Kalbinin her atışında o haz tüm hücrelerine yayılıyordu damarlarındaki kanla.

      Günlerdir uykuyla dargın olan gözleri yavaşça kapanır olmuştu. Bir ara mantığı baskın çıktı ve metal duvar arkasındaki minik bedenler için bir an sadece bir an yüreği sızladı. Onların da kendi gibi büyük ve doyumsuz bir haz duygusuyla yatıyor olabilecekleri aklına gelince yaşadığı anın keyfine bıraktı kendini.

      Gözlerini dikmiş olduğu tavan yerinde yoktu artık. Yukarıda, pırıldayan bir güneş vardı. Bulunduğu yerse unutulmuş bir mahzen değildi artık. Aydınlık bir yerdi, ağaçların altında tatlı bir rüzgarın serinliğinde oturuyordu. Hemen yanın da ise küçük bir çocuk vardı; küçük sevimli bir çocuk. Tanıdığını hissediyordu, hissediyordu ama çocuğun kim olduğunu çıkaramıyordu. Sevdiğini biliyordu çocuğu ama kim olduğunu bilmediği birini nasıl sevebilirdi ki.
      O bunları düşünürken gökyüzünde parıldayan güneş birden uzaklaşmaya başladı. Küçüldü, küçüldü. Öyle bir an geldi ki gece ışıklı minicik bir nokta haline geldi ve diğer ışıltılı noktaların arasında kayboldu. Ne o sevimli çocuk nede bir başkası yanında yoktu artık. Yapayalnızdı koca evrende. Sonra uzaklarda başka bir pırıltılı nokta belirdi karanlığın içinden. Dakikalar geçtikçe büyüdü, rengi değişti. Beyaz rengi önce sarıya sonra turuncuya dönüştü.
      Turuncu güneşin etrafında bir nokta daha gördü. Geçen kere gördüğünden daha büyük daha belirgin noktaydı. Yarı uykulu yarı uyanık halde turuncu güneşin yanındaki noktanın da bir başka yıldız bir başka güneş olduğunu farketti. Gümüş renkli yıldızın çevresinde dönen başka noktalar gördü. Gördüğü irili ufaklı noktaları saydı. Birbirine yakın büyüklükte dört tane vardı. Bir tanesi ise diğerlerinden büyüktü. Farklı olduğunu ilk anda belli ediyordu. Adam yaşadığı dünya ile öteki dünya arasında gidip gelirken kendinden geçti.


      İlçenin her iki yerel gazetesinde de hummalı çalışmalar vardı. Bir çocuğun daha kaybolduğunu duydukları anda iki gazetenin de baskısı durdurulmuştu. Gazetede Turan Yakup ustaya durumu anlatınca yılların ustası
      “Biri işlediği cürümleri zavallı Amerikalılara yüklemeye çalışıyor" demişti. Turan duyduklarını tekrar sıraladı.
      “Çocuğu 'Noel baba' kaçırıyor, benzinci kaçıran kişinin zenci olduğunu söylüyor, kırmızı rengin altından siyah boya çıkıyor, hesap dolar olarak veriliyor ve benim ustam hala - Amerikalılar masum olabilir- diyor." Ses tonunun yüksek olduğunu farketmişti. Bir an yüzü kızardı ama daha yavaş sesle devam etti sözlerine
      “İyi ama usta hırsızın hiç mi kabahati yok." dedi. Kullandığı deyimin yerine oturmadığını da fark etmişti ama sesini çıkarmadı. Yakup usta ise ön sayfayı tasarlamaya devam ediyordu.

   Telefon çaldığında Doğan, yattığı yerde neredeyse uyumak üzereydi. Sanki kilometrelerce yol koşmuş gibi terlemişti. Terleme nedeni de varmak kararın zorluğundan olmalıydı. Günlerden beridir kafasının içinde dönüp duran "Acaba duyguları mı aşkı mı açıklasam mı?" sorusu "Evet vakti geldi artık"a varmak üzereydi. Besimin -ezeli rakibinin- böyle bir girişiminin olmadığını öğrenmişti, en azından şimdilik. "Kendini kerelerce dinledim" diye düşünüyordu

      “Gerçek bir aşk mıydı, yoksa kıskançlık duygularının beslediği heves miydi?. İntikam almak mıydı "Necla" için. Hayır Belki ilk gördüğü zamanlarda olabilirdi ama kızı tanıdıkça "Necla"dan daha çok sevdiği kanaatine varmıştı. Evet, Necla’yı da çok sevmişti ama Necla gideli yıllar oluyordu. Bir sabah evinde ölü bulunmuştu. O halde bugüne dönmeli bu günü yaşamalıydı. İlk fırsatta da uygun koşulları hazırlayıp aşkını ilan edecekti. İşte çalan telefon onu bu düşüncelerde sıyırıp gerçek dünyaya döndürmüştü.

      Akşamın ilerleyen saatlerine aldırmadan arabasına atladı. Beş bilemedin on dakika sürmemişti gazeteye varması. Turan, heyecanlı bir sesle olan biteni anlatıyordu. Doğansa onun tamamen zıttı bir ruh haliyle dinliyordu. Genç adamın anlattıkları sanki olağan şeylermiş gibi. Turan her şeyi söylediğini düşünüp sustuğunda Doğanın vereceği yanıtı bekliyordu.
      “Eğer anlattıkların doğruysa Kaymakamlık binası hareketli olmalı" dedi Doğan. Peşinden ekledi  "Hadi gidelim. Belk yeni gelişmeler vardır." İkisi birden oranın bir gazete olduğunu ve geç kalmış, yarına baskıya yetişmesi gerektiğini unutmuş gibiydiler.
      Hükümet binasına vardıklarında ise tam bir hayal kırıklığı yaşıyorlardı. Hükümet binasında olağan dışı hiç bir hareket hatta kıpırdanma bile yoktu. O zaman Turan'ın kafası dank etti. Kendi kendine mi yoksa yanında duran Doğan a mı olduğu belli olmayan bir sesle
      “Öyle ya Sedirli Tuzadası kaymakamlığına bağlı." Doğan genç gazeteciye dönerek “Seni Gazeteye bırakayım. Yapılacak pek bir şey yok" dedi.


      Hüsnü Yurttaşın büyük, saray yavrusu evinde olağan dışı bir hareketlilik vardı. Babanın geniş ve oğlunun spor modeli ve evin hanımının küçük arabasının yanında diğer üçüne pek yakışmayan bir yerli araba duruyordu. Haber gazetesinin yazı işleri müdürü Kamil Aksu akşam yemeğine davetliydi. Yemekten sonra ise durum değerlendirmesi yapacakları gayri resmi bir genel kurul toplantısı yapıyorlardı. Evin zenginliğini yalnız başına bile kanıtlayacak avizenin parlak ışıkları altında üç adam konuşuyorlardı.

      İlçe ise baskıya hazırlanan iki gazetesinin çok öncesin de "Fısıltı" gazetesinden olan biteni öğrenmişti. Olay her yerde konuşuluyordu. Kimi vampir diyordu, kimi de kurt adam. Çoğu ise hayal kahramanlarına suç atmak yerine iki genç Amerikalının bu işi yaptığını düşünüyordu. Çocukları olan anneler babalar tedirgindi, Polis ve jandarma tedirgindi. Umutsuz olsalar da daha önce yaptıkları operasyonun çok daha kapsamlısını yapıyorlardı; İlçede, beldelerde ve köylerde. Hem de Terör denilebilecek kadar sert tutumla.

      Kaybolan son çocuk olan "İlyas Çobanoğlu"nun evinde ise yas ve gözyaşı vardı, diğer kayıp çocukların evleri gibi...
Başlık: Ynt: Anchilea - Kutsal Kalkan
Gönderen: Gunslingers - 21 Aralık 2015, 11:35:49
Üstat, hikaye tıkandımı yoksa yazacak vakitmi bulamıyorsun :)
10 gün oldu son bölümü paylaştığından bu yana..
Başlık: Ynt: Anchilea - Kutsal Kalkan
Gönderen: azizhayri - 21 Aralık 2015, 13:04:43
Üstat, hikaye tıkandımı yoksa yazacak vakitmi bulamıyorsun :)
10 gün oldu son bölümü paylaştığından bu yana..
Merhaba:
Uzun zamandır gönderiyordum ve kendim çalıyor kendim oynuyor gibi oluyordu. Bu nedenle yazınız hoşuma gitti. Teşekkür ederim.
Başlık: Ynt: Anchilea - Kutsal Kalkan
Gönderen: azizhayri - 21 Aralık 2015, 13:05:17
       B Ö L Ü M   Y İ R M İ   Y E D İ

     Kaymakamlık binasında her olaydan sonra yapılması alışkanlık haline gelen toplantılardan biri daha yapılmıştı. Tek fark her olaydan sonra katılanların sayısında ve makamlarında bir artış oluyordu. O sabahta bir gün önce olan olay tüm detaylarınla gözden geçirilmişti. Olayın hemen peşinden -bir refleks gibi- yapılan denetimlerin artırılarak sürdürülmesi söz konusuydu. Yine de başta İlçe Kaymakamı olmak üzere toplantıya katılan herkes zeki bir suçluyla karşı karşıya olduklarını biliyorlardı. Ne olaylar nede olayların faili diğerlerine benzemiyordu. Daha kötüsü ülkemizde bu tür olaylara sık rastlanmadığı için bu konuları bilen deneyimli birilerini bulamıyordunuz. Bu nedenle yapılan denetimlerde yasadışı siyasi hareketlere ve bölücü örgütlere üye yada sempatizan kişiler ele geçiriliyordu. Birde sıranın ne zaman kendilerine geleceğini bilerek bekleyen adi suçlular vardı. Yani hırsızlar, adam yaralamadan, olay çıkarmadan vb. nedenlerle aranan kişiler ele geçiriliyorlardı. Durumu bu yönden değerlendirirseniz bu aramaların yararlı olduğunu bile söyleyebilirdiniz.
      Toplantıdan çıkan tek somut karar ise Komiser Ali Rüzgarlı’nın araştırma ve soruşturmada tam yetkili olmasıydı. Var olan gayri resmi yetkileri bir kere daha onanmış olmuştu. Toplantı sonunda yapılan basın açıklamasını çok istediği halde İlçe Emniyet müdürü yapamamıştı. Bu görev doğal olarak toplantıya başkanlık yapan Kaymakam Beyin olmuştu. Kendini ülke çapında tanıtma fırsatı baş komiser Abdullah Beye değil Kaymakam Enver Palazlı beye nasip olmuştu. Akşam haberlerinde kocasını izlemek zevki Ayşegül hanımındı. Emniyet Müdürünün züğürt tesellisi ise yaklaşık bir dakika süren haber boyunca Kaymakam beyin yanında bir manken gibi boy göstermek olmuştu. Uzun bir açıklama diye nitelendiriyordu Enver Bey açıklamasını. Kendi başına verilen bir demeçmiş gibi görünse de olaydan Müsteşar beyinde haberi vardı.
      “Lütfen paniğe neden olabilecek söz ve davranışlara girmeyin ve bu olayı bir an önce aydınlatın" uyarısını almıştı. Aslında Kaymakam beyin söyledikleri özetle  "Devletin bütün olanaklarının bu işin çözümü için seferber edildiği kahraman polisimizin bu kişilerin ensesinde olduğu ve gece gündüz demeden uğraşıldığı, suçlu yada suçluların yakalanmasının an meselesi" olduğuydu.
      Özel kanallarda ise ilginç ama sıradan bir haber olarak geçmişti. Olaya magazin boyutu da katılınca sanki bir gurup suçlu ile bir kaç çocuk saklambaç oynuyorlarmış gibi verilmişti. En çok vakit ayıran "Kanal N" ise tanınmış spiker Mehpare Hanım’ın ağzından yüz seksen saniye vermişti olayı. Mehpare Üçgül o güzel Türkçesiyle "Dileğimiz kayıp çocukların sağ ve esen olarak bir an önce bulunmasıdır" diyerek Çin’deki nesli tükenmeye yüz tutan Pandaların yavrulamasıyla ilgili haber bandına geçmişlerdi.
      Kamil Aksu başka bir kanalda haberi, İlçenin kendi çektiği görüntüleri arasında telefon kaydıyla vermişti. Mutluydu çünkü haberi pek çok ulusal kanalda geçmişti. Bir tanesinde ise kendi sesiyle aktarmıştı. Üstelik ekranda adı geçiyordu. Lütfü Yurttaş izlediğinde bu olaya sinirlenmiş "kendi adını vereceğine -Haber Gazetesi- adını verseydin daha iyi olurdu" demişti.

      İşletmede ise öğleye doğru çalışanlar toplantıya çağrılmışlardı. En geniş odada yani Ahmet Oker'in odasında toplanmışlardı. Toplantının nedeni ise Komiser Ali Beyin resmi toplantı isteğiydi. Kapıda duran Cavit dayı bile toplantıya katılmıştı. Yerine genç bir polis memuru bakıyordu.
      Ali Rüzgarlı bir kaç nezaket sözcüğünden sonra basit bir yoklama yaptı. Amerikalıların dışında herkesin orada olduğu tespit edildi. Nerede olabileceklerini sorusunu da İkinci Müdür;  “Dünden beridir yoklar" diye yanıtladı. Komiser Ali sözü fazla dağıtmadan “Olayı az çok biliyorsunuz" diye konuya girdi. "Yaklaşık beş aydır kız çocukları kayboluyor. Eğer Selçuklu’daki olayı da bu parantezde değerlendirirsek beş kız çocuğunun kaybolduğunu biliyoruz." Komiser ses tonunun etkileyici olduğunu biliyordu. Buna dinleyenlerle arasındaki göz temasını da eklerseniz odadan bulunanlara doğrudan ulaştığını anlardınız. Hemen herkesin gözlerine bakarak konuşmasını bir gün önce vuku bulan olaya getirdi. Mustafa Ali söze girdi
      “Sedirli ve olayların geçtiği diğer yerlerin çoğu bu ilçeye ait değil" dedi. Aklına aniden gelmiş gibi ekledi. "Üstelik Selçuklu’da İzmir'de"
      “Evet arkadaşım İyi bir noktaya değindin. Olaylar civarda ama özellikle antik kalıntıların olduğu yerlerde oluyor. Ephesos, Miletos, Prien, Dydima ve Panionion; İlçemizde bu antik yerleşmelerin merkezi konumunda." Komiser antik kentlerin adını söylemekte zorlanmamıştı. Bu da onun dersini iyi çalıştığını gösteriyordu.
      “Bunca yıllık meslek deneyimime dayanarak söylüyorum ki o kişi ya da kişiler bu ilçeden. Bu nedenle kurum ve kuruluşları dolaşarak araştırmalar yapıyorum" dedi. Odadakileri rahatlıkla görebileceği şekilde oturmuş olduğu sandalyeden kalktı. Bir zaman odada dolaştıktan sonra, “Herkesin, bu konuda bilgisi olan herkesi görüşlerine ihtiyacım var" diyerek sözlerini bağladı.
      Başta müdür bey olmak üzere toplantıya katılan herkes suskunluk içindeydi. Kimi elindeki anahtarlarla, tespihle oynuyor kimi de elindeki kalemle bir şeyler karalıyordu. Bir kaç dakikalık sessizlikten sonra Ahmet Bey söz aldı.
      “Bu ahlaki çöküşün ifadesidir Komiser Bey" dedi. "İnsanlarda var olan Allah korkusunun kalplerden silinmesiyle başlamış, günümüzde yaşanan hayasızlığın ve..." Mustafa Ali bey araya girmeseydi vaaz uzayıp gidecek gibiydi.
      “Ahmet Bey, komiser bey daha somut bilgilerden söz ediyor" dedi Mehmet Bayram ise normal zamanlarda karşı çıktığı müdür yardımcısına destek olma gereği duymuştu.
      “Mustafa Ali bey, sizce on onbeş yıl önce bu tür olaylar oluyor muydu?  Ahir zaman alametleri bunlar, ahir zaman alametleri." Rüzgar Ali "tamda yerine düşmüş olmalıyım" diye aklından geçiriyorken anlamlı bir öksürük sesi duyuldu.
      Besim’di öksüren. Geldiğinden bu yana az bir zaman geçmiş olmasına rağmen disipliniyle davranışlarıyla kendini çok iyi tanıtmıştı Komiser Ali Rüzgarlı. Zaten bu tür insanların söylentileri kendisinde çok önce varırdı gideceği yere Bu nedenle herkes Rüzgar Aliyi tanıyordu ama Rüzgar Ali henüz herkesi tanıyacak zaman bulamamıştı.
      “Buyurun" diyerek sözü öksürüğün sahibine verdi.
      “Farkında mısınız bilmiyorum ama bütün bunlar İlçemize yabancıların gelmesiyle başladı." dedi. Konuşurken önüne bakıyordu. “Kimseyi suçlamak istemiyorum ama -şimdi kafasını kaldırmış iki kişi solunda oturan Yüksel hanıma bakıyordu- olaylar yabancıların gelmesiyle başladı." Evet, Rüzgar Ali başka yerlerde kulağına gelen dedikoduları ilk kez birinden duyuyordu, hem de aleni bir şekilde. Odadan söylediklerini teyit edercesine mırıldanmalar yükseldi. Mırıldanmaları kendi sözlerine verilen destek sayıyor olmalıydı ki Besim daha yüksek sesle konuşmasına devam etti.
      “Önce iki Amerikalı geldi, neymiş efendim uluslararası anlaşmalar gereğiymiş. Sonra Genç ve güzel bir hanım. En son olarak ta yıllardır ilçesinin yolunu unutmuş biri çıkıp geldi. Sözleri maksadını aşmış suçlar biçime girmişti. Sözlerini odadakilere teyit ettirmek ister gibi; Öyle değil mi arkadaşlar? deyince kafalar belli belirsiz şekilde sözleri onaylarcasına sallanıyordu. İlk itiraz Yüksel hanımdan geldi
      “Ne demek istiyorsunuz Besim Bey, daha açık konuşur musunuz?" Yanıtı ise Besim beyin yerine Doğan verdi.
      “Sizi kastettiğini sanmıyorum. Sözlerin muhatabı ben olmalıyım." Besime döndü
      “Yanılıyor muyum?" dedi. Bir zaman önce toplum baskısıyla gömülen savaş baltaları tekrar çıkarılmıştı. Kaşlar çatılmış, yumruklar sıkılmıştı, dövüşmeye hazır iki horoz gibiydiler.
      “Bu adam geçmişinde yaşadığı bazı olayların nedeni olarak beni görüyor." deyince Besim oturduğu sandalyeden kalktı. Doğrudan Doğanın üzerine yürüyordu.
      “Geçmişteki kişileri bu işe karıştırma." Araya diğerleri girmeseydi iki yetişkin çocuklar gibi kavga edeceklerdi. Serkan, Doğan’ın koluna girip odadan çıkardı. İçerdekilerde Besimi yatıştırmaya çalışıyorlardı.
      Ali Rüzgarlı, yılların komiseri olabilecekleri tahmin ediyordu ama bu kadar tepki beklemiyordu, toplantıyı yaptığına pişman olmuştu. Yine de sezgileri olayın merkezinde bu Fabrikanın olduğunu söylüyordu. Selçuklu’da ilk kaybolan kızdan sonra depoda bulunan kemik kalıntılarının bulunduğunu öğreneli bir saat olmamıştı ama bu son gelişmeyle sezgilerinde yanılmadığını anlamıştı. Bu nedenlerle bu toplantıyı verimli geçmiş sayılabilirdi. En azından personeli daha yakından tanımıştı. Tanık oldukları ise doğru iz üzerinde olduğunu söylüyordu kendi diliyle. Yumuşak ses tonuyla tekrar söze başladı.
      “Lütfen arkadaşlar, bir kanıt olmadan kimse kimseyi suçlayamaz. Olayın ne olduğunu ve gerçek boyutlarını bilmiyoruz. Belki bir cinsi sapıkla uğraşıyoruz. Belki de uluslararası bir şebekenin peşindeyiz. Önemli olan o yavrucukların sağ salim evlerine dönmesidir. Aklıma getirmek istemiyorum ama ..."  komiser durdu, üzüntüsü sesinden okunuyordu. Öldülerse yada öldürdülerse cesetlerinin huzura kavuşması." Başını pencereden dışarı çevirdi. Hissettirmemeye çalışsa da göz pınarlarındaki yaş damlacıklarını yakınında olanlar gördü.
      Bir kaç dakika sonra Doğan, Serkan’la içeri girmişti. Belki Serkan Beyin etkisiyle belki de başka nedenlerden Besim’den özür dilemişti. Besim bey de özrünü karşılıksız bırakmamıştı. Ali Rüzgarlı kaldığı yerden devam etti. "Bir kaç zamandır göze batan siyah arabadan söz etti. Dün benzincinin anlattığı araba yıkama olayını ve kılık değiştiren Noel babayı anlattı. Olayların merkezine ister istemez Amerikalıların oturduğunu söyledi. Sözlerini  "O iki arkadaş için düşünceleriniz nedir, öğrenmek istiyorum" diye sona erdirdi.
      Birol Bey meselenin özünü anlattı. Bu kişilerin Uluslararası Kooperatifler Birliğinin değişim programı sonucu geldiklerini söyledi. Yüksel hanım iki arkadaşının iyi birer insan olduklarını onların böyle bir şey yapacaklarına ihtimal vermediğini söyledi. Komiserin kafasında uyanan şüpheler yatışmaya başlamıştı ki Mehmet Bayram söze girdi.
     “Biliyor musunuz Komiserim Amerikalılardan biri Rum asıllı. Dedesi civar köylerden birinde doğmuşmuş." dedi. Besim sözlerini tamamladı Memurun
      “George Nicolas Smart." Özellikle vurgulama gereği duydu “Nicolas. Yani Niko" Bütün ilçe bu dedikoduyla çalkalanıyordu zaten. "Sözde dedesinin hazinelerini arıyormuş". Hatta Ajan diyenler olmuştu. "Gezdikleri yıkıntıların yakınındaki askeri tesislerin fotoğraflarını çekiyorlarmış gizlice" diyenler olmuştu. Rüzgar Alinin daha önceden duyduklarını odada bulunanlar birbirinin sözlerini tamamlarcasına söylüyorlardı. Amerikalıları savunmak gene Yüksele kalmıştı.
      “Birahanelerde kahvehanelerde vakit öldürmek suç değil de eski eserleri tarihi kalıntıları gezip dolaşmak suç öyle mi?" dedi. Mehmet Bayram araya girdi.
      “Peki Yüksel Hanım ne ile geziyorlarmış" dedi. Mustafa Ali Kırmaz sözün ucunun kendisine geleceğini anlamıştı. Araya girdi “Ben onlara bir araba alıverdim diye suç ortağı olmam değil mi?  Komiser bey" dedi. Komiser karşısında tedirgin duran adama bakıp gülümsüyordu
      “Hiç olur mu öyle şey?" dedi. Sonraki sözleri toplantıyı bağlar nitelikteydi. "Bu olayın çözümlenmesi konusunda sizlerin yardımına ihtiyacımın olduğunu bilmenizi istiyorum" dedi. Artık toplantının sonuna gelindiği anlaşılıyordu. Müdür bey
      “Bu konuda içiniz rahat olsun" dedi. "Ben ve arkadaşlarımın bu konuda sizlere yardımcı olacağımıza emin olmanızı isteriz" dedi. Kurduğu diplomatik cümle hoşuna gitmişti İşletme müdürünün. Belli olan bir kibirle gülümsedi. Müdür beyin sözleri o konudaki son sözler olmuştu. Odayı bir anda sessizlik kapladı. Bu sessizlik toplantının fiilen bittiğini gösteriyordu.
      “Komiserim başka konuşmak istediğiniz bir şeyler yoksa işimize bakabilir miyiz?" Birol bey toplantıyı kendi bitirmek istiyordu anlaşılan. Rüzgar Ali, İki Amerikalı arkadaşı görürseniz Merkeze kadar gelip beni görmeleri gerektiğini söyler misiniz." dedi. Sonraki kelimeler ise teşekkür içindi.

      Yüksel toplantıdan çıktıktan sonra Komiser Ali’yle görüşmeye çalıştı. Müdür beyin kapısında yakalamasına ve çıkışta görüşme sözü almasına rağmen görüşemedi. Ali Rüzgarlı ya unutmuştu yada Birol beyin telkinleriyle Yüksel’le görüşmeden gitmişti. O gün akşamı zor etti Yüksel. Neredeyse her saat başı müdür beyin odasına gidip durumda gelişme olup olmadığını, Amerikalıların arayıp aramadığını soruyordu. Aklına komiser beyin Amerikalılardan gerçekten kuşkulanıyor olması geldi. Acaba iki yabancı bu işleri yapmış olabilirler miydi?

      İki arkadaşın telefonları kapalıydı, o gün akşama kadar haber bekledi. Gelmeye cesaret edemeyeceklerini biliyordu ama hiç olmazsa bir telefon ederler diye ümit ediyordu. Vakit ilerledikçe umutsuzluk içini kaplıyordu. Bir kaç telefon görüşmesi yaptı. “Bu gün hiç aramadılar" yada "çoktandır buralara gelmiyorlar" şeklinde yanıtlar aldı. Bir ara Doğanın ağzını yokladı. Onun diğerleriyle aynı düşüncede olmadığını bilmek içini biraz olsun rahatlattı.

    Akşam üzeri Besim, genç muhasebeciye "eve bırakmayı" teklif ettiğinde aldığı yanıt olumsuzdu. "Ne yüzle bana böyle bir öneriyle gelebiliyorsunuz. Ortak dostlarımız olan kişilerle yaşadığımız güzel günleri bir günde silip onları potansiyel katil ilan ettiniz. Hatta beni bile örtülüde olsa suçladınız ve şimdi yüzsüzce karşıma geçmiş "isterseniz sizi evinize bırakabilirim" diyorsunuz" demedi. Dilinin ucuna geldiği halde diyemedi. Sadece “Teşekkür ederim, ben daha sonra çıkacağım" dedi. Besimin kızgınlığını dışarı vuran tavırlarla gitmesinden on onbeş dakika sonra Doğan beyle birlikte çıktılar.

      Önce gazeteye gittiler. Eğer onlar İşletmede iken olaylarda bir gelişme olduysa gazetedekilerin mutlaka bilgileri olurdu. Turan’ı enderde olsa matbaa tezgahlarının başında yakaladılar. Üzerinde lacivert önlüğü bizzat çalışıyordu. Onların geldiklerini görünce önlüğü çıkardığı gibi soluğu yazıhanede aldı. Gündüz Kaymakam beyin sekreteriyle görüştüğünü, en son olayın resmi tutanaklarına bir göz atma fırsatı bulduğunu söyledi. Dahası uzun bir araştırma sonucu ilçedeki aynı marka ve modeldeki olabilecek diğer araçları trafikten araştırdığını anlattı.
      “Aynı modelde iki Chevrolet var. İkisi de taksi olarak çalışıyor" dedi Turan. "Biri Alpi amcada." Alpi amcanın kim olduğunu anımsadı Doğan. “Ziraat odasının önündeki durakta çalışan babacan bir ihtiyar" diye açıkladı Yüksele. Tekrar Turana dönüp “Ya diğeri" dedi. “Diğeri de Şoförler odası başkanının özel arabası. Taksi olarak tescilli ama adam özel arabası olarak kullanıyormuş" dedi. Evet yine başa dönmüşlerdi. Koca ilçede dört Chevrolet İmpala vardı. İkisi bilenen ve tanınan kişilerde, biri Amerikalıların kullandığı siyah araba, birde görgü tanıklarının tanımladığı siyah arabaydı.
Turan son gelişmeleri aktarabilmek için fırsat yaratmaya çalıştı. “Yeni denediğim baskı yöntemini göstereyim" diyerek Doğanı içeriye Atölyeye götürdü. Orada Gümüşlü dağlarındaki kulübeye gittiğini ve adamlarının oraya varmış olabileceğine dair bir kanıt bulamadığını söyledi.
      “Tıpkı James Bond gibi kapının pencerenin belli noktalarına belirsiz işaretler bırakmıştım. İşaretler bıraktığım gibi duruyordu. Demek ki adamımız kulübeye henüz gitmedi" dedi. Doğanın söyledikleri ise o ana kadar taşıdığı kendinden emin olma duygusunu bir anda kuşkuya dönüştürmüştü.
      “Ya adam senin koyduğun gizli işaretleri gördüyse ve işini bitirdikten sonra işaretleri aynı şekilde bıraktıysa." Acaba kapı eşiğiyle kapı arasına konulan o küçücük kibrit çöpünü adam farketmiş olabilir miydi?  Beklemekten başka yapacakları bir şey kalmamıştı. Gazetede fazla kalmayıp çıktılar. Doğanın "Adada bir akşam yemeği yiyelim" önerisini çok istediği halde “Bakarsın akşam bir telefon gelir evde beklemeliyim" diyerek geri çevirdi. "Olaylar yatıştıktan sonra aynı öneriyle gelirseniz tekrar düşünürüm" demeyi de unutmamıştı.

      Cephane Sokağının tam girişinde bırakmıştı genç kızı. Sonra geniş bir yay çizip aynı sokağa döndü. Cephane sokağın üst başındaki girişe vardı. Kafasındaki hesaba göre genç kız eve varmış olmalıydı. Arabayı bir arka sokak ta bırakıp yürüyerek aşağı inmeye başladı.
      Ev yine karanlıktı. Çekilmiş kalın perdelerin arkasında ışık dalgalanmaları yine oluyordu. Tatsız bir sürpriz olmaması için hızlı adımlarla sokaktan geçip caddeye çıktı. Karşı köşedeki markete girdi, yanılmamıştı. Market sahibi yine televizyonundaki parazitlerle boğuşuyordu, eli istem dışı cep telefonuna gitti, çekmiyordu. Bir paket sigara alıp geri döndü. Tekrar hızlı adımlarla bu defa sokağın yukarısına doğru yürümeye başladı. Evin önünde sanki sigarasını yakacakmış gibi durdu. Bir sigara yakımı kadar sürede evi incelemeye çalıştı. Göz ucuyla gördüğü kadarıyla ışık gölgeleri devam ediyordu.
      Geldiği yoldan geri döndü. Bir kaç dakika sonra bej renkli Doğan marka otomobil cephane sokağının köşesindeki markette durduğunda televizyonun görüntüsü düzelmişti. Koşar adımlarla karşıya geçip iki katlı o eve tekrar baktığında evin salon ışıklarının yandığını görmüştü. Saatine baktı Doğan, henüz sekiz olmuştu, vakit erkendi. Direksiyonu hafif sağa kırıp önündeki sokağa girdi. Geniş bir "U" dönüşü yapıp laflamak için Cumhuriyet taksi durağına gidiyordu.

   Taksi durağının hemen arka sokağında bıraktı arabasını. Durağa vardığında ise ilkokuldan arkadaşı olan Kerimi bulamamıştı. "İşe çıktı birazdan gelir" dediler. Uzun süre gurbette kaldığı için kendisini tanıyan olmasa da kapı önü muhabbetine katılmıştı bir kaç dakika içinde. İlçe futbol takımının son maçının durumundan sonra bir küçük laf oyunuyla konuyu "kayıp çocuklar" konusuna getirmişti. O zaman bir kere daha anladı halkın iki yabancıya karşı olan nefretini.
      “Yapmayın arkadaşlar" dedi. "Bizim yurttaşlarımız da oralarda. Yıllardır yapılan bir uygulama" dese de inandıramamıştı duraktakileri. Kim olduğunu bilmediği biri,
      “Yapar o Yunan tohumu" dedi sanki Nicolas Smart'ı yıllardır tanıyormuş gibi. Bir başkası, “Siyah arabalarıyla aylarca oradan oraya dolaştılar. Hiç bir gizlimiz saklımız kalmadı." dedi. Hatta akşam çayı getiren çaycı bile “Organ mafyasının ajanlarıymış, yakalanacaklarını anlayınca memleketlerine dönmüşler" diyordu. Doğanın “Ya adamlar masumsa, ya birisi kendi sapıklığının suçunu iki garibana yüklemeye çalışıyorsa" dediyse de dinletememişti. Yunan tohumu benzetmesi yapan orta yaşlı Şoför
   “Ya hoca "dedi ukalaca. "Her olayda onların parmağı var. Üstelik geçen ki olayda benzinci bile adamı tanımış. Zenci demiş ya."
      “Suçlu değillerse neden kaçtılar peki" dedi bir başkası. Doğan samimi olmadığı bu kişilerle tartışmayı gereksiz buluyordu.  “Kerim geldiğinde aradığımı söylersiniz" dedi ve "İyi akşamlar" deyip çıktı.
      Eve dönerken yol boyu hep düşündü. Acaba halk doğru mu? düşünüyordu. Bu adamlar tarihi yerleri geziyoruz diye sapıkça planlar mı yapıyorlardı. George’un Yunan asıllı olması onda da bizimkiler gibi bilinçaltı düşmanlıklar mı yaratmıştı. O da tüm Türkleri düşman olarak mı görüyordu? "Umarım öyle değildir" dedi kendi kendine.

      Eve vardığında annesini bekler buldu. Yaşlı kadın yıllarca kocasının denizden dönmesini beklemişti. Şimdi beklenilme sırası babasından kendisine geçmiş olmalıydı. "Oğlumla karşılıklı çay içmek istiyorum" ısrarına dayanamadı. Konunun "yaşının ilerlediği, artık evlenip bir yuva kurmasının zamanının geldiği" konusuna geleceğini biliyordu. Yanılmamıştı. Daha ikinci bardak çay dolduruluyorken yengesinin uzak akrabası gündeme gelmişti bile. O anda gelen kurtuluş çaresini üzerinde fazla düşünmeden uyguladı.     
   “Allah nasip ederse pazar günü kahvaltıya çok özel konuk getirebilirim" dedi. Kimbilir belki de annesinin bu ısrarı sayesinde Yüksel’le yakınlığının artmasına neden olabilirdi.

      İşletmede ortalık sakindi. Çırçır atölyesinin uğuldayan gürültüsü kesilmişti. Kamyonların homurtuları da yoktu artık, yükleme yapan vincin cırıltısı da. Yalnızca mekanik atölyeden çekiç sesleri geliyordu. Bir gurup işçi ellerinde tohum çuvalları ilaçlanmış çekirdek çuvallarını depoya taşıyorlardı. Gelecek sene için tohumluklar hazırlanıyordu. Eee nede olsa ekim zamanı yaklaşıyordu. Doğan sağa sola selam vererek bazen de bir iki laflayarak yönetim binasına girdi.

      Doğrudan Müdür beyin yanına çıktı. Müdür bey yardımcısı Ahmet Oker’i masa başında buldu. Ellerinde dosyalar durum değerlendirmesi yapıyor gibiydiler. Gelişmeler konusunda bir kaç soru sorunca Birol Bey; “Kusura bakmayın ama şu an meşgulüz. İsterseniz az önce aynı soruları sormuş olan Muhasebeci Hanımdan ayrıntılı bilgileri alabilirsiniz" demişti. Bir an fırçalandığını düşündü Doğan ama Müdürünün yüzünde gülümseme görünce rahatladı.

      Yüksel, odasında yalnız değildi. Çoğu zaman Muhasebe odasına girdiğinizde karşınıza çıkan genel manzara Besimin boş oturup Yüksel hanımın kağıtlarla evraklarla boğuşuyor olmasıydı. Bu defa tam tersiydi. Besim masasının üzerindeki dosyalara gömülmüş bir haldeydi. Kah dosyadaki evraklara açık olan defterler bakıyor kah hesap makinesiyle hesaplamalar yapıyordu. Yükselse ellerini ensesinde kenetlemiş gözlerini tavana dikmiş düşünüyordu.
      İşler ters gidiyor olmalıydı. Çünkü Doğan içeri girer girmez Besim ayağa kalkmış arkadaşından özür dilemişti. Bir gün öncesini anımsayan Doğan çok daha sert bir tavır en azından bakış beklerken gülümseme hatta kucaklaşma bulmuştu. Şaşırmıştı ama şaşkınlığı kısa sürmüş aynı şekilde karşılık vermeyi akıl etmişti. Bu kucaklaşma yapay bile olsa havadaki elektriği deşarj etmişti.
      “Gece aradılar mı?" diye sordu Doğan kısa bir hal hatırdan sonra. Yanıt olumsuzdu. Yüksel “Gece onların birer kız arkadaşları olduğu aklıma geldi ama arayabileceğim bir telefon numarası olmadığı için arayamadım" dedi.
      “Evet anımsadım galiba İzmir de Nato tesislerinde çalışıyorlardı." Söze giren masasında oturan Besim’di. Yaptığı işi bırakıp ayağa kalktı.
      “Cumhuriyet Balosunda tanışmıştık değil mi?" Besim doğru anımsıyordu Yanlarına geldiğinde “İsterseniz bir ara İzmir’e gider araştırırız" dedi. Bir anlık sessizlikten sonra
      “İzmir’de tanıdıklarım var" diye ekledi. Yükselin ağzından yanıt olarak yalnızca bir "olabilir" çıkmıştı. Doğan ise yine geç kaldığını düşünüyordu. Bir kaç gün öncede benzer çıkışını yapmıştı Besim. Amerikalıların evlerine Yüksel’i yine o götürmüştü. O gün öğleden sonra herkes cuma namazındayken gelen telefona kadar önemli bir şey olmamıştı.   
Başlık: Ynt: Anchilea - Kutsal Kalkan
Gönderen: Gunslingers - 22 Aralık 2015, 11:49:53
Üstat, hikaye tıkandımı yoksa yazacak vakitmi bulamıyorsun :)
10 gün oldu son bölümü paylaştığından bu yana..
Merhaba:
Uzun zamandır gönderiyordum ve kendim çalıyor kendim oynuyor gibi oluyordu. Bu nedenle yazınız hoşuma gitti. Teşekkür ederim.

üstat yorum gelmediğinin bende farkındayım ancak görüntüleme sayısına bakınca insanların hikayeni anlatışını bölmemek için yorum yapmadığı şeklinde bir pozitif görüşü benimsedim :)
Başlık: Anchilea - Bölüm Yirmi Sekiz
Gönderen: azizhayri - 23 Aralık 2015, 12:43:28
B Ö L Ü M    Y İ R M İ  S E K İ Z

      Bütün erkekler cuma namazına gitmişti. Haftalardır mazereti olup kalan yoksa Yüksel Pekcan işletmede nöbetçi memur olarak kalıyordu. Besim bazen kalıyor olsa da oda cuma namazını kılmaya sıklıkla gidiyordu. Yüksel, herkesin cuma için camide olduğu bir anda yemek sonrası kahvesini içerken telefonu çaldı. Daha eli telefona gider gitmez numarayı tanıdı. Yanılmamıştı, arayanlar iki gündür haber alamadıkları, telefonları kapalı olan Amerikalı dostlarıydı. Ne olduğunu anlamadan telefon kesildi. Görüşme yapmaya çalıştıkları yer belli ki sapa bir yerdi. Sözü fazla uzatmadan yerlerini öğrendi. “Birazdan oradayız" deyip kendisi gelesiye kadar oradan ayrılmamalarını ve ortalıkta görünmemeleri gerektiğini sıkı sıkıya tembihledi.
İşlerin yoğun olduğu günlerde dışarıya yol kenarındaki park yerine bırakılan otomobiller artık rahatlıkla avluya bırakılabiliyordu. Koridorda cuma namazının dağılmasını bekleyen Yüksel sundurmanın altındaki araçları inceliyordu. Beyaz opel ile bej renkli Doğan yan yana gelmişti. Onlarında sağında ve solunda diğer personelin arabaları vardı. İçlerinde en iyi ve en yeni olan Besimin Opeliydi. Doğan beyin doğanından daha eski olan ise Bekçinin almış olduğu mavi Anadol kamyonetti. O koridorda durmuş araçlar ile sahipleri arasında benzerlikler kurmaya çalışırken dış kapıda Memur Mehmet göründü, peşinden diğerleri de dönmeye başlamıştı.
      Cuma öğleden sonralarının rutiniydi kısa selamlaşmalardan sonra ikinci müdürün odasında toplanmak. İşler yavaşladığından beridir çay içmeler ve muhabbetler artmıştı. İmamın vaazı ve hutbe konusunu tartışmaya başlamışlardı bile. Yüksel diğerleriyle birlikte gelen Doğan’a belli belirsiz bir işaret vermeye çalışmıştı. Diğerlerinin tepkilerini bilemeyeceği için açıkça söyleyemezdi. Önce işaretini anlamadığını zannetmişti ama bir iki dakika sonra yanına geldiğini görünce arkadaşının hakkında yanlış düşündüğünü anlamıştı. Beş dakika sonra ise boyasıyla aynı renklerde macun lekeleri olan bej renkli araç Tuzadası yolundaydı.
      Doğan önce Yüksel’i ikna etmişti teslim olma fikrine. Yükselin görüşü ise halkın kararını çoktan vermiş olduğu yargıçlarında etkilenerek bu yönde hareket edeceği şeklindeydi.
      “Nasıl olsa bunlar yabancı biz yardım edersek rahatlıkla ülkelerine dönerler. Bir zaman sonrada her şey unutulur gider" diyordu. Devletin bu işin peşini bırakmayacağını kaçmanın bir nevi suçu kabullenmek demek olduğunu söyledi Doğan’da
      “Tam bu nedenle onları kendi ellerimizle yasalara teslim etmeliyiz" demişti. Tuzadası’nda kuytu bir kafeden telefon etmişlerdi korku içindeki iki yabancı. Sokak arası sayılabilecek kafede dipte mutfak kapısının hemen yanındaki masada oturur buldular iki genci. İkisinin de sırtları kapıya dönüktü. İçeri girenleri karşılarındaki vitrinin camından izliyorlardı. Şaşkınlardı, korkmuşlardı. İlk söyledikleri de,
“Bizi havaalanına götürür müsünüz" olmuştu. Bir ara ilçeye dönmek istemişler bu nedenle İşletmeye telefon etmişlerdi. Karşılarına çıkan kişi -kim olduğunu anlayamamışlardı- "dönmemeleri gerektiğini polisin ve jandarmanın onları aradığını söylemiş miş. Doğan teslim olmaları gerektiğini söylediğinde George Nicolas "Midnight Ekspres" demişti. Yüksel, onlar konuşurken kafenin sahibini gözlüyordu. Konuşmalarının arasına girip artık dışarı çıkmaları gerektiğini söyledi. Hesabı ödeyip çıktılar.

      Arabalarını şehrin yazlıkçı mahallelerinin birine çıkmaz sokağın birinde yola az bir çıkıntılık yapan evin arkasına bırakmışlardı. Gizlenmesi zor olsa da koca araba ilk bakışta görünmeyecek yerdeydi. Bir kaç gün sonra toz toprak içinde tamamen anlaşılmaz bir hale gelecekti. bej lekeli araba İzmir’e değil de İlçeye doğru yönelince arkada oturan iki gençten itiraz sesleri yükseldi. Dönüş yolunda bir kaç yüz metre gittikten sonra sağa çekip durdu.
      Doğan bir taraftan, Yüksel bir taraftan Amerikalıları ikna etmeye çalışıyorlardı. Türk insanının "Gece Yarısı ekspresi"deki gibi olmadığını söylediler. Gerçek suçluların başkaları olduğuna inandıklarını, eğer giderlerse bu gidişin suçu kabul etmek anlamına geleceğini söylediler. Terletecek kadar zor konuşmalardan sonra iki genç teslim olmaya ikna olmuştu. O zaman biraz olsun ohh dediler.

      Amerikalılar önce fabrikaya gitmek istediler. Aylardır birlikte çalıştıkları arkadaşlarına meslektaşlarına suçsuz olduklarını anlattıktan sonra resmi bir karar olmasa da polise gidip teslim olacaklardı. Araç avluya girdi. İki gencin arabada olduklarını görenler dışarı çıkıyorlardı Yönetim binasının ana kapısında bekler buldukları Birol Bey onları içeriye almak istemedi. Yüzlerine karşı, “Bizim sapıklarla işimiz yok" diyordu. Sağında ve solunda duran Ahmet Oker ve Mustafa Ali Kırmaz bedenleriyle içeriye girmelerini engellemeye çalışıyordu.
      “Burası namuslu bir İşletme, çocuk katillerine yer yok" “Bizler onurlu insanlarız" diyorlardı. Nicolas yarım Türkçesiyle bir şeyler anlatmaya çalıştıysa da girişimleri sonuçsuz kalmıştı. Zorunlu olarak gerisini geri Doğan’ın arabasına döndüler. Dört arkadaş ne yapabileceklerini konuşurlarken uzaktan polis sirenleri duyulmaya başlamıştı. Siren seslerini duyunca George ve Pietro bir an paniklediler. Yol boyu konuştukları boşunaydı. Onca rahatlatıcı sakinleştirici söz bir anda unutulmuştu.

      Hem Yüksel hem de Doğan panik yapmamalarını söylerken polis arabası İşletmenin avlusuna girmişti bile. Beyaz renkli resmi arabadan Rüzgar Ali henüz inmişti ki ardından ikinci araba geldi. Peşinden de üçüncüsü. Amerikalıların endişelerini haklı çıkaracak şekilde kollarına yapışıvermişlerdi.
      “Hakların da tutuklama kararı var" diyerek iki genci birer bileklerinden birbirlerine kelepçelemişti Rüzgar Ali. Daha, ne oluyor" diyemeden soğuk polis arabalarına itilmişlerdi bile.
      Yol boyunca suçsuz olduklarını haykırmıştı iki genç. Özellikle daha iri yapılı olan Pietro zor zapt edilmişti. İki memur iki kolundan zor tutuyordu.  Yükselin ve Doğanın,    “Bir yanlışlık yapıyorsunuz, diplomatik bir skandala neden olacaksınız" şeklindeki uyarılarına “Derdinizi merkezde Baş komisere anlatırsınız" yanıtını almışlardı. Ama Hükümet binasının birinci katında bulunan merkez karakoluna varmak hiçte kolay olmayacaktı.

      Resmi törenlerin yapıldığı meydanlığın bir ucundaydı hükümet binası, betonarme ve dört katlıydı. İlden gelen ve Tuzadası’ndan gelen kent içi yollarının kesiştiği yerdeydi. Yurttaşlar işlerini görmek için ana kapıyı kullanırdı ama memurların ve diğer çalışanların ara sokağa açılan arka kapıyı kullanmaları gerekiyordu. Tuzadası yolu üzerinden girilen bu sokağın bir yanında sıra dükkanlar vardı. Diğer yanını ise Hükümet binasının duvarı ve Jandarma Merkez Karakolu boydan boya kaplıyordu. Bu duvarın büyük bir bölümü ise atermitlerle kaplanarak otopark haline getirilmişti. Özelliklede makam araçları ve resmi araçlar buraya park edilirdi. İşte kayıp çocukların katil zanlıları denilen dört kişiyi getiren araçlar doğrudan bu otoparka geleceklerdi.

      Ara sokağa dönmeleri gereken küçük döner kavşağı döndüklerinde karşılaştıkları manzara hepsini hayrete düşürmüştü. Daha döner kavşağa yaklaşırken bir olağanüstülük olduğunu anlamaları gerekiyordu. Herhangi bir resmi yada özel tören olmadığı halde insanlar sokak girişinde toplanmışlardı. Öndeki polis arabasının sürücüsü olayı ilk anladığında geri dönmeyi denedi ama dönemedi Kalabalık bir an açılmış kendilerini aralarına aldıktan sonra kapanmıştı. Nereden çıktığı ve ne zaman haber alıp toplandığı belli olmayan sayısız insan sokağı doldurmuştu. Arabanın plakasının yazılı olduğu park yerine varması imkansız hale gelmişti. Bir ara sürücünün hemen yanında oturan komiser Ali Rüzgarlı arkada oturan iki gençle göz göze geldi. Çok geç olsa da hatasını anlamıştı.

      Hükümet Binasıyla aynı parkı paylaşan Jandarma Merkez Karakolunda görev yapan genç Teğmen duyduğu uğultuyu pek önemsememişti. Peşinden gelen araç kornasının ısrarla çalması ve korna ile birlikte uğultu sesinin bağırışlara sloganlara dönüşmesi cama koşmasına neden olmuştu. Yalnızca o değil binada bütün personel pencerelere koşmuşlardı. Kalabalığın arasında sıkışıp kalan üç polis aracını görünce olayı kavradı. Beklemeğe yada olanı biteni anlamaya çalışacak zamanı yoktu. Koşar adımlarla koridordan geçti. Aşağı inerken aklına hazır kıta geldi. Ön kapı nöbetçisi ne "hazır kıtayı arka sokağa hemen göndermesini" söyledi. Kendisi bir kaç saniye sonra olay yerindeydi.
      Polis araçlarının hemen arkasından yola çıkmalarına rağmen bej yamalı otomobil geride kalmıştı, ne de olsa onların geçiş üstünlükleri vardı. Bir ara dikiz aynasında beyaz opeli görür gibi olmuştu. Anlaşılan Besim’de arkalarından geliyordu Hükümet binasının arkasındaki  dar  sokağa vardıklarında kalabalığı gördü. Sokağa arabasıyla giremeyeceğini anlayınca sağa çekti. Arkasında "dur gitme, bir şey yapamazsın" diyen Yüksel’e aldırış etmeden kalabalığın arasına daldı.

      En öndeki araçta bulunan Komiser Ali ne yapacağını bilemez haldeydi. Arka koltukta bekleyen ve birer elleriyle birbirine kelepçelenmiş durumda olan iki genç korkuyla büzülmüşler, koltukların arasına sinmişlerdi.
      Dışarıdaki kudurmuş kalabalık tartakladıkları aracın resmi araç içindekilerin Polis memuru olduklarına aldırış etmiyorlardı bile. Kimi kaportayı yumrukluyor kimi tekmeler atıyordu. Otomobillere uzanamayacak kadar uzakta olanlar ise bağırıp çağırıyor, ağza alınmayacak küfürler ediyorlardı. Komiser Ali bir ara çıkmayı denedi ama ne mümkün. Etrafını saranların baskısı inanılmazdı, araçları adeta bir beşikmiş gibi sallanıyordu.
      “Bas gaza" dedi öfkeyle, yanında oturan ve en az Amerikalılar kadar korkmuş olan genç polis memuru şaşkınlıkla yüzüne baktı. Rüzgar Ali bir anda fikir değiştirdi, genci kendisine doğru hızla çekti. Birbirinin üzerinden geçerek yer değiştirmeye çalışıyorlardı. O an dışarıdan gelen silah seslerini duydular.

      Jandarma binasındaki genç teğmen koşarak arka kapıya varmıştı. Sokağı dolduran insan yığınlarını gördüğünde bir an ürperdi. Okul yıllarında ders konusu olarak gördükleri bazen televizyondan izlediği "Linç" olaylarından biriyle karşı karşıyaydı. Elinde nereden eline geçtiğini bilmediği bir düdük vardı. Nefesinin yettiği kadar üfledi. Düdüğün keskin sesi kulaklarında uğuldamıştı ama kalabalık zerre kadar etkilenmemişti. Tekrar ön kapıya koştu. Nizamiye nöbetçisinin elindeki G-3 makineli tüfeğini kaptı. Nöbetçinin itirazları fayda etmemişti. Sürgülü kapının arkasında durup namluyu havaya dikti, bir kere çekti tetiği. Kalabalık bir an durdu, başlar sesin geldiği yöne döndü. Sonra kalabalığın hareketliliği ve uğultusu daha da çoğaldı. Teğmen öfke ile şarjördeki tüm mermileri havaya boşalttı.

      Bütün gücüyle kalabalığı yarmaya çalışan Doğan bir el silah sesini duyunca aklına Komiserin beylik silahını ateşlediği geldi. İnsanların bir anlık durgunluğundan yararlanıp kendine daha fazla yol açmaya çalıştı. Kimine omuz atıyor kimini itiyordu. Kafası ise halkın nefretinin nasıl bu noktaya gelmiş olabileceğini düşünüyordu. Bir anda haberin yayılması ve bunca insanın toplanması kendiliğinden olabilecek bir şey değildi. İşin en garip yönüyse bir taraftan kendine yol açmaya çalışırken diğer taraftan bütün bunları düşünmesiydi.
      Bir el silah sesinin peşinden gelen bir seri mermi sesi kala balığın paniklemesine yol açmıştı. İnsanlar ya sağa sola kaçışıyor yada kendini yere atıyordu. Bağırışlar çığırışlar korkuyu korku da paniği arttırıyordu. Komiser Ali silah seslerini duyunca birilerinin kendisine yardım etmeye çalıştığını anlamıştı. Aracın kapısını yıldırım hızıyla açtı. Hemen arka kapıyı da açıp iki Amerikalıyı sürüklercesine dışarı çıkardı, şimdi mantık değil hız önemliydi.
      Silah sesleriyle bir an çalkalandıktan sonra durulmaya ve dağılmaya başlayan insan denizinin arasından Hükümet Binasının kapısına doğru yürümeye başladı. Kendine yakın olan zencinin elini yakaladı. Sürüklercesine kalabalığı yarmaya başladılar.

      Yurttaşının sol bileğinden kendi sağ bileğine kelepçelenmiş durumda olan George önünde yürüyenleri izlemeye çalışıyordu. Bir an birinin sol elini yakaladığını farketti. Korktu. Silah seslerinin oluşturduğu panik dağılmış insanlar neden orada olduğunu yeniden anımsamış gibiydi. Refleks hareketiyle elini silkeledi, kurtulmaya çalıştı. Elini yakalayan el daha sıkı kavramıştı. Kurtulmak istedikçe elini tutan el daha sıkı kavrıyordu. Kim olduğunu anlayabilmek için başını çevirince Doğanı gördü. Tanıdık birini yanında görmek içini bir an olsun rahatlatmıştı.
      Üzerinde iki yıldızlı üniforması olduğu halde Rüzgar Ali dayak yemekten kurtulamıyordu. Karşısındakileri boşta kalan eliyle bertaraf ediyordu ama yanlardan gelen yumruklara ve tekmelere karşı bir şey yapamıyordu. Geriden gelenlerse adam akıllı dayak yiyorlardı. Binada görevli bir kaç memur yardım için yanlarına geldiler. Onların sayesinde giriş kapısına varmaları biraz daha rahat olmuştu. Onlar içeri girer girmez bir gurup polis kapının önüne dizildi. Etten duvar kalabalığın taşkın dalgasını kesmeye yetmişti. Jandarma karakolundan gelen bir manga askerin de yardımıyla kalabalıktaki dalgalanmalar azaldı. Uğultular bir an olsun durulunca kalabalığın arasından yükselen davudi bir ses.
      “İki Amerikan piçini bize verin" diye bağırdı. Bir başkası “verinde kaybolan yavrularımızın hesaplarını soralım" diye diğerinin cümlesini tamamladı. Az önce havaya ateş açan teğmenin sesi megafonla çoğalmış halde duyuldu.
      “Çapraz tutuş." Kalabalık arasında duyulan kışkırtıcı seslerle megafonda duyulan ses arasında bir rekabet başlamıştı sanki. Bazen artık tanıdık sayılabilecek ama kendini göstermeyen o davudi ses bazen de ona uyan kişilerin sesi meydanda yankılanıyordu. Megafondan gelen ses ise askeri otoritenin tüm ağırlığını hissettiriyordu.

      Uğultuyu daha henüz anlamamıştı kaymakam bey peşinden silah sesleri duymuştu. Şimdi megafonla kalabalığın seslerini duyuyordu. Neler olup bittiğini anlamak için dışarı çıktığında oda dehşete kapılmıştı. Ali Rüzgarlı olan biteni kısaca anlatmıştı kendisine. Bir Şoför Zeynel’i bulmalarını emretti. Zeynel’in kulağına bir şeyler söyledikten sonra Teğmenin elindeki megafonu aldı, insanlarla konuşmayı denedi. Genç teğmenin otoriter sesinin yerine ricacı tarzda konuşan birini gördüklerinde kalabalık bir an dalgalandı. Kapının önünde dizilen polis ve jandarmalara doğru bir defa daha yüklendiler Megafondan yükselen  "Doldur! -kapa! -emniyete al!!" komutunu duyunca bir an duruldular. On G-3 hafif makineli tüfeğinin mekanizmasının şakırtısı duyulunca kalabalıkta bir durulma oldu. Bu işin şakasının olmadığı anlaşılmıştı sanki.
      “Üç adım ileri marş" komutuyla da gerilemek zorunda kalmışlardı. Ardından bir kere daha   "Üç adım ileri marş" denildi aynı sert ve otoriter tonda. Bir kere daha tabii...

      Hükümet binasının zemin katındaki danışma odasında bir bayan memur elinde ecza çantası dışarıdan gelenlerin sıyrıklarına yaralarına bakmaya çalışıyordu. Eğer Teğmen yetişmemiş olsaydı çok daha ağır yaralar alabileceklerdi. En ciddi darbeleriyse en geriden gelen Doğan ve George yemişti. Pietro ise hemen önündeki komiser Ali’nin şemsiyesi sayesinde az hırpalanmıştı. Onlar içeride durum değerlendirmesi yapmaya çalışıyorlarken dışarıdaki kalabalık sloganlar atmaya başlamıştı.
     “Katillere ölüm"      “Gerçek adalet halk adaletidir." diyorlardı. Arada Atatürk ün vecizelerini de söylemeyi ihmal etmiyorlardı. "Ne Mutlu Türküm Diyene." "Bir Türk Dünyaya Bedeldir."
      Biraz dikkatli dinleyince kalabalığın içersinde gür sesli ama yaşlı bir kadının titrek sesi duyuluyordu. Ardından yığınlar tekrarlıyordu söylenen sloganı. Komiser Ali biraz soluklandıktan sonra kalabalığı dağıtmaya çalışan Teğmenin ve Kaymakam beyin yanına çıktı. Binanın bütün çalışanları pencerelere toplanmış aşağıda olan biteni seyrediyordu. Kaymakam bey elinde megafon kalabalığa dağılmalarını dağılmadıkları takdirde alaydan gelen takviye kuvvetlerle sokağı dolduran herkesin tutuklanacağını söylüyordu.

      Rüzgar Ali bir ara biraz ötesindeki polis memurunu yanına çağırdı. Kalabalığın arasındaki sesi duyulan yaşlı bir kadını işaret etti. İkisi birden insan denizine girmeyi denediler. Rüzgar Ali’nin kışkırtıcılardan biri olduğunu tahmin ettiği o kişiyi getireceklerdi. Kalabalıksa ortak bir bilinçle hareket eder gibi onların ne yapmak istediğini anlamıştı. Polislerin ve jandarma erlerinin kesmekte zorlandığı bir dalga ile karşılık vermişlerdi.

      Bir saate yakın bir süre kalabalık sokakta slogan atarak bekledi. Kaymakam beyin Şoförü Zeynel’e söylemesiyle Zeynel Alaya telefon etmiş Albaydan takviye kuvvetleri istemişti. İşte  "İçi asker dolu üç kamyon geliyor" ve "İlden Panzerler de geliyormuş" söylentileri ile kalabalık dağılmaya başlamıştı. Haki renkli üç askeri araç göründüğünde ise sokakta kimseler kalmamıştı. Sadece kalabalığın dağılmaya başladığını anlamalarıyla kapı önündeki polislerin yakaladığı beş on kişi nezarete alınabilmişti. Ali Komiserin yanına memur çağırıp kışkırtıcı olabilir diyerek yakalamaya birlikte gitmelerini teklif ettikleri adamı boşuna aradı. Adam kalabalığın arasında çoktan kaybolmuştu.
      Doğan “Geçmiş olsun" diyen Albay Emin Işık'a teşekkür ederken az önce Pietro’nun kendisine sorduğu soruyu sordu.
    “Tekrar gelirler mi?" Albayın yanıtı ise yuvarlak laflardan oluşuyordu. “Sanmıyorum ama yine de biz gerekli tedbirleri alacağız. Zanlıları daha güvenli bir yere nakledeceğiz" dedi. O arada Yüksel koşarak geldi Doğan’ın boynuna sarıldı. Boynuna sarılan bir çift kol ile buralara Yüksel’le birlikte geldikleri Doğan’ın aklına gelmişti.
      “Bu güzel kız beni deli gibi seviyor" diye aklından geçirdi. Odada bulunanlarda aynı kanaatteydiler zaten.

      Doğan ve Yüksel işler yoluna giresiye kadar beklediler. Genç adam ara sıra dışarı çıkıyor meydanı ve arka sokağı inceliyordu. Bir saat öncesinin aksine meydanda kimseler yoktu. Komiser Ali ise Kaymakam beyle görüşmüş haklarında gözaltına alınmalarına dair yazı olan iki gencin askeriye ye ait nezarette kalmalarını sağlamaya çalışıyordu. Bir ara Albay Emin, Komiser Ali ve Doğan içeri girdiler bir on onbeş dakika özel kalem müdürünün odasında baş başa kaldılar. Dışarı çıktıklarında Rüzgar Alinin Amerikalılara karşı olan tavrı yumuşamış gibiydi. Yüksel
      “O kadar süre içeride ne konuştunuz" diye sorduğunda Doğan “Albayı ve Komiseri dostlarımızın masumiyeti konusunda inandırmak zor oldu" demişti Doğan. Yüksel’in yanına gelip "İsterseniz gidelim artık" dediğinde hava kararmak üzereydi. Ali Rüzgarlı’yla vedalaşıp ayrıldılar.

      Yol boyunca hiç konuşmadılar. Doğan oturduğu sürücü koltuğunda zorunlu olarak yaptığı her harekette vücudunun ağrıdığını hissediyordu. Yanındaki genç kıza belli etmese de bir hayli tartaklanmıştı. Hatta buna "adam akıllı dayak" bile denilebilirdi. Gidiş yönü genç kızın evine doğruydu ve arkalarından gelen araçlardan birinin beyaz opel olduğunu bir çift far ışığından anlayamazdı. Beş dakika sonra arabaları sağa, Cephane sokağa doğru dönünce arkalarından gelen beyaz araba yoluna devam etti.
      Yüksel ve Doğan arabadan indiler. Böylesine yoğun geçen bir günün ardından ayaküzeri vedalaşamazlardı. “Hadi gelin dün akşamdan ne kaldıysa birlikte yiyelim" dedi genç kız. Genç adamın o eve girmek o dalgalı ışıkların nedenini anlamak için can attığını bilemezdi tabii. Yine de nazikçe reddetti daveti.
      “Teşekkür ederim. Gelmeyeyim" dedi isteksizce. Önlerinde ve arkalarında sıralanmış evlerin camlarında meraklı bakışların olabileceğini biliyordu. Nede olsa burası bir ilçeydi ve böyle bir ilçede bu tür davranışlar hoş karşılanmazdı.

      “Hadi hadi beni ikinci defa reddetmeyin." Adamın anlamadığını fark edince ekledi. “Anımsarsanız bir akşam benim yemek davetime de gelmemiştiniz" dedi.  Gülümseyerek  “Merak etmeyin yemeklerimden zehirlenmezsiniz. Meraklı bakışlara da gidişinizi duyururuz" dedi. Doğan için dedikleri o kadar önemli değildi, yüzüne gülümsemişti ya o yeterliydi.
      “Sadece bir yemek ama" dedi. Onlar içeri girmenin pazarlığını sokak ortasında yaparlarken cadde ağzında bir beyaz araba durmuş alacakaranlıkta onları seyrediyordu. Sürücü   "Yine aynı şeyi yapıyorsun Doğan" dedi mırıltılı bir sesle. “Yıllar önce karımı elimden almaya çalışmıştın şimdi de bu kızı almaya çalışıyorsun." Sokak ortasında konuşan iki kişi içeriye yönelince arabasının camını kapattı. Sinirli hareketlerle kontağı açtı, güçlü motoruna direnemeyen araç hızla fırladı yerinden.
       Akşam bir garip geçmişti. Yiyecek yemek yoktu evde."Benim mutfakla pek aram yoktur" dedi genç kız durumu açıklayabilmek için.  "Haftada bir yardımcı geliyor" diye ekledi. Yemekten vazgeçtiler. Çay ve çayın yanındaki aperatiflerle bir şeyler atıştırmış oldular. Bir zaman sonra izin isteyip kalktı. Bu kere kız "biraz daha kal" falan da demedi.

      Dönüş için arabaya bindiğinde dayak yemişliğinin verdiği acıları bir kere daha hissetti. Arabasının o yumuşak koltuğunda bile oturmakta zorlanıyordu. Bir ara annesine verdiği söz aklına geldi. "Keşke kızı bu hafta sonu davet etseydim diye hayıflandı. Ama bu keşke geç kalmış bir keşkeydi. Bütün olan bitenlere rağmen günü iyi geçmişti. Tahmin ettiği gibi annesinden beklediği soru geldi, beyaz yalanlardan birini söyledi.
      “Tamam ama bu hafta değil önümüzdeki hafta sonu geliyor" dedi. Bu sözü verirken kafasından geçen "gelecek hafta sonuna kadar nasıl olsa söylerim" düşüncesiydi. Annesi yüzünde gözünde olan morlukları görüp de çok soru sormaması için erkenden yattı.
      Eğer Doğan erkenden yatmayıp biraz televizyon izlemiş olsaydı gece haberlerinde İlçede olanların verildiğini öğrenecekti. Haber kaynağı olarak Kamil Aksu adının geçtiğini bilecekti. Televizyonu izleseydi bile "Haber" gazetesinin büyük patronu Lütfü Yurttaş’ın  gece haberlerini izlerken keyifle gülümsediğini ve "Haber bulamıyorsan sen yarat" diye mırıldandığını bilmeyecekti.
Başlık: Anchilea - Bölüm Yirmidokuz
Gönderen: azizhayri - 29 Aralık 2015, 12:27:11
                 B Ö L Ü M    Y İ R M İ  D O K U Z

        Cumartesi günü ilçede konuşulan tek konu linç denemesiydi. Evlerde işyerlerinde, kahvehanelerde birahanelerde hep bu konu konuşuluyordu. Kimi “Ben de aralarındaydım en az beş bin kişi vardık" derken kimi de daha alçak gönüllü konuşuyordu
      “Tesadüfen oradan geçiyordum bir kaç yüz kişi kadar toplanmışlardı" diyordu. Bir ara
      “Askerlerin ateş açmasıyla şu kadar kişi ölmüş" gibisinden şeyler de söylenmişti ama bunları kimse ciddiye almamıştı. Kaymakam Enver Palazlı ilçenin özel televizyonunda bir açıklama yayınlama gereği duymuştu. Biraz bu konuşmanın etkisiyle biraz da suçluların yakalanmış olması insanları rahatlatmıştı. Hoş onlar için yakalananların gerçek suçlu olup olmadıkları önemli değildi. Belki de toplumun bilinçaltı yaptığının bir suç olduğunu kabul etmişti. O nedenle İlçede bir durgunluk yaşanıyordu. Serkan Beyin dediği gibi "halk nice zamandır içinde biriktirdiği baskıyı dışa vurmuştu. Eh nede olsa onlar kendi dininden ve kendi milletinden değillerdi. Buharın fazlası dışarı atılmış kazan basıncı normale düşmüştü.
      Ekspres gazetesi olaya sağduyu ile yaklaşmış “Kayıp çocuklar olayının faili olarak aranan kişiler teslim oldu" diye başlık yapmıştı. Haber gazetesi ise "Sapıklar Yakalandı" diye başlık atmıştı. Başlığın üzerindeyse "Türk polisinin elinden bir şey kurtulamaz" diyordu. Turanın kalfası Kamil üst üste birkaç gün Ulusal televizyonlara canlı yayınlara çıkınca havasından yanına varılmaz olmuştu.
      Son gelişmelere en çok sevinen ise gizli patron büyük ortak Lütfü Yurttaştı. Gazetesinin satışları neredeyse ikiye katlamıştı. Yeni aboneler kaydediyorlardı. Reklam verenlerde artmıştı. Üstelik bütün bu gelişmeler kendi hesaplarının ötesinde oluyordu. Olay yargıya intikal ettiği için daha fazla yazamazlardı. Bir kaç gün ön sayfada vermeye devam ederler sonra iç sayfalara kaydırırlardı bu konudaki haberleri.

      Doğan cumartesi günü ilk iş olarak annesinin çağrısını iletti Yüksele. Kafasında kuşku kırıntıları olsa da kahvaltı daveti kabul edilince belli etmemeye çalışıyordu ama yüzü gülücükler saçıyordu. Akşamüzeri tekrar anımsatınca “O zaman sabah beni siz alırsınız" demişti Yüksel.
      Pazar sabahı çok iyi bir kahvaltı sofrası bekliyordu onları. Doğanın annesi gelin adayını çok güzel buldu. Oğlunun yıllar önce tanıdığı ve sevdiğini tahmin ettiği kızı -Necla'yı- hiç görmemişti. Bir kere çok merak ettiğinden çalıştığı hastaneye bir mazeret bulup gitmek nasip olabilmişti. O günde sadece uzaktan görebilmişti. Eğer yakından tanıma fırsatı bulabilseydi Yüksel’in rahmetli Necla’ya çok benzediğini söylerdi oğluna.
      Kahvaltı esnasında ne kayıp çocuklardan nede Amerikalılardan söz açılmadı. Her anne gibi Emine Hanım da çocuklarını hep övdü. Özellikle de en küçüklerini. Doğan’ını. O sabah öğrenmişti Yüksel Hanım beraber çalıştığı arkadaşının lisans üstü eğitim gördüğünü. Bu bir sevgili olarak yaklaştığı erkek arkadaşı hakkında öğrendiği ilk özel bilgiydi. Bir kaç gün sonra ise Doğan hakkında öğrendiklerine daha çok şaşıracaktı. Anlattıklarıyla ise Doğanı şaşırtacaktı.

      Hafta başında yani pazartesi günü çalışmaya başlamak zor gelmişti Doğan’a. Çırçır atölyesi işlenecek pamuk geldikçe ve makinelerin açılmasına değecek kadar çoğalınca çalıştırılıyordu. Normal zamanlarda ise tohum ilaç gübre satışları yapılıyordu. Çalışanlar yıllık izinlerini kullanmaya başlamışlardı. Ogün İşletmede gayri resmi bir toplantı yapıldı ve izin programı kararlaştırıldı. Ardından izin dilekçeleri verildi. İlk sıraya ise Birol Bey kendi adını yazdırmıştı. İznini yaklaşan bayramla birleştirmek istiyordu. Bu nedenle izin dilekçesini hemen işleme koydurttu.
      Mevsim, ilkbaharın tüm özelliklerini gösteriyordu. Tarlasını sürüp kirizma yaptıranlar için bereket demek olan yağmurlar başlamıştı. Özellikle denize daha yakın olan toprak sahipleri bu yağmurları çok seviyorlardı. Çünkü yağmur suyu topraktaki tuzu derinlere süzüyordu. Toprağın çoraklığı azalıyor verimi artıyordu.
      Yağmurlu havayı seven sadece çiftçiler değildi. Kahvehane sahipleri de yağmuru çok seviyordu, birahane sahipleri de. Yağmur nedeniyle tarlaya gidemeyen çiftçi soluğu ya kahvede yada birahanede alıyordu. Bu da onların kazancı demekti. Serbest meslek erbabının yağmurla ilgisi en alt düzeydeydi. Onlar için havanın güneşli veya yağmurlu olması o kadar önemli değildi. Avukatlar, doktorlar, eczacılar ve gazeteciler için. Yalnızca bazı gazeteciler yağmurlu havalarda motosikletini güçlükle kullanıyordu. Bu yüzden araştırmalarına kendi motosikletleriyle değil de minibüsle devam etmek zorunda kalıyorlardı.

      Turan, yağan yağmurlara aldırmadan araştırmalarına devam ediyordu. Yakın demiyor uzak demiyor iz, işaret yada ipucu bulabileceği her yere gidiyordu. En son Yenikale’ye gitmiş Chevrolet sahibiyle görüşmüştü. Yaşlı adamın yanıtı olumsuzdu tabii.
      Adam zamanının en iyisi olan bu arabaları öve öve bitirememişti. Yıllar öncesinden kalma birçok Chevrolet sahibi kişi saydı. Hemen hepsi de kendi yaşıtıydı saydıklarının. Pek çoğu ebediyete intikal etmiş olan birçok isim. Arabaları ise ya satılmış yada çürümüştür diyordu. “Ben" diyerek söze başlayıp devam ettirdiği cümle unutulacak gibi değildi zaten
   “Bir daire sattım da aldım bu Sarı yılanı. Ama şimdi bedava versem pek çok kimse dönüp bakmaz bile" demişti. En son olayın belleği taze olan tanığıyla -Benzinciyle- görüşmüştü. Adam yemin billah ederek bütün bildiklerini polislere anlattığını söylemişti. Olayın geçtiği gün Tülay’la birlikte oynayan çocukları bulmuş hepsiyle konuşmuştu. Çocuklar Noel baba fikrinde ısrar ediyorlardı.
      Araştırmalarının bir kısır döngüde dönüp durduğuna inandığı bir gün masasında oturmuş düşünüyordu. Az önce Yakup usta kızmış söylenmişti. Kurt gazeteciye hak vermiyor da değildi hani. Bu işin peşine düştüğünden beri gerçek görevlerini unutmuştu. Spor karşılaşmalarına bile gidemez, ilçe futbol takımının üçüncü kümedeki maçlarını izleyemez olmuştu. Gazetedeki kendi adıyla çıkan yazıları ustası yazıyordu. Masasında oturup elindeki kalemi parmakları arasında çevirdiği bir gün
      “Sen elindeki kalemle oyna ben bu yaşımla makinelerin arasında boğuşayım" demişti. Yazıhaneyi matbaa bölümünden ayıran camekan sesi kesiyor olsa bile Yakup ustanın mimikleri ne demek istediğini gayet iyi anlatıyordu. Turan yerinden doğrulup kafasını içeriye doğru uzatıp
      “Anlamadım usta "deyince sunturlu bir argo kelime gelmişti. "Kazma"  Uzun zamandan beridir ilk kez ustası küfürle hitap ediyordu Turan’a. Yıllar önce öğrenciyken çok duyardı benzer sözleri. Öyle ciddiye alınacak küfürler yada argolar değildi ama yine argoydu, küfürdü. Yakup usta eğer kızdıysa "Eşek" derdi. "Eşşoğlu eşşek" derdi daha da kızdıysa. Lugatı iki kelimeyle sınırlı değildi tabii. Günün modası olan kelimeleri iyi yakalıyordu. Şimdileri "Kazma" kelimesine iyi alışmıştı. Turan işi şakaya vurmaya ustasının gönlünü almaya çalışıyordu.
      “Ne dediğini anlamadım usta" dedi. Yakup usta başını kaldırdı, alnında terler boncuk boncuk birikmişti.
     “Eşşoğlu eşşek diyeceğim ama babanı çok severdim." Sesinde öfke vardı
     “ -Kazma- dedim anladın mı Kazma." Bir an yaptığı işe döndü aniden aklına gelmiş gibi elindeki iki ağızlı anahtarı yere bıraktı.
“Amerikalılarla gezmekten dilini unutmuş gibisin sana harflerle kodlamalıydım. "Başladı az önce kullandığı kelimeyi kodlamaya  "Konya, Adana, Zonguldak, Manisa, Afyon." Turanın gözleri birden parladı, aradığı zihin kıvılcımı kafasında çakmıştı.
      “Ne olursun ustacığım bir daha tekrar et" dedi. Dedi ama yaşlı adamın elinde duran yağdanlık bir anda ayaklarının dibine düştü. "Bak birde dalga geçiyor yezit. Defol gözüm görmesin seni." Turan ustasını öpmemek için kendini zor tutuyordu.

      Gündelik olarak karaladığı üzerinde onlarca karalanmış figür olan beyaz kağıdı önüne çekti. Kaybolan kızların isimlerini alt alta yazdı. Emine, Kadriye, Tülay, Ayla. E.K.A.T. Anlamı olmayan bir kelimeydi. En azından Türkçe kelimelerden biri olarak bir anlam veremiyordu. Harflerin yerlerini değiştirdi. "K.A.T.E" Olmadı. Tekrar değiştirdi. "T.E.K.A" Yine olmadı. Olabilecek değişik şekildeki yazılışları denedi ama bir sonuca varamıyordu. Aklına aylar önce Müze Müdürünün söyledikleri geldi.
      “Eskiden var olan ve geçen yıllar içinde varlıklarını sürdürmeyi başarmış gizli bir örgütün yada tarikatın işine benziyor" demişti. Yerinden sevinçle doğruldu. Doğru iz üzerin de olduğunu hissediyordu. Bu fikri verdiği için ustasını öpmeye tekrar niyetlendi. Camekanın arkasında makineyle yaptığı karşılaşmayı hala bitirememiş ustasına baktı. Savurduğu argolar, küfürler duyuluyordu. Öpmek eyleminden yine vazgeçti
      “Usta ben kütüphaneye gidebilir miyim?" dedi. Sesi korkusunu yansıtıyordu. Yakup usta sesin geldiği yöne baktı. Yazıhanede oturan kalfasının söylediğini anlamamıştı. Elindeki anahtarı yere bıraktı. Yağlı ellerini üstüpüye silerek içeri yazıhaneye girdi
      “Hangi cehenneme gideceksen git" dedi. ”Zaten sabahtan beri bir b.ka yaramıyorsun bari gözümün önünde durma da beni sinirlendirme" kapıyı göstererek sözlerini tamamladı. Turan şaka yapılacak durum olmadığını anlamıştı.

      Beş dakika sonrasında ilçenin tek kütüphanesindeydi. Ödevlerini hazırlamak için gelmiş birçok öğrencinin arasında tek yetişkin olarak kendisi vardı. Kendisi öğrencilik yıllarından beridir kütüphaneye sıkça gidip geldiği için durumunu yadırgamıyordu. Zaten kütüphane görevlileri de kendisini iyi tanıyorlardı.
      Ne aradığını tam olarak bilmediği için "hangi konuyu araştırıyorsunuz" sorusuna tam olarak yanıt verememişti. Bu yüzden "030 Genel Ansiklopedik" raflarına yakın bir masaya oturmuştu. Kayıp çocukların baş harfleriyle oluşturabildiği dört harfli bütün kelimeleri tarıyordu.
      Bir saatten daha fazla bir süre raflardaki ansiklopedileri taradı. En yeni Laourusse'lardan yıllar öncesine ait ansiklopedilere kadar bütün ciltler elinden geçmişti. Sonuç ise olumsuzdu. Düşündüğü yada olabilir diyebileceği bir sözcük bulamamıştı. Konak yavrusundan bozma kütüphane binasının okuma salonunu dolduran lise ve ortaokullu öğrenciler kendi çalışmalarını bırakmış gazeteciyi izliyorlardı. Bir şey bulamamanın sıkıntısıyla dışarı bahçeye çıktı.
      İlçenin en zengin ve köklü ailelerinden birinin Kütüphane olması koşuluyla bağışladığı iki katlı yüksek tavanlı kocaman köşkün çok güzel bir bahçesi vardı. Sokağa bakan bölümü yüksek duvarla çevrildiği için dışarıdan yalnızca ağaçların üst dalları görülebiliyordu. Binanın içinden geçilebilen bahçedeki bankların birine oturdu Turan. Bir yerlerde yanlış yapıyor olmalıydı. Eksik olan bir nokta vardı, var olmalıydı. Yoksa bir yöntem hatası işliyor demekti ki bu işi daha da çıkmaza sokacak demekti. Bu nedenle oturduğu çam ağaçlarının altında her şeyi en başından toparlamaya, düşüncelerini düzene sokmaya çalışıyordu.
      "Ben böyle bir işe kalkışacak olsaydım sırasıyla yapardım" diye düşündü. O zaman ilk çocuk Polat köylü Emine den daha önce bir çocuğun kaybolduğunu duymuş olduğu aklına geldi. Uzun süren bir düşünme sürecinden sonra kızın adının Halime olduğunu anımsadı. Eksik parçayı bulmuş olabilirdi. Kapının girişinde ki memurun şaşkın bakışlarına aldırmadan içeri girdi. İlk açtığı ciltteki sayfaların arasında aradığını bulmuştu.

      "Hekate ; cehennem ve büyü tanrıçası." Okumaya devam etti.  "Ay Dolun halindeyken mezarlıklarda, ıssız yollarda dolaşan ürkünç Tanrı. Zeus'un Tanrıça Demeter’den olan kızı. Turan neredeyse Arşimet gibi "buldum, buldum" diye bağıracaktı. Okudukları yakılan, külleşen hayvanları açıklıyordu. Dayısının köpeği Lindayı, Mehmet çavuşun bulduğu daha sonra domuz olduğu anlaşılan kalıntıları açıklıyordu. Yerinden kalktı, salon görevlisi hanıma yaklaşıp bir şeyler söyledi. İkisi birlikte hole çıkıp her biri kitaplarla dolu olan odaların birine girdiler.
      Girdiği odadan ancak bir saat sonra çıkabilmişti. Mitolojiye, Yunan mitolojisine girdiğine pişman olmuştu. Hekate'ye ulaşabilmek, onu tanıyabilmek için Zeus’u, Demeter’i, Kybele’yi tanıması gerekiyordu. Onun girdiği odadan çıkmasını sağlayan bir saat önce neyi nerede bulması gerektiğini söyleyen memure olmuştu.
      “Turan bey artık kitapları yerine yerleştirmemiz lazım" dediğinde ortalığı ne kadar dağıttığını farketmişti.

      “Yerini tutabilecek bir kaynak var mı?"diye sorduğunda
      “Evet öyle bir kitabımız vardı ama uzun zaman önce bir üye tarafından götürülmüş olmalı" yanıtını almıştı. Kim olduğunu sorduğunda ise kadın anımsayamadığını söyledi. "Kendileriyle ilgilenmediğini, gazete olarak sorunlarına eğilmediklerini yıllardır iki personelle bütün bu işlerle boğuştuklarını" sitemkâr bir tavırla söylemişti. Turan biraz düşününce kadına hak vermek zorunda kalmıştı.  "Tamam, elimdeki işi sonlandırınca hemen bu konu ile ilgileneceğim" dedi. Yine de kitabı kimin aldığını öğrenememişti.

      Turan gazeteye döndüğünde Doğan beyi kendisini bekler bulmuştu. Sabahtan beri olan biteni, zamanını nerede geçirdiğini söyledi. Ustası hala kendisine kızıyordu ama bıraktığı şekilde değildi. Saatlerce kaldığı kütüphanede aklına gelmeyeni eksik noktayı Doğan bulmuştu.
      “Dediklerini doğru kabul edersek bu adam yada adamlar bir kurban daha alacaklar" deyince Doğan bir çığlık attı.
      “Evvet !!" “Bu nasıl oldu da benim aklıma gelmedi" dedi. Düşünüyor muydu? yoksa kendi kendine konuşuyor muydu? anlaşılmamıştı.
      “Bir Emel, bir Emine veya Esin sırada olmalı" dedi. Yakup usta yanlarına geldi. O da olayın çocukça bir oyun olmadığını yada birilerinin şaka yapmadığını düşünüyordu.  “Fanatik ve eski inançlara eski dinlere özlem duyan bir manyak var karşımızda" dedi.
      Üçü kafa kafaya verip saatlerce konuştular. Amerikalıların bu işte parmağı olup olmadığını tartıştılar. Eğer eskiye bir özlem bir takıntı varsa bunun bu topraklarda doğan birinin torunu tarafından olabilmesi mümkündü. Ama Doğan Yakup ustanın bu fikrini hoş karşılamadı. Tanıyorum o çocuklar olamaz diyordu. Bu konudaki son sözü ise  "Eğer bu iki yabancı bu işi yaptılarsa yeni kurban diye bir şey olmayacaktır. Ama onlar içerideyken tekrarlanırsa o iki gencin masum olduğu anlaşılır" dedi. Yakup usta coştu.
      “Ulan" diye söze başladı. “Sen bu olayı çözersen romanını yazmayı da hak etmişsin demektir dedi ve ekledi “Eğer yazarsan da ben bastıracağım" “Eğer yazarsan Bu konu ötekiler gibi hayal ürünü de olmaz" diye sözlerini tamamladı. Böylelikle Doğan, yıllar öncesinden anımsadığı sümüklü çocuğun bir yazar adayı olduğunu da öğrenmişti.

      İşi şansa bırakamazlardı. Eğer bir tarikattan söz ediliyorsa yeni kurbanlarda söz konusu demekti. Yeni kurbanın kim ya da kim olabileceği konusunda fikir yürütüyorlardı. Kim olabileceği aşağı yukarı belliydi. Altı yaşlarında bir kız çocuğu. Adı "E" harfi ile başlayan biri, dolunay gecelerinin kurban adayı. Daha zamanları vardı dolunaya kadar. Sistemli bir şekilde çalışırlarsa belki de kurban adaylarını tespit edebilirler velilerini uyarabilirlerdi. Düşüncelere daldıklarından zamanı unutmuşlardı. Artık konu Yakup ustanın da ilgisini çeker olmuştu. Vaktin geç olduğunu söyleyip ayrılmaya niyetlendiklerinde Yakup usta
     “Gelişmelerden benimde haberim olsun" demişti
      Doğan ve Turan gazeteden birlikte çıktıklarında gündüzün çoktan geceye döndüğünü anlamışlardı. Doğan Turan'a   
   "Yanlış anlamazsan senden bir şey rica edeceğim" dedi. Turanın  "Estağfurullah ne demek" demesinden sonra söylemek istediklerini ekledi.
     “Sen gazetecisin diye daha rahat hareket edersin. Bir araştır bakalım bu kaybolan çocukların ortak özellikleri neler. Aynı yerde mi yada aynı tarihte mi doğmuşlar." Bir an düşündü “Bir ara komşu olmuşlar mı? Yani bu çocukları bulanların izlediği metot ne onu öğrenebilirsek daha rahat hareket ederiz" dedi. "Yerine düşünmek" Evet Turan doğru söylüyordu, katil yada katillerin yerine düşünmeye çalışıyorlardı. Doğan çocukların doğum tarihlerinin aynı olabileceğini umut ediyordu. Madem bu adamların takıntıları "eski Yunan" üzerineydi o zaman "Astroloji" ilgilerini çekiyor olmalıydı. Eğer doğum tarihlerinin yada burçlarının aynı olduğunu öğrenirlerse arayacakları kurban adayları listesi bir hayli kısalmış olacaktı.

      Günler acımasızca geçiyordu. Halikarnas Balıkçısının dediği gibi "Zaman Tanrısı Kronos her şeyi yiyip yutuyordu". Turan, ulaşabildiği bütün polis kayıtlarını incelemiş kayıp çocuklarla ortak sayılabilecek yön bulamamıştı. Ne doğum tarihleri ne de burçları aynı değildi. Aileler bir zamanlar bir yerlerde komşu falanda olmamıştı. Hatta en son kaybolan çocuk Tülay ağustos doğumluydu. Ortak yönleri sadece altı yaşında ve kız çocuğu olmalarıydı.
      Araştırması sırasında Turanın eline geçen eski bir kitap çocukluğu üç devreye ayırmıştı. Birinci devre bebeklik devresiydi. Doğumdan süt dişleri çıkasıya kadar geçen süreydi. Bu devre ortalama iki buçuk yılı buluyordu. İkinci devre ise süt dişlerinin dökülüp yerine kalıcı dişlerin çıkasıya kadar süren devreydi. Bu devre ise yaklaşık altı yaşına kadar sürüyordu. En son devre ise kalıcı dişlerin çıkmasından ergenliğe kadar geçen devreydi.
      Turanın okuduğu kitaba kalırsa ikinci devre ile üçüncü devre arasında değişen sadece dişler değildi. Eski sayılabilecek kitap, "Bu konuda kesin yargıya varılmış olmamakla birlikte araştırmalar sürüyor" diyordu. O zaman bu adamların inançları bu yönde olmalıydı bir şey bildiklerinden falan değil. Yoksa niçin bu bebelerin peşine düşüyor olabilirlerdi ki.
      Doğan ve Turan defalarca tartışmışlardı "bildiklerimizi polisle paylaşalım mı" diye. Turan, olmaz diyordu. "Eğer polis bilirse diğerleri de bilirler" mantığını güdüyordu. Doğan "Diğerleri kim" diye sorduğunda ise "Haber Gazetesi" demişti. "Bu olay benim meslek kariyerimde bir dönüm noktası olacak" diyordu.

      Günler geçiyordu. Geçiyordu geçmesine de Doğan içinde Besim içinde iyi olmuyordu. Her ikisi de -bakan herkesin rahatlıkla anlayabileceği- açık bir rekabetin içersine girmişlerdi. Konuşulan, yarışılan duygular sevgi miydi? Aşk mıydı? Yoksa kıskançlık mıydı.? Herhalde Doğan da Besim de bunu farkedecek durumda değillerdi. Etraflarına ise daha çok "sahiplenme" duygusu olarak yansıyordu. En çokta Yüksel böyle anlıyordu. Besimi severdi, sayardı ama bu sevgi ve saygı Onun kendisine gösterdiği ilgi ve yaklaşımın yanıtı niteliğindeydi daha çok. Doğanı ise çekici ve uyumlu buluyordu. Her ikisinin ortak noktaları ise takıldıkları kişinin geçmişlerinde bir numara olan kıza benziyor olmasıydı. Bu yüzden Yüksel Pekcan yaptıkları tercihin çok isabetli olduğunu ve bir o kadar da yanlış olduğunu düşünüyordu. En kötüsü ise dertleşebileceği derdini anlatabileceği kimselerin olmayışıydı. Arkadaş ve dostları o kadar uzaktaydı ki.
 
     Şubatın son gününü yaşıyorlardı. Bir gün sonrası ise mart ayıydı. Mart ayı bahar ayı kabul edilse de havaya ve suya cemre düşse de kış gitmemekte inatla direniyordu. Kim bilir cemre kardeşlerin üçüncüsünün havaya düşmesini bekliyordu belki de. Muhasebe odasında Besim hiç ilgisi yokken
      “Yüksel Hanım bu akşam sizi yemeğe götürebilir miyim?" dedi. Yanıt hemen çekincesizce geldi.
      “Kusura bakmayın ama mümkün değil." Besim ısrarcıydı.
      “Hemen yanıt vermeyin. Tuzadası yolunda güzel bir kebapçı açıldığını duymuştum" dedi. Genç kız işine bakıyor görünüyordu. Uzun sayılabilecek sessizlikten sonra
        “Hadi akşam yemeğinden vazgeçelim. Bari öğle yemeği için bana söz verin" dedi. Yüksel, bakışlarını masasındaki dosyadan kaldırdı. Karşısındaki adamın yıllar öncesinden tanıdığı o gülümsemeyle karşısındaki adama baktı.
      “Zaten birlikte yemiyor muyuz?" dedi. Besimde ise ciddiyet devam ediyordu.
      “Bu defa itiraz kabul etmiyorum. Madem akşam yemeği için bana güvenmiyorsunuz o halde öyle yemeği isteğimi kırmayın." Sözlerinin bundan sonrası ise tamamen bir emrivakidi.
      “Öğlen saat tam on ikide gelir sizi alırım" dedi. Önerisi reddedilebilir diyerek olmalı ki genç kızın bir yanıt vermesine vakit bırakmadan odadan dışarı çıktı.
      Yüksel, ne yapmasını gerektiğini bilemez durumda arkasından bakakaldı. Besim dışarı çıkınca elindeki işi bıraktı. Beklediği gerçekleşiyordu. Allah biliyor ya yemek davetinin bugün olacağını Besim söze ilk başladığında anlamıştı. Belirtiler sabah işletmeye ilk geldiklerinde görülmeye başlamıştı. Besim -genç kız onu tanıdığından beri- şık giyiniyordu ama bu sabah daha bir şık gelmişti. Masasının üzerindeki meneviş rengindeki tek güllük vazoya çok güzel bir gül getirmişti. Yemekte olabilecekleri de tahmin edebiliyordu.  "Hadi hayırlısı" deyip yaptığı işe döndü.

      Restorantnın kapısına yanaşan beyaz opel otomobili görünce garsonlar kapıda karşılamıştı kendilerini. Hele içinde şık giyimli bir bayan ve bay inince şef garson bile gelmişti kapıya. Hoş o şekilde değil de daha sıradan bir giysi ve otomobille gelmiş olsalardı bile garsonlar benzer tepkiyi gösterirlerdi. Ne de olsa Besim Kalden İlçenin zengin ve köklü ailelerinden birinin oğluydu ve herkes tarafından seviliyor ve sayılıyordu. Yine herkes bilirdi ki Besim Kalden'in çalışmaya ihtiyacı yoktu. Serpil gölü kıyısındaki çiftlik ve dekarlarca arazi bile O'na ömrü boyunca yeterdi.
   İncecik porselen tabaklar, tertemiz masa, lezzetli yemekler ve kusursuz servis geceyi muhteşem hale getirmişti. Yine de masada oturan Besim’in konuya nasıl gireceğini bilmediği alnındaki terden belli oluyordu. Bir kaç defa niyetlendi. Karşı taraftan destekleyici bir söz bir davranış gelmeyince konuyu başka yerlere çekmişti. Dakikalar ilerliyor tabaklardaki yemekler yenilip yutuluyordu. Zaman ilerledikçe Besimin alnındaki terler çoğalıyordu. Olayı sezen Yüksel’se gereksiz konuları açıyor karşısındaki genç adama fırsat vermiyordu. Bunu o kadar ustalıkla ve masumane bir şekilde yapıyordu ki adam Onun sözünü kesmeye kıyamıyordu.
      Yemekleri bitmiş kahvelerini içerlerken Yüksel konuşuyordu ama Besim dışarı bakıyordu. Konuşmasını bağlayıp Daldınız Besim Bey" deyince aldığı yanıt damdan düşer gibi olmuştu.
   “Benimle evlenir misiniz" dedi adam pat diye. Yükselse söylediğine söyleyeceğine pişman olmuştu. Besim günlerdir kafasındaki soruyu dile getirdikten sonra derin bir "Ohh" çekmişti. Sırtından yük kalkmış gibi rahatlamış vereceği yanıtın stresi Yükseli sarmıştı.
      Saniyeler dakikalara dönüştükçe Besimin beklediği yanıt gelmiyordu. Sorusunu bitirdikten sonra genç kızın boynuna sarılıp sevinç gözyaşları için de;  “Evet, evet, binlerce kere evet" demesini bekliyordu. Süre uzadıkça beklediği sevinç sesleri gelmiyordu. Bir dakika sonrasında ise sevinçten vazgeçmiş sadece bir "evet" e razı hale gelmişti. Dakika üzerine saniyeler eklenmeye devam ediyordu. Besim suskunluğun "Düşünmem için bana izin verir misiniz" le bitmesine bile hazırlamıştı kendisini. Ve özlemle beklediği o dudaklar hafifçe aralandı. Besimin daha sonra "hiç başlamasaydı keşke" diyeceği kelimeler o dudaklardan dökülmeye başlamıştı
      “Kusura bakmayın" diye başlayınca devamını duymasına gerek bile yoktu ama yine de kibarlık gereği dinlemek zorundaydı. Dinledi de.
      “Siz çok iyi birisiniz ama..." diyerek başladı ve "Yanıtım hayır olacak" diye bitmişti. Besimin söyleyecek sözü kalmamıştı.
      “Yoksa başka biri mi?" diyecek oldu ama aldığı yanıt çok sertti. “Size olan saygı mı yitirmek istemiyorum. Lütfen beni İşletmeye bırakır mısınız?" Sonrasında ne restoran ta nede yolda aralarında konuşma geçmedi.

   Müdür vekili olan Ahmet beyin şiddetli muhalefetine rağmen Besim yıllık izne ayrıldı. Hem de o gün, öğleden sonra hemen. Ahmet Bey vekaleten de olsa geçtiği makamın havasında bilgiççe “Bir iki gün bekleyin Birol Bey dönecek" demişti ama Besim isteğinde ısrarlıydı.  “Eğer siz izin vermezseniz bende rapor almak zorunda kalacağım" deyince izin formunu doldurdu ve imzaladı. Biliyordu ki karşısındaki zengin adamın iyi bir çevresi vardı ve istediği zaman istediği kadar rapor alabilirdi."Erkeklik bende kalsın" mantığıyla formu imzaladı. Besim bey hiç beklemediği çok büyük hayal kırıklığına uğramıştı. Çalışma arkadaşlarıyla doğru dürüst vedalaşmadan ayrıldı Fabrikadan. Kapıda Bekçi Cavit dayı
      “Hayırdır Besim Bey demin geldiniz, şimdi gidiyorsunuz" deyince “Bana hayır denilen yerde kalmak istemem. Aldığım - Hayır- yanıtını içime sindirmem gerekiyor" demişti. Bu söz Cavit dayı tarafından İşletmeye yayılınca Besimin Yüksel hanıma evlenme teklif ettiği" anlaşılmıştı. Besim ayrıldıktan çok sonra ise Rıza baba Doğana “Hadi evlat meydan sana kaldı" demişti. Ama “Dikkatli ol benzer sözleri sende duyabilirsin" demeyi de unutmamıştı.
Başlık: Anchilea -Bölüm Yirmidokuz
Gönderen: azizhayri - 30 Aralık 2015, 08:02:59
B Ö L Ü M   O T U Z

      Turan, gazetedeki işlerini iyice boşlamıştı, varsa yoksa Mitolojiydi, Hekate'ydi onun için. Üstelik yalnızca Hekate'de değildi. Konunun üzerine düştükçe kelime dağarcığı zenginleşmişti. Empusa’yı, Mormo’yu ve Lamia’yı öğrenmişti. Uzak zamanlardan kalma isimler günlerini dolduruyordu. Kah kütüphanede kah müzelerde, harabelerde vaktinin çoğunu geçirir olmuştu. Vespası yağmurda olsa soğukta olsa onu her yere taşıyordu. Gazeteye ise ancak akşamları dönebiliyordu. Yakup ustada elemanının durumunu biliyor ona hak veriyordu. Yine de çoğu kere oklarını ona yöneltmeden duramıyordu. En son uyardığında
      “Usta bana ayın onbeşine kadar izin ver, son "E" nin kim olduğunu bulmaya çalışayım. Eğer başarırsam diğerleri olmasa bile bir çocuğun yaşamını kurtarmış oluruz. Hem bu "Ekspres" içinde iyi reklam olur değil mi?" demişti. Ustasının gülümseyen yüzünü görünce
     “Üstelik, eğer yazabilirsem romanımı sana ithaf edeceğim" diye eklemişti.

      Polisin durumu da pek farklı değildi. Bir çok zanlı yakalamışlardı, özelliklede iki Amerikalıyı. Bütün öykü onların üzerine yıkılıyor gibiydi ve bütün kanıtların aleyhinde olduğu bir zamanda onları serbest bırakamazdı. Bu neden tutuklamıştı onları hem de linç edilme pahasına. "Ya biri kasıtlı olarak iki genci suçlamaya kalkışıyorsa" kuşkusu kafasının içindeydi. Daha da kötüsü ya olaylar bir kere daha yinelenirse korkusuydu. Teyakkuzda beklemekten başka yapabilecekleri bir şey yoktu, sadece bekliyorlardı.

      “Bayram yaklaşıyor, düğünler başlar yakında, gelsin davetiyeler" Yaşlı adam eğildiği makineden kafasını hafifçe kaldırdı. Karşısındaki gence gözlüklerinin üzerinden baktı.
      “Oooo İşyerimiz için ne saadet, ne mutluluk... Beyimiz bizleri ziyarete gelmiş olmalı dedi.
      “Yapma be usta sende diğerleri gibi kaytardığımı düşünmüyorsun değil mi?" derken elleriyle öteki makinelerde çalışan arkadaşlarını gösteriyordu. Yakup usta alaycılığını daha da belli ederek
      “Bakın hele Meğer arkadaşınızın onuru da varmış" dedi. Sözlerin hedefi Turan olsa da söyleniş doğrudan Turanın arkadaşlarınaydı. Atölyedeki üç kişi elindeki işlerini bırakmış Yakup ustanın yanına gelmişti. Turan üzerindeki montu çıkardı. Kaçışın olmadığını anlamıştı.
      “Emrinizdeyim Lordum" dedi referans yaparak. Az sonra Turan üzerinde mavi önlüğü elinde iki ağız anahtarlar makinelerin ayarlarıyla uğraşıyordu. Yakup ustanın mutluluğu fazla uzun sürmedi. Turan öğleden sonra gelmişti matbaaya. Akşam üzeri olduğunda ise kapıda bej rengi araba parketti.
      “Geç bile kaldın" dedi sinirli bir şekilde. İşlerin sıkışık olduğu bu bayram öncesinde yardıma gerçekten ihtiyaç vardı. Doğan içeri girip selamını verdiğinde Turan’ı göremedi. Kapıda motosikletini gördüğü için yadırgadı. Çünkü ne Doğan nede bir başkası Turan ve Vespayı ayrı olarak düşünemezdi. Kısa bir hal hatır sormadan sonra genç gazeteciyi sordu. Yanıt içeriye atölyenin dip tarafını gösteren bir el olmuştu. Turan elin uzandığı yerdeki eski tezgahta uğraşıyordu. Yakup usta ile göz göze geldiklerinde yaşlı adamın ne demek istediğini anlamıştı. Yine de adam ne olur ne olmaz gibisine
        "Bayram üzeri işlerimiz biraz sıkışıkta" açıklamasında bulunmuştu. Doğana da   "Zaten bende geçerken uğramıştım. Siz sadece aradığımı söylersiniz" demek düşmüştü.

      O akşam uzun süre dolaştı Doğan. Akşamın karanlığıyla birlikte başlayan soğuğa aldırmıyordu. Bir ara açık olan pidecilerin birine girip akşam yemeğini de yemişti. Pidecinin yakınındaki birahanenin kapısından döndü. Ne kadar karşı koymaya çalışsa da ayakları Cephane sokağına doğru gidiyordu.
      Bir zaman kendinle mücadele etti gitmemek için. Son günlerde o kadar çok gitmişti ki o yöne, meraklı birinin dikkatini çekebilirdi. Mahalleden birisi, "Kardeşim sen buralarda ne arıyorsun" diyebilirdi. Daha kötüsü Yüksel hanımla yüz yüze gelebilirdi. Sonunda mantığının tüm itirazları sonuçsuz kalmıştı. Cephane sokağına gitmek isteyen ayaklarını dinlemek zorunda kalmıştı. Sokağın karşısındaki büfenin önünde mantığı bir kere daha sözünü geçirmişti ayaklarına.
      “Ne yapıyorum ben" dedi kendi kendine. Eğer duydukları doğruysa yani Besim genç kıza evlenme teklifinde bulunmuşsa kendisinin üzerine gitmesi uygun olmazdı, ters etki bile yaratabilirdi. Kaldırımda amaçsızca dikildiği müddetçe etrafından geçip kendisine bakanları görmemişti. "Hiç olmazsa yaklaşan bayramın geçmesini bekleyeyim" dediğinde farkına vardı, enikonu kendi kendine konuşuyordu. Çevresinde O'na bakarak gülümseyenleri görünce utandı. Hızlı adımlarla arabayı bıraktığı pide salonuna doğru yürümeye başladı. Akşamını annesine ayırmaya karar vermişti.

      Yüksel’in tüm öğleden sonrası berbat olmuştu. Besimin yersiz davranışı kafasına takılmıştı. Gerçi ondanda Doğandan da bu teklifi bekliyordu ama yine de o olasılığı kafasından uzak tutmaya çalışıyor olmalıydı ki adam akıllı hayal kırıklığı yaşamıştı. Akşam eve geldiğinde de kafasının dağınıklığı devam ediyordu. Ne yediği yemekten bir şey anlamıştı nede şu an içtiği çaydan yada izlediği televizyondan. Taa en başın da hata yapmışlardı. Yanlış kişi seçmişlerdi bu görev için. Bu yanlışlığın farkına vardığın da ise yapacak bir şey yoktu.
      Belki ortada bir hata vardı ama kendisi bu hatayı düzeltmeliydi. Bundan sonra ne Besim’le nede Doğan’la samimi olmayacaktı, aradaki resmiyeti koruyacaktı. Olayın en iyi tarafı ise Besim’in onurlu davranış sayılabilecek bir davranışta bulunup yıllık iznine ayrılmasıydı. Bu da en azından bir ay rahatsız etmeyeceği anlamına gelebilirdi. Kimbilir belki de bu bir ay içinde buralardaki işi biter kendi yurduna dönerdi.
      İçindeki can sıkıntısını atabilmek için bir ara televizyonu açtı. Her gece benzerlerini izlediği programları görünce tekrar kapatmıştı. Sonra müzik dinlemeye karar vermişti. Doğanın çok merak ettiği müzik sesini açmış pek bilinmeyen türde parçalar dinliyordu. Aslında dinlemede sayılmayabilirdi. Çünkü müzik setinin üzerindeki renkli ışıklar yanıp sönüyordu ama çalınan melodileri dikkat ederseniz duyabilirdiniz. Yine de müziği tüm bedeninizde hissederdiniz. Hoş zayıf sesle duyulan seslere müzik denilebilir miydi? Sanki doğal seslerin oluşturduğu bir senfoni çalınıyordu müzik setinde. Kuşlar dalga sesleri, çırçır böcekleri ancak bu kadar ahenkli sesler çıkarıyor olabilirlerdi. Kendini dinlediklerinin kollarına bıraktı.
      Birden odanın içinde bir ses duyuldu. Genç kız daldığı büyülü ortamdan uyandı. Elinde ki cihaz yardımıyla seti kapattı. O an az önce duyulan ses tekrar duyuldu hem de biraz daha güçlü olarak. Kapı zili çalınıyordu. Yerinden doğruldu. Balkon kapısını açıp aşağıya baktı. Kapıda tanımadığı bir genç delikanlı duruyor yukarı balkona bakıp gülümsüyordu. Aşağı inip kapıyı açtığında karşısındaki genç hala gülümsüyordu.
     “İyi akşamlar. Yüksel hanımefendi mi?" diye sorduğunda gencin elinde ona doğru uzattığı paketi fark etmişti. Kocaman ve parlak kağıtlarla kaplanmış paketten gözlerini alamıyordu. Dudaklarından  "Evet benim" kelimeleri zorla dökülmüştü.
      “Buyrun bu paket size" deyip tek eliyle uzattığında içindekinin hafifliği konusunda haklı olduğunu düşünüyordu. Dikkatini paketten getirene döndürmüştü ki delikanlının motosiklete binip “İyi akşamlar" dilediğini gördü. Sormak istediği “içindeki nedir?  yada kim gönderdi?" sorularını sormaya fırsat bulamadan delikanlı ana caddeye çıkmıştı bile.
      Çocuğa soramadığı soruları masanın üzerine koyduğu paketin karşısında kendi kendine soruyordu. "Kim gönderdi acaba?" içindekinin ne olabileceğinden ziyade kimin gönderdiği sorusu daha çok zihnini meşgul ediyordu. Böyle cicili bicili kağıtlara sarılıp üzerinde kocaman fiyonk olan paketin içinde güzel şeylerin olacağını düşünüyor olmalıydı.
      Aklına Besim geldi, gündüz olanlardan dolayı özür dilemeye mi çalışıyordu acaba. Bir zaman düşündükten sonra niyetinin ciddi olduğunu göstermek için, aradaki bağları koparmamak için bu armağanı göndermiş olmalıydı. Eğildi masanın üzerini işgal etmiş gibi duran kocaman paketin sağına soluna baktı, bir not, gönderenin kartvizitini aradı. Bulamadı. Kısa bir tereddütten sonra elini paketin kendi kadar renkli fiyonguna uzattı.
      Elini atar atmaz fiyonk çözülmüştü. Bir taraftan yalnızca fiyonga güvenmeden bantlarla tutturulmuş olan parlak renkli kağıtları açmaya diğer yandan da kafasının içinde biçim değiştiren soruyu yanıtlamaya çalışıyordu. "Acaba içinde ne vardı." Parlak kağıtları yırtar gibi açtı, altta kalın mukavvadan koli göründü. Kolinin kapaklarını aralayınca bir zamandır duyumsayıp önemsemediği koku iyice kendini hissettirmeye başlamıştı. Ağır ve kötü bir kokuydu. Kapakları tam olarak açtığında ise burnunu tutma gereği duyacak kadar ağırlaşmıştı koku. Evet, tam olarak tanımlayamıyordu ama iğrenç ve dayanılmaz bir koku olduğunu biliyordu artık.
      Kolinin içindekinin ne olduğunu anlamak için başını uzattı. Masanın üzerinde neredeyse göğsü hizasında olan kutunun içindekileri görmek için parmaklarının üzerinde yükseldi. Kutuyu açtığından beri bünyesini altüst eden koku dayanılmaz hal almıştı. Öğürtüler sanki olacakların haberci siydiler. Kutunun içindekileri görünce eli refleksle ağzına gitti. Öğürtüler kusmaya dönmüştü. Artık içinden gelenleri tutamıyordu, lavaboya zor yetişti.

        Gece ilerlememişti henüz. Eve geldiğinden beridir sakin bir akşam yaşıyordu Doğan. Akşam yemeğini annesiyle birlikte yemişti, sonra Emine Hanım ta rahmetli babasının sağlığından beri yaptığı gibi eline şişlerini almış bir köşeye çekilmişti. Hep bir şeyler bulurdu örecek, bir kazak yada bir yelek. Babası için, kardeşleri için kendi için defalarca çalışmıştı o parmaklar. Bir ara "şimdi ne örüyorsun" dediğinde "torunuma süveter" demişti annesi başını hiç kaldırmadan. Annesi şişleri çalıştırdıkça Doğan elindeki uzaktan kumandanın tuşlarına basıp duruyordu.
      “Gelinimle aran nasıl" demeyi düşündü yaşlı kadın bir ara. Elleri şişlerde mihaniki hareketlerle gidip geliyordu. Elleri gibi zihnide boş durmuyordu kadının. Yıllar önce oğlunun çektiği acıları bildiği için üzerine varmak istemiyordu. Yine uzun yıllardan beridir gurbette gezen oğlunun mürüvvetini görmek son arzusuydu.
      “Doğanım dönsene az önceki Türk filmine" deyince Doğan annesinin varlığını anımsadı. Televizyonda beliren tanıdık yüzlere boş boş bakmaya devam ediyordu. Telefon çalınca Emine Kadın "hayırdır inşallah" diyerek yerinden doğruldu. Televizyon kabininin alt gözünde duran eski model telefonun ahizesini kaldırdı ve kısa bir görüşmeden sonra telefonu oğluna uzattı. Yaşlı kadın, uzaktan kumandayı kullanmasını hala öğrenememişti. Az önce istediği sinema yıldızlarının konuşmaları şimdi oğlunun kiminle konuş tuğunu anlamasına engel oluyordu. Oturduğu yerden sorduğu
      “O kız kimdi oğlum sorusuna bir yanıt alamamıştı. Bu kez alışkanlığını bırakıp sorduğu soruyu ikiledi. Telefonu yerine bırakan Doğan annesinin yanına varıp yanaklarını öperken yanıtladı sorusunu
      “Yüksel hanımdı anne" dedi. Belli etmemeğe çalışsa da telaşı ele veriyordu kendini. Dışarı hole astığı montunu giyerken “Gitmem gerekiyor" demişti. Başı dertte olmalı Yaşlı kadın ne olup bittiğini anlamamıştı.
      “Ne gitmesi, ne derdi" dediğinde dış kapının çarpma sesini duyulmuştu. Emine hanım yıllardır olduğu gibi evde yalnız kalmıştı. Yine de telefonu açtığında evlerine kadar gelen kızın kendisinin hatırını sormamasına içerlemişti doğrusu.

      Boydere’den Yüksel’in evine varması çok sürmedi. Gece vakti caddeler boş olduğu için çabucak varmıştı Cephane sokağa. Zaten Boydere köyü ilçenin bir mahallesi sayılıyordu. Zili çalıp içeri merdivenlere girdiğinde kokuyu fark etmişti. İkinci kattaki daire kapısı açıldığında ise koku dayanılmaz bir hal almıştı. Kapının ağzında Doğanı bekleyen Yüksel, genç adamı görür görmez hıçkırıklara boğuldu. Elinden geldiğince kızı sakinleştirmeye çalışıyordu. Salona girdiklerinde kokunun kaynağını masanın üzerindeki koliyi görünce anlamıştı. Camları açtı, genç kızı pencere önündeki koltuğa oturttu.
      Masaya yaklaştı. Kutunun içindekileri gördüğünde her ne kadar kendini frenlemeye çalışsa da yediklerinin ağzına geldiğini hissetti. Bir kaç saniye sonra kendini iyice toparlayıp tekrar kutunun üzerine eğildi. O güzelim paketin içerisinde yanmış yakılmış kemik parçaları vardı. Üstelik uzun zamandır beklemiş olmalıydı ki bu kadar ağır kokuyordu. Birden aklına bir kaç gün önce kaybolan çocuk geldi. O yaştaki çocuktan bu kadar kemik mi kalmıştı, ürperdi.
      Dikkatli bakınca kutuda başka bir nesne olduğunu fark etti, elini uzattı. Elinde kutuya sonradan konduğu anlaşılan bir tasma geldi. Tasma eline gelince içinden bir "oh" çekti. Kemikler bir köpekten kalmış olmalıydı ama deri tasma yepyeni duruyordu. Tasmanın üzerinde küçük pirinç bir plakette adı yazıyordu hayvanın. Tasmanın süslü olmasına bakılırsa ölen sevimli küçük köpek türlerinden biri olmalıydı. "ELVİS" Zengin bir ailenin köpeği olmalıydı.
      “Tanıdık birinin köpeği miydi yoksa." Doğan, pakete ve içindekilere vermişken kendini yanına yaklaşan genç kızı fark etmemişti. Onlar paketi ve içindekileri, kimin getirdiğini konuşurlarken zilin sesi duyuldu.
      “Senin peşinden komiser beyi de aramıştım" dedi genç kız ağlamaklı sesle. Yüksel kapı çalınmadan az önce Doğanın sorduğu soruya Komiser Ali beyin şahsında yanıt veriyordu.
      “Tam olarak göremedim ama genç bir delikanlıydı, hatta çocuk bile sayılırdı" dedi. Doğan kutunun içerisinden çıkardığı tasmayı Komiserin eline verdiğinde Rüzgar Ali neredeyse kekeleyecekti.
      “Fakat bu... Bu..."Elindeki tasmayla biraz daha oynadı. Olana bitene inanamıyor gibiydi. "Kaymakam Beyin köpeğinin tasması." Koliye bir kere daha eğildi baktı.  "Elvis onun köpeğinin adıydı."
      “Kayıp mıydı peki" bu defa soruyu ev sahibi soruyordu.
      “Bilmiyorum. Daha doğrusu kaybolduğunu duymadım" dedi. Komiserin kafasından "eğer doğruysa bu Ayşegül Hanıma nasıl anlatacağım" düşüncesi vardı. Sonra kolundaki saate baktı vakit henüz geç sayılmazdı. Eli cep telefonuna gitti.

      Doğan Yükseli teselliye çalışıyordu. Sapık yada sapıklar korkusuzca hareket etmeye başlamışlardı. Kız korkmakta tamamen haklıydı. Doğansa kıza bir şeyler demesi gerektiğini biliyordu ama yanlış anlaşılırım endişesiyle elini omzuna bile koyamıyordu. Bu duygular kendisine yabancıda sayılmazdı. Yıllar önce benzerini yaşamıştı. Koca bir öğleden sonra birlikte olmuş ama samimi bir arkadaş gibi yada sevgili gibi elini tutamamıştı Necla’nın. Yüksel’de eve ilk geldiği gibi değildi, biraz sakinleşmişti. Komiserin içeriye girmesiyle rahatladı.
      “Evet, Kaymakam beyin köpeği öğleden sonra kaybolmuş dedi yan yana oturan iki gence bakarak. Dakikalarca süren sessizlikten sonra Yüksel ilk konuşan kişiydi.
      “Sizce aynı kişi yada kişiler mi?" dedi.
      “Evet" dedi Rüzgar Ali. Dahası bizlere meydan okuyor Odada olan diğer ikisi kafalarını sallamakla yetindi. Komiserle aynı kanaatteydiler. Yine sessizlik kaplamıştı odayı. Bir kaç saniye süren sessizlikten sonra Rüzgar Ali ayağa kalktı.
      “Ben izninizi almak istiyorum" dedi. Kısa bir rahatsızlık özründen sonra Komiser merdivenlerden iniyordu. Aniden aklına bir şey gelmiş gibi birden durdu.
      “Yüksel Hanım" dedi ilgisiz olmaya çalışan bir ses tonuyla "Paketi getiren kişiyi tekrar görürseniz tanıyabilir misiniz?" Genç kız Komiserin gözlerinin içine bakarak gülümsedi
      “Ne önemi var" dedi.”İşi yapan kişi kendi getirecek kadar saf değildir değil mi?" Rüzgar Ali Komiser Kolombo havasında kafasını kaşıdı.
       “Haklısınız" dedi. Merdivenlerin alt başında hala kafasını kaşıyorken "İyi akşamlar" diyerek gözden kayboldu.

      Polis ertesi gün paketi getiren kişiyi bulmuştu. Üniversiteye hazırlanan lise son sınıf öğrencisiydi. Hiç itiraz etmeden kabul etmişti. “Yaşlı bir kadın verdi" dedi Merkez karakoluna getirildiğinde karşısındaki Komisere.
      “Kızıma doğum günü için bir sürpriz hazırladım" dediğini söylemişti. Çevresindeki polislerin tüm bunaltıcı sorularına aynı yanıtı veriyordu. İki saatte çıkamamıştı karakoldan. Çocuğun ailesi ve okul çevresi kefil olunca salıverilmişti “Eğer sözlerinde yalan varsa biz nasıl olsa seni buluruz" tehdidiyle. Delikanlı kendini almaya gelen müdür yardımcısıyla dışarı çıktıktan bir zaman sonra geri dönüp öykünün eksik kalan bölümünü tamamlamayı düşündü. Anında vazgeçti. Nasıl diyebilirdi ki   "Paketi bana veren yaşlı, çirkin kadının bir ayağı metaldendi". "İnandıramazdı ne komiseri nede bir başkasını. Sırrını kendine saklayacaktı. Ya da akşam ailesinden gizli gideceği birahanede arkadaşlarına anlatacaktı.  Nefesi iğrenç kokan yürüdüğünde "Tak...Tak sesler çıkaran birine kim inanırdı ki...
Başlık: Anchilea - Bölüm Otuz Bir
Gönderen: azizhayri - 31 Aralık 2015, 13:34:33
                        B Ö L Ü M   O T U Z  B İ R

      Yüksel, etrafına bakındı, hava kararıyordu. Hükümet meydanın da iki kişiydiler; kendisi ve Turan. Meydanın tam ortasında duran ve diğerlerinden daha uzun iki direğin ışıkları iyice seçilmeye başlamıştı. Kuru soğuk kendini hissettiriyordu, genç kız ellerini birbirine sürtüp kabanının ceplerine soktu
      “Bizi buradan alacağına emin misin" dedi yanında dikilen gazeteciye. Turanda durduğu yerde durmuyordu soğuktan Ayaklarını sıkça yere vuruyordu. Eğer yanındaki uzun boylu genç kız sorsaydı "ısınmak için derdi ama gerçek neden tedirginliğiydi.
      “Kesinlikle" dedi kararlı bir sesle. “Gecikecek olursam merak etmeyin" de demişti aniden aklına gelmiş gibi. Aslında Turan’da merak ediyordu. Telefonda “Yüksel Hanımı fabrikadan al, Hükümet meydanında buluşuruz" demişti. Demişti ama telefonla görüştüklerinden beri bir saatten fazla süre geçtiği halde ortalıklarda yoktu. Bu sürenin yarım saati de meydanda Yüksel Hanımın sorularına kaçamak yanıtlar vermekle geçmişti. Dahası artık uydurabileceği mazereti de kalmamıştı.
      “Arabası arızalanmış olmalı" dedi. Genç kız gerçekten zor durumdaydı. Havanın soğukluğu bir yana sokak lambalarının aydınlattığı bir meydanda -yanında bir erkek olsa da- bir genç kızın beklemesi çevre tarafından hoş karşılanmazdı. Kendine bir iki dakika daha verdi Turan. Eğer bu iki dakika içerisinde Doğan gelmezse kızdan özür dileyecek ve Onu evine bırakacaktı. Birden bir "dıt...dıt..." sesi duyuldu. Sanki kurulmuş bir saat çalıyordu. Doğan etrafına bakındı. Ses nereden gelmiş olabilirdi. "dıt... dıt... dıt..."Evet ses tekrar duyuluyordu. Bu defa sürekli çalıyordu ve çok yakından geliyordu. Sesin sahibini uzaklarda aramasına gerek kalmamıştı.
      Ses, ilk duyulduğu anda Yüksel Hanım elini kaldırmış saatine belli belirsiz bakmıştı. İkinci kez duyulduğunda ise belirgin bir şekilde kolunu kaldırmış kolundaki saate bakmıştı. Sporcuların kullandıklarını hatırlatan bir saatti bu. Bir düğmesine basıp hızla meydanın karşısına doğru yürümeye başladı. Turan bir an genç kızın arkasından baktıktan sonra hızla meydanın karşısına doğru yürüyen kıza yetişmek için koştu. Yanına vardığında nefes nefeseydi.
      “Nereye gidiyorsunuz, ya Doğan abi gelirse" dedi. O zaman Yükselin aklına yanındaki arkadaşı gelmişti. “Kusura bakma, acil gitmem gerekiyor" dedi ve aynı hızla yürümeye devam etti. Yanı başında kendisine yetişmeye çalışan Turana baktı bir an. Genç adam bu bakışı fırsat bilip tekrar sordu.
      “Bu hızın çalan saatinizle ilgisi var mı?" deyince Yüksel belli belirsiz kafasını salladı.
      “Bir çeşit uyarı" dedi.”Sanıyorum evimde hırsız var" Turan seslerin anlamını çözmüştü.

      Cephane sokak Hükümet Meydanına fazla uzak değildi. Hele Yüksel hanımın telaşlı yürüyüşüyle üç dakikalarını almamıştı evlerine varmaları. Gidecekleri yönü öğrendikten sonra Turan, Yüksel Hanımın hemen yanında yürüyordu. Bahçe kapısını açması için yol verdi. Yükselin elindeki bir acayip nesne görmüştü. Nesnenin ne olduğunu anlayabilmesi için bir kaç saniye daha geçmesi gerekiyordu.
      Binanın ana girişini yavaşça açtı Yüksel sol eliyle. El feneri görevini gören aletin aydınlattığı karanlık koridora girdiler. Turanın tüm dikkati şimdi Yükselin elindeki nesnedeydi. Bir tabancayı andırıyordu. Daha doğrusu bilim kurgu filmlerinde kullanılan aksesuarlara benziyordu. Işığı ise bazen dağınık bazen de belli bir noktaya odaklanıyordu sanki. Fenerin ışığı söndüğünde karanlık koridorda kala kalmışlardı. Turan gözleri alışasıya kadar merdivenlerde bir kaç kere tökezlediği halde önünde yürüyen Yüksel’e yetişemiyordu.
      “Lütfen daha yavaş" dedi. Sesi düşük tondaydı ama karanlık merdiven boşluğunda yankılanınca önünde yürüyen Yükselin uyarıcı sesi duyuldu.
      “Şisshh" İkinci kattaki tek dairenin önüne geldiklerinde kapının altından sızan zayıf ışığı fark ettiler, içeride biri vardı. Genç kız kendinden umulmayacak cesarette davranışlar gösteriyordu. Başka biri olsa ya polis çağırır yada bağırıp çağırmaya başlardı. Bağırırdı ki içerideki hırsız kaçsın diye. Yüksel ise elini yavaşça cebine soktu anahtarını çıkardı. Sağ elindeki el fenerini sol eline aldı ve yavaşça kapıyı açmaya başladı. Kapı henüz beş on santim aralanmıştı ki holün ortasında dikilen kişi duyduğu sese döndü. O andan sonra Yükselin hareketleri hızlanmıştı.
   Yavaşça araladığı dış kapıyı aniden ardına kadar açtı. Elindeki nesneyi odadaki adama doğrultmasıyla ani bir ışık dalgasının adama çarpması bir oldu. Turan içeri girdiğinde ise adam holün ortasında yatıyordu.
      “Ne... Ne oldu. Adama ne yaptın" dedi Turan şaşkınlık içinde. İkisi birden odanın ortasında yatan bedene yaklaşıyorlardı.
      “Korkma sadece bayıldı" Yükselin sesinde garip bir sakinlik vardı. Yüzü üzeri baygın yatan badeni çevirdiklerinde ikisi birden çığlık atmıştı. Üç beş dakika sonra içeride buldukları kişi ayılıyordu, gözlerini zorla aralayınca başucunda duranları gördü. Elini başına götürüp şakaklarına masaj yapmaya başladı. Bu az önce bedenine çarpan kısa ışığın verdiği ızdırabı dindirmeye yetmemişti. Daha önemlisi nasıl bir açıklama yapacağını bilemiyor gibiydi. Eller önce şakaklarda sonra saçlarda gezindi. Belli ki ilk konuşanların Onu yakalayanlar olmasını bekliyordu. Gözlerini kapadı.
      “Doğrusu karşımda hırsız olarak görmek dünyada aklıma gelmezdi Doğan Bey" dedi. Üçlü koltukta boylu boyunca uzanan Doğan gözlerini açtı.
      “Geçiyordum uğradım dersem" bir an başında duran iki kişiye baktı. Yüz hatlarında her hangi bir değişiklik olmadığını görünce esprinin yavan kaldığını anlamıştı.
      “İnanmayacağınızı biliyorum" dedi. Doğan gerçekten bir bataktaydı sanki. Yerinden doğrulmaya niyetlendi ama hareketi yarım kalmıştı. Yüksel elleriyle omuzlarını bastırmış
      “Biraz daha uzanın" dedi. Yüzünde muzip bir gülümseme belirdi.”Evimde ne aradığınızın açıklamasını daha sonra yaparsınız" dedi. Bu gülümseme affedilmiş olduğunu mu belirtiyordu. Yüksel içeri mutfağa doğru gidince Turan “Eh be Doğan abi madem böyle bir niyetin vardı neden bana çıtlatmadın" dedi. Doğan yattığı yerden yavaşça doğruldu
      “Bir şey anlatmadın değil mi?" dedi yanıt olarak. Bir iki dakika sonra Yüksel mutfağa giden koridorda tekrar gördüğünde elinde bir tepsi ve tepsiye dizilmiş bardaklar vardı. Doğan dişlerinin arasından yalnızca yanı başındaki Turanın duyabileceği bir sesle
      “Çayını içince bizi yalnız bırakırsın değil mi?" dedi.

      Yarım saat sonra Turan, gecenin karanlığında yürüyordu. Olan bitene bir anlam veremiyordu. Tadı damağında kalan sıcak çayı bırakmış soğuk sokaklarda amaçsızca yürüyordu. Doğan ağabeyi aradığını bulmuş gibiydi. Kendisi dışarı çıktıktan sonra ne yapacaklarını kestirebiliyordu. Yüksek sayılabilecek bir sesle "Ahh Behiye" dedi. Kendi yalnızlığına lanet etti bir kere daha. Cephane sokaktan ilk çıktığında niyeti eve gitmekti ama şimdi ayakları Onu birahaneye doğru taşıyordu. Her zaman gittiği yeri gözüne kestiremediği için yakın bulduğu bir yere girdi.

      Turanın çıkmasından sonra Doğan ve Yüksel uzun bir süre konuşmadılar. Biri tavana, evdeki eşyalara bakıyordu. Diğeri ise bardakları toplamakla meşgul görünüyordu. Doğan yıllar öncesini düşünüyor olmalıydı, yıllar öncesinde kendisine gelen Necla'sını. Yükseli ilk zamanlar ne kadar da çok benzetmişti. Kendisi de diğer arkadaşları da benzetiyorlardı. Şimdilerde ise Yüksel, Necla’nın etkisinden kurtulmuştu sanki. Mutfaktan döner dönmez rasgele bir giriş yapıp duygularını anlatmayı düşünüyordu. Düşünüyordu ama Yüksel Hanım mutfaktan döner dönmez az önceki konuya girivermişti.
      “Evet Doğan Bey" dedi yarı alaycı bir tonda.-Açıklamalarınızı bekliyorum"

      Turanın adımları üzerinde kocaman bir ışıklı Yunus resmi olan bir yerde son bulmuştu. Burası İlçenin en son açılan ve en lüks birahanesiydi. Böyle lüks yerlerde içmek alışkanlığı yoktu. Hoş alışkanlık denilebilecek kadar da içiyor sayılmazdı. Bazen arkadaşlarla gelir otururdu bazen de bu gece olduğu gibi canı çok sıkkın olduğunda. Kapıdan içeri adımını atar atmaz kesif bir sigara dumanı ve malt kokusu karşılamıştı kendisini. Tanıdık birilerini görebilir miyim diye etrafa bakındı. Evet, solda üç masa ileride üç kişilik bir gurup vardı tanıdığı, uzaktan seslenerek yanlarına yaklaştı.

      Çaylar çoktan içilmiş bardaklar bile soğumuştu. Doğan uzandığı koltuktan doğrulmuş kaçamak bakışlarla genç kızı süzüyordu. Yükselse, odanın diğer ucunda elinde uzaktan kumandası televizyon izler gibiydi. Televizyon ekranında sürekli program değişmeleri vardı. Odada televizyondan gelen farklı seslerden başka bir ses duyulmuyordu. Uzun zamandır süren suskunluğu ilk bozan Doğan olmuştu. Aniden ayağa kalktı kararlı adımlarla odayı geçti. Genç kızın elinde ki sürekli oynadığı uzaktan kumanda aletini yanındaki sehpaya bıraktı.

      “Sizi sorgulamam lazım ama ben size ancak aşkımı ilan edecek durumdayım şu anda." Bir an durdu. Bakışlarını başka yöne çevirerek
      “Sizi seviyorum" dedi. Yanına yaklaşması elin deki uzaktan kumandayı kenara koyması olacakların habercisiydi ama yinede söyleyişi damdan düşer gibi olmuştu. Genç kız sadece
     “Anlamadım" diyebilmişti.  "Anlamadım ne sorgusu ne sevmesi" Doğan bakışlarını karşısındaki genç kıza çevirmişti şimdi.
      “Turanın anlattığını sanıyordum" dedi. Yüksel, Doğan gibi bakışlarını kaçırmaya çalışmadan doğrudan karşısındaki adamın yüzüne bakıyordu. Bakışlarından acilen bir yanıt beklediği anlaşılıyordu. Doğanınsa kaçacak yeri kalmamıştı. Küçük bir araştırma yapmak istemiş, kızın evinde adi bir hırsız gibi yakalanmıştı. Hem de herhangi bir hata yapmadığını bildiği halde. Deşifre olmak üzereydi. Gerçi bu noktadan sonra kimliğinin yada görevinin bilinmesinin de bir önemi yoktu. Elini cebine attı, bir sigara çıkardı. İçmediğini bildiği halde bir tanede genç kıza uzattı. Sigarasından bir nefes çekti.
      “En iyisi size her şeyi kısaca anlatmak galiba" dedi. "Sosyoloji eğitimi aldım. Kriminoloji üzerine uzmanlaştım. Bir gün benim doğduğum yerlerde garip olayların olduğunu söylediler. Görev teklif edildiğinde ise kabul ettim." Gülümseyerek  “Az önce gördüğünüz gibi araştırma esnasında bir hırsız gibi yakalandım" sözlerini tamamladı.
      “Öncelikle beni de kuşkulular listesine aldığınız için teessüf ederim dedi sitemkâr bir sesle. “Ne bulmayı ümit ediyordunuz bilemiyorum ama aradığınızı bulabildiniz mi bari" Yükselin sesinde bu defa alaycılık vardı
      “Evet, hayatımın gerçeğini bir kere daha buldum" dedi Doğan. Tekrar başa dönmek istemiyordu bu yüzden konuşmayı doğrudan doğruya romantizme kaydırmıştı.  “İlk zamanlar çok özel birine benzediğin için sana ilgi duyuyordum.  Sırf anıların hatırı için yaklaşmaya çalışıyordum ama..."
      “Ama..." Yüksel kendini biraz daha yaklaştırdı.
      “Evet ama..."
   “Ama artık mazide kalmış birine benzediğin için değil seni sen olarak sevdiğim için sana yaklaşmaya çalışıyorum." dedi. Yanıt çok içten gelmişti
    “İnanabilir miyim?" Bir yanıt vermesi gerekiyordu Doğanın. Söyleyeceği kelimeler neredeyse dudaktan dudağa temas yoluyla gidecekti. Bir saniye sonra diğer soru fısıldandı odada.
      “Doğan" Sesi de ılık nefesi de yakıyordu genç adamın tüm benliğini.
   “Beni tam olarak tanımıyorsun bile. Kim olduğu mu nereden geldiğimi biliyor musun? Ya ailemi tanıyor musun? Evli miyim? Eşim var mı? Çocuklarım var mı? Hiç sordun mu? Senin gibi biri tanımadan bilmeden birini sever mi? Peki bir insan tanımadığı birini sevebilir mi? Ve sen bütün bunlara rağmen senin "beni sevdiğine" inanmamı bekliyorsun öyle mi?"
      Aslında bunlar Doğanın en başından beri merak ettiği yanıt bulmakta zorlandığı sorulardı. Ankara'ya defalarca sorduğu halde bir yanıt alamamıştı. Üniversitede okuyan bir Yüksel Pekcan vardı ama İlkokulda ortaokulda lisede okumamıştı. Doğrudan üniversiteye başlamıştı, daha önceki yıllara ait hiç bir kayıt görünmüyordu. Türkiye Cumhuriyetinin böyle bir vatandaşı hiç doğmamıştı, sanki doğrudan doğruya Üniversiteye kayıt olmuştu.
      Yine de şu an duyguları mantığından ağır basıyordu. Yükselin eski arkadaşı Necla'ya benziyor olması yeterliydi onun için. Sonrasında olaylar kendiliğinden gelişmişti. Bütün bunların kafasının içinden geçmesi bir kaç saniye sürmüştü. Vermeyi düşündüğü yanıt yalan da sayılmazdı. Kimbilir böylece görevini daha rahat yapabilirdi. Dudaklarına uzanan dudaklara bir küçük öpücük kondurdu.
      “Eğer duygularımı dinleyecek olursam seni geçmişimden geçmişimi de senden ayıramıyorum" dedi. Bir küçük öpücük daha kondurdu kendisini dinleyen dudaklara. "Seni Seviyorum" cümlesi iki çift dudağın birbirlerine kenetlenmeden önce konuştuğu son cümle olmuştu.

      Gece, vakit iyice ilerlemişti, ana cadde üzerinde bile insan görünmüyordu. Gece ve soğuk ilçe sakinlerini çoktan evlerine göndertmişti. Başköprü’den başlayıp uzayıp giden cadde boyunca seçilen bir iki kişi ya meyhaneden çıkan sarhoşlar yada bizzat meyhane çalışanlarıydı. Sokak lambalarının ışıkları ve dükkanların vitrin ışıkları İlçenin en önemli caddelerinden birini karma karışık aydınlatıyordu. Genç adam sokak lambasının altında bir an durdu. Kolundaki saate baktı, kendi kendine
      “Bu kadar geçe kalmamalıydım" dedi. Önünde durduğu galerinin yan sokağına saptı. Alkollü olduğu yürüyüşünden belli oluyordu. Yan sokak ana caddeden daha karanlıktı. Ne cadde üzerindeki gibi sık sokak lambası vardı ne de sokağın aydınlanmasına yardımcı olacak dükkanlar ve dükkanların aydınlık vitrinleri. Yüz metre kadar yürüdükten sonra yine sağa saptı. Evlerine varabilmesi için bu dar ve uzun sokaktan da geçmesi gerekiyordu tüm karanlığına rağmen. Sokağa döndüğü anda kendi kendine kızmıştı. Daha uzun olsa da aydınlık olan öbür yolu -caddeyi- kullanmalıydı. Söylenerek karanlık sokakta yürümeye başladı.
      Alkolün ve karanlığın verdiği tedirginlikle zor yürüyordu. Bu olumsuzluklara bozuk zemini de eklerseniz yürümenin ne kadar zor olduğunu tahmin edebilirdiniz. Sokağa gireli bir kaç saniye olmuştu ki Turan birden durdu. Çevresini dinledi, peşinden gelen ayak sesleri duyar gibiydi. Uzakta uluyan köpek sesleri vardı, bir de gecenin doğal sesleri. Bunların dışında herhangi bir ses seda yoktu. Yürümeye devam etti, bir kaç adım sonra tekrar durmak zorunda kaldı. Sarhoş kafası bir sigara yakıyor numarasını akıl edebilmişti. Ayakta sallnıyor, sigarasını çakmağını sessizce çıkarmaya çalışıyordu, tüm dikkatini kulaklarına vermesine rağmen herhangi bir ses duymamıştı.
      Çaresiz tekrar yürüdü, ilk adımlarını atar atmaz ayak seslerini tekrar duydu. Gecenin bu kadar ileri saati olmasa arkadaşlarının şaka yaptıklarını düşünebilirdi. Sokağın ortalarına varmıştı ama ardından gelen ayak sesleri iyice belirginleşmişti. Dahası duyulan iki sesten biri metalik bir sesti. Bir demir yada pirinç boru yere vuruyormuş gibi. Aklına az önce masa arkadaşı Rüstem’in anlattıkları geldi. Çocukluk arkadaşı Rüstem, berber kalfası olarak çalıştığı için kulağı delikti.
      “İlçede bir takım esrarengiz olaylar yaşanıyor " demişti. Turan konunun kayıp çocuklara geleceğini tahmin ediyordu ama öyle olmamıştı.
      “Herkes geceleri garip ayak sesleri duyduğunu söylüyor" demişti. "İlçeyi hayaletler bastı" demişti. O ve masada oturup eğlenen diğerleri dalga geçmişlerdi. Berber Rüstem’le ama Turan arkasından gelen ayak seslerini belirgin bir şekilde duymaya başlayınca
      Acaba demeye başlamıştı, Rüstem’in söyledikleri doğru muydu yoksa." Adımlarını olabildiğince hızlandırdı. Ardından gelen metalik seslerde hızlanmıştı. Bir filimden anımsadığı numarayı tekrarlamaya karar vermişti. Tüm cesaretini topladı, adımlarını daha da sıklaştırdı. Bir yada iki ev sonra bu dar ara sokaktan çıkıp kendi sokaklarına gelecekti. Neredeyse koşmak üzereyken birden durdu, durduğu gibi ardına baktı. Gene boşunaydı tabii. O halde arkadaşları değildi peşinden gelen, onların hazırladıkları soğuk şakalardan biri olamazdı. Arkasında uzanan dar uzun sokak boyunca kendinden başka bir canlı yoktu. Ne kadar usta olurlarsa olsunlar bu kadar çabuk saklanamazlardı. Karanlık gölgeler ve zihni kendi ne bir oyun oynuyor olmalıydı. İçtiği biraların bu oyunda önemli bir rolü olduğu da yadsınamazdı.
      Pencere yada perde arkasından bir gören var mıydı acaba diye bir an çevresine bakındı. Camlar karanlıkta parıldıyordu ama hiç birinde bir hareket yoktu. Eğer kazara uyku tutmayan biri perdenin arkasından sokağa bakıyorsa Zeynep’in küçük oğlunun delirdiğini düşünebilirdi. Yürümeye bu lanetli sokaktan bir an önce kurtulmaya çalıştı.
      Zihni, gece boyunca anlatılanlara isyan ediyordu. Rüstem, Ali, İhsan, Talat hep bu tür korku hikayeleri anlatmışlardı. Üç harflilerden, perilerden, hayaletlerden bahsedip durmuşlardı Rüstem’in konuyu açmasından hemen sonra. Çoğu hayal ürünü olan bu hikayelerden kendi de anlatmıştı korktu dedirtmemek için, şimdi ise yaşıyordu. Ayak seslerinin yanında hemen ensesinde nefes hırıltısı duyar mıydı? Birden irkildi, arkasında hemen ensesinde biri soluk alıp veriyordu. Değil soluğunun hırıltılı sesini neredeyse iğrenç ağız kokusunu duyuyordu. Bir daha geriye dönüp bakmaya cesareti yoktu, bütün kuvvetiyle koşmaya başladı.
      Babasının evini bu kadar özleyeceği dünyada aklına gelmezdi. Üç adım sonra, iki adım sonra derken o dünyanın en güzel sığınağı olan kapı aralığını gördü. Kalbi, dayanılmaz bir tempoda atıyordu. Birden kapının kilitli olabileceği olasılığı aklına geldi. Annesinin alışkanlıkla kilitlememiş olması için Tanrıya yakarıyordu. Sokaktan bir kaç metre içeride olan minik boşluğun rahmetli dedesinin traktörünü koyabilmek için yaptırdığını biliyordu. Boşluğa girdi, kapıyı yokladı açamadı. Korkuyla etrafına bakındı, çöp varili olarak kullanılan karpit bidonunun arkasına saklandı. Nefesini tutmaya çalıştı. Kendi ayak seslerinin susmasıyla birlikte sokak sessizliğe bürünmüştü. Yüreğinin gümbürtüsünden başka evrende duyulan tek bir ses yoktu.
      Bir saniye, beş saniye on saniye, yeri belli olmasın diye soluğunu düzenlemek zorunda hissetti kendini. Elinden gelse yüreğinin atışlarını bile durduracaktı varlığı anlaşılmasın diye. Az önceki sessizlik yerini uzaklardan gelen köpek ulumaları ve baykuş seslerine bırakmıştı. İleride sokağın girişindeki lamba ışığının kırıntıları Turanın gizlendiği yere anca ulaştırabiliyordu. Zayıf ışık önce uzun bir gölge ile bölündü. Kara, kara kapkara bir gölge kendisine yaklaşıyordu. Adımlarını duyuyordu yaklaşan kara gölgenin. Bir belirgin sert vuruş peşinden yumuşak vuruş. Topal yada takma ayaklı biri gibi. Köpekler ve baykuşlar bağırışlarını arttırmışlardı. Onu kendisine an be an yaklaşan Kara gölgeyi –efendilerini- selamlıyorlardı.
       Adımlar yaklaştıkça terliyordu Turan. Gecenin ayazında bir bidonunun arkasında değil de bir saunadaymış gibi çalışıyordu ter bezleri. Yüreğinin gümbürtüsü sokakta yankılanır gibiydi. Beyninin tüm hücreleri ise diğerlerinden çok daha fazla çalışıyor bir kurtuluş yolu bulmak için çabalıyordu.
      Arkasına çevirdi kafasını yaklaşan gölgeye baktı, yerinden usulca doğruldu. Duvardan atlayıp içeri girecekti. Elini uzatınca anca yakalayabileceği yükseklikteki duvara uzandı. Yıllar önce ağabeyiyle birlikte döşedikleri duvarın üzerindeki cam kırıklarına aldırmıyordu. Duvarı aştı, merak duygusu arkada ne olduğunu öğrenmek istiyordu. Gözünü kapının kalın tahtalarının aralıklarına yapıştırdı. Tam karşısında sokağın orta yerinde dinelen gölgeyi gördü. Bir an kıpkırmızı gözler parıldadı gecenin karanlığında. Gözlerin yedi sekiz santimetre altında açılan kocaman kanlı boşluktan inanılmayacak tizlikte bir kahkaha koptu. Dişlerin arasından kan damlıyordu sanki.
      “Empusa" dedi kara bir çuvalı elbise diye üzerine geçiren gölge. Sesi bir yılan gibi tıslıyordu. "Ben Empusayım, Senin için gene geleceğim" dedi. Turan Kara gölgenin kapının ardında saklanıyor olduğunu bildiğini düşünüyordu. Hava buz gibi soğumuştu. Kapının ardındaki gölge kahkahalar içinde
      “O zaman kaçabilecek kapı arkası bulamayacaksın" dedi. Birkaç adım daha yaklaştı tahta kapıya. Turan oyunda yakalanmış çocuk gibiydi. Birkaç adım geri gitti. Gölge içi karanlıkla doldurulmuş bir çuval gibi yaklaşan bölge kapının bir metre önünde durdu.Bir kahkaha daha attı. Ardından geldiği gibi ayaklarını vurarak kayboldu. İğrenç kahkahaları köpeklerin ulumalarına karışıyordu. Turan kapının arkasına yığılıp kalmıştı.

      Sabah güneş doğduktan bir hayli sonra uyandı. Bir an nerede olduğunu anımsamaya çalıştı. Çevreyi dinledi, içeriden sesler geliyordu. Nerede olduğu ve kiminle olduğunu anımsamıştı. Yüksel, kendinden daha önce kalkmış kahvaltıyı hazırlıyor olmalıydı. Vakit bir hayli ilerlediği için acıkmıştı. Yorganı başının üzerine çekti, geceyi anımsadı. O güzellikleri tekrar yaşamaya çalışıyordu. Duygularında yanılmamıştı, yüksel hissettiklerine kayıtsız kalmamış aynen yanıt vermişti. Sayısız geçici ilişkileri olmuştu, bazen bir gecelik bazen de bir kaç aylık süren. Bunlara arayış da diyebilirdiniz ama hiç birinden bu akşam yaşadıkları doyumu alamamıştı. Birlikte karlı dağların zirvelerine çıkmış, okyanusların derinliklerine inmişlerdi. Bir ara uzayın başka bir bölgesinde, bambaşka güneşlerin altında olduklarını bile düşünmüştü. Yorganın dışından gelen sesle uyandı.
      “Hadi bakalım tembel adam uyan artık." Acaba bu bir rüya mıydı? Cesaret edip gözlerini açamıyordu.
      “Bu gün iş günü unuttun mu?" Yorganı açtığında her şeyin bıraktığı gibi devam ettiğini mi? görecekti. Kafasını çıkarınca karşısında gülümseyen bir yüz gördü. “Allahım yoksa ben öldüm mü? "Hanımefendi siz cennetimin en güzel hurisi olmalısınız" diye ekledi yataktan kalkarken.

      Yarım saat kadar sonra mutfakta masanın başında çaylarını içiyorlardı Doğan birden sordu. “Kimsin sen ?" Okulda görmüşlerdi. Birine sorulan ilgisiz gibi görünen ani sorulara verilen yanıtlar karşıdaki kişinin gerçek düşüncelerini ele verirdi. Şaşırması gerekiyordu ama Yüksel Pekcan hiç şaşırmamış gibi duruyordu. Saniyeler geçti, Doğan tekrar sordu
      “Nereden geliyorsun. Buralarda işin ne?" Yine saniyeler geçti. Olumlu yada olumsuz bir yanıt alamadığı halde Doğan sorularına devam ediyordu.
      “Salonda duran bana müzik seti dediğin cihaz nedir?" Yüksel bambaşka biri olmuştu. Yüzünde ki az önce var olan gülümseme donmuş öylece bakıyordu Gözlerini diktiği yerde kocaman bir duvar olduğu halde O duvarın ötesine boşluğa bakıyor gibiydi. Can alıcı son soru gelesiye kadar boş bakışlar devam etti.
      “Kayıp çocuklarla ilgin nedir?" Dalgın bakışlar birden canlandı. Gözler doğrudan doğruya soruları soran yüze bakıyordu. Bir saniye sonra iki çift göz birbirine bakıyordu. Yüksel, Doğanın sorularına bir soruyla karşılık verdi.
      “Beni seviyor musun?" Doğan beklediğinden çok farklı bir yanıt almasına rağmen kafasını salladı.
      “Yanıtlamanı istediğim sorularla bir ilgisi var mı? bilmiyorum ama Seni seviyorum" dedi yarı fısıldar bir sesle. Kız gülümsedi.
      “O halde lütfen bana güven, zamanı geldiğinde kim olduğumu, nereden geldiğimi öğreneceksin." Genç adamın bakışlarındaki durgunluğu görmüştü. "İnan bana ben O kast ettiğin kişi değilim" dedi. Sanki aralarında bir gerginlik ya da soğukluk yaşanmamış gibi sıcacık bir sesle “Çayını tazeliyeyim mi?" dedi.


      Turan uyandığında ise vakit neredeyse öğle olacaktı. Gece yarısı gürültüyle eve girdiğinde zaten uyumamış olan annesi yattığı yerden doğrulmuştu. Yanın da horuldamakta olan kocasını dürtüp “Tevfik bir bak istersen" dediğinde alenen terslenmişti.
      “Oğlun kazık kadar oldu, bazı şeyleri görmememiz lazım" demişti. Ana yüreği dayanamamış kapısına kadar gitmeyi düşünmüştü. Kocasının söyledikleri aklına gelince vazgeçmişti. Bir zaman oğlunun nefes alıp verişini yattığı yerden dinledi. Sanki koridorun öte ucunda ki küçük odada değil de hemen yanı başlarında nefes alıyormuş gibiydi. Tekrar başını yastığa koymuştu yaşlı kadın

      Oğlunun içeriden gelen seslerini duyan Zeynep kadın geceden beridir sormayı düşündüğü soruyu sormanın zamanının geldiğini düşünüyordu. Mutfakta bir şeyler atıştıran oğlunun yanına gitti.
      “Neydi o geceki halin A oğul" dedi. Turan, annesinin uyanık olmasına bir an şaşırdı. “Siz uyumuyor muydunuz yoksa" dedi. Annesi ise sadece gülümsedi yanıt olarak. Turanın sarf edeceği sözleri bekliyordu. Bir kaç saniye süren sessizlikten sonra annesinin huyunu iyi bilen Turan

      “Arkadaşlar bir eşek şakası yaptılar da ondan" dedi. Eğer bir yanıt vermezse annesinin o yanıtı alasıya kadar bekleyeceğini iyi biliyordu. Annesinin suskunluğu geçmeyince sözü biraz daha açması gerektiğini anlamıştı.”Yeni açılan birahanede muhabbete daldık, zamanı unuttuk. Dönüşte de bizim Rüstem’in şaka yapacağı tuttu." dedi. İçinden de "İnşallah öyledir" diyordu. Yaşlı kadın oğlunun anlattıklarından ikna olmuştu, Rüstem’i yıllardır tanıyordu, aklı bir karış havada olsa da iyi çocuktu. Belirgin bir "Ohh" çektikten sonra
      “Bir an Firdevs teyzenin anlattıkların anlatacaksın sandım" dedi. Turan ağzındaki lokmayı yutmakta zorlanmıştı.
   "Ne anlattı Firdevs teyzem" dedi sesine ilgisiz bir ton vermeye çalışarak .
   "Bir akşam, namazdan sonra sokakta bir cadı gördüğünü söylemişti" dedi. Oğlunun meraklandığını biliyordu yaşlı kadın. Merakla beklenmenin hazzını duyarak anlatmaya başladı.
      “Sözde namazdan sonra tespih çekmek için balkona çıkmış. Bir gören olmasın diye balkon lambasının da ışığını açmamışmış. Sokağın karanlığında süpürge saçlı pırasa gibi zayıf kuru bir kadın sokağın köşesinde duruyormuş. Bir müddet Firdevs teyzenin balkonuna baktıktan sonra parmağını ona doğru uzatarak
       “Seni görüyorum yaşlı bunak" demiş. Sonra tiz bir kahkaha atarak karanlıkta kaybolmuş." Annesi anlattıkça Turan renkten renge giriyordu. Zeynep kadın “Firdevs hanım iyice yaşlandı. Artık hayaller görmeye başladı diyerek konuyu bağlamıştı.

      Gazeteye vardığında konuşulan konuları duyduğunda iyice aptallaşmıştı Konuşulan konu aynıydı. Anlaşılan kendi yaşadıkları tek değildi. Rüstem’in anlattıkları, Firdevs teyzenin gördüğünü iddia ettikleri, burada konuşulanlar. İlçesinde neler oluyordu. Eğer biraz zayıf iradeli olsa duyduklarına ve dün gece yaşadıklarına inanırdı. Bütün bu olan bitenler alkollü beyinlerin yada yaşlı zihinlerin işi olduğunu söylemek kolaycılık olurdu.   Hortlaklar, cadılar, büyücüler, cinler periler. Yüzyıllar öncesinin inanılanları masal kahramanları bu çağda nasıl var olabilirdi. Bu soruların yanıtını bulması gerekiyordu. Yakup ustanın ertesi günkü ön sayfa taslağını görünce şaşkınlığı iyice artmıştı.
 
                 “İLÇEMİZDE NELER OLUYOR"     

Çok ciddi biçimde aynı soruyu ustasına sorduğunda aldığı yanıt ters olmuştu. “Ulan gazeteci olan sensin, gitte araştır" demişti Yakup usta. Gideceği yeri iyi biliyordu. Turan tam kapıdan çıkmak üzereyken “Bir soru sorabilir miyim?" dedi. Küfürü duymamak içinde atölyeden dışarı fırladı. Büro masasındaki telefonu aldı ve elektrik arızasının numarasını çevirdi.
      Elektrik işletmesi verdiği adresteki hatta bütün semtteki sokak lambalarının değiştirildiğini, tek tek kontrol edildiğini söylemişti.  “İki gündür bu konuda o kadar çok şikayet aldıklarını, İlçenin pek çok sokağının karanlıkta kaldığını, bu yüzden ellerindeki ampul stoklarının tükendiğini" eklemişti telefonda görüştüğü yetkili. “Sanki birisi bütün lambaların ampullerini kırmış gibiydi" dedi. "İlden beklediğimiz yedekler gelir gelmez tekrar ilgileneceğiz" demeyi de unutmamıştı.
      Telefondan sonra Yakup ustayı güçlükle ikna etmişti ön sayfanın yeniden düzenlenmesi konusunda. Ekspres'in sayfası değişmişti ama ya Haber gazetesi.                 
Başlık: Anchilea - Bölüm Otuziki
Gönderen: azizhayri - 04 Ocak 2016, 08:57:10
B Ö L Ü M    O T U Z İ K İ

      İzmir üzerinden İlçeye gidiyorsanız geçeceğiniz son belde "Nazlı" olacaktır. Yada İlçeden İle, İzmir'e gidecekseniz içinden geçmekte zorunda kalacağınız ilk belde de Nazlı olacaktır. Eskiden kendi halinde bir köy olan Nazlıköy son yıllarda kurulan fabrikaları ile bir sanayi merkezi olmaya başlamıştı. Beldenin arazisi tarıma uygun olmadığı için halkı önceleri hayvancılık yapıyorken orantısal olarak daha ucuz ve yol üzeri olan Nazlıköy'de büyük imalathaneler kurulmaya başlamıştı. Büyük imalathaneler zamanla fabrikalar dönüştü. Köy halkı bir işe yaramadığını düşündüğü topraklarını girişimcilere satmaya başlayınca da kurulan işyerlerinde işçilik yapmaya başlamışlardı.
      Gelişmeler artarak sürünce Nazlıköy on onbeş yıl önce belde olmuştu. Yeni adıyla "Nazlı Beldesi" büyümeye İlçeye doğru olduğu için zamanla İlçenin sanayi mahallesi durumuna düşmüştü. Kurulan işletmelerin sağladığı iş olanaklarına iklimin yumuşaklığını da ekleyince beldenin bir göç cenneti olduğunu söylemeye gerek yoktu tabii. Bu nedenlerden dolayı İlçenin kentler arası garajında bu yüzden her saat elinde çuvala tıkılmış battaniyesiyle, yıllar öncesinden kaldığı her halinden belli olan bavuluyla iş arayan birilerini görebilirdiniz.

      İlçe Garajının giriş kulübesinde oturan iki zabıta memurunda daha yaşlı olanı genç arkadaşına bilmişçesine  "Bak görüyor musun, bir tane daha" dedi Eliyle garaj bekleme salonunda plastik sandalyede oturup şaşkınca etrafına bakınan bir genci gösteriyordu. Sözlerine bilmem kaçıncı defa kendi Başkanını överek devam etti.
      “Daha ne İstanbul ne de İzmir belediye başkanların aklına "vize" gelmezken Beyefendi "İç göç için vize koyalım demişti' dedi. Doğruydu söylediği zabıta memurunun Beyefendi diye hitap ettiği belediye başkanları "İç göçü önleyebilmek için Vize koymalıyız" demişti.  Hem de Bütün kentlerin belediye başkanlarından çok önce. Genç zabıta memuru sözün devamında ne geleceğini bildiği için "yiğitlik bende kalsın" mantığıyla olsa gerek
      “Hadi o zaman amirim gereğini yapalım" dedi. İkisi birden yerlerinden doğruldular. Onlar ağır adımlarla kulübelerinden çıkıp bekleme salonuna yürürlerken salonun terminale bakan yönde dışarıda oturan adam kalkmış garajın öte tarafına köy minibüslerinin kalktığı yere doğru yürümeye başlamıştı. Yaşlı olan genç yardımcısına
      “Malik beni oralara kadar yorma, sen ilgileniver " demişti. Genç adam bozulmuştu ama hiç bir yanıt vermeden köy minibüslerine doğru adımlarını sıklaştırdı. Amiri arkasından seslendi, “Biliyorsun en tehlikeli insan işsiz insandır" dedi. Oracıkta konuşacak birilerini bulmakta zorlanmamıştı garaj Amiri.
      Beş yada on dakika sonra yine sıcacık bekçi kulübesindeydiler. Zabıta Memuru Malik bu olayı da vukuatsız atlatmıştı Karşısında ki vatandaşa “Kimsin, nereden geliyorsun, çok kalacak mısın?" diye sorular sormak zoruna gidiyordu. Belediyeye babasının zoruyla girdiği için derdini bir kaç kere babasına anlatmış babası da ona
      “Oralarda biraz piş sonra seni daha iyi bir yerlere aldırırım" diye oğlunu teselli etmişti. Çok şükür ki bu kere de yumuşak huylu misafire rastlamıştı. Gençlik yıllarından orta yaşa yönelen yabancı kibar sayılabilecek bir dille sorularını yanıtlamıştı.
      “İzmir'den bir akrabasının düğünü için gelmiş iki gün sonra dönecekmiş dedi. Karşısında ki amirinin soru sormak için hazırlandığını görünce “Adama dikkatlice baktım bir kere daha görsem tanıyabilirim" dedi. Aslında Amirinin huyunu bilmese ve alıcı gözüyle bakmasa bile az önce konuştuğu deri montlu adamı kolay unutmazdı. Genç memur Malik adamın yanından hemen ayrılmayıp adamını bir iki dakika gözle izleseydi karşısında kişinin yalan söylediğini anlayabilirdi Yabancı zabıta memuru yanından ayrıldıktan sonra garajın yüz metre ilerisindeki otele girmişti.
      Gün ve gecenin devir teslim yaptığı dakikalardı. Hava kararmaya başlayınca sokak lambaları görevlerini yapıyorlardı. İnsanlar evlerine gitmek için olabildiğince acele eder gibiydiler. Ne de olsa koca bir gün çalışmışlar dinlenmeyi hak etmişlerdi, üstelik bu haftanın son günüydü.

      Kalabalığın arasında genç bir kadın bir elinden tuttuğu çocuğu sürüklercesine yürüyordu. Belli ki onunda diğer hemşehrileri gibi acelesi vardı. Bir taraftan acele ediyor hızlıca yürüyordu ama bir yandan da konuşuyordu. Kendi kendine mi, yoksa yanında sürüklediği çocukla mı konuştuğu anlaşılmıyordu. Çevresindeki kendi gibi onlarca insanı hiç görmüyor gibiydi.

      “Babacığın eve gelmeden varalım bari" dedi. Aslında ne kendiyle ne de yanında taşıdığı çocukla konuşmuyordu. Yüzünde ki acemice yapılmış abartılı makyajla gizlemeye çalıştığı morlukların sahibiyle konuşuyordu. Kurduğu cümleler kafasından geçen düşüncelerin dışa vurumu olmalıydı.
      “Ananem hasta dersin" dedi yanındaki çocuğuna. Belli ki kendi de inanmamıştı söylediğine “Yoksa teyzen çağırdı mı desen" dedi. Yine hoşuna gitmemiş olmalıydı. “En iyisi elektrik faturasının son günüymüş. Onu yatırmaya gittim diyelim" dedi. Bu son fikir hoşuna gitmişti.
      Minibüs durağına varmıştı. İlk gelen minibüse biner evine daha çabuk varırdı. Evleri yüksek blokların arkasında ki gecekondulardan biriydi. Aniden aklına gelen bir fikirle gülümsedi, alacağı bir küçük rakı izin belgesi yerine geçebilirdi. Bütün gününü geçirdiği annesinin yaşlı gözlerle kızına uzattığı banknotu aldığı için mutluydu. Yanında ki çocuğu köşedeki elektrik direğinin dibine oturttu. Elindeki pazar çantasını andıran naylon çantayı yanına bıraktı.
      “Nazife, sen burada otur. Anne babaya rakı alsın gelsin." dedi. Küçük çocuk bu türlü davranışlara alışkın olmalıydı ki annesinin gösterdiği yere çömeldi. Genç kadın kavşağın sarı ışıklarının altında arabaların arasında kayboldu. Yolun ilk bölümünü kazasız geçmişti. Geriye dönüp kocaman direğin dibine bıraktığı kızını görmeye çalıştı. Çocuk mahzun çevresine bakınıyordu. Göremeyeceğini bilerek kızına el salladı. Sonra ikinci hamleyi yapıp karşıya vardı. İlk girdiği dükkanda rakı bulamadı. Biraz ilerisindeki ikinci büfeye yürürken kendisinde var olan değişiklikleri düşünüyordu.
      İlk zamanlar ne kadar zor geliyordu marketlerden büfelerden rakı almak. İçmesini bilen ama almaya gelince tutucu kesilen çevresinden çekinen kocasının rakısını almak kendisine düşüyordu. İlk günler kendisine ne kadar zor geliyordu bu istek. Market sahibinin hakkında ne düşüneceğini hissedince üzülüyordu. Zamanla işi yüzsüzlüğe vurmuş ekmek veya makarna alır gibi rahatlıkla “bir ufak rakı” demeye alışmıştı. Kağıda sarılmış şişeyi koltuğunun altına sıkıştırdı. Direğin dibinde kendisini bekleyen kızına sakız almayı unutmamıştı. Az sonra minibüse binecek evlerine varacaktı. Eğer kocası eve henüz varmamışsa şişeyi uygun bir yere saklar ileride sıkışık olduğu bir gün kullanırdı. Eğer kocası evde akşam ezanlarına kadar gezinen " karısını bekliyorsa kullanacaktı.
      Tekrar karşıya geçmek için azgın bir ırmak gibi akan yola baktı. Karşıya varmak, kızına kavuşmak için acele ediyordu. Karşıya vardığında direğin dibinde kendisini beklemesi gereken çocuğunu Nazife’sini göremedi. İçini bir korku kaplamıştı. Kalabalık yüzündendir diye düşünmeye çalışıyordu, direğe yaklaştıkça yüreğinin atışı hızlanıyordu.
      “Allah’ım yok" diye mırıldandı önce.”Nazife yavrum" dedi. Direğin dibinde çantası bıraktığı gibi duruyordu. Sayıklar gibi, "Nazife yavrum...  Nazife yavrum" diyor durakta döneliyordu ama küçük kızını göremiyordu.  Durağı oluşturan kaldırım boyunca deli gibi bir sağa bir sola koşturmamaya başlamıştı. “Nazife!!!" Bağırış akşamın tüm gürültüsünü bastırdı. Geniş ve uzun bekleşenler öylece kaldırıma yığılan bir kadın görebilmişlerdi sadece.

        Haber Turana ulaştığında saat dokuza geliyordu. Annesinin ısrarını kıramamış, eşofmanlarını giymişti. Minik kuşlarım dediği haber kaynaklarından biri aradığında televizyon izliyordu. Apar topar giyindi. Vespasını çıkardı. Cep telefonunu kapatalı üç dakika olmamıştı ki Turan motosiklet üzerinde Merkez karakoluna doğru yol alıyordu.
      Hükümet binasının ilk katındaki Merkez karakoluna vardığında olay hakkındaki ilk bilgileri kapıdaki nöbetçi polis memurundan alıyordu. "İlginç" dedi olayı dinlediğinde. Nöbetçi polis anlamamıştı.
      “Anlayamadım" dediğinde ise “Diğer olaylara pek benzemiyor" dedi ve içeri doğru yürümeye başladı. İçerisi pek kalabalık sayılmazdı. Girişte parklardan sökülüp getirilmiş gibi duran bankların birinde oturan yaşlı bir çift vardı. Kapıyı tıklatıp içeri Baş komiserin odasına girdi.
      “Merhaba Ali Komiserim" derken bir an içeridekileri süzdü. Komiserin masasının önünde  anne ve baba olduklarını tahmin ettiği iki genç duruyordu. Biri uzun boylu zayıf bir erkek, diğeri ise saçı başı karmakarışık bir genç kadındı. Erkeğin üzerindeki takım elbise ne kadar özenli duruyorsa anne olduğunu tahmin ettiği genç kadında da pazen elbisesi o kadar eğreti bir şekilde duruyordu. Erkeğin saçları briyantinliymiş gibi taralıydı ama kadının saçları darmadağınıktı. Ağlamaktan gözleri şişmiş bir halde başı önünde yığılmış gibi koltukta oturuyordu.
      “Ooo" dedi masada oturan Rüzgar Ali. "Ben sen daha önce bekliyordum." Sesindeki alaycı ton odadaki gerginliği yumuşatmak içindi.
      “Kızımı bulacaksınız değil mi?" genç kadın kafasını kaldırınca yüzündeki çürükler ortaya çıkmıştı.
      “Yüzünü bu hale bu adam mı getirdi?" diye sordu Baş komiser. Kadın göz ucuyla karşısında oturan adama korku dolu gözlerle baktı. Adamın bakışları kin ve nefret doluydu.
      “Yok komiser abi" dedi ağlamaklı bir sesle. ”Evden aceleyle çıkarken kapıya çarptım." Aynen kocasının öğrettiği gibi söylemişti. Turan bir ara ne yapacağına karar verememiş gibi ortada kaldı.
      “Ben sonra geleyim" diyebildi. Komiser eliyle duvar dibindeki sandalyeyi işaret etti. Karşısında oturan kadına teselli olsun diye sesini olabildiğince şefkat perdesine sararak konuşmaya başladı.
      “Biz kızınızı mutlaka bulacağız. Siz evinize gidin." dedi. Adam ayağa kalktı. Karısının koluna girdi. Ağır adımlarla dışarı çıktılar.
      “Dövmüş değil mi?" Doğan asıl olayı unutmuş önünde az önce odada gördüklerini soruyordu. “Maalesef" Komiser başını sallamakla yetinmişti. Bir ara dahili zili çalıp nöbetçi memura kocayı geri çağırtmayı ona iyi bir fırça atmayı düşündü. Yapamazdı, eğer yapacak olursa evde acısı misliyle çıkarırdı karısının üzerinden.
      “Adamın taktik değiştirdi galiba." Uzun süren bir sessizlikten sonra ilk konuşan Ali Rüzgarlı olmuştu. Turan, karşısında ki orta yaşların sonuna yaklaşan komisere baktı. Karadeniz insanının karakteristik yapısı vardı yüzünde.
      “Niçin benim adamım oluyormuş ki" dedi sitemle. Rüzgar Ali az önce çıkanlardan utanmayacak olsa kahkaha atacaktı bu tepkiye.
    “Yok yok " diye düzeltti sözlerini. "Senin bu olayın peşinde koştuğunu bildiğim için öyle dedim" dedi. Komiser karşısında yanıt vermeye hazırlanan genç adama baktı "Sözün gelişi yani" dedi.
      Komiser karşısında oturan delikanlıya baktı. Sevimli sayılabilecek bir yüzü vardı. İşine bağlıydı ve ciddiye alıyordu.  "Ben senin bu olayı çözmeyi çok istediğini düşünüyorum" dedi. Gülümseyerek  "Hatta bu olayın çözümünde Uğur Dündar veya Savaş Ay olma isteği ve çabası görüyorum" dedi. Yanılmadığını bir kere daha anlamıştı. Turanın yüzü kıpkırmızıydı, bu da Onu öbür yalaka heriften ayırıyordu.
      “Ters olan bir şeyler var" dedi Turan duyduğu örtülü övgüleri sindirdikten sonra. Yanıt ise bir kelimeden ibaretti. Evet. Komiser masasından kalktı, odada bir tur attı. "Kaçırılan kızın yaşı bir hayli küçük.
"Annesinin dediğine göre dört yaşına yeni girmiş." Turan Komiserin sözlerini tamamladı. 
“Üstelik ilk defa İlçe merkezinde böyle bir işe kalkışıyorlar" dedi. Birden aklına gelmiş gibi sordu.
”Hiç görgü tanığı var mı?" Odayı adımlayan adamın dudakları büzüştü.
        “Akşamın alaca karanlığında İlçenin en kalabalık merkezinde olay meydana geliyor ve kimse ne olduğunu bilmiyor" dedi. Sayıklar gibi devam etti. "Paran yoksa kefil ol, işin yoksa tanık ol" Komiser duvar kenarında sandalyede oturan gazeteciye yaklaştı.

      “İlçede gene arama ve taramalar yapılıyor. Jandarma gene bize yardımcı oluyor ama ben yine de umutsuzum" dedi. Dokunsalar ağlayacakmış gibiydi. "Geceleri uykularım kaçıyor. Kim yada kimler yapıyor, bu yaştaki çocuklardan ne istiyorlar. Daha da önemli bu işler daha ne kadar sürecek. Daha kaç ana baba ağlayacak. Toplumumuz bir acayip oldu, biz farketmedik ama küçük Amerika olduk galiba" dedi. Turan karşısında ki adamın içtenliğinden etkilenmişti. Sandalyeden kalktı.
      “Bende biraz araştırayım" dedi. Tam kapıdan çıkarken  “Bir haber alırsam sizi mutlaka arayacağım" dedi.

      Turan olayı Doğan’a haber vermeyi düşünüyordu. Haber vermesi ve Doğanın yanına varması onikiyi bulmuştu. Önce karı koca ile konuşmuştu, girişte görememişti kayıp çocuğun ebeveynini. Merdivenlerden bahçeye inince kuytuda bir bankta oturduklarını farketmişti. Yanlarına yaklaştıkça konuşmalarından -özelliklede kadının yüzünden- mutlu bir çift olmadıklarını anlamıştı. Onlardan bir şey öğrenemeyince olay yerine gitmişti. Çevre dükkanlardan kadını yada çocuğu anımsayan yoktu. Kadının rakıyı aldığı büfeci bile anımsamıyordu müşterisinin yüzünü. Yalnızca meydanlığın karşısındaki taksi durağından bir Şoförünün olayı gördüğünü duymuştu. Adamı izbe kahvelerin birinde bulmuş ağzından söz alabilmek için akla karayı seçmişti.
      “Bir elin de eski bir çanta öbür elinde sürekli ağlayan bir çocuk olduğu halde yanlarından yürüyüp giden birini anımsıyordu.  “Adamı arkasından gördüm. İstediği alınmamış bir çocuktur" diye önemsemedim" dedi. Turan   "Olsun siz anlatın" deyince taksi Şoförü argo zengini Türkçesiyle anlatmaya devam etti.
      “Adamın kahverengi montu vardı" bir an durdu. Peşinden “Eski kürk yakalı montlardan." diye ekledi. Turan yaşlı şoförün anlattıklarına ne kadar güveneceğini bilemiyordu. Çocuk annenin tanımına uyuyordu. Zaman da olayın geçtiği zamandı. Yine de adamla konuştuğu yer ve adamın tavırları güven vermiyordu. Şoförün tanımı kendi kuşkulandığı kişiye uyuyordu Özellikle de tanımladığı montu daha önce kimin sırtında gördüğünü biliyordu. Bir an polise gidip gitmeme tereddüdü yaşadı.

      Kapıdan çıkarken Rüzgar Ali'ye verdiği söz aklına gelince istikametini Hükümet binasına çevirmişti. Olayı anlatmış haberi kimden aldığını söylememişti. Ne de olsa düşman kazanmak istemiyordu. Doğanı bulması içinde motosikletinin çok kilometre yapması gerekiyordu.
      Önce evlerine gitmişti. Ev karanlıklar içinde olunca yönünü Hasan abilerine çevirmişti. Allah’tan Hasan abisinin evi Doğanın evine uzak değildi. Sokağa girince lekeli bej arabayı gördü. Yüzüne bir gülümseme yayıldı. Ayaküzeri olan biteni anlattı.
      Doğanda kendisi yada Rüzgar Alinin düşündüğü gibi düşünüyordu. Ya taktiksel bir değişme vardı olay yeni bir boyut kazanıyordu. Ya da bu olayın diğer olaylarla bir bağlantısı yoktu. Turan ayrılmak üzereyken içindeki kuşkulardan söz etti. Taksi Şoförünün tanımladığı kişi ile kendi listesinin başındaki kişi uyuyordu.
      “Yarın orayı bir kere daha ziyaret edeceğim" deyince Doğan birlikte gitmeyi önermişti.
      “Beraber gidersek sürpriz olur" demişti. Evet, Turan Doğandan sürpriz kelimesini duymuştu ama bunun "suçüstü" anlamına geldiğini biliyordu. Sabah buluşmak üzere sözleşerek ayrıldılar.

      Sabah Doğan uyandığında duvardaki fosforlu saat beşi gösteriyordu. Yatağından doğrulup giyinmeye başlamıştı ki dışarıda kulağına artık tanıdık gelen motor sesini duydu. Annesi ağabeylerinde kalmıştı. Abisinin ve yengesinin bütün ısrarlarına rağmen onlarda kalmamıştı. "Sabah erkenden Turan’la tavşana gideceğiz" demişti.


      Hava aydınlanmaya başladığında onlar çoktan Gümüşlü çayının köprüsünü geçmişlerdi. Bu yol geçen hafta Turanın vespasıyla tırmandığı Gümüşlü dağının patikasından daha genişti. Gene patika gibiydi ama bu yolu keçilerden başka traktörlerde kullandığı için biraz daha genişlemişti. Genişti ama bir o kadar da bozuktu. Çoğu odunla yada zeytin çuvallarıyla dolu traktörler yolu bozmuşlardı. Geniş çukurlar su doluydu.
      Asfalt yoldan içeriye doğru dört beş kilometre gittiler. Önceleri sıkça bağ evlerine rastlıyorlardı. Sonra aradaki yüksek düzlüğü geçip Gümüşlü dağına yaklaştılar. Karşılarındaki kulübeyi görünce arkada oturan Turan sol eliyle işaret ederek “Şu görünen mi?" dedi. Turan başını olumsuzca salladı. İki dakika sonra ise motosikletini kenara çekip,
      “Buradan sonrasını yayan gideceğiz" dedi. Vespayı geçen hafta bıraktığının benzeri bir yere bıraktılar. Aceleyle yapılabilecek gizliliği sağlamayı unutmamışlardı. Beş yüz metre kadar yürüdükten sonra Turan yukarı tırmanacaklarını söyledi. Doğan hiç itiraz etmedi Nede olsa Turan bu işi iyi biliyordu. Zeytin ağaçlarının arasından yürümeye beş on dakika daha devam ettikten sonra Turan ileride bulundukları yerden kolay seçilemeyen ağaçların arasında kaybolmuş kulübeyi gösterdi. Kulübe yüz metre kadar ileride aşağıdaydı.
      “Mavi Mobileti görebiliyor musun?" Turan havaya girmiş fısıltıyla konuşuyordu. Doğan tüm dikkatini vererek baktı.
      “Yok" dedi. O da havaya girmiş gibiydi. ”Henüz gelmemiş olmalı." Dikkatli bir şekilde yürüyerek kulübeye yaklaştılar. Yoldan değil de yamaçtan yürümeye devam ediyorlardı. Yeterince yaklaştıklarına kani olunca Doğan,
      “Ben çevreyi kontrol edeceğim. Sen burada bekle" dedi. Genç gazetecinin itiraz etmeye niyetlendiğini görünce
      “Birinin burada kalması iyi olur" dedi. Doğan önündeki ağaca tutunarak inmeye başlamıştı ki uzaktan duyulan motor sesi onu duraklattı, hemen geri tırmandı. "Adamımız geliyor galiba" dedi. Bulundukları yerden onları kimsenin göremeyeceklerini bildikleri halde toprağa biraz daha yapıştılar. Sessizliği yalnızca yaklaştıkça artan motor sesi bozuyordu. Bekledikleri kişi tahminlerinden daha uzun bir süre gözükmedi. Dakikalar sonra geldikleri yön belirdi. Evet, bekledikleri konuktu motosikletin üzerindeki. Gelmekte gecikmesinin nedeni ise bacaklarının arasında sıkıştırarak taşıdığı çuval olmalıydı. Adam bacaklarının arasında kocaman bir çuval taşıyordu. İki genç tam siper yattıkları ağaçta birbirlerine baktılar. Hiç bir şey söylemeseler de aralarında ki iletişim sağlamdı, Turan haklıydı galiba.
      Güçlükle içeri aldı motosikletini aşağıdaki adam. Önce taşıdığı çuvalı güçlükle yere bıraktı. O zaman kendisini izleyen iki çift göz gördükleri karşısında ürperdi. Çuvalda taşınan her ne ise kıpırdıyordu, canlıydı. Adamın üzerinde ki kahverengi yakası kürklü mont taksicinin tanımladığı mont olmalıydı. Turan Doğana baktı.
      “Ne zaman harekete geçeceğiz" deyince
      “Biraz daha" dedi Doğan. ”Olacaksa tam bir suç üstü olsun" diye sözlerini tamamladı. Yine de boş durmuyorlar, yattıkları yerden kayar gibi kulübeye yaklaşıyorlardı.
      Adam mobiletini bıraktıktan sonra çuvalı kucakladı. Kulübenin kapısına yöneldi. Yukarıda bekleyenler onu göremez olmuşlardı. Bir dakika geçmemişti ki adam tekrar bahçede göründü. Ortalıkta bıraktığı mobileti aldı. İçeri sundurmanın altına çekti.

     Yamaçtaki iki adamın hareketleri hızlanmıştı. Doğan, kendisinden umulmayacak çeviklikte yamaçtan aşağı iniyordu. Turan, yetişmekte zorlanıyordu. Doğan ne kadar sessiz hareket ediyorsa Turan o kadar taş yuvarlıyor, dal kırıyordu. Durdular, kulübenin arka duvarı tam aşağılarındaydı. Doğan geri dönüp bakınca Turanın elinde küçücük bir makine farketti.
      “Daha ne bekliyoruz, ben hazırım" demişti. Doğan konuşmadan sağ elinin işaret parmağını dudaklarına götürdü.  "Adam biraz soluk alsın ne yapmayı düşünüyorsa hazırlan sın hele" dedi. Dedi ama Turan dengesini bir an kaybetmiş düşmemek için uzandığı dal büyük bir çıtırtıyla kırılmıştı. Ovada yankılanan çıtırtı harekete geçmelerine neden olmuştu. Ok yaydan çıkmıştı artık. Yuvarlanır gibi aşağı gürültüyle indiler. Sessizlik kuralı çiğnendikten sonra çabukluk gerekiyordu.

      Bir iki saniye sonra ağır ağaç kapının önündeydiler. Adamları kendi hapishanesinde gibiydi. O dar pencereden, kalın demirlerden yapılmış parmaklıklardan çıkması mümkün değildi. Tek sorun ise çuvalda duran çocuktu. Çocuğu sağ salim geri almaktan başka bir düşünceleri yoktu. Diğer çocukların gömüldükleri yerleri nasıl olsa öğrenirlerdi. Doğan bu düşüncelerle kapıda dikilirken nefes nefese Turan yanına geldi.
      Elindeki profesyonel fotoğraf makinesini hazırlamıştı. Gazeteci olduğuna göre bu fotoğraflar onun hakkıydı. Bu olay için çok emek vermişti, aralarındaki sessiz işaretleşmeden sonra Doğan kapıya bastı tekmeyi ve o an Turanın elindeki makinenin flaşı peş peşe patlamaya başladı.
      Yüzü ilk kızaran Doğan mıydı yoksa fotoğraf makinesinin objektifi ile gören Turan mıydı? Eğer birbirlerinin yüzlerine bakıyor olsalardı gördüklerinden dolayı yüzlerinin kıpkırmızı olduğunu fark edeceklerdi. İçeride çırılçıplak bir adam vardı. Bir de olan bitenden habersiz keçi. Doğanın kafasında uzun yıllar önce öğrendiği bir kavram belirdi. Zoofili

      Sonrası tam bir dramdı. İsterseniz olayı özetlemek için kara mizah kavramını da kullanabilirdiniz. Müdür Yardımcısı Ahmet Oker, bir anlık şaşkınlığı geçince odanın bir yanındaki bıçağa seğirtmiş intihara kalkışmıştı. Sonra kahkahalarla gülmeye başlamıştı, ardından de hüngür hüngür ağlıyordu. Geçici bir cinnet, delilik yaşıyordu. Olayı, kayıp çocuğu unutmuşlar Ahmet Oker'i yatıştırmaya çalışıyorlardı.

      Doğan bu suçun insanlık tarihi kadar eski olduğunu söyledi. Olayın burada bu kulübede kalacağını söylediler. Samimiyetlerinin kanıtı olarak makinedeki filmi çekip çıkarmışlardı. Biraz sakinleştikten sonra Ahmet Bey ağlayarak anlatmaya başladı.
      “Bu alışkanlık doğrudan bu şekilde başlamadı. O zamanlar gazeteler bu kadar cüretkâr değildi. Bir çift bacak için yada mayolu bir resim için gazete aldığımı biliyorum. Sonra porno dergileri ve porno filmleri tanıdım. Düzenli olarak dergiler alıyordum" dedi. Odanın köşesindeki masaya yöneldi. Yavaş hareketlerle masanın altından bir tahta sandık çıkardı. Ne olur ne olmaz diye Doğan ileri atıldı.
      “Merak etmeyin" dedi Ahmet Bey. ”Ben kendi halinde bir sapığım cani yada katil değilim" dedi. Yüzünde acı bir gülümseme vardı. "Pek çok şeyden fedakarlık edip bütün bunları alıyordum" dedi ve sandıktan çıkardığı dergileri odanın ortasına fırlatmaya başladı. Bir anda odanın ortası renkli büyüklü küçüklü dergilerle dolmuştu. Onlarca çıplak kızla kadınla dolu dergi odanın ortasındaydı. Turanın oturduğu divanın altına elini uzattı. Oradan da bir karton kutu çıkardı. Onda da dergiler kitaplar vardı. Duvarda ki rafa el attı. Büyük kocaman bir sarı zarf vardı rafta. Zarfın içinden de benzer resimler çıkmıştı.
      Adam, gençliğinde yasaklardan kurtulmak için rahatlamak için pornoyu seçmişti. İleri yaşlarda kurtulamamıştı alışkanlıklarından. Belki de bu yüzden yuvası dağılmıştı. Zamanla dergiler kesmez olmuştu ama karşı cinsle sağlıklı ilişkiler kuramamış geneleve gitme cesareti gösterememişti. Bir gün zoofili dergisi eline geçince bu yol daha kolay gelmişti.  Ahmet Bey “Benim ki kimseye zarar vermeyen bir alışkanlık" diye sözünü bağlamak istedi. Doğan odanın bir kenarında duran masum keçiyi gösterdi. Adam başını öne eğmek zorunda kalmıştı.
      Doğan, bir süre odanın ortasına saçılan dergileri süzdü. Adamdan iğrendi.İçinde korkunç bir kusma isteğini zorlukla bastırdı. Bakışlarını dergilerin üzerinden çekip karşısında duran olduğundan çok yaşlı görünen adama çevirdi. 
“Çakmak nerede peki?" Ahmet bey utangaç bakışlarını Doğana çevirdi. Bakışlar ayaklarından başlayıp yukarılara çıktı ama yüzün alt bölümüne takıldı kaldı. Göz göze gelebilecek cesaret yoktu.
       “Anlamadım... Ne çakmağından söz ediyorsunuz." Yanıt sertti.
“Bir yüzünde "I.C.A." diğer yüzünde "20. YIL" yazan çakmak" dedi. Ahmet beyin bakışları tekrar yere döndü. Fısıldar gibi
“Onu da duydunuz demek" dedi. Bir anlık suskunluktan sonra  "O fabrikada emeğim çok benim, aylarımı yıllarımı verdim. Ama teşekkür belgesini, ödülü alan başkalarıydı. Beğenmiştim o çakmağı ve hakkım olduğunu düşünerek almıştım." Bir iki saniye durduktan sonra devamında gelebilecek soruyu tahmin ediyor olmalıydı ki anlatmaya devam etti.
     “Ben aldıktan bir kaç gün sonra benden de aldılar" dedi. Doğan cebinden çakmağı çıkardı. İki parmağının arasında yazılar okunacak şekilde adama uzattı. "Bu O çakmak mı?" Kafa belli belirsiz sallandı. "Sanırım" dedi yalnızca. Bu yanıtın evet olduğu belliydi.
     “Ne zaman" Doğan sorunun eksik olduğunu fark etmişti. “Yani ne zaman kayboldu" diye düzeltti.
     “Bende fazla durmadı. Bir iki gün sonra benden de aldılar " dedi. Bu konuda ki en son soru ise yanıtsız kalmıştı. "Sizce kim almış olabilir." Yanıt utanan boş bakışlar ve suskunluktu.

    Bir saat sonra hayal kırıklığı içindeki iki kişi ilçeye dönüyorlardı. Bu defa vespayı Doğan kullanıyordu. Geride yanan bir kulübe kalmıştı. Doğanın ve Turanın bütün itirazlarına rağmen Ahmet Oker, günah yuvası diye adlandırdığı kulübeyi ateşe vermişti. Turan arkasında oturduğu Doğana bağırarak
    “Doğru mu yaptık?" dedi. Doğan yanıtını veresiye kadar araç bir hayli yol almıştı. "Emin değilim ama üzerine biraz daha gitseydik intihara kalkışırdı" dedi sesini duyurmak için bağırarak. Turanda öyle düşünüyordu. Birlik İşletmesinin ikinci müdürü Ahmet Oker bir sapıktı. Kendi deyimiyle "kimseye zararı olmayan bir sapıktı." Yine de hem Doğanın hem de Turanın kafasında soru işareti kalmıştı. Acaba söylediklerinde içten miydi? Acaba bastırılmış duygular hep böyle yavaş mı ortaya çıkardı. Uzaktan asfaltta motor sesleri duyulmaya başlamıştı.

      İlçeye vardıklarında ikisi de Şoke olmuşlardı. Sapık yakalanmıştı. Hem de kaldığı yerde, otel odasında. Otel sahibi sabah geldiğinde gece gelen konukların listesine bakmış kuşkulu gördüğü ismi polise bildirmişti. Polis sessizce gelmiş tüm kurallarıyla bir baskın düzenleyerek adamı kıskıvrak ele geçirmişlerdi. Baskını düzenleyen Rüzgar Aliydi. İki polis otelin kapılarını tutmuş Rüzgar Ali ve güvendiği üç-dört genç polis baskını düzenlemişti.
      Baskına katılıp görevli olmayan bir kişi vardı. "Haber Gazetesi" muhabiri Kamil Aksu. Kapıyı vurmuşlar içeriden gelen soruyu -tıpkı Amerikan filmlerindeki gibi- "oda servisi" diye yanıtlamışlardı. Bütün bu olan bitenleri daha sonra otel sahibinden öğrenmişti Turan.

       Gazeteye döndüğünde Yakup usta burnundan soluyordu. Nereden getirildiği bilinmeyen küçük ekran bir televizyonu izliyordu. Üstelik hiç yapmadığı bir şeyi yapıyordu. Elinde bir uzaktan kumanda kanaldan kanala dolaşıp duruyordu. Belli ki aradığı özel bir şey vardı. Star Tv. ve Show Tv. haberi ikinci yada üçüncü haber olarak vermişlerdi. A Tv ise bültenin sonlarına doğru yayınlamıştı. Ne onlar ne de haberi paket olarak onlara verenler basit ayrıntıları düşünmüyorlardı.
      “Eğer sapık yakalanan kişi ise linç edilmeye çalışılan Amerikalı iki genç masum muydu? Diğer çocuklardan olumlu veya olumsuz hiç bir haber yoktu Haber kuşağı geçtikten Yakup Usta televizyonu kapattı. Televizyonun sesi kesilince gazetenin yazıhanesine bir sessizlik çöktü. Kimsenin dili bir şey söylemeye varmıyordu. Bir kaç dakika sonra



     “Hadi bakalım herkes evine" dedi. Başka bir gün olsa çalışanlar sevinçle hareket ederlerdi ama bu akşam kimsenin gitmeye gönlü yoktu. Turan ustasına bir şey diyecek oldu ama daha kelimeler ağzından çıkmadan yaşlı ustanın sert sözleri sadece yutkunmasını sağladı.
      “Evet Turan bey bu iş bitmiştir." Masasına oturdu. “Adam haber hazırlıyor ve hazırladığı haberi ana akım televizyonlara, ulusal basına satıyor." Sesi kendi kendine konuşuyormuş gibiydi. "Bizim hızlı gazetecimiz ise dağlarda geziyor." Bu şartlar altında Turanın söyleyebileceği hiç bir söz yoktu. Tam kalkıp gitmek üzereyken öldürücü cümle geldi.
     “Yarın sabah Sigortaya emeklilik dilekçemi göndereceğim dedi. Durum gerçekten umutsuz olmalıydı, elini yavaşça kapıya attı. Kapı hafif aralandığında Yakup ustanın son cümlesi geldi. "Aklında olsun, gazetemiz satılık" dedi. Ustası şaka yapıyor olamazdı. Söylenilenlerin şakaya benzer yönü de yoktu.
Başlık: Anchilea - Bölüm Otuz üç
Gönderen: azizhayri - 05 Ocak 2016, 08:38:12
B Ö L Ü M   O T U Z Ü Ç

      Bir kaç sokak ötede Haber gazetesinde de benzer bir toplantı yapılıyordu. Gazetenin resmi sahibi, gerçek sahibi ve genel yayın müdürü konforlu sayılabilecek yazıhanede oturmuşlar kutlama yapıyorlardı. Aylardan beri ilk kez atlatma bir haber yakalamışlardı. Dahası bu haberi Ulusal yazılı ve görsel basına satmışlardı.
    “Teşekkür ederim arkadaşlar" dedi odadaki en geniş masada oturan gerçek patron. "Bu gazetemiz için gerçek bir devrim demektir" dedi. Elindeki kristal kadehi kaldırarak  "Haber Gazetesinin şerefine" dedi Odadaki diğer iki kişide patronlarını izledi.

    Gecenin ilerleyen saatlerinde İlçenin dışı sayılabilecek sitelerden birine büyük bir araba giriyordu. Bu site, zengin kişilerin yaşadığı, yüksek duvarlarla çevrili, kapısında görevli güvenliği bulunan, süper lüks dubleks binaların oluşturduğu modern siteydi. Elit sitesi, yüzme havuzundan tenis kortuna kadar her bir ayrıntının düşünüldüğü, her binaya en az iki otoluk park yerinin ayrıldığı üyelerinin bile seçilerek alındığı siteydi. Lütfü Yurttaş’ta bu sitenin kurulacağını duyunca başvurmuş, ilk üyelerden biri olmuştu. Üstelik bitişik iki daireyi birden satın almıştı. Birini kendine diğerini de oğluna almıştı, sonra dairelerin içinde değişiklikler yaptırarak tek daire durumuna getirmişlerdi.         
     Aracını kapıdaki bekçinin bakışları arasında içeri aldı. Bekçi dikkat ediyordu çünkü Lütfü Beyin bahşişinin bol olduğunu biliyordu. Evi bekçi kulübesine yakın olduğu için koşarak arabayı izledi. Kocaman kırmızı araba yerinde henüz park etmişti ki bekçi kapının kolunu yakalamıştı. Ne kadar yalakalık diye nitelendirilse de hoşuna gidiyordu. Her zaman olduğu gibi kasketi elinde bekleyen bekçinin eline kağıt parayı tutuşturdu. Eh ne de olsa kendi özel bekçim dediği adama bakmak zorundaydı. İki eli önünde birbirine kenetli bekleyen adama dönüp “Ben biraz geceyi dinleyeceğim" dedi. Bu "hadi sen git demekti.
      Her blok için ayrı düşünülmüş geniş yeşil alana, karısının modern sanat diyerek bir avuç para dökerek satın alıp yerleştirdiği banka çöker gibi oturdu. Bankın soğukluğu ile bir an ürperse de keyfini bozmak istemediği için aldırmamaya çalıştı. Cebinden gümüş sigara tablasını çıkardı. Havada hafif bir sis vardı, bir sigara yakıp hava yıldızlara doğru üfledi. Yorgun olduğunu hissediyordu ama en azından sigarası bitesiye kadar bu keyfi bozmamaya kararlıydı.

     Uzun yıllar önce -dokuz on yaşlarında olmalıydı- bu ilçeye ilk kez gelmişti. Çalışkanlığı disiplini ama özellikle kurnazlığı sayesinde bu duruma yükselmişti. Gerçi bu duruma gelesiye -yani Irgat Rıfkı’nın oğlu sümüklü Lütfü’nün Lütfü Beyefendi olmasına kadar yani- çok çileler çekmişti. Bir an kafasını çevirdi. Geriye evine doğru baktı. Yukarıda yatak odasında yanan ışıkları görünce derin bir nefes daha çekti sigarasından. Keyfi biraz bozulmuştu ama o derin bir nefes daha aldı sigarasından çünkü içeri girince başlayacaktı gene çilesi.
    Her işe, her boyaya girip çıkmıştı; ırgatlık, hamallık, şoförlük, kahyalık, simsarlık. Bir gün yanında çalıştığı patronun kızının kendisine farklı baktığını görünce kurtuluş reçetesini görür gibi olmuştu. Aralarında bir aşktan veya sevgiden söz edilmemesine rağmen mutlu bir evlilik yapmıştı. Mantık evliliği diye başlayan evlilikten zamanla hoşlanmaya bile başlamıştı, kayınbabası ölünceye, kaynanası yanlarına taşınıncaya kadar yani. Sonrasında Allah yürü ya kulum demişti. Kayın babasından bir evin bir kızına kalan malı beşe ona katlamıştı. Şimdi ise oturduğu bu bilmem kaç yüz metre karelik lüks daire başta olmak üzere en az on daire sahibiydi. Ayrıca dükkanları, yazlıkları, dekarlarca tarlaları, zeytin, incir bahçeleri vardı. En çok hoşuna giden mülkü -yada son oyuncağı- gazetesiydi.
      Lütfü Yurttaş, Amerikan tarzı bir hayat yaşıyordu. Geniş bahçe içersinde bir evi, kocaman bir arabası vardı. Kendini Dallas'ın "JR" ına benzetirdi sık sık. Dallas’ı elinde tutan gözünü budaktan sakınmayan Jr Ewing hayranlık duyduğu kahramanıydı. En son yaptığı numarayı Jr bile düşünemez diye düşünüyordu. En güzel oyuncağı olan Haber Gazetesini yerel gazete olmanın dışına çıkarıp önce bölgesel sonra ulusal gazete yapmayı hedefliyordu. İşte bu yüzden cin fikrine bayılmıştı, bulamadıkları haberi kendileri yaratmışlardı. Böyle bir işle bizzat kendisi ilgilenmiş, taa İzmir'e kadar gitmişti. Ağzı sıkı iki adam bulmuştu. "Bir şaka, bir oyun demişti adamları inandırabilmek için. İkna oldukları an ise Lütfü beyin yazdığı bol sıfırlı çeki ellerine aldıkları andı
     “Eğer yakalanacak olursanız beni kesinlikle tanımıyorsunuz" demeyi de unutmamıştı Doğrusu işsiz iki aktörün rollerinin hakkını fazlasıyla vermişti. Bir hafta içinde kimse görmediği halde hayaletlerin varlığına herkes inanmıştı. Gerçi kendisi hiç bir zaman onları görmedi ama gazetede şehir kulübünde kahvede duydukları adamların işlerini çok iyi yaptığını gösteriyordu. Kimi yaşlı bir kadın -bir cadı- gördüğünü iddia ediyordu. Kimi de tiz kahkahalardan ve yere vurulduğu tahmin edilen metal sesten söz ediyordu. Yaşlı adam yerinden doğrulurken
      “Adamlar işlerini çok iyi yaptılar aldıkları paraya helal olsun" demişti.
       Ayağa kalkınca poposunun üşüdüğünü fark etmişti. O an havadaki garip kokuyu duyumsadı. "İçtiğim sigaradan olmalı" diye düşündü. Bir sigara içimi sürede ne çok şeyler düşünmüştü. Ağır adımlarla geniş çim alanı ikiye bölüp giriş kapısına uzanan yolu yürümeye başladı. Mutluydu ve dudaklarında rahmetli kayın babasının çok sevdiği zeybek türküsü vardı. Bir iki dakika sonra başlayacak olan “Damat nerede kaldın, gül gibi kızımı ve beni bu süslü hapishaneye mahkum ettin" teranesine kadar mutluluğu uzasın istiyordu. Bir an durdu. Sol kolunu hafifçe sıyırarak saati okumaya çalıştı. Dikkatini saate verince arkasında bir ses duyduğunu sandı, aklına bekçi geldi. Bazen yağcılığını ilerletir gecenin bir yarısında
      “Bir ihtiyacınız var mı? Sorem dediydim" diye kapılarını çalardı. Özelliklede kırmızı Amerikan arabası kapıdaysa yapardı. Aniden döndü, geride kimse yoktu. Az önce yanan şatafatlı bahçe lambaları sönmüştü. İştahı kaçtığı için türkü söylemeyi bıraktı, aynı sesleri tekrar duydu. Metalik bir cisim yere vuruyordu sanki. Adımlarını sıklaştırdı. O yürüdükçe evinin önündeki bahçe uzuyor ev uzaklaşıyor gibiydi. Cesaretini topladı, geriye tekrar baktı. Az önce oturduğu bankın yakınlarında bir gölge duruyordu, seslendi.
      “Sen misin Yusuf Efendi" Gölgeden bir yanıt gelmedi. Aksine orada dikilip duran kara gölge o seslendikten sonra yaklaşmaya başladı. İşte o zaman metalik sesin nereden geldiğini anlamıştı. Donup kalmış, yaklaşan gölgeyi izliyordu.
      Gecenin karanlığında yaklaşan gölgenin bir ayağı belirgin bir şekilde takmaydı. Karanlıkta ışıldayan sarı metaldendi ve her adım atışında tınlıyordu. Kiraladığı iki gencin adını anımsamaya çalıştı. Hiçte önemsememişti isimlerini, ne de olsa onlar kendisi için kiralık iki adamdan başka bir şey değildi.
     “Beyler” dedi korku dolu bir sesle “İşiniz bitti, anlaşma sona erdi hakkınızı da fazlasıyla aldınız." Üzerinde yırtık giysileri olan hayal yaklaşmaya devam ediyordu. Üstelik ayak seslerine arkasında hayvanlardan bir ordu varmış gibi baykuş sesleri, köpek ulumaları destek veriyor gibiydi.
      “Beyefendi" dedi sesini biraz daha kibarlaştırarak. "Şaka bitti artık, üstelik burası benim evim." Tüyleri diken diken edebilecek tizlikte bir kahkaha duyuldu artık iyice seçilebilecek kadar yaklaşan gölgeden. Lütfü Bey karşısındakinin bir kadın olduğunu üstelik yaşlı ve çirkin bir kadın olduğunu anladığında aklı başına geldi. Geri geri yürüyen adımlarını sıklaştırdı. Bir yandan da elleri cebinde anahtarını bulmaya çalışıyordu, lanet olası anahtarlar yanında yoktu.
      Acele ettikçe eli ayağı daha çok karışıyordu. Döndü, gördüklerinin bir hayal olduğunu düşünmeyeçalıştı. Büroda viskiyi fazla kaçırmış olmalıydı ama ensesinde soğuk nefes bütün bunları yalanlıyordu. Bin yıllık bir mezar açılmış gibi ağır bir rutubet kokusu duyuyordu.  Şimdi tam olarak kapının önündeydi, zili çalmaya çalıştı. Bu kere zili bulamıyordu, yakası açılmadık küfürlerinden birini savurdu modern desenli çlık kapıya karşı. Ne karısı nede kaynanası dışarıdan gelen sesleri, bağırışları duymuyorlar mıydı? Titreyen elleri zilin yerini güç bela buldu. Dokunduğu anda içeriden “ding-dong" sesi geldi. Ama o muhteşem kaynanası buraya da yetişmiş zil sesinden rahatsız olmasınlar diye en düşük sesli ve en pahalı zili taktırtmışlardı. Hemen arkasında bir kahkaha daha duydu. Parmakları zilin üzerinde sürekli duruyor ev sanki o kibar “Ding-Dong" sesleriyle yıkılıyordu.
      Birden yanı başında üzerinde yalnızca deri bulunan kuru kemik gibi bir yüz belirdi. Başında kukuletası ağzındaki seyrek dişleri gösterircesine gülüyordu. Nefesi kusmuk kokuyordu bu defa cadının, ağzını bir kere daha açtı ve Lütfü beyin bilinç altına yer edecek o cümleyi söyledi.  “Empusa' ile dalga geçme." O saniye kapı açıldı, Lütfü Yurttaş kapıyı açanın kim olduğunu göremeden yere yığıldı.

      Israrla çalınan kapıyı sözleşmelere aykırı olduğu halde evin hizmetçisi açmıştı. Akşam yemeğinin bitmesinden sonra görevi bitiyordu. Dakikalarca çalınan kapıyı açan olmayınca mecburen kendisi gitmişti. Açmadan önce kapı üzerindeki mercekten Beyefendi’yi görmüştü. Kapıyı açtığında ise adam yığılıp kalmıştı. Orta yaştaki hizmetçi bir an korkuyla çevreye bakınmıştı. Yaşlı adamı tutmaya çalıştı olmadı, içeri çekmeye çalıştı, beceremedi. Korkuyla bağırmaya hanımına seslenmeye başladı. O an büyük hanımın merdivenlerde olduğunu fark etmişti.

      Bir telefon ile oğlu koşup gelmişti. Babası, oğlunun gecenin geç vakitlerine kadar çalıştığını zannediyordu. Aslında genç adam babasının kendisine taktığı unvana göre veliaht prens çoğu akşam babasının sayısını bilmediği dairelerden birine gidiyordu. Yanında ise muhtemelen küçük ortak Kamil Aksu’nun bulduğu bir hanım arkadaş oluyordu. İşte "Anneciği aradığında o babasının unuttuğu dairedeydi. Yanındaki bir kaç keredir beraber olduğu arkadaşı vardı. Her şeyi olduğu gibi bırakıp koşmuştu.
      Yarım saat sonra Lütfü Yurttaş salondaki üçlü koltuğun üzerinde kendine geliyordu. Büyükhanımın peşinden eşi de uyanmıştı. Son zamanlarda araları soğuk olsa da seviyordu kocasını. Hizmetçi ile birlikte adamı yarı taşıyarak yarı sürükleyerek içeri koltuğa yatırabilmişlerdi. Rukiye Hanım hemen oğlunu arayarak acele gelmesini sağlamıştı. Sonrada aile doktorlarını çağırmışlardı.

      Lütfü bey kendine geldikten sonra olanlar hakkında hiç bir şey söylememişti. Doktorun tüm ısrarlarına rağmen kalkmış ön kapıya gitmişti. Eve geldiğinden beri kafasının içerisinde hissettiği eksikliğin ne olduğunu anlamıştı. Sendeleyerek dışarı çıktı.
     Dışarıya çok sevdiği hep kendi gibi olmasını istediği oğluyla çıkmıştı. Bu arada kaynana, her zaman olduğu gibi belli bir saatten sonra bahçe ışıklarını söndürttüğünü söylemişti. Evin bütün ışıkları yakıldı. Bahçe aydınlatmaları -evde bir davet varmışçasına- yakılmıştı. Doktoru istirahat önerisini kabul etmediği için zorunlu olarak yanlarındaydı. Birlikte çıktıkları iyide olmuştu. Yoksa kalbi ikinci bir şoka dayanamazdı.

      Lütfü Yurttaş’ın ev halkından saydığı ama eşinin ve kayın validesinin bir türlü kabullenemediği bir köpeği vardı. İçinde oturdukları kooperatife taşındıkları ilk günlerde Sivas'tan getirtmişti. Sevimli bir yavru iken bile sevmemişti ne eşi nede kaynanası. O nedenle şık bir kulübe yaptırarak Ceyar ının tüm rahatlığını düşünmüştü. Kapısının üzerine pirinç plakaya adını yazdırmıştı."Ceyar" Eşinin, Görgüsüzlük demesine aldırmamış okunduğu gibi yazdırtmıştı. Lütfü Yurttaş gözlerini açıp yaşadıklarını anımsamaya başlamasından sonra aklına ilk Ceyar’ı gelmişti. Beyninin içindeki eksikliğin ne olduğunu anlamıştı, bütün o olayları yaşarken Ceyar'ının sesini duymamıştı. Nerede olduklarını bilemeyeceği birçok köpek havlamış, ulumuştu ama Kendi köpeğinden bir inilti dahi gelmemişti.

      Bir iki dakika sonra üç kişi ellerinde fenerler olduğu halde arka bahçeye doğru yürüyorlardı. Lütfü Yurttaşın zihni az önce yaşadıkları ile meşguldü. Yaşadıklarının aşırı yorgunluktan kaynaklanan kabus olduğunu düşünmeye başlamıştı ki köpeğinin halini gördü. O an bir kere daha olduğu yere yığıldı. O çok sevdiği iri yarı köpek et yığını olarak kulübesinin içinde yatıyordu. Hemen yanında tüten dumanlarsa siteye ilk geldiğinde fark ettiği - "içtiğim sigaradandır" diye düşündüğü kokunun gerçek nedenini açıklıyordu.

      Olay polise intikal etmedi.  Yalnızca Haber gazetesi olayı ilk sayfadan verdi.   "İlçemizin tanınmış ve sevilen simalarından Lütfü Yurttaş evinde geçirdiği kalp krizinden dolayı Özel sağlık hastanesine kaldırıldı..." şeklinde devam ediyordu. Aslında olay polise intikal etmemişti ama ertesi gün İlçede Lütfü Yurttaş’ın yaşadıkları konuşuluyordu. Hem de tüm dedikodularda aksamadan yürüyen kurallarla; bire bin katarak. Cadı, İlçenin dedikodu gündeminin ana konusu olmuştu. Pırasa saçlı, kırmızı gözlü, uzun burunlu, seyrek dişli ve lime lime elbise giyen bir cadı yediden yetmişe herkesin dilindeydi. Doğal olarak İşletmede de.
   Doğan, Yükselin odasına girip de "Günaydın" deyince aldığı yanıt  “Lütfü Yurttaş Empusa' yı görmüş" olmuştu. Doğan olaya nasıl bakması gerektiğini şaşırmıştı. Onu bu odaya getiren duygularıydı ama mantığı doğru yolda olduğunu söylüyordu. Günden güne yakınlaştıkları bu kız olayların içindeymiş gibiydi. Hatta belki de olayların merkezindeydi. Yine de gizini korumasını çok biliyordu. Koca bir gece birlikte olmuşlardı ama kızın ağzından bir kelime bile öğrenememişti. Salonda duran, markasını ve modelini hiç görmediği Google dan yaptığı araştırmalardan bile bir sonuca ulaşamadığı müzik setinin gerçek işlevini bile.

      Birde yakalanan adam vardı. Olay açıkça düzmece kokuyordu, bir masum kız çocuğu kaçırılıyor ve ertesi sabah sağ salim bulunuyordu. Sanki eliyle konulmuş gibi. Üstelik bu olayı polise bildirende doğrudan baskına katılan gazetecinin ta kendisiydi. Turanın gelip kendisini bulmasından ve Yakup Ustanın kararını öğrenmesinden sonra Gazeteye birlikte gitmişler olan biteni Yakup ustaya anlatmışlardı. Adam belli etmemeye çalışsa da ikna olmuştu. Yüzünün yumuşamasını gören Turan "karşı atağa geçmeyi" önermişti. Yılların gazetecisi böyle bir girişimin basın ahlakıyla bağdaşamayacağını söyleyerek konuyu daha başında reddetmişti.

     Konu hakkında biraz görüştükten sonra Doğan ikinci müdürün gelip gelmediğini sordu.

     “Anlamıyorum" dedi Yüksel yanıt olarak. "Son zamanlarda herkes benden kaçıyor gibi. Ahmet beyde izin almak için çabalayıp duruyor." Biraz düşündü.  “Müdür vekili olduğu için izin almakta zorlandığını duydum" dedi. "Hem de bir kaç aylık izin peşindeymiş dediler." Birden aklına gelmiş gibi ekledi
      “Sahi neden sordunuz. Bir adam durduk yerden izine ayrılmayı neden düşünsün. Hem de altı aylık -gerekirse ücretsiz izin istesin." Doğan dağdaki kulübede verdiği söz aklında olduğu için bu soruyu yanlış kişiye sorduğunu düşünüyordu. Sesine umursamaz bir hava vererek  “Kimbilir..." dedi.
      Yüksel Hanım yanılmıyordu. Bir martta pamuk sezonu resmen kapanınca çalışanlar izin yarışına girmişlerdi. Birol Bey ve Besim yıllık izinlerini kullanıyorlardı. Serkan Güler’se bayram tatilini fırsat bilmiş Ankara'ya ailesinin yanına gitmişti. Yasal iznine bir kaç günde “Beni idare ediverin" türünden ekleme yapmıştı. Amerikalılar hakkında ise kesinleşen bir bilgi yoktu. Kimi Ülkelerine döndüler diyordu. Kimi ise İzmir'de Natonun tesislerinde zorunlu oturma görevi verildiğini söylüyordu. Yönetim personelinden geriye az kişi kalmıştı. İşletme yıllık bakıma girecekti ama Müdür beyin gelmesini bekliyorlardı. Muhasebe odasındaki sessizliği Doğan bozdu.
      “Biliyor musunuz kayıp çakmak Ahmet Oker’de de yokmuş" dedi. Kız üzerinde çalıştığı belgelerden başını kaldırdı.
      “Gerçekten mi?" dedi hayretle. Ardından ikinci soru geldi “Nereden biliyorsunuz."
      “Dün kendisi söyledi. Kıskançlıktan dolayı almış ama bir iki gün ancak koruyabilmiş. Sonra ondan da almışlar."
      “Siz de inandınız öyle mi?" Doğan bir an "çok mu iyimser davranıyoruz acaba" diye düşündü. Ya adam gerçekten yalan söylüyorsa. Ya hesaplarını yanlış yapıyorlarsa" Doğanın kafası karışmıştı. O anda kapı çalındı, Besim kapıda gülümsüyordu. Gülümsemesi Doğanı göresiye kadar sürdü.
      “Merhaba" dedi dudaklarındaki donuk gülümsemeyle. Ardından alaycı bir cümle daha geldi.
      “Umarım rahatsız etmiyorumdur." Genç kız Doğandan önce tepkisini vermişti.
“Ne demek istiyorsunuz Besim Bey" dedi. Alaycı ses devam ediyordu. “Yo, yo gene yanlış anladınız çalışmalarınızı kastediyorum. Kızım için bir sevk kağıdı alacaktım da size de bir uğrayayım dedim" dedi. Odaya girmiş sayılmazdı. Geriye iki adım attı, kapıya ulaşmıştı. Tam kapı aralığında "İyi çalışmalar" dedi ve kayboldu.

       İlçede yaşayanlar yakalanan zanlı ile olayların son bulduğuna inanıyorlardı. Ya da en azından böyle olmasını temenni ediyorlardı. Bir sapık yakalanmıştı. Polise ifade veriyordu. Siyah büyük arabalarıyla çevreden dolaşan Amerikalılarda yakalanmıştı. Bu iki neden onlar için yeterli olmalıydı. Diğer çocuklar hakkında ise fikir yürüten yoktu. İfadeyi başkasına bırakmadan kendi alan Rüzgar Ali dışında.
      Sabah ihbar yapılıp adam yakalandığından beri vaktinin tamamını adamın yanında geçirmişti. Üzerinde çıkan kimlikte adının "Tuncer Özler" olduğu yazılıydı. Yine aynı kimliğe göre ilçe doğumluydu. Kendisini tanıyan kimse çıkmamıştı, garajda görüp konuşan zabıtalardan başka.
      Yirmi yedi yaşında Üniversitenin felsefe bölümünden terk biriydi. İleri sayılabilecek yaşına rağmen bekardı. Yani bunları adamın kendisi söylüyordu. Suçunu inkar ediyordu hatta  ortada bir suç olmadığını söylüyordu.
      “Köşede ağlayan bir çocuk gördüm, alıp otele götürdüm. Sabah da size getirecektim" diyordu. Ne üzerinde ne de kaldığı otel odasında ne delici ne kesici ne de başka bir silah yada benzeri bir nesne bulunmamıştı. Adamın üzerinde tırnak çakısı bile yoktu. Yalnızca çanta dolusu kitap vardı. Adamın aradıkları adam olmadığı açıkça belliydi. Yine de ortada bir suç vardı. O nedenle adamı bir kaç gün içeride tutabilirlerdi, öyle de yapacaktı zaten.

      Yüksel ve Doğan birlikte çıktılar fabrikadan. Çoğu akşam yaptığı gibi Doğan, arabasıyla genç kızı sokağının başına kadar bırakmıştı Bir davet beklemiş ama beklediği davet gelmeyince kendi akşam yemeği önerisinde" bulunmuştu. Yanıt olumsuz olunca da evlenme teklifi planlarının bir kere daha erteleneceğini anlamıştı. Söylediği önemli işin ne olduğunu merak ediyordu doğrusu. Yanıp sönen renkli ışıklarla salonda duran müzik seti benzeri cihazla bir ilgisinin olduğuna da emindi. Emin olması da gerekiyordu. Bu da bahçesi dev kaktüslerle dolu evi ve Cephane sokağını bu gece sık sık kontrol edeceği anlamına geliyordu.
      Çarşı içinde akşam yemeğini yedikten sonra geniş bir tur attı. Kahvehanelerin birine girip bir iki çay içti. Zamanın yeterince geçmiş olduğuna inanınca arabasıyla yukarı girişten Cephane sokağa girdi. Otomobilini park ettiği yerden Yüksel’in evini görebiliyordu. Beklediğine erişmek için fazla beklememişti, salonun ışıkları söndü.
     Yine o garip ışık dalgaları başladı. Doğan torpido gözünden bir gösterge çıkardı. Eski pilli radyoların büyüklüğündeki aletin yarısı ekrandı. Doğanın elindeki cihazın ekranında sinüs eğrileri belirdi. Havadaki dalgaları ekrana yansıtmak için geliştirilmiş osilaskop benzeri bir cihazdı. Yalnız şu an sinüs eğrileri belli yada bilinen bir düzende değil de karmaşık bir şekilde hareket ediyorlardı. Arada bir salon camına bakıyor elindeki cihazın küçük ekranında görünen ile salonun perdesine yansıyanlar arasında benzerlik kurmaya çalışıyordu. Elektronik bilgisinin bu kadar az olmasından dolayı kendine kızıyordu. Emin olduğu bir tek şey vardı ki içeride olanlar bir televizyonun renkli ışıklarının yansıması değildi.

      Bir saat sonra Doğan yine yollardaydı. O evde olanlar her zamankinden daha uzun sürmüştü bu defa. Sokağın aşağısına varınca son günlerde sıkça uğradığı büfeye gitti. Bu kere adam kendisini tanımıştı. Havadan sudan konuştukları bir kaç cümleden sonra televizyonunun görüntüsünü sordu şişman büfeciye. Adam gayet iyi olduğunu söyledi. Beş dakika öncesini ısrarla sormuş olsa da aldığı yanıt hep aynıydı. Üstelik adam ne televizyonunda nede anten düzeneğinde bir değişiklik yapmadığını söylüyordu. Bundan iki sonuç çıkarılabilirdi. Ya başından beri parazitlerin kaynağını yanlış yerde aramıştı. Yada genç kız cihazının etkilerini farketmiş gerekli ayarları ve düzenlemeleri yapmıştı. O salonda duran nesnenin ne olduğunu anlaması gerekiyordu.
Başlık: Anchilea - Bölüm Otuz dört
Gönderen: azizhayri - 06 Ocak 2016, 08:09:15
B Ö L Ü M  O T U Z  D Ö R T


       O gece Doğan sayısız kabuslar gördü. Yıllar öncesinden gördüklerinin benzerlerini. Necla’yı, yüreğinde sakladığı çocukluk aşkını görüyordu. O gencecik bedenin çevresi tanımlayamadığı yaratıklarla dolu oluyordu rüyasında. Korkuyordu onları uzaktan gördüğünde. Bir de cadı vardı, hani o İlçede anlatılanlara benzeyen bir cadı. Zayıf kuru bir bedeni örten beyaz çuvalı ile boylu boyunca uzanmış yatan biricik aşkının çevresinde dönüp duruyordu Elinde uzun bir değnek çığlıklar, kahkahalar atıyordu. Sonra Necla’nın, Necla’sının elem dolu yüzü sakinleşiyordu. Yüzünde acının etkisiyle beliren çizgiler yerini huzura, mutluluğa bırakıyordu. Uyur gibi yattığı yerden gülümsemeye başlıyordu Platonik aşkı. Doğan sanki cam bir bölmenin arkasındaymış gibi olanları sadece izliyordu. Ne sesini duyurabiliyor ne de bir yardımı dokunuyordu. En zoru buydu, görmek ve hiç bir şey yapamamak. Önceleri her akşam bir önceki rüyanın sonunu bilemeden bu ızdırabı yaşıyordu. Zamanın her ölenin geride bıraktıklarına yaptığı gibi duyduğu hüzün azalmış, görülen rüyalar seyrelmiş, zamanla da unutulmuştu.
      Doğan, yıllardan sonra ilk defa aynı kabusu görmüştü. Ama bu diğerleri gibi mutlu bitmiyordu. Sevdiği kız acı içindeydi Yüzündeki ifade acısının fiziksel değil duygusal olduğunu anlatıyordu. O korkunç cadı yıllar önce olduğu gibi etrafında dönüp duruyordu. Yıllar öncesinde cadı ile aralarında var olan o garip yaratıklar şimdi yoktu. O yaratıkların yerine çocukluk aşkının çevresinde minik bedenler vardı. Cadı onların çevresinde gene dönüp duruyor bağırıyor, çığlıklar atıyordu. Kendisi ise aradaki cam duvara vuruyor vuruyordu. İşte o çaresizlik içinde cam duvarı yumruklarken uyandı. Daha doğrusu annesinin sarsmasıyla uyanmıştı. Uyandığında kan ter içindeydi.
      Zavallı anneciği ise oğlunun hala o kızı unutmamasına, unutamamasına hayıflanıyordu. O kız yüzünden, oğlunun, kendisini deliler gibi sevdiğini bile bile en yakın arkadaşıyla evlenen o kız yüzünden gözbebeğinin hala evlenmediğini biliyordu. Oğlunu bu hallere düşüren kızı takdir mi etmeliydi yoksa kınamalı mıydı? Bilmiyordu ama bildiği oğlunun o kızı hala unutmadığı ve asla unutmayacağıydı.

      Doğan gün boyu unutamadı o rüyayı. Yıllar öncesinde olduğu gibi gene hiç kimselere söylemedi. Bir şeyler sezinleyen annesine bile. Yürüyüşünde konuşmalarında davranışlarında rüyanın etkisi vardı. Fabrikaya her zamankinden daha erken vardı. Gece gördüklerini unutabilmek için kapıdan başlayarak herkesle şakalaştı. Cavit dayı gece nöbetini bitirmiş yılların verdiği alışkanlıkla fabrikanın çevresinde tur atıyordu. Sezon bitmişti, depolar boşalmıştı ama yine de dolaşmakta kontrol etmekte yarar vardı. Cavit dayının "yaptığının gereksiz olduğunu" yada "aşırı kuşkucu davrandığını söyleyenlere söylediği bir söz vardı. "Eşeğini sağlam kazığa bağla, çözemezsen ağla."
      Kantar odasına vardığında Serkan Güler’i gördü. Uzattığı bayram izninden dönmüş olmalıydı. Kısa bir hoş beşten sonra Serkan Bey İlçede olan bitenleri sordu. Doğan bey kaybolan en son çocuğu ve yakalanan sapığı anlattı. Serkan Güler in tepkisi her mantıklı insanın yapacağı şekildeydi. Yalnızca olayları biraz farklı görüyordu.
     “Polis suçlamalardan kurtulabilmek için birini yakalamıştır" dedi. Kısa bir sessizlikten sonra  "Sende ki gelişmelerden ne haber" dedi. Doğan neyin kastedildiğini anlamıştı ama yine de anlamamazlıktan geldi.

     “Ne 'ne haberi', sevmeye başlamıştı Serkan beyi. İri ve şişman vücudunun her yanını oynatarak gülüyordu Serkan. Herkesle oturur kalkar, kimseye büyüklük taslamazdı. Yedi yaşındaki çocukla da yetmiş yaşındaki yaşlıyla da paylaşacak konuşacak bir şeyleri olurdu. Hem de öyle ayak üzeri değil. Saatlerce otursa konuşsa bıkmazdı, tam bir halk adamıydı Serkan bey.
      “Hadi hadi anlamamış gibi davranma" dedi gülümsemesini sürdürerek. Doğanın yüzü kızardı. Anlaşılan çevresine karşı çok açık veriyordu.
        “Sabah yanına uğradın da öyle geldin yanıma değil mi?" 
"Ne dediğini anlayamıyorum" dese de Doğan inandırıcı olmadığını biliyordu. Koca adam Doğanın koluna girdi. Adeta sürüklercesine götürmeye başladı genç adamı. Muhasebenin kapısına varınca kapıyı açtı. İtercesine içeri soktu. Peşinden de kendi girdi. Neler olup bittiğini anlamaya çalışan Yüksel hanıma
     “Bu sabah kırk yıllık bir hatır şansı verelim istedikte" dedi gülerek.  Ardında da  "Siz kahveleri söyleyin ben hemen geliyorum" dedi ve dışarı çıktı. Doğan odanın ortasında kalakalmıştı. Şaşkınlığı geçince Serkan beyin ısrarla istediği Günaydını dedi önce. Kızın gülümsemesini görünce yumuşadı. Tıpkı eski günler de olduğu gibi içi ısındı. Gece gördüğü rüyadan olsa gerek Yüksel’i Necla’ya benzetmişti masada onu gülerken gördüğünde. Yıllar öncesinin ortaokul öğrencisi geldi aklına.
   Soğuk yatakhaneden çıkıp okula gelesiye kadar üşürdü. Görünüşü bile buz gibi olan taş binanın koridorlarını geçip sınıfa girdiğinde o güleç yüzü görürdü. İşte o zaman bütün üşümesi geçer içi ısınırdı, tıpkı bu sabah olduğu gibi. Duvarın dibine vatandaş için dizilmiş olan sandalyelerden birine ilişiverdi
      O güleç yüzün sahibi onu orada oturtmadı. Yandaki Besimin masasına oturttu. Doğan bir gün önce olanları bildiği için oturmak istemiyordu ama genç kızın ısrarıyla oturmak zorunda kalmıştı. Bir dakika sonrasında ise ısrar sonucu da olsa oturduğuna pişman olacaktı.
     Henüz hal hatır sorma aşamasındaydılar ki kapı açıldı. Besim gelmişti. Doğan bir anda suçlu durumuna düşmüştü. Yerinden doğrularak açıklama yapmaya çalışıyordu ama Besim gülümseyerek sözünü kesti.
     “Otur arkadaş otur" dedi. Yumuşak ses tonu içtenliğini yansıtıyor gibiydi. Doğanda, Yükselde inanıp inanamayacaklarını bilemiyorlardı. Besimin davranışı içten miydi?. Bir saniye sonra Doğan masadan kalmış az önceki yerine sandalyeye geçmişti. Besim gülümsemesini sürdürerek konuşmaya başladı.
      “Sigorta bildirgelerinin " diyerek söze başladı. Dün olanlar hiç olmamış gibiydi. Teklifsizce Yükselin masasına yaklaştı. Doğan sandalyede oturmasının da hata olduğunu düşünmeye başlamıştı. Hazır ikisi masanın üzerinde konuşuyorlarken odayı sessizce terk etti. Böylesi daha iyi olacaktı. Hem dünden aklında kalan işi yapabilecekti hem de Besime ve Yüksele bir şans daha vermiş olacaktı. "Böylesi daha adil" diye mırıldandı. Eğer aralarında özel bir şeyler geçmezse kafasındakileri uygulamaya geçebilecekti.

      Müdür yardımcısının odasında rafları karıştıran Mehmet Bey üfleyip püflüyordu. Nasıl üflemesin ki bazı zamanlarda tartışsalar da hiç bir zaman Ahmet Bey kendisine karşı bu kadar sert olmamıştı. Hem de geldiğinden beri ne kendisinin ne de Ahmet beyin sevmediği biri için. Üstelik kural dışı hatta hatta bir başka bakış açısından suç sayılabilecek bir iş yüzünden. Gizli sayılan ve Müdür ve daha yüksek makamdaki kişilerin bakabileceği sicil dosyalarına bakmak için.
      “Adam pat diye içeri girmiş ve sadece anahtarı iki kişide olan çelik dolaptaki dosyalara bakmak istemişti. Kendisi doğru bildiğini yapmış anahtarı vermeyi reddetmişti. O zamana kadar masasında oturan telefonla konuşan Ahmet Bey bağırmış ve hiç itiraz edemeyeceği bir tonda anahtarları vermesini emretmişti. Evet "emretmişti." Ses tonu ve kullandığı kelimeler emredici nitelikteydi. Emirleri yazılı olarak veriniz demeye hazırlanmıştı bir ara ama Ahmet Oker
      “İsterseniz yazılı olarak da verebilirim bu emri" deyince anahtarları doğrudan Doğan beyin eline vermek zorunda kalmıştı.

Doğan, yıllardır İşletmede çalışan bütün personelin dosyalarını  incelemişti. Dakikalarca Çelik dolabın önünde dikilmiş dosyaların birini almış diğerini bırakmıştı. Sonra hiç bir şey demeden, bir teşekkür bile etmeden dolabı kapatmış, dışarı çıkmıştı. Oradan kantar odasına gitmiş daha sakin olan odadan delikanlının cebini aramıştı. Gazetecinincebi kapalı olmalıydı ulaşılamıyor diye mesaj geliyordu. Fabrikanın telefonundan gazeteyi aradı. Yakup usta "Turanın orada olmadığını, sabahtan beridir hiç gelmediğini" söyleyince akşamki telefon görüşmesi aklına gelmişti. Yakup ustaya  "Turan gazeteye gelir gelmez acele Fabrikayı arayabilir mi?" demişti.

   Turan o sabah ustasına haber vermeden İzmir'e gitmişti. Genç gazeteci rakiplerinin yalan söylediklerine, hatta düzmece haber yaptıklarına inanıyordu. Nasıl yapacağını bilemiyordu ama Haber Gazetesinin yalanını ortaya çıkarmaya gitmişti. Üstelik bütün bunlardan tabii ki Yakup ustanın haberi yoktu.
      Mehmet Bayram, Doğan odadan çıktıktan sonra Ahmet beyin masasına yanaştı. Ahmet Oker başı ellerinin arasında düşünüyordu. Aralarını yumuşatması gerektiğini düşündüğü için bir şeyler söylemesi alttan alması gerekiyordu. Sesine yumuşak bir ton vermeye çalışarak
     “Ahmet Bey" dedi. İlk yoklaması sonucu adam kafasını kaldırdı. Yüzü karmakarışıktı. "Şu an Kurumun en yetkilisi sizsiniz." Ahmet beyin yüzünde bir parçada olsa yumuşama görünce devam etti. "Yani diyorum ki İşletmede sizden daha yukarıda kimse yok. Neden daha dün gelen birine bu hakkı verdiniz." dedi. Yanlış anlaşılır düşüncesiyle toparladı.
      “Yani isteseydiniz O adamı odanızdan kovardınız demek istiyorum" dedi. Ahmet beyin dudakları aralandı. Acı bir gülümseme belirdi. Karşısında dikilip kendince özür dilemeye çalışan adamı süzdü. Her ne kadar sevmese de memurunun amirini savunması hoşuna gitmişti.
     “O dün gelen adam var ya" dedi ve sustu. Devamını getirmeli miydi acaba.  Mehmet Bey ikinci müdürün sözünün bir noktasında duraklayınca iyice meraklanmıştı.
      “Ayıp ediyorsunuz Ahmet bey" dedi. "Biz sır tutmasını biliriz." Sözün yarısı çıktıktan sonra devamını getirmek şart olmuştu.
      “Doğan Denizci Ankara’dan gönderilmiş bir sivil memur. Kimliğini gizleyen bir denetçi" ileri gittiğini düşünmüş olmalıydı. Sözlerini düzeltti, Gizli müfettiş. Karşısındaki geleneksel rakibinin şaşkınlığı hoşuna gitmişti, Mehmet Bayram ağzı açık kalmıştı.
      “Tam yetkili bir uzman, üzerinde doğrudan İçişleri bakanı tarafından imzalanmış bir izin yazısı var" diyerek sözlerini bağladı. Mehmet Bey içinse yapabilecek başka bir şey kalmamıştı. Odadan çıkarken "İnşallah geçmişte adama karşı kaba bir harekette bulunmamışımdır" diye düşünüyordu.

      Doğanı Fabrikadan çıkarken en son gören kişi giriş kulübesinde oturan Bekçi Cavit olmuştu. Arabasının sağ camını açmış, koltuğa uzandıktan sonra kulübenin camını açarak kendisini dinlemeye çalışan Cavit Pekal’a
      “Acele işim çıktı" dedi. "Eğer yeğenin beni arayacak olursa Komiser Rüzgar Alinin yanındayım" dedi. Açtığı camı bile kapatmadan fırladı gitti. Yol boyunca kendi kendine tekrarladığı cümleyi Rüzgar Alinin yanında Yüksek sesle söylemişti

      Ana kapıdan girişte bir problem çıkmamıştı. Ali Rüzgarlı’nın odasına girerken kapıdaki memurenin seslenmesine aldırmamıştı. Amirini seven memure hanım komiserinin odasına hışımla giren adamın peşinde içeri dalmıştı. Bir dakika geçmeden kapıda kat nöbetçisi görünmüştü. Doğan daha içeri girerken kadın çağırma ziline basmış olmalıydı. Zavallı kadın neler olup bittiğini anlayamadan iki adam kol kola dışarı çıktılar. Nöbetçinin bakışlarına Rüzgar Ali gülerek yanıt vermişti.
     “Korkmayın, bey bizden, aynı dosya üzerinde çalışıyoruz ve şimdi beraber çıkıyoruz" demişti. Merdivenlerden aşağı Hükümet binasının arka kapısına giderlerken belli belirsiz bir hareketle koltuk altındaki silahını kontrol etmişti Rüzgar Ali. Beş altı dakika sonrasında ise lekeli bej renkli Doğan İlçeden Sedirli ye giden dolambaçlı yolda ilerliyordu. Komiser
      “Nereye gidiyoruz" diye sorduğunda “Son kayıp çocuğun evine" dedi Doğan. Komiser Aracı yol gereği dikkatle kullanmaya çalışan adama baktı. Sağa sola fazla virajlı olan yolda hızlı gidiyorlardı. Otomobil bir o yana bir bu yana savruluyordu.
     “Sen daha orada mısın Doğan bey" dedi yarı alaylı bir sesle. Arabanın içersinde sıkı bir tartışma havası doğacak gibiydi.
     “Peki, siz yakaladığınız o adamın gerçekten suçlu olabileceğine mi inanıyorsunuz" dedi. Doğan bir ara göz ucuyla yanındaki kendinden yaşça büyük komisere baktı. Yolun sağında doğal bir girinti halini almış boşluğa girdi. Kontağı kapattı, uzun bir söyleve hazırlanıyordu.
     Konuşmaya başladığında aracı kenarı çekerken belli ettiği sinirlilik kaybolmuştu. Olayları en başından başlayarak ama sözü fazla uzatmadan anlattı. Kendi bulgularını, Turanın kişisel gayretlerini unutmamaya çalışıyordu. Turanın kendi geliştirdiği ve şu an en kuvvetli olasılık olan "Hekate"yi anlattı. En son kaçırılma olayının düzmece olduğunu, yakalanan kişinin ne olabileceğini söylemeyi unutmamıştı.
      Sözlerini bitirdiğinde Komiser derin düşüncelere dalmıştı. Dakikalarca hiç bir şey söylemeden oturdu Ali Rüzgarlı. Olaylara Doğan Bey ve genç gazeteci gibi bakınca haklı olabilecekleri kararına vardı. Kendileri yanılmış olabilirdi. Zaten yakalanan ve sorguladığı felsefe öğrencisinde bir yapaylık sezinlemişti ama birini bir zanlıyı yakalamanın huzuru ve başarı duygusu hoşuna gitmişti. Bu sayede topluma da biraz olsun güven verilebilmişti, ortalık sakinleşmişti. Acı da olsa gerçeği kabullendi. En azından Doğan beyin dediği gibi “kaybedecek bir şeyleri yoktu ama çok şeyler kazanabilirlerdi." Doğan beyin tezini doğru kabul edecek olursa tabii.


      Onbeş dakika sonra Sedirli Beldesine varmışlardı. Komiser bey daha önce bir kaç kere gidip geldiği için kayıp çocuğun ailesini bulmaları zor olmamıştı. Baba ile pansiyonun altında ki markette görüştüler. Rüzgar Aliyi görür görmez adamın gözleri parlamıştı. Bir haber bir müjde getirdiklerini zannetmiş olmalıydı. Doğan bu tepkiyi beklemiyordu ama Allah’tan Komiser bu konuda deneyim sahibiydi.
      “Suçlunun peşlerinde olduklarını yakalamalarının an meselesi olduğunu" falan söyledi. Nede olsa “Ümit fakirin ekmeği, ye Memet ye demişler" diye düşünüyordu. Komiserin geldiğini duyan anne İsminaz Hanımda sevinçle gelmişti dükkana. O zaman komiser -belki daha inandırıcı olur diye Doğan’ı gerçek kimliğiyle tanıttı.
      “Arkadaş bu tür kayıp olaylarının uzmanıdır" dedi Doğanın kaş göz oynatmalarına aldırmadan. Daha sonra
     “Niye böyle yaptın" diyen Doğan’a  "Artık gizlemenin bir anlamı yok. Nasıl olsa işin sonuna geldik" dedi.  Yanlışta değildi söyledikleri. Doğan babaya Çocuğun kimliği yanında mı? diye sorunca, çoktan gözyaşlarını koyuvermiş olan anne koynundan pembe bir kimlik çıkarmıştı.
      Doğum tarihini görünce Doğan bir anlık hayal kırıklığı yaşadı."03 Nisan 20.." vardı nüfus kağıdındaki doğum tarihi yazan boşluğun karşısında. Komiserin sorusu duruma açıklık getirmişti.
      “Peki, kızınızın gerçek doğum tarihi mi?" deyince adam
      “Kimliğini daha sonra çıkarttık." dedi. Kadın  "O zaman zor kurtulmuştum." dedi yüzü kızararak. O anda adamın gözleri parıldadı.  "Evet, ilçe hastanesine zor yetiştirmiştik. Tülay’ımız sezaryenle doğmuştu." dedi. Yaşı genç kabul edilebilecek kadın bir kere daha mahcup bir şekilde başını eğmişti.

      İlçe girişinde görev bölümünü teklif etti Ali Rüzgarlı. "Dostum sen hastaneye git istersen ben de merkeze bir uğrayayım" dediğinde Doğanın itirazıyla karşılaşmıştı.
     “Hastaneye beraber gidelim. Oradan ben seni merkeze bırakırım" dedi. Sonra gülümseyerek “Ne de olsa üniformalı olmanın havası daha bir başka" dedi.

      Doğrudan başhekime gittiler. Başhekimi odasında yalnız yakalamışlardı. Gizlilik konusunda bir giriş yaptıktan sonra durumu özetlediler. Doğal olarak Başhekim Tülay Çobanoğlu’nun doğum tarihini anımsayamıyordu. O yıllarda K.B.B. uzmanı olarak çalışıyordu hastanede ama yardımcı olması için çenesi kuvvetli bir hemşire vermişti yanlarına.

      Altı yıl öncesinin kayıtlarını bulmak için bodrumdaki tozlu odaya girerlerken Komiser hastanenin önündeki ekibin arabasıyla merkezin yolunu tutmuştu bile. Eğer güleç yüzlü hemşire yardım etmemiş olsaydı Doğan gece yarılarına kadar bu işin altından kalkamazdı. Çünkü zaman olmuş doğumhaneye bir akın olmuş zaman olmuş tek tük başvurular yaşanmıştı. Bir de sık memur değişimi olunca kayıtlar iyice düzensiz bir hal almıştı.  Arşivinde sorumlusu olmayınca defterler ve raflar karmakarışık duruyordu. Kocaman hasta kayıt defterleri arasından yıla ait olanı bulmaları zaman almıştı. İki saat sonra önündeki defterde Tülay Çobanoğlu’nun doğum tarihini okuyunca emeklerine değdiğini görmüştü.
      Uzun sayılabilecek bir listeydi. Günlük ortalamanın üzerinde bir doğum olmuştu o gece. Küçük Tülay’dan başka beş kız ismi daha vardı. Bu isimlerden ikisini tanıyorlardı. Ortak bir noktaları doğum tarihleriydi. O sayfadaki bütün çocuklar 21 / Mart 20... tarihinde doğmuşlardı. Tanımadıkları üç ismi aldı. Güzelce not etti. Hemşireye teşekkür ettikten sonra ayrıldı.
      Sapık yada sapıklar çocuklara ait adresleri hastane kayıtlarından alıyorlardı demek ki. Yalnız henüz doğrulanmayan bir şey daha vardı ki oda iki kurbanın nasıl seçildiği. Büyük bir olasılıkla Selçuklu ve Yeni kale hastanelerinden seçilmiş olmalıydılar. Bu nedenle o iki çocuğun ailelerinle görüşmek gerekiyordu. Bu işi de en iyi Komiser yaptırtabilirdi.

      Bej renkli Doğan yönünü çoktan Hükümet binasına çevirmişti. Yol boyu Doğanın zihnini meşgul eden bir nokta daha vardı. Acaba bu sapık yada sapıklar hastane personelinden olabilirler miydi? Eğer Doktor, hemşire veya hasta bakıcı değillerse kim yada kimlerdi. Bu soruya Komiserde yanıt bulamadı. Zaten yanıt bulunmuş olsa çocuklar da bulunacaktı. Bildiklerini, aklına gelenleri anlattı Rüzgar Aliye.
      Olay tamamen kurban etme olayı gibi görünüyordu. Bin yıllarca önce yaşamış antik çağ Tanrıçalarından biri için. Turanın son zamanlarda adını sıklıkla tekrarladığı Tanrıça Hekate için kurban kesilecekti. Belki çocuklar kaçırıldıktan hemen sonra kurban ediliyorlardı ama küçükte olsa sağ olma ve hep birlikte kurban edilme olasılıkları vardı. Bu yüzden ellerini çabuk tutmak zorundaydılar. Antik çağda yapılan törenlerin gününe az bir zaman kalmıştı. 21 Mart doğumlu çocuklar 21 Martta topluca kurban edilecek olabilirlerdi.
      Eleman yokluğundan dert yandı. Rüzgar Ali. Sözün nereye geleceğini tahmin ettiği için Doğan da konu ile bizzat ilgileneceğini söylemek zorunda kalmıştı. Aralarında görev bölümü yaptılar. Rüzgar Ali Doğandaki üç ismi aldı. Doğanın söylemesine gerek kalmadan
     “Büyük bir gizlilik içinde çocukların şimdiki adreslerini bulacağını söyledi. Doğanda Selçuklu yada Yenikale arasında bir tercih yapıp içlerinden birine gidecekti. Akşamüzeri fabrikada buluşmak için sözleşip ayrıldılar.

     Doğan, önce Gazeteye vardı. Vardığı da iyi olmuştu hani. Turan İzmir’den dönmüştü. Kendi anlatmaya başlamadan önce delikanlının anlattıklarını dinlemeye karar verdi.
     “Nerelerdesin" deyince
     “İzmir’e o sahtekarları bulmaya gittim" demişti Turan yorgun bir sesle. Doğanın sormasına gerek kalmadan anlatmaya devam etti. “Gittim ama bulamadım" yarı pişmanlık dolu sesi birden gürleşti sunturlu bir küfür salladıktan sonra
     “İğnenin deliğinde olsalar bile bulup çıkaracağım onları" dedi. Sözleri bittikten sonra ustası araya girdi.
      “Boş ver be aslanım" dedi. Elemanının hareketi hoşuna gitmiş olmalıydı ki öğüt verir gibi devam etti. "Böyle alevere dalevere ile bu iş yapılmaz. Gazetecilik güven işidir. Onların iplikleri bir gün pazara çıkacaktır" dedi. Doğan göz ucuyla Turana baktı. Ustasından iltifat alan Turanın gözlerinin içi gülüyordu.
      “Biliyor musunuz Lütfü Yurttaş hayalet gördüğü için kalp krizi geçirmiş diye duydum" dedi doğan yazıhanede oluşan duygusal havayı dağıtmayı düşünerek.
      “Oh olsun kerataya" dedi gülümseyerek Yakup usta. "Desenize kendi kazdığı çukura düştü." Doğan’da Yakup ustada gülmeye başlamışlardı. Turansa hiç gülmüyordu, bir kaç gece önce yaşadıkları aklına gelmişti. Bu neşeli ortam bir kaç dakika daha sürdü sonra Doğan Turana gizli bir işaret gönderirken Yakup ustaya yakalandı. Son zamanlardaki durumu bilen yaşlı adam Doğana
      “Öyle gizli saklı işaretler yapmadan da benden izin alabilirdiniz" dedi yarı şaka yarı sitem dolu sesle.

      Komiser elinde az önce Doğan beyden aldığı kağıt düşünüp duruyordu. Bu iş için kimlere güvenebilir, kimleri görevlendirebilir kafasından ölçüp biçiyordu. Üç isim vardı listede Soğanlı köyünden Leyla Askıcı, Muradiyeli Esin Dayıoğlu ve Atatürk mahallesinden Mürüvvet Dilek Ceylan. İş bitirici üç polis memuru gerekiyordu. Üstelik bu isimlerin ailelerine bile bir şey hissettirmeyecek kadar ağzı sıkı üç memur gerekiyordu. Masasında uzun süre düşündükten sonra dışarı çıktı. Aklına bir iki isim geliyordu. Memure hanıma
      “Bana işini seven istekli birinin adını verebilir misin" deyince gençlik yıllarını geride bırakmaya başlayan bayan hiç düşünmeden
     “Memur Hasan" dedi. Evet, Ali Rüzgarlı kafasındaki ekibi tamamlamıştı. Masada oturmaya devam eden memuresinin gözlerinin içine bakarak
     “Teşekkür ederim" dedi. ”İkinci ve daha iyi bir teşekkürü alabilmek içinde lütfen bana Memur Hasan Tırpan ile birlikte Uğur Tamsun ve Kenan Özgül ü bulur musun". Tam kapıdan içeri girecekti ki birden aklına gelmiş gibi geri dönerek “Her nerede olurlarsa ve ne işle uğraşıyorlarsa da hemen bırakıp odama gelsinler" dedi.

      Yarım saat sonra üç genç polis memuru Komiser Ali Rüzgarlı’nın odasında hazırdılar. Rüzgar Ali karşısında duran üç genç memura elinde tuttuğu dörde katlanmış yarım dosya kağıtlarını uzatıyordu. Gençler sırayla aldılar. Bir taraftan da hem birbirlerine hem de karşılarında duran ve hiç konuşmayan komiserlerine sorular soruyorlardı.
      “Garcia’nın hikayesini bilirsiniz" diye söze başladı Rüzgar Ali. Elinizde ki kağıtlarda adları ve altı yıl önceki adresleri yazılı isimleri bulmanızı istiyorum" dedi. Söyledikleri kısa ve özdü.
     “Bu çok gizli bir görevdir. Sivil giyineceksiniz ve ne yaptığınızı kimseye belli etmeyeceksiniz" dedi. Bir anlık sessizlikten sonra da  "Özellikle de çocukların ailelerinin haberleri olmayacak" diye sözlerini bağladı.
      Gençler ellerindeki kağıtları açtılar. Gerçekten de kağıtlar da çok az bilgi vardı. Safça birbirlerine bakarlarken Komiser sözlerine son noktayı koydu “Akşam saat tam yedide sizlerden bu odada ayrıntılı bilgi alacağım" dedi. Sözleşmişler gibi üç genç birden sol kollarını sıyırıp saatlerine baktı. Üç buçuk saatten biraz fazla süreleri vardı Komiserlerini selamlayıp dışarı çıktılar.

      Selçukludan geri dönerlerken hiç konuşmamışlardı. Yol boyu işleri ters gitmişti, sürekli kırmızı ışığa yakalanmışlardı. Aceleleri yüzünden kazanın eşiğine gelmişlerdi. Hastaneye varınca da aksilikler devam etmişti. Önce başhekimi bulamamışlardı. Muayenehanesinde olduğunu duydukları için adamı görmeye muayenehaneye kadar gitmişlerdi. Yaşlı ve aksi olan adam onlara inanmamış, değil yardımcı olmak aksine olabildiğince işlerini zora sokmaya çalışmıştı. Doğan, Turanı bir nedenle dışarı yolladıktan sonra adamı ikna etmişti. Turan içeri girdiğinde yaşlı başhekim hastaneye telefon ediyordu. Telefonun üzerine tek katlı prefabrik hastaneye vardıklarında istedikleri tüm bilgileri almışlardı. Maalesef aradıklarını bulamamışlardı. Bunun üzerine Turan, Doğanı kaçırılan çocuğun abisine götürmüştü. Simitçilik yapan ağabey baştan aksi gibi davransa da sonradan istedikleri bilgileri vermişti.
      Hamarat ailesi Selçukludan önce İzmir de oturmuşlarmış. En küçük kardeş Halime Konak doğumhanesinde dünyaya gelmişmiş. Bu da teorilerinin haklılığını gösteren bir kanıttı, sonuçta ilk kurban da hastane doğumluydu.

      Dönüş yolunda Doğan, tüm dikkatini otomobiline vermiş gibi görünse de kafasının içi karmakarışıktı. Gözleri yolda olsa da beyni bilgisayar gibi geri planda çalışıyordu, birden irkildi. Sabah gördüğü sonradan unuttuğu Besimin kızı aklına gelmişti. Besimin dosyasında takılı duran bir gün önce aldığı vizite kağıdını görmüştü.  “Emel Kalden 21 Mart 20... doğumlu diyordu.
      Besimin kızının yani yıllar öncesinden belleğinin bir kenarında kalan Platonik aşkı Necla’sının kızı da aynı tarihte doğmuştu. Kayıtlarda yoktu ama. Niçin. Nasıl öğrenebilirdi acaba. Dahası bütün bu olan bitenlerden Besimin haberi var mıydı? Aylardır ilçede yaşananlardan haberdar mıydı? Televizyon seyrediyor gazete okuyor muydu?  Olaylar arasında ve olaylarla kendi kızı arasında bir bağıntı kuruyor muydu? Turan, hiç konuşmadan duran Doğana baktı. Aklından geçenleri tahmin etmeye çalıştı. Dışarıya bakmayı, başka şeylerle ilgilenmeyi denedi. Beceremedi. Konuşmak zorunda kaldı.
      “Besim Beyi mi düşünüyorsun? Dedi. Doğan, Turanın sesiyle kendine geldi.” Yok" dedi “öylesine düşünüyorum." Bir an "Yoksa Turan zihinden geçenleri okuyabiliyor mu? diye düşündü. Kendini suçüstü yakalanmış gibi hissetti. Birden ilgisiz bir soru sordu. En azından konuştuklarıyla karşılaştırıldığında ilgisizmiş gibi görünen bir soruydu bu
      “Yarın ayın kaçı?" dedi Turan hemen yanıtladı.
      “Martın yirmisi
      “Dananın kuyruğu yarın ya da öbür gün kopacak gibi" dedi Bu duruma sen ne diyorsun" diye eklemeyi unutmadı. Cevap coğrafya kokan tek kelimeden ibaretti.
Ekinoks
Başlık: Anchilea - Bölüm Otuz Beş
Gönderen: azizhayri - 08 Ocak 2016, 08:11:23
       B Ö L Ü M   O T U Z  B E Ş

       Akşam saat sekizi geçiyordu ama onlar anca toplanabilmişlerdi. Hükümet binasının o kattaki yanan tek elektrik ışığı Komiser beyin odasının ışığıydı. Odadaki bütün sandalyelerde oturan vardı. Üç genç polis memuru yan yana oturmuşlar, uslu çocuklar gibi amirlerinden gelecek emirleri bekliyorlardı. Hemen yanlarında da yaş olarak onlardan farklı olmayan ve sadece kıyafeti farklı Turan oturuyordu.
     Rüzgar Alinin tüm ısrarlarına rağmen Doğan makam koltuğuna oturmayı kabul etmemişti. Dolayısıyla toplantıyı yöneten yine Rüzgar Aliydi. Dakikalar sonra ilk konuşan sıranın en başında duran ve diğerlerine göre uzun sayılabilecek saçlı olan memur memurdu.
      “Adreste bulamadım adı geçen kişileri" dedi. Odada bulunanların kendisini dinlediklerine emin olunca devam etti. "Geçen yıl evlerini satıp babasının evine göçtüğünü söylediler. Emriniz olduğu üzere araştırmamı olabildiği kadar sessizlikle yürüttüm. Kız anaokuluna gidiyormuş, bir kardeşi daha varmış. Baba ise şu ara işsiz ve çoğunlukla evde ailesinin yanında bulunuyor. O nedenle "aday A" güvende sayılabilir." dedi. Aday A dediği listenin ilk sırasında var olan "Leyla Askıcı" adındaki çocuktu. Anaokuluna gidiyor olması ve babasının işsiz olup ailesinin yanında evde oturması artı puan olarak kabul edilebilirdi.
      Sıranın kendisinde olduğunu anlayan çocukların adreslerini araştırmakla görevli memurlardan ikincisi arkadaşının sözünün bittiğini anlayınca kendisi anlatmaya başladı.
      “Aday B aynı adresinde oturmaya devam ediyor." diye söze başladı Polis memuru Kenan Özgül. “Babası bakkal, kızının doğumundan sonra işlerini ilerletmiş. Daha merkezi bir yerde süper market açmış; Dilek Süper market. Tahmin ettiğiniz gibi kızının adını işyerine vermiş. Aday B içinde rahat olabiliriz. Büyük aile olarak oturuyorlar. Yani bahçe içinde müstakil evde dede ve nine ile oturuyorlar. Bu nedenle Aday B’yi de güvende kabul edebiliriz. Günün hemen her saatinde yanında birileri oluyor." dedi.
      Bir kaç saniyelik sessizlikten sonra devam etti. Bugün evlerinde boya ve badana işleri başladı. Boyacı tanıdık olduğu için yanına yardımcı olarak işe alındım" dedi. Doğan araya girmek zorunda hissetmişti kendini.
      “Umarım olay deşifre olmadı" dedi. Polis Kenan gülümsedi. “Bu benim için ilk defa olmuyor sayın..." Sözünü bir an nasıl bağlayacağını bilemedi. Rüzgar Ali hatasını anlamıştı.
      “Arkadaşlar Doğan Bey Ankara’dan bu konuda bize yardımcı olmak üzere geldi" dedi. Genç polis kaldığı yerden devam edebilirdi artık.
“O boyacı benim kayınbabam oluyor, bazen ona yardıma gittiğim oluyor efendim" dedi. Doğan konuşan genç memura bir kere daha bu defa alıcı gözüyle baktı. Kendisinin evlenmekte çok geç kaldığını düşünüyordu.
      İki arkadaşından daha kısa olan üçüncü memur; Memur Hasan Tırpan odada bir sessizlik olunca sıranın kendisin de olduğunu anlamıştı. Arkadaşlarına bakarak.
      “Sanıyorum aranızda ki en sanşsız kişi ben olmalıyım" dedi. Benim eleman Aday C taa dağ başında oturuyormuş. Esin Dayıoğlu hanımefendi hazretleri Muradiye köyünde oturuyormuş" dedi. Rüzgar Ali anlamamıştı ama Doğan az önce kullanılan "taa" uzatmasının yerinde olduğunu biliyordu. Yolun olmadığı Başparmak dağlarının başında bir köydü Muradiye köyü.
      “Peki, nasıl olmuş da İlçede doğmuş" dedi Komiser en son konuşan memuruna.  "Tam olarak bilmiyorum ama sanıyorum erken doğum olayı. Konukluğa geldiklerinde anne sancılanınca hastaneye kaldırmışlar. Bu da Esin adının menşeini açıklıyor sanıyorum" dedi. Diğerleri de köyde kullanılan adlardan daha farklı olan Esin adının ebenin ya da hemşirenin adı olabileceğini tahmin etmişlerdi.
     Polis memurları aldıkları görevlere sevinmişlerdi. Genç, kanı kaynayan kişilerin küçük bir İlçede basit büro görevleriyle yada devriyelerle vakit geçirmeleri zor oluyordu. Bu nedenle aldıkları görevler hoşlarına gitmişti. Özelliklede Hasan Tırpan’nın.

     Bir köylü çocuğuydu Hasan Tırpan. Liseden sonra sağda solda çalışmış bir dikiş tutturamayınca polis okuluna yazılmıştı. Okul için yaptığı başvuru dilekçesinde gerekçe olarak
      “İdealim polislik olduğu için" demişti. Demişti ama ataması yapıldığı günden bu yana geçen üç yıl boyunca aradığı heyecanı ideali bulamamıştı. İlçenin kimseyi rahatsız etmeyen huzurlu ortamı onu rahatsız etmeye başlamıştı. Yaşanan en heyecanlı olay ya düğün kavgaları yada basit sayılabilecek hırsızlık vakalarıydı. Bu yüzden üç yıl dayanabilmiş bu yaz İstanbul'a veya İzmir'e atanmasını istemişti. Kaybolan çocuk olaylarını ilk duyduğu zamanlarda ilgilenmiş, görev istemişti. Ama Onun bu ilgisini dikkate alan olmamıştı. İşte bu gerekçelerden dolayı verilen görevi sevinerek kabul etmişti. Hele araştırması gereken çocuğun İlçeden kilometrelerce uzakta bir dağ köyünde ikamet ettiğini öğrenince sevincinden havalara uçmuştu.
       Baba adamdı Komiseri. Köyün yolu uzak olduğu için bir araç teminine çalışmış, bulamayınca istemeyerek de olsa kendi arabasını vermişti. 1983 model taksiden bozma bir dizel Renaulttu. Broadway’lerden önce ithal edilmiş bir Renault 9, eski ama sağlam ve ekonomik bir arabaydı. Sağından solundan rüzgar üflese de, her tarafından ses gelse de Rüzgar Ali'nin işini görüyordu. En azından yazları akaryakıt masrafını düşünmeden rahatlıkla Karadeniz'e -baba ocağına-götürüp getirebiliyordu.
     Kenan Özgül, çok istediği halde Muradiye köyündeki görevi alamamıştı. Ona şans olarak minibüs son duraklarındaki marketin üzeri düşmüştü. Bir zaman Ailenin haberi olmadan nasıl ilgilenebilirim diye düşünmüştü. İlçenin en işlek yerinde okul yakınlarında bekleyebilirdiniz. En azından gündüzleri göze batmazdınız ama ya gece ne yapacaktınız. Uzun süren düşüncelerden sonra İlçeye yakın İllerden gelip giden pazar esnafını örnek alarak bir pazar arabası temin ettirmişti. Arkası camlı bir minibüs bozması arabaydı. Yanına da arkadaş olarak Rızayı almıştı.
      Rıza sabahtan öğleye kadar simitçi yada başka herhangi bir seyyar satıcı kılığında minibüs son durağında takılacaktı. Öğleden sonra kendi nöbeti devir alacaktı. Bu sayede sabahçı olan çocuğu anaokulunda da kontrol edebilmiş olacaklardı. Akşam ise gerekli hazırlıkları tamamlayıp pazarcı minibüsünün içinde sabahlayacaklardı.
      İşi en rahat olan üçlü gurubun en yaşlısı Uğur Tamsun’du. Kenan'dan ve Hasan’dan bir kaç yaş büyüktü yalnızca. Evli olması üstelik bir kızının olması kendisine diğer arkadaşlarından daha yaşlı havası veriyordu. Uğur Tamsun idareden izin almış görünüyordu. Çünkü operasyon varsayımlar üzerine kurulduğu için görev alanların ve amir konumundaki Emniyet müdürünün ve Kaymakam beyin dışında kalan kişiler tarafından bilinmiyordu. İzin almış kayın babasına yardıma gitmişti. Bütün gün Aday A çevresinde dönüp durmuştu. Gece olduğunda ise O' da camları koyulaştırılmış -terkedilmiş havasındaki- bir arabanın içerisinde muhtemelen yakın bir arkadaşı ile bekleyecekti.
      İşte Memur Hasanın diğer iki arkadaşından daha avantajlı durumda olmasının nedeni buydu. Geceyi hurda bir arabanın içinde geyik muhabbeti ile geçirmek yerine havadar bir köyde geçirecekti.

      Genç polis memurları yanlarından ayrıldıktan sonra odada baş başa kalan üç kişi bir zaman sessiz kaldılar. Neden sonra Komiser; “Sizce doğru yolda mıyız?" diye sordu. Soru sorulan kişi açıkça belli olmasa da sorunun muhatabının Doğan olduğu anlaşılıyordu.
      “Ben doğru olduğuna inanıyorum ama yine de bir kumar oynadığımızı düşünebilirsiniz" dedi Doğan. Turan’da başıyla Doğan ağabeyinin sözlerini onayladı. Söylediği yanlış değildi, bir kumar oynuyorlardı. Kazanırlarsa en az bir en çok altı kız çocuğu hakkında bilgi sahibi olacaklardı. Kaybederlerse boşuna uğraştıklarıyla kalacaklardı.

      Üç genç memurda gece mi yoksa sabah mı? göreve başlamaları gerektiği konusunda ikircikli kalmışlardı. Hükümet binasının girişinde bir araya gelmişler ne yapacaklarsa ortak olarak hareket etmeleri gerektiği kararına varmışlardı. Ne de olsa aynı planın parçası sayılırlardı. Üçünün de anladığı operasyonun -operasyon kelimesini Kenan Özgül özellikle kullanmaya çalışıyordu- yarın başlayacağıydı. Sabah gün doğarken gene aynı yerde buluşmaya karar vererek ayrıldılar.

      Sabah hepsinin kullanacağı materyaller temin edilmişti. Erken sayılabilecek saatlerde görevlerinin başındaydılar. Biri hiç olmadık zaman olmasına rağmen izin almış kayınbabasının yanında boya işlerine başlamıştı. Uğur Tamsun, kurban olabilir dedikleri Leyla'nın anaokulu önünde simit satıyordu. Bir tanıyan olmasın diye gerekli değişiklikleri yapmayı unutmamıştı tabii. Komiser bey pazar arabasını işini de ayarlamıştı, ilden yada İzmir den gelecek diyordu. Memur Hasan ise Komiserinin arabasının bakımını üstün körü yaptırdıktan sonra depoyu doldurtmuştu. Kaymakam beyin temin ettiği bir cep telefonuyla öğleye doğru yola çıkmıştı.
      Yola çıkalı bir saate yakın olmuştu. Yarım saat kadar ana yolda gittikten sonra sola, köy yoluna sapmıştı. Komiserinin talimatı üzerine köy yolunda bir kaç yüz metre gittikten sonra İlçeyi aramış rahatlıkla konuşmuştu. Ova köylerini geçtikten sonra Sarı kavak beldesine gelmişti. Burada yol ikiye ayrılıyordu. Eğer sağa dönerseniz Serpil gölüne oradan da komşu İle varırdınız. Hasan Tırpan sola dönmüş Başparmak dağına tırmanmaya başlamıştı.
      Şimdi, asfaltın bitip şosenin başladığı noktadaydı. İlçeyi bir kere daha aradı. Bu araması yarım saat kadar önceki görüşmesi gibi rahat değildi. Telefonundan cırıltılar gelmeye başlamıştı. Yine de telefonu kendisine veren ve  “Dünyanın her yerinden istediğin yeri arayabilirsin" diyen teknisyen arkadaşıyla görüşebilmişti.
      "Komiserim yolların bu kadar kötü ve virajlı olduğunu bilseydi arabasını dünyada vermezdi" diye aklından geçirdi genç memur. Gerçekten yollar çok kötü durumdaydı. Hem zemini kötüydü hem de yokuş tırmandığı için sık virajlıydı. Genç memur kafasında bir senaryo hazırlamıştı. Özel bir okulun araştırmacı öğretmeniyim diye tanıtacaktı kendisini. Sivil toplum kuruluşlarından birinin adını verip okulun bu kuruluşa bağlı olduğunu bu nedenle gerçekten zeki olan ama ekonomik olanakları zayıf olan çocuklara yardım amacıyla dolaştığını söyleyecekti.
      “Bende benzer koşullar altında büyüdüğüm için bu işi parasından çok ideal uğruna yapıyorum" diyecekti. Hani sözünün bu bölümü yalanda sayılmazdı yani. Ailenin ekonomik durumuna göre ya burs önerecekti yada okulun yatılı bölümünde okuyabileceğini söyleyecekti.
      Uzun süredir ikinci, üçüncü viteste tırmandığı için aracının hararet göstergesi bir hayli yükselmişti hem de serin sayılabilecek mart ayında. Yolun iyice sağına çekti, daha ne kadar yolunun kaldığını da bilmiyordu. Bir sigara yaktı, kuzeye geldiği yollara bakınca ovanın öbür yakasında İlçenin öğle güneşi altında parıldayan siluetini gördü. O zaman bir hayli tırmanmış olduğunu anlamıştı. Okulda kendisine öğretilen mesafe tayin usullerini anımsadı. İlçe ile bulunduğu yer arasını ölçmeye çalıştı.
      Teoriyle pratiğin çok farklı şeyler olduğunu bir kere daha anlamıştı. Yaptığı ölçüme göre kırk yada elli kilometre vardı. Kendi, varyant toprak yolda döne döne geldiği için saatlerdir yollardaydı. Döndü gitmesi gereken yöne baktı. Uzaklardan tüm heybetiyle görünen Başparmak dağı şimdi elini uzatsa yakalayabilecek gibi yakınındaydı. Yola devam etmeden önce İlçeye bir kere daha telefon açtı. Bu defa telefona memure arkadaşı çıkmıştı. Gülay hanıma hala yolda olduğunu binbir güçlükle anlatabilmişti Bir önceki görüşmede var olan parazitler, cırıltılar iyice artmıştı.
      Gideceği köyden daha ileri de başka bir yerleşim merkezi olacağını sanmıyordu genç polis. Arazi yapısı iyice kayalık bir hal almıştı. Kayaların arasında zeytin ağaçları görünüyordu ama onların kayaların arasından kendiliğinden fışkırdığını düşünürdünüz. İlk evlerini görmeğe başladığı köy ahalisinin ne ile geçindiğini merak etmeye de başlamıştı. Kafasını daha da kaldırıp yukarılara doğru bakınca kayalar vardı yalnızca.
      Köyün girişin de yıllar öncesinden yerine yerleştirilmiş olduğu anlaşılan "Muradiye" yazısının altında bir daha durdu, İlçeyi göremiyordu. Çünkü yukarı tırmandıkça Başparmak dağının güneyine yamacına doğru dönmüştü. Güneş tepedeydi ama sağına doğru inmeye başlayacaktı. Ayaklarının altında aşağılarda İlçenin adını taşıyan o muazzam ova yerine mart güneşiyle ışıldayan Serpil gölü vardı. Merkezi aramayı denedi ama kulağına yalnızca parazit sesleri geliyordu. Cep telefonunu sanki elektronik aletlerle dolu bir ortamda kullanıyordu, çaresiz telefonu kapattı. Kendini bekleyen kaderine doğru direksiyon sallamaya devam etti.

      Komiser bey diğer işlerini bırakmış yalnızca bu olaya vermişti kendisini. Sabah Kaymakam beyin makamına çıkıp durumun gizliliğini ve önemini anlatmıştı. İşin en güzel tarafı ise Kaymakam Enver Palazlı kendisini anlıyor ve destekliyor olmasıydı. Daha sonra Leyla Askıcı’nın okuduğu okul olan Karagözoğlu ilkokulunda simit satan Uğur Tamsun’u dolaşmıştı. Genç memur sabah tıraşını olmamış birde bıyık bulmuştu kendisine, kafasındaki kasket önündeki beyaz önlüğü tanınmasını iyice güçleştiriyordu.
      Sonra bir vatandaş gibi şehir içi minibüslerinin son durağındaki "Dilek Bakkaliyesi" ne gitmiş alışveriş etmişti. Yılların alışkanlığıyla müşterilerini etkilemek için çok konuşan market sahibinden istediğini öğrenmişti. Her iki ziyaretinde de akşam ki gözetleme yerlerini de belirlemişti. Anlaşılan bu gece bir hayli hareketli geçecekti.

      Yaşlı adam, yirmi dakikadır duyduklarına inanamıyordu. Evinde gayet iyi bir şekilde otururken telefonları çalmış kendini merhum kızının eski bir arkadaşı olarak tanıtan biri özel görüşme talebinde bulunmuştu. Sesinden bu eski arkadaşı tanımamıştı ama buluştukları kahvede görünce hemen tanımıştı Eğer eşi görseydi kızının defalarca anlattığı kişiyi hemen tanırdı.
      Yirmi dakikadır bu büyük ve gürültülü kafe de konuşuyorlardı. Sözleştikleri yere geldiğinde kendisini bekleyen iki genç bulmuştu. Kısa bir hal hatır sorma işleminden sonra Doğan Bey hemen yaşlı adama torununu sormuştu. Önce yapılan bu direk girişe anlam verememişti ama öyküyü dinleyince şaşırıp kalmıştı. Bu gençlerin anlattıklarına bakılırsa Yıllarca görev yaptığı ve kızının başına gelen o talihsiz olaydan sonra ayrıldığı İlçede akıl almayacak şeyler oluyordu. Aylardır küçük kız çocukları kayboluyor, çocuklardan bir iz bulunamıyordu. Çocukları kaçıran sapık yada sapıklar yakalanamıyordu. Karşısında oturan ve oldukça aklı başında görünen iki genç, yıllarca oturdukları İlçede hayaletlerin dolaştığını söyleyenlerin çoğaldığını iddia ediyorlardı. Yine onların söylemesine bakılırsa pek çok kişi bu hayaletlere tanık olmuşmuş.
      “Bir ara -geçen aydı galiba- televizyonda izlemiştik, haberlerde olmalı. İlgimizi çekmişti. Yıllardır İzmir'de oturuyor olsak da bir ayağımız hala İlçede. Ne de olsa hanım köylü sayılırız." dedi. Masadaki diğer iki kişi birbirlerine bakıştılar. Geçen ay ana haber kuşağında yayınlanan haberden bahsettiğini anlamışlardı. Yaşlı adam sözlerine devam etti
      “Haber 'Ben Kamil Aksu  5.kanal ' diye haberi bitirmişti." Turan başından beri olayı sessizce izliyordu, sonunda konuşabileceği bir konu gelmişti.
     “İşte o adam benim kalfamdı. Hırs yüzünden işten ayrıldı Kendi gibi hırslı bir ortak bularak "Haber" gazetesini çıkarmaya başladılar. İlçede ki cadı ve hayalet masallarını da onlar düzenledi." Cümlesini Doğan düzeltti, yani biz öyle olabileceğini düşünüyoruz."
       Adam yaşlıydı ama kafası çalışıyordu hala. Bu iki genç açıktan açığa söylemeseler de torununu kastediyorlardı. Doğan, yaşlı adamın halinde ki rahatsızlığı fark etmişti. Konuyu fazla uzatmak istemiyordu.
      “Sonuç olarak efendim, sizden torununuza biraz daha dikkat etmenizi isteyeceğim" dedi. Turan “İsterseniz ben sizlerle birlikte kalabilirim" demeye niyetlendiği anda yaşlılığın dinçliğiyle Abidin Bey araya girdi.
      “Evlat" dedi. "Yaşlandık ama torunumuzu koruyamayacak kadar yaşlanmadık daha" dedi ve ekledi “Evimde kale gibidir yani" üçü de gülümsüyordu. Doğanın içi biraz olsun rahatlamıştı.

      Polis memuru köyde ilgi ile karşılanmıştı. Arabasının motor gürültüsünü duymuş yada arkasında bıraktığı toz bulutunu fark etmiş olmalıydılar. Anlaşılan uzun zamandan beridir köye ayak basan ilk yabancı kişi kendisiydi. Daha köyün ilk evlerine varmamıştı ki kendisini bir gurup köylü karşıladı. Başlarında kasketini elinde tutan biri vardı, halinden köy muhtarı olduğunu anlamıştı. Böyle içten karşılanacağını bilse çok önceden gelirdi bu köye. Onu doğrudan köy kahvesine götürdüler. Yaşlı, genç, çoluk çocuk bir anda çevresini sarmıştı. Şimdi iş rolünü iyi oynamaya kalıyordu.

      O gürültülü, kalabalık kafeden ayrıldılar. Doğan ve Turan bir yöne yaşlı adam öbür yöne doğru yürümeye başladı. İkisi de yaptıklarının boşuna olduğunu buralara boşu boşuna geldiklerini düşünerek yürüyorlardı. Henüz beş on adım atmışlardı ki Doğanın omzuna bir el dokundu. Yüzünde buruk bir gülümsemeyle Abidin Bey hemen arkalarındaydı
      “Kusura bakma evlat ama... Ben sana yalan söyledim" dedi İkisi de şaşırmışlardı. “Tam olarak tanımadığım, beni ne için aradığınızı bilmediğim için bazı şeyleri gizledim" dedi. Yılların izlerini taşıyan yüzdeki pişmanlık endişeye dönüşmüş gibiydi. "Eğer anlattıklarınız doğru ise torunum tehlikede olabilir." Birbirlerinin yüzlerine bakma sırası iki gençteydi. Adamın ağzından çıkacak sözcükleri merakla bekliyorlardı.
      “Dün torunumun babası geldi, elinde sevk kağıdı vardı. Emeli alıp götürdü, arasıra gelir kızıyla gezer. Bu sabah bir kere daha geldi ve baba kız gene hastaneye gittiler. Dün verdikleri tahlillerin sonuçlarını alacaklarmış" dedi. Doğan bir an ne diyeceğini bilemedi. Kız babasının yanındaydı ama önceki kurbanlar da ailelerinin gözleri önünde kaybolmamışlar mıydı? Turana baktı Genç gazeteci o bakışlarda "Bu gece sen küçük kızın yanında kal" anlamı olduğunu biliyordu. Abidin beyin koluna girdi.
      “Bu akşam benim yapacak bir işim yok kabul ederseniz konuğunuz olmak istiyorum" dedi. Abidin beyin kafasında bir an hayat arkadaşının tepkisi ne olacak sorusu belirdi. Münevver Hanım, bu türlü ani ve emrivaki konuklardan pek hoşlanmazdı. Ev her gün temizlense de, her akşam yemekler hazırlanıyor olsa da konuklara karşı mahcup olmaktan tedirgin hissederdi yaşlı kadın kendisini. Yine de bu genç adamı bir gece evlerinde ağırlayabilirlerdi, ne de olsa Tanrı misafiri sayılırdı.

      Masasında oturan memure Gülay Candan, belli bin defadır baktığı duvar saatine bir kere daha baktı. Ona duvarda duran tekerlek gibi saatin üç kolu zamanı taşıyorlarmış gibi gelirdi. Kısa kırmızı bir ibre vardı. Ona böyle vaktin geçmediği ve bolca hayal kurduğu dönemlerde bir ad takmıştı. "Küçük kız" Küçük kız yılmadan yorulmadan hep koşardı. Sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar döner dururdu. Birde babası vardı o küçük kızın. O biraz daha ağır başlıydı ama uzun süre baktığınızda hareket ettiğini görebilirdiniz. En ağırı ise zavallı dede idi. Bakışlarınızı dikip gözünüzü kırpmadan izlediğinizde hareket ettiğini göremezdiniz. Şimdi, Gülay Memure evine, çocuklarına kavuşabilmek için dedenin günde iki kez yanına vardığı "5" gelmesini bekliyordu. O duvardaki saate bakarken iç odanın kapısı açıldı.
      “Gülay Hanım, Hasan daha aramadı mı?" Gülay Hanım, duvardaki saate sanki saatlerdir bakmıyormuş gibi bir kere daha baktı.
      “Aramadı efendim" dedi. Son bir saat içinde beşinci defa bu olayı yaşıyordu. Komiser Rüzgar Ali bekleme salonu gibi döşenmiş odada bir tur attı Eli istem dışı cep telefonuna gitti. Arayan yoktu ve yüz defa aradığı memuruna ulaşamıyordu. Mecburen köyün kablolu telefonundan aramasını bekleyecekti. Masasında oturup onu izleyen memuresine daha önce dört beş kez duyduğu cümlesini söyledi içeri girdi.
     “Eğer arayacak olursa ben odamdayım." Gülay Hanım ne zaman asıldığını bile unuttuğu duvar saatine baktı. Küçük kız koşmaya devam ediyordu, tıpkı bu gün amirinin koştuğu gibi. Yavaşça toparlanmaya başladı. Dede günde iki kere geldiği 5 e iyice yaklaşmıştı.

      Hasan Tırpan yaşamından memnundu. Öğretmenlik numarası iyi tutmuştu. Manzarası çok güzel bir kahvede oturuyordu. Dağın bu amacına bahar oldukça yavaş geliyor olmalıydı. Çevresi yemyeşil otlarla çevriliydi ama ağaçlar hala kuru dallar gibiydi. Güneş ufka yaklaştıkça güzellikler artıyordu. Geldiği ilçeyi ve ovayı göremiyordu ama güneşin ışıkları altında elmas parçacıklarıymış gibi parıldayan Serpil gölünün muhteşemliği için söyleyecek bir söz bulamıyordu. Sadece o anı içine sindirmeye çalışıyordu. Bir an görevini ne için burada olduğunu unutacağını sandı ama kendisini toparladı.
      Kerelerce aradığı halde Merkeze ulaşamıyordu. Teknisyen arkadaşının özelliklerini ve öve bitiremediği cep telefonu burada çalışmıyordu. Sürekli cırıltılar parazitler vardı, çekmiyordu. Muhtara kullanabileceği bir telefon sorunca aldığı yanıt daha da ilginçti.
     “Çoktan beridir telefonlarımız çalışmıyor, ilçeye telefon idaresine haber verdiğimiz halde gelip bakmadılar" dedi. Sesindeki sitem hissediliyordu.
      Muhtar, neredeyse köyün tamamıyla tanıştırmıştı kendisini. İşinin en zor bölümü öğretmen hanımla tanıştığı bölümdü. Dağ başındaki bir köyde böyle bir kızla tanışacağına dünyada ihtimal vermezdi. Yaşamında ilk defa bekar olduğuna dua ediyordu. Kızı görür görmez
      “İşte beklediğim eş" demişti içinden. Gerçi o kadar güzel biri değildi köyün öğretmeni. Üstelik boyu bile kısa sayılırdı. Hasan Tırpan’ı o kıza çeken kızın çalışma azmi ve böyle dağ başlarında bile görev yapabilecek kadar idealist olmasıydı. Genç öğretmeni gördüğü anda bu görev biter bitmez tekrar gelmeyi ve bu kızla arkadaş olmayı düşünüyordu. Öyle liseli aşıklar gibi gönül eğlendirecek yaşı çoktan geçmişti bu yüzden evlenmek amacıyla arkadaş olacaktı. İşin zor bölümü ise kıza yalan söylemek zorunda kalmasıydı. Üstelik kızda durmadan sorular soruyordu.
      “Nereden mezun oldunuz, dönem arkadaşlarınız kimlerdi, nerelerde görev yaptınız, filancayı tanıyor musunuz?" Hasan Tırpan sorulara olabildiği kadar mantıklı yanıtlar vermeye çalışıyordu. İlk fırsatta gerçeği anlatmaya karar vermişti zaten. Bütün bu sorulardan polis memurunu muhtar kurtarmıştı
      “Öğretmen Bey, öğrencilerinizle tanışmak istiyor? Ne dersiniz bugün sizin çocuklarla tanışabilirler mi?" dedi. Ayşe öğretmen alışkın olmadığı belli olan kuru kahve sandalyesinde şöyle bir kıpırdandı.
      “Toplam yirmi yedi öğrencim var bir kısmıyla bu akşam bir kısmıyla." Birden aklına gelmişti. "Şey... Bu gece köyümüzde konuk olarak kalacaksınız değil mi?" dedi. Yaşı kemale eren muhtar bıyık altından gülümsedi.
      “Kalacak" dedi. Sonra genç adama döndü  "Kalacaksınız değil mi?" Hasan Tırpan’ın da Ayşe Zeyrek öğretmeninde başı mahcup bir şekilde önlerine eğildi  "İzniniz olursa" dedi mırıldanır gibi Polis memuru Hasan.

        Telefonun ikinci kere çalmasına meydan vermeden Rüzgar Ali ahizeyi kaldırmıştı. "Neredesin be aslanım" dedi ama karşıdan gelen sesi duyunca utandı. "Şey Yüksel Hanım ben başka bir telefon bekliyordum da dedi. Telefonla konuşan komiserini izleyen meraklı memur adamın yüzünün kızardığını fark etti.
      “Sağolun, bende çok iyiyim… Aramadı henüz... İzmir'e gittiğini zannediyorum...  Belki şarjı bitmiştir… Ararsa sizi aramasını söylerim... Size de iyi akşamlar diliyorum" dedi ve ahizeyi yerine koydu. Sokak ağzıyla
      “Kalıbımı basarım bu gacı Doğan Denizci’ye aşık" dedi. Yüz kızarma sırası masadaki memuredeydi. Ali Rüzgarlı içinden "Eh be kızım madem bu kadar narin birisisin o zaman neden karakolda görev yapıyorsun" diye içinden geçirdi. Yüksek sesle. “Tekrar Muradiye Köyünü arar mısınız?" dedi. Odada dolanıp duran amirinin gölgesinde Gülay hanım numarayı çevirdi  "Yanıt vermiyor efendim" dedi. Komiserinin peşinden neler söyleyeceğini bildiği için o daha konuşmadan.  "Civar köyleri de aramaya devam ediyorum ama hiç birine ulaşamıyorum efendim" dedi. Komiser iç kapının ağzında bir an durdu. "Yine de siz aramaya devam edin" dedi. Az önceki konuşmayı anımsayınca ekledi "Lütfen"

      Doğan, Turanı Abidin beylerle kalmaya ikna ettikten sonra yalnız olarak İlçeye dönüyordu. Yol boyu sürekli düşünmüştü, dünden beridir tempoları çok artmıştı. Hastane listesinde buldukları üç kişi Rüzgar Alinin görevlendirdiği seçme memurlar tarafından kontrol altına -en azından gözlemlemeye- alınmıştı. Dün sabah gördüğü ve listede olmadığı halde ne olur ne olmaz diye ailesinin yanlarına kadar gittikleri Besimin kızı -çok sevdiği Necla’sının kızı da Turan tarafından kontrol altına alınmıştı. Yol boyu "her şeyi unutup babasını uyarsa mıydım" diye düşünmüştü küçük Emel için. Abidin beyin söyledikleri aklına gelince Besime söylememekle iyi yaptıklarını düşünmüştü.
      “Kızım öldükten beridir o adam evime hiç gelmedi. Son zamanlarda sıklıkla gelmeye başladı. Gelmesin, Necla'dan kalan son anıyı alıp gitmesin" demişti. Bu hazırlıkların hepsi Turanın "Hekate Teorisi" doğrultusundaydı. Doğan bütün bunları düşünürken yolu çabucak kat etmişti. Düşüncelerinden sıyrıldığında kendini İşletmenin ana kapısında bulmuştu.

      Yüksel, kapıdan girer girmez, Doğanın boynuna sarılmıştı. Adamı bütün gün beklemiş, gündüzün geceye dönüşmesini pencerede an be an izlemişti.
     “O kadar aradım ama ulaşamadım, seni çok merak ettim sevgilim" dedi. Doğan, sarılmaya şaşırmıştı ama "sevgilim" kelimesine daha çok şaşırmıştı. Eli cep telefonuna gitti o zaman simsiyah ekranı gördü. Genç kız arkadaşını elleriyle odadaki en iyi koltuğa oturtmuştu Doğan bir kaç hal hatır cümlesinden sonra olan bitenleri anlattı. Kızı gerçekten endişeli görüyordu. Gülümseyerek “Korkma" dedi. “Acı patlıcanı kırağı çalmazmış. Yine de Yüksel Pekcan’ın kendisine bakışını daha girer girmez sarılışını hoş karşılamıştı.

      Güneş ortadan kaybolalı bir saate yakın süre geçmişti. Komiser, memurenin gözünü duvarda ki saatten ayırmamasından gitmek istediğini anlıyordu ama kendisinin de çıkıp bir dolaşması gerekiyordu. Odada boyuna bir kaç kere daha gidip geldikten sonra  "Gülay memure hadi sizi evinize bırakayım" dedi. Bu teklifin üzerine kadın ayağa kalktı. Çoktandır masanın üzerinde hazır tuttuğu çantasını boynuna astı.
      “Evim yakın kendim gidebilirim" dedi. Sesinde "hele şükür aklınıza gelebildik" havası vardı. Komiserin makamından birlikte çıktılar. Genç kadın daha merdivenleri inmeden kocasının
     “İyi akşamlar komiserim" diyen sesini duydu. Birlikte hızlı adımlarla kendi sokaklarına doğru yürüdüler. Rüzgar Ali merdivenlerde öylece durmuş ne yapması gerektiğini düşünüyordu.

      Doğan Yüksel hanımı evine bırakır bırakmaz Hükümet binasına koşmuştu. Genç kızdan ayrılması bir hayli zor olmuştu. Kendisinin de Yükselin yanından hiç ayrılası yoktu ama gitmek zorundaydı. Gitmek, durumu anlamak zorunda olduğuna önce kendisini sonra karşında neredeyse ağlayacakmış gibi duran genç kızı inandırmak zorunda kalmıştı. Binanın meydana bakan bölümüne akşam saati olduğundan dolayı arabasını rahatça bırakabilmişti. Karanlık parkı geçtikten sonra Hükümet binasının bahçesine girince merdivenlerin başında bulmuştu Komiseri.
      Rüzgar Ali avludan yanına doğru yaklaşan gölgenin Doğan Bey olduğunu fark edince sevinmişti. Onun daha merdivenlere varmasını beklemeden o aşağı indi. Kendinden hemen hemen on yaş genç olan adamın koluna girdi. Adeta sürüklercesine geldiği yöne götürmeye başladı. Doğanın sorularına  “Yolda anlatırım" diye yanıt veriyordu. İki samimi dost olmuşlardı artık.

      Muhtar, Hasan Tırpan’ı doğrudan evine götürdü. Masadan kalktıklarında "Ağalar hadi bize gidelim" deyince kahvenin önünde oturanların hepsi durumlarını düzelterek  "Size afiyet olsun" demişlerdi. Genç memur, gösterilen saygının muhtardan çok kendisine yapıldığını biliyordu. Yolda Muhtara yaklaşarak
      “Muhtar bey sizin köyde uydu kanalları çekmiyor mu? " dedi. Muhtar yanında yürüyen gence baktı.
     “Çekiyordu elbet ama geçen eylül ayından beridir köyümüze karabasanlar çöktü sanki" dedi. "Karabasanlar" sözcüğünün anlamını genç memur gecenin ilerleyen saatleri de daha iyi anlayacaktı.
      Doğan ve Rüzgar Ali önce Uğur Tamsun un olması gerektiği sokağa baktılar. Sokağın ilerisinde yetmişli yılların modeli kırmızı bir Ford minibüs duruyordu. Araba terk edilmiş uzun zamandır kimse ilgilenmemiş gibi dursa da ikisi de içerisinde görevlilerin olduğunu biliyorlardı. Sokağa girmeden geri döndüler. Minibüsün içindeki görevlilerin yanlarındaki cep telefonunu gerekmedikçe kullanmayacaklarını biliyorlardı.
      Şehir içi minibüslerinin son durağına gittiler orada da TM 25 BMC duruyordu.
      “Asayiş berkemal" dedi Rüzgar Ali. Söylemese de yönleri Hükümet binasıydı artık.
     Binaya girer girmez Rüzgar Ali telefona sarıldı. Önce Muradiye köyünü aramayı denedi, ulaşamadı. Peşinden nöbet bekleyen iki pazar aracını aradı. İkisinin de görev başında olduklarını ve nöbetlerinde vukuat olmadığını öğrendikten sonra tekrar üçüncü memurunu "Hasan Tırpan’ı" aradı. Yine ulaşamayınca sunturlu bir küfür salladı.
      “Öğlenden beridir bir türlü ulaşamıyorum" dedi. Doğanın aklına hemen Cephane sokaktaki parazitler geldi. Bir an düşündü, acaba Komisere bu konudan hiç bahsetmiş miydi? Aralarındaki bir kaç dakikalık sessizlikten sonra
      “Ben Yüksel hanımı bir dolaşayım. Siz bu arada köye ulaşmaya çalışın. Olmazsa bir mazeret uydurur birlikte gideriz" dedi. Bu cümlenin sarf edilmesindeki bir neden de oradaki kızın bir adının Esin olmasıydı. "Hatice Esin Dayıoğlu" Acaba Esin in "E" si ile "HEKATE" nin son "E" si aynı mıydı?

      Bir kaç dakika sonra Doğan arabasına doğru yürüyordu. Uğraması gereken birçok yer vardı. Turan'ın ailesine ve gazeteye haber verecekti ardından Yüksel’ine gidip bakacaktı. Her ne kadar olayların dışında kabul etmeye çalışsa da içinden gelen ses o genç kızın o güzel kızın bütün bu olan bitenin tam ortasında olduğunu söylüyordu.
Başlık: Anchilea - Bölüm Otuzaltı
Gönderen: azizhayri - 11 Ocak 2016, 08:59:41
      B Ö L Ü M   O T U Z  A L T I

      Muradiye köyünde el ayak çok erken çekiliyordu. İşlerin yoğun olduğu dönemlerde bir tür zorunluluktu bu ama işlerin az olduğu gecelerde halk kültürünü kısmen de olsa yaşıyordu. Özellikle geleneklerin hükmünü sürdüğü, uygarlığın daha yavaş geldiği, bu dağ köyünde çok daha etkiliydi. Cep telefonu ve internet çıktıktan sonra bu etki azalmıştı özellikle yeni yetişen nesilde görülmüyordu. Ama televizyonların çalışmadığı, cep telefonlarının çekmediği şu günlerde - köye gelen konuğun etkisiyle de - eskinin o güzel gecelerinden birini yaşamışlardı.
      Yemekler yenildikten, çaylar içildikten sonra kadınlar bir odaya erkekler bir odaya çekilmişlerdi. Aradaki bağıntıyı ev sahibinin hanımı yani muhtarın eşi ve bu geceye özel Öğretmen Hanım sağlıyordu. Hasan, Ayşe öğretmenin erkeklerin yanına sıkça uğramasını kendine yapılmış bir ilgi olarak yorumluyordu. Yaşlıca bir köylü bağlamasıyla gelmişti, uzun süre çalıp söyledi. Hasan bu arada gördüğü çocuklara adlarını soruyordu. "Esin"i arıyordu. Hemen her baba oğlunu yanında getiriyor, ilçeden gelmiş öğretmene tanıtıyordu. Yalnız isimlerini söylemekle değildi tabi bu tanıtma işlemi. Meziyetleri, aklı, derslerinde ne kadar başarılı oldukları hep övülüyordu. Ortam iyiydi ama saatler ilerlediği halde Hasan Esin’le tanışamamıştı.
      Önce sazını çalıp türkülerini söyleyen yaşlı adam sustu. Sonra gizli bir işaret verilmiş gibi yavaşça kalabalık dağılmaya başladı. Bir saat sonra evde yabancı sayılabilecek kimse kalmamıştı. Muhtar en son komşusunu da yolcu ettikten sonra oturdukları geniş odaya döndü. Biraz sıkıntılı gibiydi, duvar dibindeki alçak sedire Memur Hasanın yanına oturdu. Genç polisin mesleki duyguları kabarmış gibiydi. Ortada bir olağanüstü durum olduğunu sezinliyordu. Dakikalarca süren sessizlikten sonra muhtar dayanamayıp anlatmaya başladı. Muhtarın anlattıklarını duyunca genç memur kendinle gurur duydu.
      “Bize niye yalan söyledin evlat" dedi. Hasan Tırpan, bir şeyler olduğunu sezmişti ama deşifre olacağı aklına gelmemişti. "Polis olduğunu bizden neden gizledin" dedi yaşlı adam sözüne devam ederek. Genç polis nerede hata yapmıştı onu düşünüyordu. Öğretmen olduğuna Ayşe hoca hanımı bile inandırmıştı. Hala ne diyeceğini düşünüyordu. Aklına gelen ilk fikir her şeyi olduğu gibi anlatmaktı. Yine de bir kaç dakika daha susmayı tercih etti. Ne ima edilmeye çalışıldığını anlamalı olay ortaya çıkmalıydı.
      “Gelenlerden biri benim yeğendi. Bana “seni hükümet binasında üniformayla gördüğünü" söyledi. Hasan Tırpan, inkara gitmediğinin iyi olduğunu düşünüyordu. Her gün yüzlerce kişinin girip çıktığı bir yerde görev yapıyordu. Bir kaç saniye sonra bütün her şeyi olduğu gibi anlatmaya karar verdi. Nede olsa bu saatten sonra yalanı yalanla savunmanın anlamı yoktu
      “Ben sizin köyde ki "Esin" adındaki bir kız çocuğunu korumak için geldim" dedi. Muhtar öylece yüzüne bakmaya devam ediyordu. İnanmamıştı.
      “Oğul kusura bakma ama gene yalan söylüyorsun" dedi. Hasan şaşırmıştı.
      “Na... nasıl olur" diye kekeledi. “21 Mart 20... tarihinde İlçe devlet hastanesinde doğan Esin Hatice Dayıoğlu bu köy de oturmuyor mu?" Muhtar belli belirsiz gülümsedi.
      “Hah şimdi oldu. Anlat bakalım derdin neymiş" Hasan, muhtarın yüzündeki o bir anlık gülümsemeyi yakalamıştı hala umut vardı ve yavaş yavaş işlerin yoluna girdiğini düşündü.
      “Bu anlatacaklarım herkesin bilmemesi gereken şeyler" diyerek anlatmaya başladı. Genç memur anlattıkça muhtar şaşkınlıkla bakıyordu karşısındaki gencin yüzüne. Çünkü kendisinin de anlatacakları vardı. Yalnız bir ara odanın kapısına doğru seslendi.
      “Muazzez... Kız Muazzez" Muhtarın yaşlı ve zayıf karısı kapıda belirdi.
      “Hele bize Dayıların Ali'sini çağır" dedi. Kadın uykulu gözlerle odanın karşı duvarında duran küçük büfeye büfenin üzerindeki saate baktı
      “Bu saatte... He mi?" Odadaki üç çift göz masa saatine takılmıştı. Saat neredeyse gece yarısı olacaktı.
      “Hemen şimdi." dedi. Kadın söylenerek odadan çıktı. Birazdan dış kapının çarpma sesi duyuldu.

      Bu gece çalan üçüncü telefondu. Kendinden başka kimse bakmasın diye telefonun yanına oturmuştu. Arayanlar gene hanımının yada kayınvalidesinin geveze arkadaşları olabilirlerdi az önce kapattığı telefon gibi. Ahizeyi kaldırıp karşıdaki kişinin sesini alınca gözlerinin içi gülümsemeye başlamıştı. Beklediği telefondu. Karşısında oturup elindeki tığ işleriyle uğraşan yaşlı kadın söylemeden duramadı
      “Damat gözün aydın"  Sağol, demedi. Bakışlarının keskinliği kadının kendini tekrar işine vermesine neden olmuştu. Elindeki gazeteyi katladı, telefonun yanına koydu. Paltosunu alıp dışarı koridora çıktı.
      Paltosunu giyerken dışarıya yeni döşettirdiği aydınlatma tesisinin düğmesini açtı. Bahçe süslü direklerin ışığıyla aydınlanmıştı. Hanımı ve kayınvalidesi koridorun bir ucunda bekliyorlardı. Cesaret edip soramadıkları sözü kinayi bir şekilde Lütfü Bey söyledi.
      “Ben işe çıkıyorum, biliyorsunuz işin saati, dakikası olmaz. Son cümle gözlerinin içine bakarak söylediği kayınvalidesine aitti. Hızlı adımlarla ama korktuğunu belli etmemeye çalışsa da bahçeyi ikiye bölüp sokak kapısına varan beton yolu geçti. Arabasına varıp kontağı açınca derin bir "Ohh" çekti. Farlarını açınca kafasını çevirip bahçeye baktı. Bahçe ışıklarını sönmüştü. Hoşuna gitti, sonunda o meş'um kayınvalidesine tasarruf etmeyi öğretmişti.
      Doğan Cephane sokağa vardığında vakit gece yarısına yaklaşıyordu. İkinci katın ışığı yanıyordu. Dikkatle bakınca o görmeye alıştığı ışıklar yine dalgalanıyorlardı. Yükselip alçalan mor, mavi ışıklar sımsıkı kapalı perdelere salonda yanan ışığa rağmen yansıyorlardı. Eve, on beş gün kadar önce girdiği yöntemle girmeyi düşündü, vazgeçti. Geçen sefer yakalandığında hırsız muamelesi görmemişti ama bu defa görebilirdi. Arabasından inip zili çalıncaya kadar devam eden ışıklar kesilmişti. Salonun sokağa bakan penceresi açıldı. Genç kızın yüzünü dolunayın ışığında görünce bir kere daha aşık olmuştu. Balkonda durup kendisine gülümseyen Yüksel değildi. Necla'nın kendisiydi, neredeyse
      “Kapıyı açar mısın Necla" diyecekti ki kendini toparladı. Kapıda, görmeyeli çok az bir süre geçtiği halde genç kızı özlediğini anlamıştı. Yine iş ile aşkı birbirine karıştırmaya başladığını düşündü. Hasretle öpüştüler. Bir kaç saat önce boynuna sarılan kız şimdi kendisini çılgınlar gibi öpüyordu. İşletme de duyduğu cümlenin aynısını duymuştu tekrar.
      “Seni çok merak ettim sevgilim" demişti. Bu kız onun için endişeleniyordu. Yoksa kendisinin bilmediği bir şeyler mi?  olacaktı.
      “Benim için endişelenmeni gerektirecek bir durum mu var?" dedi. Genç kızın yüzündeki kas oynamalarından hiç birini kaçırmak istemiyormuş gibi bakıyordu yüzüne.
“Yo" dedi sesine ilgisiz bir ton vermeye çalışarak.  "Öylesine söyledim" dedi. Bir yalanı gizlemek istermiş yada onun bir şey söylemesine fırsat vermemiş olmak için Doğanın dudaklarına tekrar yapışmıştı. Dakikalar geçmişti ama ikisi hala ayaktaydılar. Salona geçmek akıllarına neden sonra gelmişti. Salondaki üçlü koltuğa yan yana oturdular. Doğan başıyla salonun karşı duvarında duran müzik setini gösterdi.
      “Yine o aletle oynuyordun değil mi?" dedi. Yüksel bir anda çaresiz kaldığını hissetti. Doğan, yükselin dudaklarına küçük bir öpücük daha kondurdu. İyi yerden yakalamıştı
      “Hadi" dedi gülümseyerek “Bir şey söylememe engel olmak için beni öpmeyecek misin?" Genç kızın yüzü bir anda kızardı.
      “Ne demek istiyorsun" demişti ki sokaktan gelen ısrarlı korna sesi kendisini kurtarmıştı.
      “Komiser bey geldi" dedi. Israrla çalan korna sesini o zaman fark etmişti. Pencereden birlikte aşağı baktılar. Aşağıda kendi arabasının yanında bir Land Rover vardı. Sürücü koltuğunda oturan Komiser Ali kafasını dışarı çıkarmış Doğana sesleniyordu.
      -Birlikte bir dağ köyüne gidecektik de" dedi. Genç kız kendisine bir kere daha sarıldı.
      “Bu saatte mi? Gitme" dedi. Delikanlıya sımsıkı sarıldı, Doğan, genç kızın göğüslerinin diriliğini hissetti, ürperdi.  Düşündüklerinden bir an utandı ama bir şeyden iyice emindi, bu kız kendisini seviyordu. “Gitmemiz gerekiyor" dedi. Genç kızda ısrarlıydı, Doğan’ı, kulağının hemen altından öperken kulağına gitmemesini fısıldıyordu.
      “Lütfen bırak gideyim. Beni böyle öpmeye devam edersen her şeyi unutup sonsuza kadar burada kalacağım" dedi. Kendini sımsıkı saran kollar aşağıdan duyulan korna sesiyle çözüldü. Kapıda bir kere daha uyardı genç kız kendisini
      “Yalvarırım kendinize dikkat edin, gördüklerinize aldanmayın. Sakın korkmayın gördüklerinizden, korkunuz ve hırsınız O’nu besler" dedi. Doğan’ın aklı dışarıda kendisini bekleyen araçtaydı. Gecikmenin nedenini nasıl açıklayacağını düşünüyordu, genç kızın söylediklerini anlamamıştı.
      “Köyde kalan bir polis memurunu var, onu alıp geleceğiz" dedi. Ve genç kızın kendisini bir kere daha öpmesine fırsat bırakmadan dışarı çıktı. Birden dönüp genç kıza
     “Bu arada unuttuğumu sanma, sen bana hala o oyuncağın ne olduğunu söylemedin" dedi. Böyle ani soruların kişiyi şaşırtıp yalan söylemesine zaman bırakmadan kafasının içindekileri söyleyeceğini biliyordu. Yüksel hiç bir duraksama göstermeden sorusunu yanıtlamıştı.
      “Sana söz veriyorum geri gelince her şeyi anlatacağım" dedi. Land Rover gerisini geriye sokağa sağlı sollu park etmiş araçların arasından çıkarken Doğanın gözü ikinci katın balkonundaydı.

      Evin sahibesi kadın ayrıldıktan onbeş dakika sonra dış kapının sesi ancak duyuldu. O dakikaya kadar köy odasının incelenmemiş kenarı köşesi kalmamıştı delikanlı tarafından. İçeriye zayıf, kuru bir beden girdi. Hasan Tırpan, adamın şahsında tanıdığı tüm Muradiye köylülerini aklına getirdi. Yoksul bir köydü Muradiye, daha önce görev yaptığı Bitlis'in köylerinde farklı değildi. Yoksul bir köyden de şişman, tok bedenler beklemek gereksizdi. Arada tek tük varsa bile onlar sağlıklı şişmanlık değildi. Hamur işi yemeklerinin ağır bastığı bir mutfağın eserleri olmalıydılar. Adam, kasketi elinde içeri girdi. Haline bakılırsa Öğretmenim diye gelen konuğun polis olduğunu oda öğrenmişti.
     “Gel hemşerim" diye içeri çağırdı. Adamın yardımına gerçekten ihtiyacı vardı. Bir dakikalık işi ve gücü ile ilgili yumuşama konuşmasından sonra konuya girdi. “Esin senin kızın değil mi?" deyince  "Hatice Esin" diye düzeltti köylü. "Esin ebe hanımın taktığı bir isim" dedi.
      “Kızının ne zaman doğduğunu hatırlıyon mu?" soru bu defa muhtardan gelmişti. Adam süklüm püklüm yanıt verdi.
      “Ne bileyim a muhtar. O soruları benim Köroğluna sor sen" dedi. O dakika kapı aralandı İçerde oturan köylüden az toplu bir kadın içeri girdi, şalvarının arkasına saklanmaya çalışan bir çocukla birlikte. Genç memur bir an gördü küçük bedeni. Kadın içeri girer girmez Polis memuruna fırsat bırakmadan sorusunu sordu
      “A polis ağabey" sesinde titreme vardı. “Ta şeherler den gelip benim kızımı soruyon. Ne'tçen benim kızın doğumunu sen" dedi. "Eee Hasan Tırpan yanıtla bakalım" dedi kendi kendine genç polis. Durumu açıklamalıydı ama nasıl...

      Doğan ana caddeye çıktıklarında ancak şimdiki zamana dönmüştü. O zaman aracı kullananın bir başkası olduğunu anlamıştı. Hızla sokak lambalarının altından geçerlerken üçüncü kişinin kim olduğunu anlamaya çalışıyordu. Allahtan komiseri kendisini fazla üzmedi.
     “Teğmen Murat Aslantepe" dediğinde tanımıştı kendilerini ve Amerikalı dostlarını kalabalığın elinden kurtaran adamı. "Arkadaş kusura bakma" dedi.” Daha bir önce ki iyiliğinin teşekkürünü anca edebiliyorum." Sesinde gizli bir utangaçlık var gibiydi. Teğmen bir an başını çevirip arkada oturan Doğana gülümsedi.
      “Öyküyü Komiserim bana anlattı. Size hak veriyorum" dedi. Komiser araya girdi.
      “Kaymakama çıktım. Olayı fazla büyülttüğümüzü söyledi bir araç vermedi. Benim külüstürde Memur Hasan 'da Son çare Alay komutanına çıktım. Sağ olsun kendisi en iyi sürücülerinden biriyle birlikte yepyeni bir araç verdi" dedi. Bir yandan da yanında oturan Teğmeni gösteriyordu gülümseyerek

      Hasan Tırpan bu konuyu annelere kadar düşüremezdi. Kadına sert bir yanıt vermeye hazırlanıyordu ki kadının kocası Hasan Tırpan gerek bırakmadı.
      “Sizlerin aklı ermez. Önemli bir şey olmasa koskoca devlet memurunu buralara kadar gönderir mi?" dedi. Genç polis içinden bir "ohh" çekti. Kadın, az önceki çıkışından dolayı utanmıştı.
      “Şey... "dedi yutkunarak. "Hatice bende iken kız kardeşimlere gitmiştik. Sancım tuttuydu da, hastaneye zor yetiştirmişlerdi" diyebildi. Hasan gene sordu.
      “Ne zaman." Kadın eni konu terlemeye başlamıştı.
      “Galiba bu günlerdi. Ağaçların çiçeklerini açma vakti olmalı" dedi. Muhtar durumu ele almıştı.
      “Tamam tamam" dedi. Kadın dışarı çıktı, eteklerine yapışan çocukta. O kadar istediği halde Hasan Tırpan çocuğu görememişti.
      Kadın dışarı çıkar çıkmaz konuşmalar duyuldu. Sanki sınavdan çıkmış öğrenci arkadaşlarıyla sorular hakkında konuşuyor, tartışıyordu. Arada küçük bir çocuğun sesi de duyuluyordu. Polis memuru artık tanıdığı dış kapının sesini duydu önce. Ardından bulundukları odanın kapısı açıldı. Ev sahibesi kapıda göründü.

      “Muhtar gelsene biraz." Karısının çağırma tarzı muhtarın hoşuna gitmese de az önce gelenin kim olduğunu merak ediyor olmalıydı ki hanımı daha kapıda kaybolur kaybolmaz genç adama “Müsaadenizle" deyip çıktı. Polis memuru Hasan, odada yalnız kalınca dışarıdan gelen hayvan seslerinin farkına vardı. Bir düğmeye basılmış gibi köyün bütün hayvanları bağrışmaya başlamışlardı. Bir an deprem olduğunu düşündü ama odanın ortasında çatıdan sallanan yüz mumluk sarı ampul kıpırdamıyordu bile.
      Onbeş dakikadan fazla olmuştu Polis memuru odada yalnız kalalı. Dışarıdan gelen hayvan sesleri azalmıştı. Önce kümes hayvanlarının sesleri azalmıştı sonra koyunların melemeleri ve ineklerin  "Mooo" sesleri.  Yalnızca köpeklerin havlamaları sürüyordu. Birde uzaklardan geldiği anlaşılan ulumalar vardı. Genç adam saatine bir kere daha baktı. "Köye ya kurt yada tilki falan gelmiştir" diye düşünüyordu. Yine de içindeki merak öğrenmedikten sonra dinmeyecekti. Yerinden yavaşça doğruldu. Ne kadar özenli adım atmaya kalksa da oda zemininin ahşap tabanı kendini ele veriyordu. Kapıyı açtığında evin hanımı karşısındaydı.
      “Ayakyoluna gidecektim de" dedi. Muhtardan daha yaşlı gözüken kadının zayıf yüzünde bir gülümseme belirmişti. Bu gülümseme çok sürmedi. Yine aynı ciddi yüz ifadesiyle dış kapıyı gösterdi.
     “Bahçede." Hasan bahçeye çıkar çıkmaz tuvalete ne kadar ihtiyacı olduğunu anlamıştı. Saatlerdir çıkmıyordu. Kapının önünde çevresine bakındı, bahçe aydınlıktı. Kafasını kaldırıp bakınca dolunayın bir an bulutların arasından çıktığını gördü. Cebindeki telefonu çıkardı. Bir defa daha aramayı düşünüyordu merkezi. Maalesef yanıt gene olumsuzdu. Elinde tutup kulağına dayadığı aletin bir cep telefonu olduğunu belirtecek küçük bir işaret bile yoktu.
      Etrafına bakınınca bahçenin bir ucundaki barakayı fark etti. Hızlı adımlarla tuvalet olduğunu zannettiği barakaya yürümeye başladı. Az önce duyduğu ulumaları ve havlamaları daha yakından duyunca ister istemez ürperdi. Bir an önce işini görüp odaya dönmeyi düşünüyordu.

         Altlarındaki araç yeniydi ve askeriyenin diğer araçlarına göre bir hayli konforluydu. Yine de asfalttan Şoseye geçtiklerini üçü de anlamıştı. Az önce geçtikleri levhada "Kullar" yazıyordu. Komiser aracı kullanan Teğmene sordu.
      “Daha çok var mı?" Teğmen kısa bir süre yanında oturan Rüzgar Ali'ye bakıp gülümsedi. “Çoğu gitti, azı kaldı" dedi. Yolun sol tarafında bir kilometre kadar ilerilerinde bir grup ışık daha vardı. Murat Teğmen eliyle ileri ve yukarıdaki ışıkları gösterip
      “Orası Palaköy. Sonra tırmandığımız eğim iyice artacak. Kasaplar ve Muradiye, son durak." Doğan başını cama yasladı, yukarıları görmeye çalıştı. Başparmak dağı bir duvar gibi yükseliyordu. Karanlık kayalar, kayaların arasında kara gölgeler gibi serpiştirilmiş ağaçlar çalılar görünüyordu zaman zaman bulutların arasından çıkan mehtabın ışığında.

Otomobil kordon boyunda gezer gibi ağır ağır yol alıyordu. Sitenin içinden çıkasıya kadar aracının bütün ışıklarını yakmıştı. Koca sitede kendisinde başka çalışan araç gürültüsü duyulmuyordu. Siteden ana yola çıktı, biraz daha rahatlamıştı. Son başına gelen olaylardan sonra Lütfü Yurttaş tenha yerlerden iyice tedirgin oluyordu. Ana yolda gelip giden sayısız araç vardı, her zaman kızıp söylendiği trafiğin yoğunluğu hoşuna gitmişti.
      Bir kaç saniye içerisinde kendine güvenini tekrar kazandı. Altında bilmem kaç yüz beygirlik motoru olan araba vardı. Üçüncü, dördüncü, beşinci vites derken İlçenin içinden geçen çayın üzerine kurulmuş ilk köprüye gelmişti. Artık iyice rahattı, çünkü sağda solda dolaşan insanlar vardı. Daha da iyisi iki dakika sonra gazetesinin yazıhanesine varacaktı. Oğlu, küçük ortak Kamil ve bekledikleri konuk orada olacaktı. "Saygıda kusur etmeseler adamı gerektiği gibi ağırlasalar bari" diye düşündü. Eli arabasının konsoluna gitti. Parmağı teybin düğmesine basar basmaz ekolazerin renkli ışıkları yanıp sönmeye başladı. Arabanın içinde davul zurna eşliğinde çalan bir zeybek türküsü duyulmaya başladı.

       Ayşe öğretmen duyduklarına inanamıyordu. Konukları kendini öğretmen olarak tanıtmıştı. Üstelik zeki öğrencileri için bu dağ başına gelen idealist adamı sevimli bulmuştu. Gözleri ister istemez parmaklarına kaymıştı, her iki elinin parmaklarının boş olması hoşuna gitmişti. Bir yakınlık en azından bir ilgi gördüğünü düşünürken Muhtarın hanımı, konuklarının öğretmen değil de bir polis memuru olduğunu söylemişti. Haydi bunu da kabul edebilirdi. Ama deminden beri duyduklarına nasıl inanacağını bilemiyordu.
      Beğendiği, "tam aradığım erkek" dediği memur kaybolan çocuklardan, sapıklardan, İlçede dolaşan hayaletlerden, cadılardan söz ediyordu. Evet, bunları daha öncede duymuştu ama bu köyde duymuştu. Bu cahil ve çabucak etkilenen insanlar arasında duymuştu. Bütün bunları özellikle Küçük Esinin son kurban olarak seçilmesini aklı almıyordu. O bu düşüncelere dalmadan önce genç memur
      “Lütfen beni dinleyin ve o minik yavruyu yanınıza alın, birlikte güvenli bir yere gidin" demişti. "Güvenli bir yer" Dağ başındaki köyde güvenli bir yer.
      Onlar böyle konuşurlarken içeri köyün muhtarı ve Esinin babası girdi. Muhtarın “Siz isterseniz hanımların yanına gidin. Esin orada uyuyor" demesi genç öğretmenin zoruna gitmişti. Kendisini odadan atıyorlardı. İstese de istemese de dışarı çıktı. Hoca hanımın dışarı çıkmasıyla muhtar polis memurunun bir şey sormasına gerek kalmadan anlatmaya başladı.
      “Dışarıda komşunun köpeği kaybolmuş" dedi. Memur Hasanın yüzünde her hangi bir duygu ifadesi yoktu. Yalnızca Muhtar Alinin anlattıklarını dinliyordu. "Güzel bir köpekti. Güçlüydü, iri yarıydı. Az önceki bağrışmalar o nedenleydi." Muhtar Polisten yardım bekliyor gibiydi. Konuyu biraz daha açma gereği duymuş olmalıydı ki gerilere gitti.
      “Geçen eylül ayından beri neredeyse her ay bir köpeğimiz ölüyor, öldürülüyor. Kimin neden yaptığını bilmiyoruz ama sabah olunca hayvanın yanmış etlerini kemiklerini buluyoruz. O gece ve ertesi gün araştırıyoruz ama ne bir işaret ne de bir iz, hiç bir şey bulamıyoruz. Olayın geçtiği gece bütün hayvanlar senin az önce duyduğun gibi bağrışıyorlar. Uzaklardan baykuş sesleri, çakal, kurt ulumaları geliyor. Sonuç olarak bizler hiç bir şey yapamıyoruz." dedi. Sözleri bitince doğruldu; Şimdi de o işi yapanı aramaya gidiyoruz." deyince Hasan yerinden kalktı.
        “İzin varsa ben de geleyim dedi. Muhtar hiç itiraz etmedi. Yalnızca "Siz bilirsiniz" demekle yetindi. Kapının önüne çıktığında omuzlarında çifteler asılı beş altı kişi gördü. Hazırlıklar tamammış sadece köyde bir polisin olduğundan tedirginlermiş havası vardı. Onlar bahçede ne yapacaklarını, nasıl yapacaklarını konuşurlarken kapıda Öğretmen hanım belirdi. Polis memuruna
      “Hasan Bey, siz gerçekten delirmiş olmalısınız, hangi mantıkla bu adamlara uyuyorsunuz" dedi. Hasan, öğretmene yaklaştı, heyecanla alıp verdiği soluğu duyacak kadar yakınındaydı.
      “Her şeyin mantıklı bir açıklaması olduğuna inanıyorum ve ben şimdi bu açıklamayı öğrenmeye gidiyorum." Genç kızın yüzüne gülümsedi. Bu adamların bir çılgınlık yapmasını önleyecek biri gerekir değil mi?" dedi. Gözlüklerin üzerine oturduğu o kibar burnu öpmemek için kendini zor tuttu. Camların altındaki göz bebeklerinde kendisi için duyulan bir endişe okumuştu. O an dönünce bu kıza "evlenme teklif etmeye" karar vermişti.
      Erkekler dışarı çıkınca muhtarın evi kadınların toplandığı bir karargah gibi olmuştu. Ayşe öğretmen odaya girdi, köşede yatan Esin’in yanına oturdu. Küçük kızın yüzüne dökülen saçlarını eliyle kulağının arkasına topladı. Çocuğun, hafif yuvarlak, sevimli bir yüzü vardı. Onun r’leri söyleyemediği konuşmasını anımsadı. Gerçek olabilir miydi? Nasıl olurdu da bu yaşlarda beş kız çocuğu kaybolurdu. Kim ne isteyebilirdi bu küçücük bedenden. Duyduğu ses Onu daldığı düşüncelerden çıkardı.
“Ne düşünüyon hocaanım" sesin geldiği yöne bakınca kendi akranı sayılabilecek kadını gördü.   
"Öylesine Emine" dedi. Başkaları konuk üzerinde düşündüğünü zannetmiş olmalıydılar ki konuyu deşelemek için,
“Eee Hocaanımın evlenme çağı geldi de geçiyor" 
"Eh poliste yakışıklı adam Allah için." Genç öğretmenin yüzü kızardı. Çevresi ikisini birbirlerine yakıştırıyordu anlaşılan.

      Ay tekrar bulutların arkasına girmişti. Beş altı kişilik gurup köyün taşlı yollarında ilerliyordu. Muhtar, yanında yürüdüğü Polis memuruna dönerek.
      “Hasan bey oğlum sana bir hikaye anlatsam dinler misin dedi. Kalabalık gürültülü bir şekilde yürümeye devam ediyordu. Bazen bir yada iki kişi guruptan ayrılıyor bir ağacın altına yada bir duvarın arkasına bakıp geliyordu. Ama muhtardan başka konuşan yoktu. Hasan Tırpan, bir gece önceki monoton yaşantısını düşündü. Kendisini uzun süre idare edecek heyecan duygusu yaşıyordu şimdi. Yaşadığı her anı belleğine kazımak düşüncesindeydi.
      “Dinliyorum" dedi neden sonra.
      “Bu köyde İstiklal Harbinden önce Rumlar yaşarmış. Lozan anlaşması ile Yunanistan’a göçtükten sonra buraları Hükümet bizlere vermiş. Ben dedemden duymuştum, O’da köyde yaşayan Rumlardan duymuş. Uzun çok uzun yıllar önce buralarda bir keşiş yaşamış. Gökten düşen kutsal bir kalkandan söz edermiş. O keşişe göre kalkanın sahibi bir gün uykusundan uyanacak kötülüklerin İlahesi ile birleşecekmiş. Bu nedenle köyün eski sahipleri her sene mart ayında bir Domuz yada bir köpek kurban ederlermiş bu İlahe’ye. Üstelikte yakarlarmış bu kurbanı daha sonra. Bütün bunları giden Rum köylülerinden biri dedemlere söylemişmiş. 'Her sene martın yirmi birinde kurbanınızı verin' demiş. Ama bizimkiler böyle kafir işi şeylere pabuç bırakmamışlar tabii."
      Polis memuru tüm dikkatini vermiş Muhtarı dinliyordu. Neden sonra gurubun çok gerisinde kaldıklarını anladılar. Hasan Tırpan’ın kafası iyice karışmıştı. Çocukça bir düşünce olduğunu bildiği halde birden bunların bir rüya, bir karabasan olabileceği aklına geldi. Hayır, bu serin gece, bu sesler, bu ulumalar rüya olamazdı. Birden önlerinde yürüyen guruptan bağırışlar gelmeye başladı "İşte gerçek" diye düşündü.
      Bağrışmalarla birlikte havadaki yanık kokusunu da fark etmişti. Kötü hatta iğrenç bir kokuydu. Kalabalığın toplaştığı eski ev kalıntısına yaklaştıkça koku yoğunlaştı. Muhtar Ali kendi kendine konuşur gibi
     “Vay iblisin dölü, ne zaman geldi de ne zaman yaktı" dedi. Duvarın hemen arkasında toprak tepsi içinde etler, kemikler, post kalıntıları vardı. Kalabalıktan biri elindeki sopa ile yanıkları karıştırıyordu. Muhtar acı bir şekilde gülümseyerek polis memurunun kulağına eğildi.
      “Kendi köpeği olup olmadığını anlamaya çalışıyor" dedi. Polis havayı kokladı.
      “Böyle bir hayvan kendiliğinden yanmaz değil mi?  Hava da benzin, tiner kokusu da yok" dedi. Muhtar tam yanıt vermeye hazırlanıyordu ki geldikleri yönden acı bir çığlık sesi duydular. Daha ne olduğunu anlamamışlardı ki ikinci ve daha güçlü çığlık duyuldu. Peşinden bağırışlar çığırışlar geliyordu
    Şaşkınlığı üzerinden atıp geldikleri yöne doğru ilk koşmaya başlayan Hasan Tırpan olmuştu. Nede olsa resmi görevliydi o. İlk çığlık daha çok kahkahayı andırıyordu. Polisin aklına küçük Esin gelmişti. İkincisi ise öğretmen hanımdan gelmiş olmalıydı. Polis memuru elini koltuk altına attı, silahını çıkardı. Nefes nefese kalmıştı ama koşması gerektiğini biliyordu. Bir ara arkasına baktı, köyün gençlerinden bir ikisi hemen arkasındaydılar.
      Muhtarın evinin bahçe kapısına geldiğinde biraz durdu. Ardındaki gençlerde durmuştu. Duvarın dibine sindiler, içeriden ağlamalar geliyordu. Arkasındakilerden duyduğu soluk alış verişini kesmelerini işaret etti. Çevrede köpek ulumalarından başka bir ses yoktu, birde içeriden gelen boğuk ağlama sesleri. Dış kapıyı açıp içeri girdiğinde kadınları mutfağın köşesinde büzülmüş buldular. Görevi aklına geldi. Kadınlara

      “Esin nerede" dedi. Yüzüne korku ile bakmaya devam ettiklerini görünce anlamadıklarını düşündü. "Küçük kız, Hatice Esin nerede" dedi. Muhtarın hanımı kadınların birbirine sarılıp oluşturduğu yumaktan ayrıldı. İlk şoku atlatmış olmalıydı. İç odanın kapısını açtı, Ayşe öğretmen çocuğun üzerine kapanmış öylece duruyordu. Hasan Tırpan’ı görünce çocuğu kucakladığı gibi kapı ağzında dikilen adama koştu. Hem sarılıyor hem ağlıyordu.
      “Öyle iğrenç bir yüzü vardı ki" diye sayıklıyordu. "Kanlı dişleri ile bize bakıp gülüyordu." dedi. Dışarıdan taa aşağıda köyün altında duydukları tiz sesli kahkaha bir kez daha duyuldu. Dışarıda aniden patlamış fırtına vardı. Odanın dağ yamacına bakan küçük penceresi şiddetle açıldı. Ayşe öğretmenin sayıkladığı yüz karşılarındaydı. Ağzı kapkara bir kuyu gibi açılmıştı, kan içindeki dişlerinin tamamını gösterecek bir şekilde gülüyordu. Bir gölge bir hayalet gibi içeri süzülmeye hazırlanıyorken bir silah patladı. Kendilerine yetişmiş olan guruptan biri çiftesini ateşlemişti.
      Penceredeki gölge bir an şaşırdı. Hasan Tırpan çiftenin peşinden elindeki tabancayı ateşledi, ama pencerede kimse yoktu. Evin arkasında o uğursuz kahkaha duyuluyordu. Polis memuru kendisine sarılan iki bedeni içeride donmuş gibi duran Muhtarın karısına verdi. Ok gibi dışarı fırladı, az önce silahını ateşleyen köylüde peşindeydi.
      Evin arkasına dolandıklarında kaçan bir gölge görmüşlerdi sadece. Gölge bir saniye durmuş peşinden kovalayanların yaklaşmasını beklemişti.
      “HEKATE"yi öldüremezsiniz" dedikten sonra Başparmak dağlarına doğru koşmaya başlamıştı. Attığı kahkahalar dağlarda karanlık kayalıklarda yankılanıyordu. Hasan, gölgenin ardından koşmaya devam ediyordu. Birden önünde koşup duran gölge kaybolmuştu. Genç adam durdu, çevresine bakındı. Az önce uluyan kurtlar öten baykuşlar da duyulmaz olmuştu. İleride ağacın dibinde ağlayan biri vardı yalnızca. Genç adam afallamıştı, usulcacık yanına yaklaştı. Bulutların arasında çıkan dolunayın ışığında gölgeyi tanıdı.
      “Anam.. .Anacığım" Gölge adamın çok iyi tanıdığı bir sesle yanıt verdi
      “Gel benim minik kuzum. Gel benim kınalı kuzum" dedi. Polis memuru büyülenmiş gibi gölgeye yaklaşıyordu. Hemen karşısında durunca dökülmüş, kelleşmiş kafa derisini gördü. Yüzünün etleri çürümeye başlamıştı.
      “Anne ne yaptılar sana" dedi. Ses daha içten daha sevecen bir havaya bürünerek
      “Gel benim kuzucuğum annen seni kucaklasın" dedi. Tabancayı tutan eli düştü, bir adım attı. Ardından bir adım daha attı ve bir adım daha.  Birden arkasında duyduğu sesle irkildi kendine geldi.
      “Hasan kendine gel, O senin annen değil. Senin annen bir yıl önce öldü" Delikanlı o an geri döndü. Yirmi metre kadar gerisinde komiseri kendisine sesleniyordu. Komiserini tanımıştı ama ona
     “Yalan söylüyorsun O benim annem" diye bağırdı. Yüzünü tekrar annesine çevirdi. Yaşlı kadının gülümsemesi dudaklarında dondu. Önce o dudaklar sonra yüzünün diğer etleri çürüdü. Yüzünün iskeleti kaldı. İskeletin dişleri bir an kıpkırmızı kanla doldu, bir yılan ıslığı duyuldu. Islığın peşinden iğrenç kahkaha geldi.
      “Ölülerin Tanrıçası Hekate, istediğine tekrar can verir ve istediğini tekrar öldürür” dedi. Yerinden doğruldu, aptal gibi karşısında hareketsiz bir şekilde duran adama doğru yürümeye başladı. Komiser Rüzgar Ali ve yanındakiler genç memuru uyandırabilmek için olanca güçleriyle bağırıyorlardı. Birden Doğan ileri çıktı. Yaratık neredeyse kucaklamak üzereyken genç polisi çekti aldı.
      Gölge, avını kaçıran vahşi hayvan gibi bir çığlık daha attı, gözleri ateş gibi yanıyordu. Doğan, hızla polis memurunun yanına koşarken önce yavaşlamış sonrada olduğu yerde çakılıp kalmıştı. Hekate bu kere Polis memurunu kurtarmak için atılan Doğan’ı etkisi altına almıştı. Ne komiser ne teğmen nede diğerleri bir şey yapamıyorlardı. Hekate, yavaşça kurbanlarına doğru yaklaşıyordu. Köylülerden biri yerden irice bir taş aldı. Karanlığa doğru fırlattı. Taş sanki bir duvara vurmuş gibi bir kaç metre ilerilerinde geri düştü
      İşte o an havanın titreştiğini hissettiler. Kurbanlarına doğru yürüyen hayalet veya yaratık her ne ise birden bire donup kalmıştı. Dizleri büküldü, kafasını acı ile sağa sola sallamaya başladı. Gölgenin çığlığını ama bu defa canı yanmış gibi çıkan çığlığını fark eden Komiser İleri atıldı Peşinden de Teğmen. Her ikisi de bir arkadaşı kucakladılar. Gölge ise bir anda kayboldu, ne olduğunu yada nereye gittiğini hiç kimse görememişti.

      İlçede vakit gece yarısını geçtiği halde uyumayanlar vardı. Eğer Doğan Denizci, Muradiye köyüne gitmeyip sevdiğinin evinin önünde beklemiş olsaydı o her zaman gördüğü mavi-mor ışıkların daha da çoğaldığını görmüş olacaktı. Eğer vakit gece yarısından sonra olmasaydı çevre sakinleri çalışmayan cep telefonlarından kaybolan televizyon kanallarından şikayet edeceklerdi. Kilometrelerce ötedeki köyde ortalık biraz olsun durulduğu zaman Cephane sokaktaki evin ışıkları sönmüştü. Televizyon kanalları normalleşmiş telefonlar eskisi gibi çalışmaya başlamıştı.

      Hasan ve Doğan kendilerine gelmişlerdi. Geçirdikleri şoku çabuk atlatmışlardı. Başında toplanan kalabalıktan biri aşağıyı dönüp gelen yolun bir alt bölümünü göstererek bağırmaya başladı.
      “İşte, hayalet orada." Bütün başlar o yana döndü. Az önce geçirdiği şoku atlatan Doğan ve Hasan da. Toprak yoldan aşağı doğru beyaz bir gölge uçuyordu. Sanki dolunay ondan yana davranıyormuş gibi bulutların arkasındaydı. Gölgenin üzerindeki beyaz elbiseler görünüyordu yalnızca. Bu da Ona havada uçuyormuş süsü veriyordu. Gölge bir ağacın arkasında kayboldu. Bir saniye sonra kaybolduğu yerden bir çift far ışığı aydınlattı geceyi. Peşinden de bindiği otomobilin motor gürültüsü geldi. Belli ki hayalet aşağıda köyün altında sakladığı araba ile kaçacaktı.
      Murat Teğmen çok atik davrandı. Kilometrelerce araç kullanan kendisi değildi sanki. Bir koşuda köy meydanında bıraktıkları Land Rovere vardı. Önde giden arabanın farının ışıkları daha kaybolmamıştı ki aracın güçlü motor gürültüsü ve ani kalkışından dolayı oluşan patinaj sesleri duyuldu.
      Kalabalık mutluydu. Nede olsa aylardır köylerine dadanan adamı kaçırtmışlardı. Az önce fırlayıp giden teğmeni beklemekten başka yapacakları bir şey yoktu. Kalabalık yukarı köye doğru çıkmaya başladı. Sapığa -yada canavara- karşı ilk defa başarı elde etmişlerdi. Sonuç alamasalar da tahminlerinin doğru olduğunu öğrenmişlerdi. Bu adam yahut adamlar kendilerine insanüstü, doğaüstü bir hava veriyorlardı. Komiser topallayarak yürüyen memurunun yanına geldi.
      “Bir şeyin yok ya Hasan" dedi. Genç memur halinden memnun gözüküyordu. Az sonra evde öğretmen hanımdan yaptığı kahramanlığı duyunca memurunla bir kere daha gurur duyacaktı.
      “Siz de nereden çıktınız amirim" dedi Hasan yeni aklına gelmiş gibi.
"Senden bir ses seda çıkmayınca merak ettik geldik." Bir an durdu. "İyi ki de gelmişiz, yoksa ölmüş annene kavuşacaktın" dedi. Gülmeye başladılar.
      “Sahi annen miydi?" Soru Doğandan gelmişti. Hasan Tırpan bir an dalgınlaştı.  "Annemdi. Yoksa o hayalet annemin beni kuzum, kınalı kuzum diye sevdiğini nereden bilecek ki..."
      Muhtarın evine vardıklarında Küçük Esin'i sağ salim buldular. Yalnızca biraz korkmuştu. Muhtar, hanımına daha içeri girmeden
      “Get ocağa bir çay koo" dedi. Köylerde uzun yıllar boyu unutulmayacak bir hikaye yaşamışlardı. Rahmetli dedesinin Rumlardan duyup kendilerine anlattığı hayaleti hep birlikte kaçırtmışlardı. Bu hikayenin göbeğinde de kendi evleri vardı. Esinin annesi, kapıda beliren Hasanın ellerine yapıştı. "Allah senden razı olsun" diyor hıçkırıklarla ağlıyordu. Genç memurun kapıda sendelediğini görünce Ayşe öğretmen koştu koluna girdi. İçeriye yatırdılar. Şimdi olan bitenin gözden geçirileceği zamandı.

     Başı hala ağrıyordu, nefes nefese arabaya bindi. Arabası hiç sorun çıkarmadan çalışmıştı. Nasıl olduğunu anlamıyordu ama beynine saplanan yakıcı ağrı yüzünden ilk defa başarılı olamamıştı. Bu dakikadan sonra bu köyde yapabileceği bir şey kalmamıştı. Kaçmaktan, diğer olasılığı denemekten başka çaresi yoktu. Ve acele etmezse bütün uğraştıkları boşuna olacaktı. Bu köyü nereden bilmişlerdi, bu çocuğu nereden tanıyorlardı bilmiyordu ama diğer olasılıkları da biliyor olmalıydılar. Bu nedenle daha rahat hareket edebileceği diğer talihliye gidecekti. Onlar, kaçırdığı çocukları belki birer kurban olduklarını düşünüyor olabilirlerdi ama kendisi onların yüzyıllardır uyuyan bir Tanrıçayı uyandıracak melekler olduğunu biliyordu. O beş minik meleğin yanına altıncısı gelmezse bütün uğraşıları boşuna olacağını da biliyordu. Törenin tamamlanmasıyla kendisinin de Tanrıçasının birinci adamı, eşi belki de Tanrı olacağını biliyordu.
      Önce arabasının ibresine baktı, sonra gözü alışkanlıkla aynaya gitti. İşte o zaman peşinden gelen farları gördü. Faniler, inatlaşmaya devam ediyorlardı. Gaz pedalına biraz daha yüklendi ama arkadaki araçta hızlanmış olmalıydı ki aradaki mesafe açılacağına gittikçe kapanıyordu. Birden aklına eski yol geldi, arkadan gelen her kimse eski yolu biliyor olamazdı. Gaz pedalının sonuna kadar yüklendi. Döndüğü ilk virajdan yolun aksi yönüne, sola yöneldi. Yol üzerinde duruş mesafesi kadar gittikten sonra aracını yolun dışına oradaki bir ağacın altına çekti. Motoru ve araçtaki tüm ışıkları kapattı, beklemeye başladı.
      Dört yada beş saniye sonra ana yoldan diğer araç hızla geçti. Arkasındaki aracın biraz uzaklaşmasını bekledi. Sonra arabasının motorunu çalıştırdı. Çoktan unutulmuş eski yola çıktı. Hiç bir ışığını açmadan, motora fazla yüklenmeden sessizce yol almaya başlamıştı. Yıllardır kullanılmayan bu toprak yolda yolu iki tarafında örten ağaçlardan dolayı kimse göremezdi. Yolu epey uzamıştı ama İlçeye güvenle varacaktı.
     
Uzaktan yaklaşan motor sesi kapının önünde sustu. İki dakika sonra Teğmen Murat içerdeydi. “Yakalayamadım namussuzu" dedi öfke dolu sesiyle. Bende son model Land-Rover onda eski Amerikan vardı ama yine de elimden kaçtı dedi. Komiser Rüzgar Ali ve Doğan birlikte sordular
      “Siyah Chevrolet mi?" Teğmen şaşırdı. “Nereden biliyorsunuz." dedi. Rüzgar Ali Doğan’a dönerek “İki Amerikalının İzmir'de olduğunu bilmesem Onlar diyeceğim ama..." Doğan güldü.  “Yoksa siz hala oralarda mısınız Komiserim" dedi. Aralarındaki söz düellosunu Muhtar böldü
      “Tam olarak nerede yitirdiniz bey oğlum" dedi. Teğmen dilinin döndüğü kadar önünde giden aracı nerede kaybettiğini anlattı.
      “O, eski yola girmiş olmalı" dedi muhtar. Ovaya yenisi yapılmadan önce yolun yamaçlardan gittiğini ileride Uzun Kavak köyünden sonra ana yola döndüğünü söyledi. Teğmenin gözleri parladı.  “O halde elimizden kaçırmış sayılmayız. Hemen gidelim" dedi. Komiser birden tühlendi
      “Uğur Tamsun’la Kenan Özgül'ü tamamen unuttuk" dedi. Polis memurunu köyde bıraktılar. Muhtara adamın geri gelmeyeceğini ama yine de ne olur ne olmaz diye delikanlıların uyanık kalıp memurlarına yardım etmeleri gerektiğini söylediler. Rüzgar Ali’nin arabası gene Hasan Tırpan’a kalmıştı. Komiser küçük çocuğun babasını çağırtarak ertesi günü İlçeye gelmesini söyledi. Sonra dönüp babanın yanında Memuru Hasan'a
      “Sen, Hoca Hanım, kızın annesi, babası ve küçük kız yarın İlçeye geliyorsunuz" dedi. Kısa bir vedalaşmadan sonra köyden ayrıldılar.

   Siyah araba, Başparmak dağının eteklerinde kıvrılarak giden eski yolda bir kere daha durdu. Sürücüsü dışarı çıktı, bulutların arasından çıkan dolunaya döndü. Ayın yüzeyinde yüce Hekate’nin büyüklüğünü görüyordu. Birden yere kapandı, yaptığı davranış bir özür müydü yoksa bir şükür mü?  Bunu kendisi de bilmiyordu. Sadece aylardan beri kendini yöneten benliğine sızmış olan varlığa dua ediyordu. O varlık, her kanı akıtılan, yakılan kurbanda biraz daha içine işlemişti. Kaçırıp efendisine teslim ettiği her çocukta, içerisinde büyümüştü, gelişmişti. Şimdi Doğum anı yaklaşıyordu. Yeniden doğum, yeniden var olma. Kimbilir, belki de o varlık bizzat kendisiydi. Şimdi bu gece yaşadığı o başarısızlığı tekrar yaşamamak için yakarıyordu secde ettiği yerde. Tam efendisi için o faninin canını, ruhunu alacak iken beynini kavuran o korkunç acıyı bir daha yaşatmaması için yakarıyordu yüce efendisine.
      Dakikalar sonra secdesinden doğruldu. İçinde tekrar o küçük çocukları teslim ettiği anda duyduğu hazzı duyuyordu. Yavaşça arabasına bindi, Bu meditasyon sonucunda kendini yenilenmiş, güçlenmiş hissediyordu. Sonuca ulaşmak için gücüne güç katacak yeni canlara yeni hırslara ihtiyacı vardı.

Lüks otomobil gene yol alıyordu. Lütfü Yurttaş, beklediği konuğuyla görüşmüştü ama istediği şekilde değil. Herifçioğlu öyle havalıydı ki. Gazetelerinin adı ülkenin en saygın Tv kanallarından birinde geçecekti. Hem de öyle üstün körü değil. O programı bizzat oğlu sunsun istemişti ama adam "Benim programımı ancak ben sunarım" demiş başka bir şey dememişti. İstediği ücretin çok altına inmelerine rağmen adamı ikna edememişlerdi. Sonuçta program yayınlanacaktı ama gazetelerinin adı geçmeyecekti. “Senin oğlanı bir star yapacağım demişti ama söylediği gibi olmayacağını biliyordu. Oğlu, yalnızca bir iki yerde gözükecekti, figüran gibi. Düşükte olsa bir kârları vardı bu işten ve büyük gazete olmak için bir basamağı daha tırmanıyorlardı.
      Bunları düşünürken sitelerine vardığını anlamamıştı. Evlerinin önüne vardığında evin bütün ışıklarını sönmüş buldu. Yatmışlardı. "Keşke oğlumla birlikte dönseydim" dedi ama oğlu onu en zayıf yerinden vurmuştu.
     “Kamil abiyle bandı hazırlayalım" demişti. Bu işin içinde Kamil Aksu’nun oğluna bulduğu son fıstık olduğunu biliyordu ama sesini çıkaramamıştı. Dakikalarca motoru istop etmemişti. Hani duyarda hanımı, kaynanası kalkar diye. Ama boşuna evin dış görünüşünde hiç bir değişiklik olmamıştı, çaresiz motoru kapattı. Farları da söndürünce ortalık zifiri karanlığa büründü, kendine kızdı bahçenin ışıkları gene yanmıyordu.
      Yolun öbür ucunda siyah bir gölge gördü. Farlarını bir daha açtı. Uzun huzmelerin aydınlattığı yol boyunca hiç bir varlık yoktu. Farlarını kapattı, yüz metre ileride kocaman bir Chevrolet duruyordu. O an, istemediği karısını ne kadar çok sevdiğini anlamıştı. Şimdi o bütün yaptıklarına karşı sevgi dolu olan kollarda olmak için servetinin yarısını vermeye hazırdı. Diğer yarısını da şu kilometrelerce uzunluktaymış gibi görünen bahçeyi geçmek için verebilirdi. Kararını verdi dışarı çıkmayacaktı.
      Kendisi dışarı çıkmayacaktı ama karanlıkta beliren o büyük siyah arabadaki gölge çıktı. Hem de bir ayağı takmaymış gibi sakin adımlarla yürüyerek yaklaşmaya başladı. Lütfü bey, can havliyle bütün kapıları kilitledi. Kontağı çevirdi, son model arabasının marşı basmıyordu. Bir daha denedi, bir daha... Bir daha...O anahtarı çevirdikçe gölge yaklaşıyordu. Taşa vuran metalin sesi beyninin içinde ötüyordu. Birden pencereden bakan o iğrenç yüzü gördü. Kalın otomobil camının ardında ki varlık ağzını açtı. Kanlı dişlerinin arasındaki kızıl et parçası oynadı.
      “Hekate, hırsla beslenir" dedi. Adam kalın cama rağmen gölgenin tiksindirici ağız kokusunu duyuyordu. Bunlar gördüğü son yüz, duyduğu son ses, hissettiği son koku oldu. Bu defa kazanan Hekate olmuştu.

     İlçeye varır varmaz yaptıkları ilk iş diğer iki polis memurunu kontrol etmek olmuştu. Gerek Başparmak dağından inerken gerek ovaya indiklerinde defalarca aradıkları halde parazit seslerinden başka bir yanıt alamamışlardı. Ancak ilçeyi boydan boya geçen ışıklı ana caddeye vardıklarında telefonları çalışabilmişti. Aynı sokakta daha öncesi kerelerce kullandıkları far ışıkları yöntemiyle ve cep telefonlarıyla yaptıkları görüşmelerde asayişin tamam olduğunu öğrenmişlerdi. Yukarıda Başparmak dağında yaşanan hareketliliğin esamesi bile yoktu.
      Rüzgar Ali ve Doğan hükümet Binasına Teğmen ise Land-Roveri bırakmak için Alay Komutanlığına gitti. Daha sonra üçü Emniyet Müdürlüğünün dinlenme odasında istirahata çekildiler. Sabah olmasına az bir süre kalmasına rağmen bir kaç saat dahi olsa uyumalıydılar.
Başlık: Anchilea - Bölüm Otuz yedi
Gönderen: azizhayri - 13 Ocak 2016, 09:05:03
B Ö L Ü M    O T U Z Y E D İ

       Onca yorgunluğun üzerine rahat bir uyku çekmişti. Beklediğinden çok daha fazlasını bulmuştu. İncelikle döşenmiş, zevk sahibi bir elden çıktığı her halinden belli olan rahat ve temiz bir odada, sakız gibi bembeyaz çarşafın serildiği bir yatakta uyumuştu. Birde bu şekilde uyanmak zorunda kalmasaydı.
      Akşam, bir gölge gibi çevresinde dönen yaşlı kadından bu tizlikte bir çığlığı kimse bekleyemezdi doğrusu. Uyandığında bir an nerede olduğunu anımsamaya çalışmıştı. Bir saniye süren bu tereddütten hemen sonra yataktan yıldırım gibi fırlamış üzerinde var olan konuk pijamalarına aldırmadan koridorda bulmuştu kendisini. Hem de kapı önünde evin reisiyle çarpışma pahasına Kadının çığlığı hıçkırıklarla dolu ağlamaya dönmüştü. Abidin Bey bile bunca yıllık eşinin ne dediğini anlamakta zorlanıyordu. Hıçkırıklar arasında eliyle işaret ettiği koridorun sonundaki odaya koştu genç adam. O zaman anladı ne demek istediğini. O küçük oda boştu...
      Bu çığlığın İlçeye uzanıp genç gazetecinin yakın arkadaşı Doğana ulaşması üç dakikayı bulmuştu. Daha uyuyalı bir iki saat olmamıştı telefona çağrıldığında. Turan Tunalı’nın söylediği sözler karşısında şaşırmamıştı. Sanki böyle bir haberi bekliyor gibiydi. Daha da garibi bir iki gün önce gördüğü kabusun bir benzerini görebileceğini düşünüyordu yatmadan önce Yol yorgunluğundan olsa gerek başını yastığa koyar koymaz deliksiz bir uykuya dalmıştı. Sanki biri O’nun başında nöbet tutuyormuş da rahat ve huzur içinde uyumasını temin ediyormuş gibiydi. Bir yatak, bir halı, bir komedin ve bir elbise dolabından ibaret misafirhanenin içinde elinde telefon kalakalmıştı. Ahizenin öbür ucunda Turan "ne yapması gerektiğini" sorup duruyordu. O saniye kararını vermişti.
      “O odaya kimsenin girmesine izin verme ve hiç bir şeyle oynama. Ben hemen yola çıkıyorum" dedi. Yatağın yanı başındaki ayakkabılarını giyip çıkması bir iki dakikasını almamıştı.
      Akşam arabasını bıraktığı yere yani Cephane sokağına varması yürüyerek üç-dört dakikasını almıştı. Çıkarken rastladığı Komisere durumu ayaküzeri özetlemiş, İzmir'e gitmesi gerektiğini söylemişti. Rüzgar Ali'nin Hükümet Konağının bahçesindeki ekip arabasıyla
      “Hiç olmazsa senin arabanın yanına kadar bırakalım" teklifini de reddetmişti. "Yürürsem uykum açılır" demişti. Asıl sürpriz ise Onu arabanın içinde bekliyordu.

      Cephane sokakta günün hemen her saati park yeri sorunu vardı. Dün gecede zorunluluk gereği otomobilini sokağın başı denebilecek bir yerde bırakmıştı. "İnşallah benden sonra birileri önümü, arkamı iyice kapatacak kadar yakına araç park etmemişlerdir" diye aklından geçiriyordu. Eğer kendisinden daha geç vakitte birileri bu yanlışı yaptılarsa günün aydınlanmasına saatler kala nereden bulurdu o kişiyi. Sokağın köşesine varmadan elini cebine atmış anahtarını çıkarmaya başlamıştı. Köşeye varıp otomobilini akşam bıraktığı gibi gördüğünde rahatladı.
      Arabasının sürücü kapısına geldiğinde anahtar elinde donup kalmıştı. Arka koltukta battaniyeye sarılmış biri vardı. Sokak lambasının ışığında kim olduğunu anlamaya çalıştı. Bulunduğu yerden tanımlayamayınca öbür yana döndü. Yüzünde hoş bir gülümseme ile uyuya kalmış Yüksel Hanımı görünce şaşırdı. Hem de gelen telefonda bile şaşırmadığı kadar şaşırmıştı. Ağır ve sessiz olmaya çalışarak arabaya girmeye çalışıyordu ama kapıya anahtarı takar takmaz arka koltukta uyuyan genç kız uyandı.
      “Senin geleceğini biliyordum ve benden habersiz gitmeyesin diye arabanda kaldım" demişti daha genç adam bir şey demeden. Doğanın aklı bir an "arabaya nasıl girdiği" sorusuna takılmıştı, hemen vazgeçti. Bu arabalar kolaylıkla açılabilecek kapılara sahipti. Hatta bir kaç kere anahtar yanında olmadığında kendisi bile açmıştı. Doğan Denizci bir an sevinmeli miydi yoksa üzülmeli miydi bilemedi. Ağzını açmasına fırsat kalmadan genç kız
      “İzmir'e mi gidiyorsun?" dedi. "Nereden biliyordu. Bir tahmin miydi?"
      “İzmir'e " dedi. "Nereden biliyorsun?" demedi "Bir tahmin mi?" demedi. Dudaklarının arasında bir evet döküldü. Bu evet in bir tepki olduğunu anlaması Yüksel için zor değildi.
     “Beni de götürür müsün?" Peşinden gelen ikinci soruya da bir yanıt gelmedi. Boyaları kısmen dökülmüş bej otomobil fazla sorun çıkarmadan çalıştı. Önce İlçeden çıktılar, sonra Nazlıköy ve Ahmetli. Kurtuluş kasabasına kadar hiç konuşmadılar. Doğan tüm ilgisini yola vermişti. Yol boyunca kendilerinden başka kimsenin olmadığı yollarda deli gibi yol alıyordu. Otomobilin kilometre ibresi en keskin virajlarda bile doksanın altına düşmüyordu. Bir tür kızgınlık ifadesi olmalıydı.
      İlk güneş ışıklarını Ortaköy' den Selçuklu ya çıktıkları uzun rampada gördüler. Tepeye varmadan kırmızı güneş kilometrelerce öteden dağların arkasından doğmaya başlamıştı. İlin koca ovasının sonu sayılabilecek dağların arasından kocaman kızıl bir güneş doğuyordu. Yarım saatten fazla bir süre sonra otomobilde ilk duyulan sözler Yüksel Hanıma aitti.
      “Biliyor musun binlerce yıl önce parıldayan benim güneşimde aynen böyleydi, büyük ve kırmızı. Doğan bir an yanlış işittiğini düşündü; Büyük ve kırmızı bir Güneş. Kafasını öylesine sağına çevirdi. Yanı başında oturmakta olan genç kızın kendisiyle alay ettiğini düşündü.
      “Hatta Güneşinizin buradan göründüğünden daha büyük görünüyordu benim gezegenimden."
      “Benim gezegenim mi? dedin" dedi. Birkaç saniye öylece kalakaldı direksiyon başında. "Benim Gezegenim" öyle mi? Elini öfkeyle direksiyon simidine vurdu. Genç kız yanı başındaki adamı ilk defa bu kadar sinirli görüyordu.
   “Şimdi de benimle dalga geçmeye mi başladınız küçük hanım”Ayağını gazdan çekti. Sağa yanaşıp durabileceği bir banket aradı, yoktu. Dikkatinin dağıldığını düşündüğü için yavaşlamıştı. Derin derin soluk almaya başladı. Kız sakin bir tonda anlatmaya devam ediyordu
      “Benim Gezegenim, yani Kuroth." Doğan aniden frene bastı. Genç kız eğer emniyet kemerini takmamış olsaydı kafasını cama vurabilecekti. Aylardır tanıdığı ve bir bölümünde samimi arkadaşlık kurduğu kızı anlamakta zorlanıyordu. Eğer öyle değilse aşırı yorgunluktan dolayı zihni kendisine oyun oynuyordu. Göz göze geldiler. Doğanın aklından geçen “Bir daha söyle" demekti ama hiç bir şey söylemedi. Karşısında duran yıllar öncesinden tanıdığı sevdiği o gözler yalan söylüyor, şaka yapıyor olamazdı. O halde... Tekrar gaza bastı. Yokuşun yukarısında ki Ardıçlı köyüne kadar tekrar sessizliğe daldılar. Yol kenarında ki köy kahvesine oturduklarında Doğan,
      “Seni dinliyorum" dedi.
      “Söze nasıl başlayacağımı bilemiyorum" dedi. Bir iki saniyelik sessizlik sonrasında sözlerine devam etti. "Beni deli diye nitelemeni istemiyorum o yüzden sözlerimi sonuna kadar dinlemeni beklerim." dedi. Ardıçlı köyünün köy kahvesinde kendilerinden başka bir orta yaşlı köylü vardı yalnızca, sabah erkenden gelip ocağı yakan, ortalığı toparlayan Ocakçı. Adamın çaylarını ağır ağır masaya bırakmasını konuşmadan izlediler. Doğan sevdiği genç kızın ağzından çıkacak sözleri bekliyordu.
      “Sizin Güneşiniz daha bebekken, henüz bir gaz ve toz bulutu iken benim yıldızım Galaksimizin Orion kolunda ışıldayıp duruyordu. Gezegenlerimiz, sizin Güneşiniz ışıldamaya başladığında yaşamla tanışmış olmalıydı. Uzaklarda, çok uzaklarda, aynı Galaksinin -ki siz buna samanyolu diyorsunuz- bir kolunda biz bir kolunda siz vardınız. Yıldızımız olan Odth kendi oğullarını ve kızlarını yaşama kavuşturmuştu. Sizin dünyanız, yaşamla kucaklaştığında bizler evrimimizi tanımlamak üzereydik. İlk atalarınız iki ayak üzerine kalkıp mağaralarda yaşamaya başlamışken bizler uzaya açılmış Odth yıldızının gezegenler sisteminde kolonileşmeye başlamıştık." dedi.
      Doğan aklına gelmeyen, gelmeyecek olan şeyler duymaya başlamıştı. Çaylarını içtiler, ara sıra etraflarına gelip giden ocakçıya "tazelemesini" söylediler. Yüksel hanım kendini konuşmaya kaptırmış anlatmaya devam ediyordu.

      Yıllar önce yüzyıllar, bin yıllar önce kendi uygarlığımız sorunlarını çözmüştü. Düşündü, yani pek çoğunu. Uzaya açıldık, gerek kendi galaksimiz, gerek dış galaksiler üzerinde araştırmalar yaptık. Galaksimizde yaşam olan, yaşam olabilecek bütün yıldızları, gezegenleri araştırmaya başladık. Galaksimizin sükunetini, evrenin barışını yaymaktı amacımız. Yüzyıllar önce sizin Dünyanızı da ziyaret etmiştik. Galaksi Birliğinin evrensel yasaları doğrultusunda kimse bir başka uygarlığı Yıldızlar arası uzay çağına geçinceye kadar rahatsız edemez. Kendi varlıkları konusunda bilgi veremez. Ancak bizim sizlere yaptığımız gibi küçük yardımlar olabilir." Asya’nın ortasında bozkırlarda yaşayan halklara bir kent kurabilmesi için yardımcı olduk. Basit etik yardımlardı bunlar. Onlarda jest olarak o kente bizim gezegenimizin adını verdiler. Bu konuda arkeologlarınız bilgi sahibi. Doğan aptallaşmıştı. Ne diyeceğini bilemiyordu. Genç kız yüzüne baktı. Yüksel bu bakışın anlamını tahmin edebiliyordu.
      “Bana inanmıyorsun değil mi?" "İnanıyor muydu?" Yüksel, yerinden doğruldu.

      “Hadi asıl görevimizi unutmayalım" dedi. Onun sözleri ile Doğan nereye gittiklerini anımsamıştı. "Öyle ya" dedi yüzündeki acı gülümseme ile.
      “Anlattıklarından dolayı neyin peşinde olduğumuzu bile unuttuk" dedi. Kahvenin kuytu köşesindeki ocağa yürüdü, hesabı ödedi. Dışarı çıkıp yürümeye başladılar, Yüksel, Doğanı tam araca binerlerken durdurdu.
     “Bana inanmadığını biliyorum, seni nasıl inandırabilirim dedi. Kendini inananlarına mucize göstermek zorunda olan peygamber gibi hissediyordu. Yönünü gün doğusuna çevirdi. Cebinden küçük silindirik bir alet çıkardı. İki santim çapında beş-altı santim uzunluğunda siyah bir boruydu. Silindirik parçayı güney ufkuna çevirip gökyüzüne bakmaya başladı. Doğan kızın ne yapmaya çalıştığını anlamaya gayret ediyordu. Bir iki saniye süren uğraşmadan sonra “hah" dedi belirgin bir sesle. Elindeki cihazı Doğana uzatarak
      “Ayar tamam. Geldiğimiz yeri bununla görebilirsin. Doğan elindeki aleti az önce arkadaşının baktığı yöne çevirdi.
      “Hani nerede" demek üzereydi ki genç kız atıldı  "Elini serbest bırak" dedi. Genç adam yanı başında dikilen arkadaşının söylediklerini yapınca elindeki alet kutbunu arayan pusula gibi kendiliğinden bir noktaya odaklandı. Silindirik borunun ucunda küçük bir uzay parçası vardı. Karanlık gökyüzü fonunda renkli gaz bulutu vardı sadece. Bir kaç saniye süren bu bakıştan sonra elindeki nesneyi genç kıza geri uzattı.
      “Nedir bu, bir tür sihir mi? yoksa bir film kamerası mı?" Yüksel, için için gülüyordu. “Bin arabaya da gidelim artık. Çok geç kalabiliriz." dedi. Selçuklu’ya inen uzun yokuştan inerken Doğan az önce sorduğu soruyu yineledi
      “Nedir o demin bana gösterdiğin nesne." Peşinden ekledi “Nereyi izlettirdin öyle." Yükselin yüzünde Doğanında, Besimin de çok iyi bildiği gülümseme vardı.
      “Önce birinci yanıt" Elini ceketinin cebine attı. Az önceki nesne tekrar elindeydi. "Bu bir pusula-teleskop" yada güdümlü teleskop. Görmek istediğin yere programlıyorsun ve bu nesnenin içindeki mini bilgisayar kendini o yıldıza veya gezegene programlıyor" dedi. Bunları söylerken nereden açıldığı belli olmayan bir kapağı açmış içindeki mini tuşları düğmeleri göstermişti. Birkaç santimetre kareye onlarca tuş sığdırılmış gibiydi.
      “Gelelim ikinci soruna..." Otomobil yokuşu inmiş ovaya varmıştı. Kırmızı renkli bir duman gördün değil mi?" dedi. Delikanlı gözünü yoldan ayırmamaya çalışarak başını salladı.
      “O benim sana anlatmaya çalıştığım yıldızımız olan "Odth" tan kalanlar" dedi. Doğanın kafasında lise yıllarından kalma bilgiler canlandı.  "Süpernova" diye fısıldadı.
      “O duman o gaz bulutunun içinde benim gezegenimden, benim yurdumdan geri kalanlar da var" dedi. Sesi belli belirsiz titriyordu. "Doğru" dedi genç kız kendi kendine konuşur gibi
      “Siz Süpernova diyorsunuz." Doğan ne diyeceğini bilemiyordu. Arabayı tekrar sağa çekti, kızın omuzlarını tuttu, hafifçe sarstı.
      “Sana inanıyorum... İnanmak istiyorum ama lütfen bana her şeyi başından anlat" dedi. Genç kız kendine bakmakta olan genç adamın başını ellerinin arasına aldı.
      “Lütfen konsantre ol ve benliğini bana ver" dedi.
   Önce kocaman zifiri karanlık bir boşluktan geçtiler. Sonsuz karanlık ve sonsuz genişlikte bir boşluktu bu. Uzaklarda parıldayan ışıklar vardı. Ancak bir dekor süsü havasından kurtulamayan beyaz, mavi, kırmızı noktalar halinde yıldızlar vardı. Işıktan bile hızlı yol aldılar. Işığın yıllarca, yüzyıllarca alabileceği yolu aşıyorlardı. Bir zaman sonra hedefleri belli olmuştu. Parlaklığı yaklaştıkça artan bir kırmızı noktaya doğru yol alıyorlardı.
      Nokta büyüdü, büyüdü. Işığıyla çevresini kırmızıya boyayacak şekilde büyüdü. O zaman kırmızı dev güneşin yakınlarında bir başka yıldızı fark etti. Etrafında dönen noktalarla kırmızı devin yanında minicik görünen sarı-beyaz yıldızı gördü.
      Küçüklü büyüklü dört, yok yok beş leke saydı yıldızın çevresinde. Zamanla lekelerde büyüdü. Özelliklede kendilerine hedef olarak seçtikleri en dıştaki leke büyüdü. Maviye çalan çelik renkte bir küre yaklaştıkça ayrıntılarını veriyordu. İyice yaklaştıklarında ise kürenin etrafında dönen doğal ve yapay uyduları fark etti.
      Doğan, bir yandan kendisine izletilenleri anlamaya çalışıyordu diğer yandan da olayların arka planını, gördükleri, gördüğünü sandığının ne olduğunu tartıyordu. İzledikleri, Doğanın yanı başında oturan genç kızın zihnindekiler olmalıydı. Bu bir düş, sanrı ya da illüzyon falan değildi. Hiç bir illüzyon bu kadar gerçek olamazdı.
      Muazzam bir uygarlık belirtisi olan uçaklar, uzay gemileri, sürekli gelip gidiyorlardı. Bulundukları yerden kendi güneşleri yerine uzaktaki kırmızı dev yıldız görünüyordu. Gezegenin etrafında var olan uzaklı yakınlı,  irili ufaklı onlarca, yüzlerce uydu vardı. Uzay gemileri gezegenden uydulara uydulardan dış uzaya, diğer gezegenlere gidip geliyorlardı.
      Hızla gezegenin atmosferine girdiler. Çelik renkli kürenin çok kalın katmanlı atmosferinden aşağı gezegenin yüzeyine süzüldüler. Kendi dünyasında hiç bir kimsenin hiç bir zaman göremeyeceği muhteşemlikte bir mimari yapı vardı. Yüzlerce binlerce bina geniş meydanlar,  parklar, kubbeler, kristal küreler Yüzlerce metre uzunlukta binalar, kuleler. Adam kendini bir masal dünyasında, Hollywood yönetmenlerinin pahalı bilim kurgu düşleri için kurduğu stüdyoların birinde gibi hissediyordu.

      Büyük bir salon gördü, cesameti ile diğer binalardan hemen ayrılıyordu. Binanın içine girdiler. Sanki bina sadece bir salondan ibaretmiş gibiydi.  Salonda ise dinleyici koltukları ve orta yerde kocaman bir masa vardı. Geniş kocaman bir masa etrafında toplananlar vardı ama ne kadar dikkat ettiyse de kimler yada neler olduğunu göremiyordu. Bir tür sansür yapılıyordu kendi için hazırlanan bilgi akışında. Anlamadığı bilmediği bir dilde konuşuyorlardı o salonda toplananlar.
      Sonra görüntü bina dışına, gezegen dışına oradan da sistemin merkezindeki sarı-beyaz yıldıza kaydı. Oradan da büyüklüklerle ölçüldüğünde çok ta uzak gibi durmayan dev yıldıza kaydı. Sanki kamera zumlarmış gibi.
      Kırmızı yıldızın yüzeyindeki lekelerde hareketlenmeler vardı. Küçük patlamalar, alevli fışkırmalar oluyordu. Alev topları inanılmaz yüksekliklere fırlıyorlar ve sonrasında aynı kütleye geri dönüyorlardı. Kamera geri çekildi. Dev yıldızın arkasından uzaktan seçilmeyen bir mini gezegen görünmeye başladı. Kırmızı dev Odth güneşinin yanında minicik bilye tanesi kadar kalıyordu, renksiz ve ışıksız bir bilye tanesi. Ana gezegenle karşılaştırıldığında terk edilmiş gibi duruyordu, sessiz ve karanlık.
      Odth güneşindeki patlamalar hızlandı, alev fışkırmaları daha yükseklere çıkmaya başlamıştı. Yıldızın yüzeyi fırtınadan kudurmuş denizlerin yüzeyi gibiydi. Görüntü geri çekilmeye başlamıştı. Önce sarı-beyaz komşu yıldıza kaydı, oradan da gezegene. Uygarlığın merkezindeki gezegende hareketlilik çoğalmıştı. Bütün uyduların dışarısında duran bir uydu üzerine yönelmişti gemilerin hepsi. Ana uydu yada ana gemi de hareketlenmişti.
      Gezegenin yüzeyi irili ufaklı gemilerle dolmuştu, belli ki gezegende bir panik bir kaçış yaşanıyordu. Kırmızı dev Odth güneşine çok uzak olsalar da olacaklardan korkuyor gibiydiler. Sonra yine geri gitmeye başladı kamera. Uzaklaştıkça kaçış konvoyu daha net belli oluyordu. Bir tren katarı gibi yıldızdan uzaklaşıyordu bilinmeyene doğru. O uzaklıktan dev kızıl yıldızın yüzeyinden saçılan alev topları daha açık belli oluyordu. Belli ki dev yıldız süper novaya dönüşmek üzereydi.
      Birden yanlarından bir nesne geçti, diğerleriyle karşılaştırıldığında daha küçük bir gemiydi. Şimdi bir çizgi halinde, tıpkı bir karınca katarıymış gibi uzayın karanlığına karışan konvoyun tam zıddı yönde hızla uzaklaşıyordu. Gerek konvoydaki araçlarda gerekse yanlarından geçip giden o küçük gemide bir kalkan, yelken havasında duran bir perde vardı. Görüntü hızla geri çekilmeye devam ediyordu. Çekildi, çekildi. Birden etrafı kayalıklarla dolu boş bir gezegene indi. Buradan gezegen sistemin merkezindeki kırmızı dev yıldız küçük bir para boyutunda görünüyordu.
      Sistemin dışında ama hemen yakınında ise Odth güneşi ise o mesafeden bile tüm heybetiyle ışıldıyordu. Kameranın aldığı son görüntüler ise uzaklarda çok uzaklarda bir yıldızın muazzam bir şekil de patlaması olmuştu. Uzayın derinlikleri bir anda muhteşem bir aydınlığa kavuştu. Bir renk cümbüşü sardı çevrelerini. Her ne kadar kendisi bir bayram kutlaması havasında düşündüyse de biten yok olan uygarlık söz konusu olmalıydı. Merkezde parıldayan kırmızı dev yıldız Süper novaya dönüşmüş sadece kendini değil komşu yıldızı da yok etmişti.

      Genç kız, ellerini Doğanın şakaklarından çekince adam kendisine geldi. Saatler sürmüş gibi gelen bu olayın sadece bir kaç dakika sürdüğünü tahmin ediyordu. Radyoda çalan şarkı sürüyordu hala. Bir kaç dakika içerisinde binlerce yıl ötelerdeki bir uygarlığın yok olmasına bir güneşin patlamasına tanık olmuştu. Bir gezegen sisteminin yok oluşunu izlemişti. Alnındaki terleri elinin tersiyle sildi. Oturduğu sürücü koltuğunda öylece kalakaldı. Bir hayli sonra mırıltılı bir sesle sordu.
      “Az önce söylediğin, güneşiniz miydi izlettirdiğin." Genç kız kafasını onaylar gibi salladı. 
      “Evet"
      “Bütün bunlar ne zaman oldu." Genç kız yanıtladı,
      “Sizin zaman ölçünüzle asırlar önce. Araştırmalarım esnasında sizin tarihinizin kayıtlarına girdiğini öğrendim" dedi. Doğan böyle bir olaya rastlamadığını anımsıyordu. Tabii bu tarihe geçmediği anlamına gelmezdi. Doğanın öğrendiklerini sindirebilmesi için bir süre daha geçmesi gerekmişti. Bir iki dakika sonra genç kız
      “Benim kullanmamı ister misin" deyince kendine geldi. Acele etmeleri gerektiğini anımsadı. Elini kontağa attı. Yola çıktıklarında hala kafası yaşadığı o iki dakika ile meşguldü. Bir zaman hiç konuşmadan yol aldılar, yol üzerine serpiştirilmiş gibi duran yerleşim birimlerini geçiyorlardı
      “O gördüğüm konvoy senin ırkındı değil mi?" dedi. Kafasını salladı genç kız.
      “Kurtuldular mı? bari."
      “Yalnızca konvoya katılabilenler. Büyük bir bölümümüz kurtulduk ama gördüğün gibi geriye çok az şey kaldı." Arabada bir an sessizlik oldu. Belki bir anı tazelemeye yetecek kadar. Yüksel, devam etti.
      “Bilim adamlarımız bunun böyle olacağını tahmin ediyordu. Kendi alçak gönüllü yıldızımızın uzak sayılamayacak yakınlarında yıldızlar arası tozlar birikmeye başladığı andan yani bir yıldızın doğumu olduğu andan itibaren bunun böyle olacağını biliyorduk. "Odth" güneşi bizim babamız, çocuğumuzdu bir anlamda. Benim atalarım uygarlıklarını kurmaya başladığın da yıldız parlamaya başlamıştı. O nedenle bizler Odth kültürü diye anılıyoruz. Kütlesinin çok büyük olmasından dolayı yakıtını çok çabuk tüketti. Kırmızı bir dev haline geldi. İzlediğin bölümlerin bir yerinde de bu konudaki tartışmalardan birine tanık oldun. Bu tür toplantılar sıkça yapıldı. Kırmızı devlerin sonunun ne olduğunu biliyorduk. Bizim anlamadığımız konu bu patlamanın beklediğimizden çok önceleri gerçekleşmiş olmasıydı." Yine bir an sessizlik oldu.
      “Bu konuda da -Tynark tan- kuşkulanıyoruz" dedi.
      “Tynark"
      “Evet Tynark, başımızın belası. O konvoyun ters yönünde giden bizlerden kaçan suçlu Tynark" dedi. Doğan göz ucuyla yanında oturan genç kıza baktı.
       “Şimdi de peşinde olduğumuz kişi aynı kişi değil mi?" dedi. 
       "Evet, Onun olmasında kuşkulanıyoruz. Sana izlettirdiğim o görüntülerde Güneşimiz Odth’a çok yakın bir gezegen vardı. Odth'un tek doğal gezegeni. İşte orası çok ender de olsa ırkımdan çıkan suçlular için bir sürgün yeriydi. Güneşimizin o muazzam kütle çekiminden dolayı hiç bir şeyin geri gelemediği sürgün gezegenimiz. İşte nasıl olduysa süper novadan da gezegenden de kaçtı, başımızın belası Tynark. Onlar konuşurlarken otomobilleri de İzmir'e gittikçe yaklaşıyordu.
     “Diyelim ki haklısınız. Aradığınız o yani Tynark. Ne yapacaksınız. Tutuklayıp başka bir gezegene mi hapsedeceksiniz?" Doğan sözlerinin beklediği ilgiyi çekmesini diliyordu. Şu dakika genç kızın söylediklerine inanmaktan başka yapabileceği bir şey yoktu. Bu nedenle ses tonunda belli belirsiz bir alay vardı.
      “Bu adam bizler için çok mu tehlikeli?" Genç kız güldü
      “Yasalarımızın emrettiğini yapacağız. Belki söyleyeceklerim size yalan gelecek ama yanında taşıdıklarıyla sadece sizin ilçenizi yada ülkenize değil gezegeninizin tümüne zarar verebilecek potansiyele sahip. Öyle sanıyoruz ki sizleri beyin gücüyle etkileyip burada yaşamaya çalışacak. İnsanlar ve bu gezegen onun için çok kolay lokma. Gücü artıyor ve zirveye ulaştığında durdurmak imkansız olacak. Tarihiniz de var olan zalim krallardan çok daha güçlü, çok daha etkili bir İmparator olmak amacında. Beyinlerinizi okuyor, korkularınızı ve zaaflarınızı iyi biliyor. Hırslarınızı besleyip kendine mal edebilir, beyinlerinizi etkileyerek istediklerini rahatlıkla yapabilir yaptırabilir." Genç kız bir an durdu.
        “Tabii bunun için fiziksel teması yada yakın olması gerekir. Kendine uşaklar, fedailer seçecektir. Gücü artıkça da bu fedailerden bir ordu bile kurabilir, özellikle kendi gibi hırslı gözü dönmüşlerden. Tarihinizdeki birini yakın olduğu kişinin beynindeki birine kendini dönüştürebilir." Doğan mırıldanmasıyla kızın sözlerini tamamladı.
      “Hekate. Gecelerin, yeraltının tanrıçası Hekate, büyücüler kraliçesi." Genç kız bütün bildiklerini anlatıyordu. Doğanın anlamadığı bilmediği pek çok şey söylüyordu. O anlattıkça parçalar yerlerine oturuyordu. Doğanada Yükselin anlattıklarına inanmaktan başka bir şey kalmıyordu. Hayal gücü ne kadar geniş olursa olsun, inandırıcılığı ne kadar kuvvetli olursa olsun bir insan bu kadar çok yalanı bir arada söyleyemezdi. Üstelik yadsıyamayacağı o görüntüler vardı. Genç kızın yanından hiç ayırmadığı o silindirik nesne vardı. Peşinde oldukları nesnenin bildiği özelliklerini de ekleyince bulmaca çözülüyordu. Yüksel hanımın -yada gerçek adı her ne ise- anlattıkları doğruydu.
     “Sahi kuzum sizin adınız ne, yaşınız kaç. Anladığım kadarıyla gerçek formunuz bu değil. Bana biraz kendinden söz etsenize." Genç kız için zor bir soruydu, bir zaman sessiz kaldı. Araçları otomatik pilottaymış gibi hedefine ilerliyorlardı. Sabahın köründe onları İzmir’e yönelten gerçek nedeni unutmuş gibiydiler. Yüksel hanımın yanıt vereceğini düşündüğü belliydi. Doğan o an Doğan kızın yalan söyleyebileceğini düşündü.
      “Yalan söyleyebileceğimi düşünüyorsun ama bir tarafın- da bana inanıyor dedi. "Aklımdan geçenleri okuyor. Bir türlü kendini bana kanıtlamaya çalışıyor" diye düşündü Doğan.
      “Benim kendimi sana kanıtlamam için bu tür "akıl okumalara falan" gereksinimim yok" dedi genç kız.
      “Bunu hep yapıyor musun?" Kız gülümsedi
      “Hayır... Yani bazı koşullar oluşmadan olamaz." Dudaklarındaki gülümseme devam ediyordu.
      “Kimbilir belki de sürekli yapıyorumdur." Doğan’ın yüzü birden ciddileşti. Şu ana kadar kızın yanında onun hakkında neler düşündüğünü anımsamaya çalışıyordu. Genç kız Onu biraz rahatlatmak ister gibi.
     “Sadece zorunlu kalınca demek istedim yani... Kendi aramızda bir sorun yok. Ama dış ve ilkel dünyalarda yasak, galaksi yasalarına göre yasak. Sizin hala yaşadığınız sömürge kuralları binlerce yıl önce yasaklanmıştı Galakside. Diğer Galaksilerde de aynı durumun söz konusu olduğunu düşünüyoruz. Herkes kendi beyin ve kas güçleriyle bir şeyler yapmalı. Böyle özel durumların dışında dış uzay bilgisine ulaşmamış, kendi iç sorunlarını çözememiş uygarlıklara müdahale kesinlikle yasaktır. Bu nedenle sizleri gözlemlemek serbest ama öyle yada böyle işinize karışmak ağır ceza gerektirecek bir suç." Durdu, düşündü. "Şimdi bile fazla ileri gitmiş olabilirim" dedi. Dudaklarında az önceki gülümseme tekrar belirdi.
      “Yine de şimdi anlatacaklarıma bir şey demezler umarım. Adım "Myra" laf aramızda sen bana Yüksel demeğe devam etmelisin. Seninle meslektaşız ve görünürde yaşıt sayılırız. Yani göreceli olarak demek istiyorum" dedi. Tam durumu kavramaya başlamışken delikanlının kafası tekrar karışmıştı; "Göreceli olarak" ne demek istemiş olabilirdi.
      “Acele etme. Zamanı gelince açıklayacağım. Hadi biz işimize bakalım." dedi. İzmir’in girişindeki toplu konutların yüksek binaları ufukta belirmişti.     
   “Aylardır aranızdayım ve içinde olduğum bu bedenin beni yorduğunu düşünüyorum. Çevremdeki kişiler arasında güvenebileceğim bir sen vardın. Sonradan da aynı işin peşinde olan birer meslektaş olduğumuzu öğrendim. Bu nedenle bunların çok gizli bilgiler olduğunu söylemeye gerek yok tabii" dedi. Doğan, yalnızca kafasını sallamakla yetindi.
      “Son bir soru. Bu adam, yaratık yada her ne ise" Genç kız tamamladı.
      “Tynark."
      “Evet Tynark yada her ne ise, nasıl durduracağız." Aniden aklına gelmiş gibi ekledi.
     “Bilmem kaç milyar uzaklıktan yerini öğren gel ama o uzaklıklara göre küçücük kalan Dünyamızda Tynark'ını bulama. Bu nasıl oluyor peki." dedi. Yüzünde karşısındaki konuşan kişinin açığını yakalamış kurnazların alaycı bir gülümsemesi belirmişti. Öğretmenini öğrenmek için değil de bir açığını yakalamak için dinleyen haylaz öğrenciler gibiydi. Havaalanının çevresinden geniş bir yay çizerek geçerlerken bir ara genç kızın yüzüne baktı. "Hadi bakalım Myra hanımefendi yanıtla" der gibiydi.
      “Yok olan güneşimiz Odth dünyanızdan sizin ölçülerinizle altı bin yıl standart hız uzaklıktaydı. Yani Odth’un son ışıkları dünyanıza ulaşıp bazı bilim adamlarınız tarafından kayıt edilesiye kadar Gezegeniniz Güneşinizin etrafında yaklaşık altı bin kere döndü." Doğanın kafası gene karışmıştı.
      “Dokuz yüz bilmem kaç yıl önce gökyüzünde gündüz bile seçilebilecek kadar büyük parlaklığa ulaşan Odth'un ölümünü senin ırkından bazı bilim adamları da farketti. Tynark sürgün gezegeninden nasıl kaçtı kesin olarak bilmiyoruz bildiğimiz ise Onun bizlerin üzerinde bile bir zekaya sahip olduğu. Bizde suçlular Sürgün gezegenin de kendi hallerine bırakılırlardı. Odth yıldızının çekim gücünü aşamayacakları düşünülürdü. Bizler onları orada sadece izlemekle yetinirdik. Öyle tahmin ediyoruz ki Tynark kendisine bizim bilmediğimiz bir sistemle çalışan bir kapsül yapmış olmalı. Çünkü Onları yani suçluları Sürgüne gönderen gemiler, kapsüller geri gelmiyordu. Onlara ilaç, yiyecek yada başka gereksinimlerini gönderdiğimiz araçlarda orada kalıyordu.
      Takdir edersin ki biz kendi yıldızımızdan komşu yıldızdaki olanları anlamaya çalışıyorduk. Tynark ise doğrudan doğruya Odth'un burnunun dibinde yaşıyordu zorunluda olsa. Odth' un süpernovaya dönüşeceğini bizlerden de önce tahmin edebilmiş olmalı ki bizlerden önce harekete geçmiş. Dış uzaya çıktıktan sonra kendini derin uyku durumuna getirmiş olmalı. İçinde bulunduğu geminin tüm sistemlerini yaşamsalının dışındakileri kapatmış olmalı diye düşünüyoruz. Bu nedenle uzun zaman ondan bir işaret bir iz alamadık.
      Bizler Galaksinin diğer kollarına geçmeyi oralarda kendimize uygun dünyalar, yıldızlar bulmayı düşünürken O gemisini içeriye Galaksi merkezine yönlendirmiş olmalı. Sonra nasıl olmuşsa güneşinizi ve gezegeninizi bulmuş ve inmiştir. Belki de zorunlu iniş yapmak zorunda kalmış olabilir. Bir başka olasılık yeniden programladığı geminin ana bilgisayarı Dünyayı çekici bulup bilerek inmiş olabilir. Yada aklımıza gelmeyen başka nedenlerde olabilir." Doğan kıza sorular soruyordu belli konularda içi rahat etsin diye ama kızın anlattıklarıyla kafası daha çok karışıyordu.
      “Nasıl yani." Yüksel gülümsedi. İzmir’e girmişlerdi. Yüksel Doğana sağından solundan akıp giden trafiği göstererek
     “İstersen bir yere yanaş. Yoksa ya birilerine çarpacağız yada birileri bize" dedi. Bir kaç yüz metre ötedeki benzinliğe yanaştılar. Arabayı benzinliğin kuytu bir köşesine çektiler.  “Sana şöyle anlatayım. Bir kaç saniye durdu düşündü. Söze nereden başlayacağını düşünür gibiydi. Kaba bir tanımlama olursa lütfen beni bağışla" dedikten sonra anlatmaya devam etti.
      “Benim ırkımla senin ırkın arasında ki fark ki beni - sözlerimden dolayı bağışlarsın umarım- erkek arılarla sizin aranızdaki fark kadar." Doğan şaşırmıştı. Sabahtan bu yana alışılmadık sözler duyuyordu ama şimdi duyduklarının çok ötesindeydi.
      “Tynark yada Tynark’ın bilgisayarı güzel bir bal peteği bulduğunu düşünüyor olabilir. Bu nedenle Gezegeninizi tercih etmiş olabilir. Derin uyku durumundan çıkmaya başlayınca yerini tespit ettik. Odth'un patlamasından sonra uzayda kaybolduğunu, yok olduğunu düşünüyorduk. Sonra belli belirsiz sinyaller almaya başladık. Sinyallerin yeri Güneş sisteminizi gösteriyordu. Tynark’ın kapsülü derin uykudan çıkma anına yakın harekete geçmiş olmalıydı. Tam uyanma gerçekleşince duruma bizim el atmamız gerekebilir diye düşünerek gezegeninize geldik.
      Gezegen sisteminizde uygun bir yere konuşlandıktan sonra uygarlığınızın oluşturduğu aşırı parazitleri ve atmosferinizde yığılıp duran ama sizi rahatsız etmeyen -yine deyimim için beni bağışla- arı kovanına girmemiz gerekti. İşte o zaman yerini uzaktan belirlediğimiz dev arı kovanının neresinde gizlendiğini bulmak kalmıştı. Tüm Gezegeni taradıktan sonra bu bölgede olabileceği hesapları yapmaya başladık. Ve ben aranıza karıştım, işletmede işbaşı yaptım. Tynark’ta boş durmuyordu. Sonucu görüyorsun." Bir anlık sessizlikten sonra
     “Beş kız çocuğu kayboldu. Niçin kız çocuğu yada niçin altı yaş deme bilmiyorum. Bu konuda yerel kültürden, yerel efsanelerden yararlanıyor olmalı" dedi. Evet, bu da Hekateyi, Empusa’yı, Mormo’yu açıklıyordu.
      “Biliyorum son sorular hiç bitmez ama son bir "son soru" sormak istiyorum" dedi Doğan. Kız elini Doğanın eline attı, kolundaki saate baktı, saat sekize geliyordu.
      “Bir hayli geç kaldığımızı düşünmüyor musun? Eğer Tynark altıncı kurbanı da kullanmaya başlarsa çember tamamlanır, gücünün en üst düzeyine ulaşmış olur. İşte o zaman gezegeniniz için yapabileceğimiz pek bir şey kalmaz."  dedi.
       Doğan bir kaç saat öncesinde bu iş biter bitmez evlenmeyi düşündüğü kızın bilmem kaç bin yıl önce yok olmuş bir uygarlığın temsilcisi olduğunu öğrenmişti. Dahası kendi ırkını kendi insanlarını -her ne kadar özür dilese de- bir arıya benzeten biri olduğunu öğrenmişti.
       “Nasıl yani..."
“Yani şöyle, Tynark, bizim azılı suçlumuz uzun süren bir uyku döneminden uyandı. Önce beyin faaliyetleriyle çevresinde kendine hizmetkarlar buldu. Yerel motifleri yerel korkuları işleyerek, hırsları, öfkeleri besleyerek o kişi yada kişileri kendi çıkarları için kullanmaya başladı. Ama kendisi taze besin bulamazsa ölür. Ve O besinlerden en iyi ama en yasak olanı elde etmeyi başardı." Doğan genç kızın yüzüne baktı
      “Taze et mi?" Karşısındaki genç kız olumsuzca kafa sallandı.
      “Taze kan. Bu birinci gün içindi. Uyku ne kadar derin olursa uyanmada o kadar dikkatli ve aşamalı olur, tıpkı derinliklerde uzun bir zaman kalan dalgıç gibi. İkinci gün derin uykudan biraz daha uyandı Tynark. Daha fazla enerjiye gereksinimi vardı. Hırslı hizmetkarı Ona ikinci kurbanı buldu. Üçüncü gün üçüncü kurban, dördüncü gün dördüncü kurban bulundu. Her aşamada daha da güçleniyordu Tynark. Her gün biraz daha kendine geliyordu. Hizmetkarı üzerindeki etkisini her kurbandan sonra arttırdı. Beşinci kurbandan sonra harekete geçmesi için bir aşaması kalmıştı; altıncı kurban. Şimdi onun peşinde. Eğer altıncı kurban da kendisine sunulursa, kurbanı kendi için kullanmaya başlarsa o zaman onu durduramayız. Hizmetkarıyla birleşirler, önce bölgenin sonra ülkenin en sonunda da gezegeninizin tek hakimi olur."
      “Sonra." Doğanın soruları bitmiyordu.
      “Sonra hepinizin gücünü, enerjisini kendinde toplar bir şekilde. O minik yavrulara yaptıklarını hepiniz için yapar. Bizlerde o zaman onu durduramayız. Yapılması gereken tek şeyi yapar amirlerim...  Galaksinin huzuru ve barışı adına..." Bunun ne demek olduğunu sormaya gerek duymadı Doğan.

      Kontak anahtarı tekrar çevrildi, benzinlikten çıkıp ana yola girdiler. Doğan "madem bu kadar beyinsel faaliyetleri vardı o zaman niye diğerlerini diğer insanları etkileyemiyordu." Aracının direksiyonunu kullanırken genç kızın sol eliyle yüzüne dokunduğunu hissetti.
     “Eğer yasalarımız izin verseydi " Doğan kafasının içinde hissediyordu yanında oturan kızın söylediklerini. “Bende Tynark’ın besiniyle beslenseydim şimdi bende onun gibi olurdum. Kendini bencil hissederdim." Doğanın gözleri sevinçle parladı.
     “Biliyorum, telepati bu" Yüksel elini Doğanın yüzünden çekti. Dudakları kıpırdadı tekrar.
      “Bende yapabiliyorum ve yapıyorum, yasalarımızın verdiği özel izinle tabii. İşlerimiz yolunda giderse buna sende tanık olacaksın ve inanıyorum ki çok sevineceksin. Bir ikincisi içinse ten teması şart" dedi. Sonra devam etti. "Tynark bir suçlu, bir asi ama bir deha aynı zamanda." Varyantın döne döne inen yolunda konuşmadılar. Doğan kafasının karışıklığını düzenlemeye çalışıyordu. Yalnız bir ara
      “Anlamadığımı zannetme" dedi. Yüksel neyi kastettiğini anlamamıştı bu defa.  "Demin ne demek istediğini anladım. Sizin bir gününüz bizim otuz üç !!!  günümüze eşit" kızın yüzüne kaçamak bir bakış gönderdi. Yüksel gülümsüyordu.
      “Evet yılımızda sizin dört yüz yirmi altı yılına eşit." Tam anlamaya başlıyordu ki Yüksel kafasının tekrar karışmasını sağlayacak bir şey söylüyordu “Yani sen benim akranım isen yaklaşık..." kafasında belli hesaplar yapıyor gibiydi. “12000 yaşındasın..."
      “Bravo yaklaştın, tam olarak 11928 yaşındayım sizin ölçünüzle. Bizim Gezegenimiz ve mütevazı yıldızımız Odth güneşinin etrafında bir tur dönesiye kadar sizin gezegeniniz Güneşinizin etrafına 426 defa dönüyor." Genç kızın hoşuna gidiyordu yanındaki arkadaşının şaşkın yüz ifadesi. Benim yok olan yıldızım sizin güneşinizin elli katı büyüklükteydi. Gezegenim Kuroth ise beş gezegenden oluşan sistemimizin en dışındaki gezegendi. Sizin en dışarıda dönüp duran Plüton’dan bile çok uzaklarda. Büyüklüğü ise Jüpiter'inizden bir buçuk kat daha büyüktü."

      Arabayı park edecek yer bulamadıkları için çok katlı otoparka bıraktılar. Yüksel kontağı kapatmak üzere hazırlanan Doğana  “Rakamlara aldanmanı istemem. Benim ırkımın yaşlılarına göre kıyaslarsan yaşım ancak bu yaşlarda." Elleriyle bedenini işaret ediyordu. Doğan bastı kahkahayı.
      “Gencim diyorsun yani." Yükselin yüzü al al olmuştu. Arabadan indiler, otoparkın hemen ikinci katında yer buldukları için inmeleri zor olmamıştı. Üstelik buradan Damlacık’a çıkmak zor değildi. Aşağı inerlerken Yüksel adama dönerek
      “Söylediklerimin gizliliği..." devamını Doğan getirdi.
      “Söylemene gerek yok. Biliyorum... Unutma meslektaşız" dedi. Koşar adımlarla otoparktan çıktılar. Yönleri varyantın solunda üst üste yığılmış gibi duran eski İzmir evleriydi.
Başlık: Kutsal Kalkan Bölüm Otuzdokuz
Gönderen: azizhayri - 18 Ocak 2016, 14:54:29
B Ö L Ü M  O T U Z S E K İ Z

      İlçede hareketlilik sabah erken saatlerde başlamıştı. Eşinin çayı koyup kahvaltıyı hazırladıktan sonra uyandırmasına alışkın olan Kaymakam Enver Bey, yattığı odadaki telefonunun çalmasıyla uyandı. Rehberlerde olmayan ve özel kişilerden başka kimsenin bilmediği özel telefonuydu bu.
     “Hayırdır İnşallah" deyip kalktı. Telefon eden kişiyi daha sesini duyar duymaz tanımıştı. İlk bir kaç cümleden sonra uykusu dağıldı. Apar topar hazırlanmaya başladı. Bir yandan da telefon fihristini arıyordu. Bu haberi mutlaka İlçe Emniyet müdürüne bildirmeliydi. Arayan kişi, “Lütfü Yurttaş evinin önünde arabasının içinde ölü bulunmuş” demişti. Kim bilir belki de bir cinayettir. Parmakları hızla Emniyet müdürünün telefonunun tuşlarına basmaya başlamıştı.

     Kapıcı sabah olayı ilk gördüğünden beri belki beşinci belki onuncu defa anlatmıştı soranlara; birini de komiser Rüzgar Ali'ye. O seçkin sitenin en seçkin villasının önünde büyük bir kalabalık toplanmıştı. Gazeteciler, polisler, eş dost, akrabalar hep toplanmıştı. Doktor gelip kontrol ettikten sonra içeriye taşınmıştı naaş. Görünürde bir yara bir darbe izi yoktu, o halde ölüm raporuna -kalp yetmezliği- yazmakta da bir sakınca yoktu.
      Olayı iki kişi görmüştü. Biri yaşamış, diğeri izlemişti. Yaşayan, Lütfü Yurttaştı, izleyen de belki bir bahşiş daha koparırım ümidiyle gece geç vakit yola çıkan adamın dönüşünü bekleyen kapıcı. Kapıcının şansı kalbinin Lütfü beyden daha genç olması ve olayı uzaktan izlemesiydi. Ne yazık ki gördüklerinin hiç birini polise anlatamazdı. Olayın hemen arkasından yatağına girmiş orada gözünü bile kırpmadan bildiği bütün duaları okuyarak sabah ezanını beklemişti. Sabah hava ışır ışımaz arabanın yanına gitmiş yorganın altında ezberlediği rolünü oynamaya başlamıştı, hem de en abartılı şekliyle.

      Ara sokaklardan koşar gibi gidiyorlardı. Doğan, bu kadar yolu arabayla çıkmadığına pişman olmuştu. Eğer bir iki gün önce -yoksa dün müydü?- aynı eve gelmemiş olsaydı bulabilmesi olanaksızdı. Önce evlerin neredeyse birbirlerine değeceği yakınlıkta bulunan sokaklardan geçtiler. Sonra onlarca belki yüzlerce basamaklardan oluşan merdivenleri çıktılar. Merdivenlerin üst başında ki evin zilini Doğan yalnız başına çalıyordu. Genç kızı aşağıda merdivenlerin alt başında bırakmıştı. Nefes nefeseydi, kapıyı olduğundan bir hayli yaşlı gösteren Abidin Bey açtı.
      Kapı önünde konuştular, içeride Abidin beyin hemen gerisinde Turan suçlu havasında duruyordu. İçeri girmelerini öneren Abidin beye ve eşine teşekkür etti. Aşağıda merdivenlerin başında bekleyen arkadaştan söz etti. Yaşlı adam, Onu da getirseydin dediğinde acele dönmeleri gerektiğini söylemişti. Gerçek neden ise merdivenleri üç-beş basamak çıktıktan sonra aklına gelmişti. Yüksel Pekcan herkesin benzettiği gibi rahmetli Necla'ya çok benziyordu. Bu benzerliği yaşlı çiftte çabucak fark edecekti. Bu nedenle genç kız gözden uzakta aşağıda kalmıştı. Merdivenlerden hızlı adımlarla inerlerken Turan olanları anlatmaya başlamıştı bile.

     “Sabaha karşı Münevver hanımın çığlığıyla uyandım. Oda ne olduğunu anlamadığı bir bağırışla uyanmış. Koşup küçük kızın uyuduğu odaya baktıklarında yatağı boş görmüş. Attığı çığlık beni bile uyandırdı. İşte o zaman daha önce duyduğum o korkunç kahkahayı duydum. Küçük odanın küçük penceresi ardına kadar açıktı. Bir gölge, evlerin damlarında tıpkı bir düz yolda koşar gibi koşuyordu.
“Üzerinde bembeyaz, karanlıkta ışıldayan bir elbise vardı. Etekleri sanki kasıtlı olarak püsküllermiş gibi yırtılmış bir elbise." Turanda, Doğanda, söze giren genç kıza bakıyordu.
      “Öyle hortlak benmişim gibi bakmayın. Sadece Hekate’nin yardımcılarının kim olduğunu biliyorum" dedi. Hala yüzüne bakan adamlara "Bakınız Meydan-Larousse 4. cilt Sayfa.... Zorla gülümsemeye çalışıyordu.

      Otomobili bıraktıkları çok katlı otoparka doğru yürürlerken Turan anlatmasını sürdürüyordu.
     “Dün babası çocuğu getirdi. Besim ağabeyde kızı da çok mutlu görünüyordu. Sevgiyle ayrıldılar birbirlerinden. Küçük kız bütün gece şen şakrak bir büyükbabasına bir annanesine gidip geldi. Arada bir benimle bile şakalaştı. Sonra alışkanlığı olduğu üzere torunlarını erken yatırdılar, her zaman olduğu gibi kendi odasına tabii." Doğan "keşke içeri girip kontrol etseydim" diye düşünüyordu.
      “Valla ben çok ısrar ettim "sizin yada benim odamda yatsın diye ama yaşlıların fikirleri sabit oluyor. 'Bu evde hiç bir şey olmaz' dedi başka bir şey demedi Abidin bey amca" dedi.  “Babasının haberi var mı?" Doğanın sorusuna Turan omuz silkerek yanıt verdi.
      “Hiç sanmıyorum. Biz haber vermedik. O odun gibi adamın da içine falan doğmaz hani" dedi. Varyantın girişindeki çok katlı otoparka varmışlardı. Dışarı çıkarken ne yapacaklarını yada nereye gideceklerini bilemiyorlardı. Yola çıktıklarında Doğan
      “Nasıl bir şeyler hissediyor musun?" diye sordu Yüksele. Turan bu soruda ki anlamı sezemiyordu ama bir şeyler olacağına hem de bugün olacağına inanıyordu. Genç kız
      “Hayır" dedi ve ekledi “İhtiyacı olan son parçayı da buldu. Çember tamamlandı, yakında her şey bitecek... İyi yada kötü sona erecek" dedi. Dönüş yolunda öğrendiler iş adamı Lütfü Yurttaş’ın vefat ettiğini. İlçeye vardıklarında tören için hazırlıklar yapılıyordu, cenazesi ikindi namazından sonra kaldırılacaktı. Aile törenin olabildiği kadar görkemli olması için kesenin ağzını açmıştı.


   Sitenin kapıcısı sessiz kalmayı tercih etmişti. Nasıl sessiz olmasındı ki, beyazlar içerisindeki bir hayalete kim inanırdı ki. Üstelik olayı deşelemenin de bir anlamı yoktu, Doktor kalp yetmezliği dedikten sonra kim ne diyebilirdi ki...

      Rüzgar Ali bir gece önce olanları Amirine anlatmayı düşünmüştü. Doğanın İzmir'den dönmesini beklemek daha mantıklı olur diyerek vazgeçmişti. Bekleme kararını vereli yarım saat olmamıştı ki yukarıdan gelen çağrıyı aldı. Kaymakam beyin daveti üzerine geniş çapta bir toplantı yapılacaktı. Toplantı saati olarak 10.00 belirlenmişti. Acaba ne olmuştu da Kaymakam Bey böyle bir toplantı yapma gereği duymuştu.
      Masasının çekmecesindeki bu konuda ki bilgileri içeren dosyayı çıkardı. Toplantı gereğinin ne olduğunu az sonra öğreneceğini düşünerek odadan çıktı. Oda girişinde oturan sekreteri Gülay hanıma ararsa kendisini nerede bulacağını söyledikten sonra ağır ve kararlı adımlarla Kaymakam beyin makamına yöneldi.

   O eski ev ile ilgili anıları kafasında yeniden canlanıyordu. Yaşamının en güzel günleri en tatlı anları bu evde geçmişti. Annesiyle, babasıyla, kardeşiyle hep bu evde yaşamışlardı. Sağlığında pek sevmiyor olsa da babasını bile özlemişti Babasının kardeşini daha fazla sevmesini, kendisinin kardeşini kıskanmasını ve annesinin o melek annesinin kendisini kayırmasını özlemişti. O uzun yıllar önce yaptığı, yapmaya çalıştığı o şakadan sonra olanların acısını yıllarca çekmişti. Hem de bedelinin çok fazlasını ödeyerek. Bu karanlık eve bilmem kaçıncı defa gelerek gözyaşı dökmesinin başka hangi nedeni olabilirdi ki...

        Her gelişinde hazin bir tören, duygulu bir ibadet gibi yaşadığı o dakikalardan sonra yapması gerektiğini yapmaya başladı. Kapının girişinin hemen karşısında diz çöküp ağladığı siyah beyaz o kocaman aile fotoğrafının önünden yavaşça doğruldu. Yapması gerektiğini yapmalı, işlem tamamlanmalıydı...  Dönüşüm gerçekleşmeliydi... Altı yaşındaki aldığı ilacın etkisiyle hala uyuyan çocuğu yatırdığı yerden kucakladı. İçeriye doğru yöneldi. Bu işi yapmaya karar vermek için yaşadığı hüznü geri kazanmalıydı. Bu da ancak diğer çocukların Hekate'ye tesliminden sonra yaşadığı o doyumu mutlaka tekrar yaşamasıyla olacaktı. O kocaman kırmızı güneşin altında yaşadığı sakin, huzurlu dakikaları başka hiç bir şeyde bulamadığı iç barışını yeniden yaşamalıydı.
      İlk çocuğu teslim ettikten sonra bir hayal olarak gördüğü annesine her seferinde biraz daha yaklaşmıştı Uzaktan yüzüne gülümseyen annesinin her çocuktan sonra gülümsemesi belirginleşmişti. Belki de bu defasında kucaklaşacaklardı. Hem de bu kendi kanından olan biri nedeniyle daha çabuk olacaktı bu kucaklaşma.

      İlçeye gelir gelmez doğrudan Gazeteye gittiler. Yolda Turan "bu kere beni sen bile kurtaramazsın ustamın elinden" demişti. Arabalarını ara sokağın girişinde bırakarak Gazeteye vardılar. Yakup usta hiç bir şey olmamış gibi “Kanal 5'den Kadir Öncü İlçedeymiş diyorlar. Hiç durma doğrudan İlçeye git. Kaymakamlıkta önemli bir toplantı var. Anla bakalım nedir?" dedi. Böylece aralarında olması gereken nezaket konuşmaları bile olmamıştı. Birlikte gittiler Hükümet konağına. Bu konunun önemi dolayısıyla olmasının yanında birlikte oldukları Yüksel hanımın etkisi de vardı.
      Önce Yüksel hanımı evine bıraktılar. "Biraz dinlenmesi" gerektiğini söylemişti. "Bir duş alıp kıyafetini değiştirmesi gerektiğini" eklemişti. Doğan, bu ayrılışın gerçek nedeni için pek çok şeyi feda edebilirdi.

      Hükümet konağına vardıklarında ise kısa süren toplantı sona ermişti. Daha girişte, sonra buluşmak üzere ayrıldılar. Turan, genel havayı koklayacağını söylemişti. Doğansa, doğrudan Rüzgar Ali'yi görmeye gitmişti. Aradığı bilgileri orada bulacağını biliyordu.

      Komiser odasında yalnızdı ve sinirli bir şekilde volta atıyordu. Odaya girdiğinde sanki kırk yıllık dostlarmış gibi birbirlerini kucaklamışlardı. Yaşadıkları olaylar mutlu bir şekilde sona ererse kalıcı dostlukları olacağının işaretiydi bu. Tersi bir durum olursa üzüntüyü anımsamamak için birbirlerini görmeyi istemeyebilirlerdi.
      “İzmir'den döndün ha" sorusuyla başlayan uzun muhabbette bildiklerini birbirlerine anlattılar. Rüzgar Ali daha o sabah yüz yüze görüştüğü iki polis memurunun "hiç bir olumsuzlukla karşılaşmadıklarını söylediklerini" söyledi. Sabah gözetim altında tuttukları çocukları sağ salim gördüklerinde iki memurda görevlerini devretmişler, yukarıya dinlenmeye çıkmışlardı. Doğan, İzmir’de olanları anlatınca şaşkınlığı arttı komiserin. Gelen telefonla yola çıktığını biliyordu ama konunun ayrıntılarını şimdi öğreniyordu.
      “Demek hiç bir zorlama yada kuvvet izi olmadan çocuk aniden kayboldu.
      “Evet. Bizim Gazeteci genç yanlarında kaldıydı. Ne O nede Büyükler hiç bir ses yada gürültü duymamışlar. Büyükbaba geç saatlere kadar uyuyamadım" bile demişti."
      “Peki, sence babanın haberi var mı?" diye sordu Rüzgar Ali. Doğan olumsuzca başını salladı
      “Zannetmiyorum." Bütün anlattıklarının içerisinde Yüksel Pekcan’ın özel durumu ve yolda anlattığı inanılmaz öyküsü yoktu. Kendisinin bile inanmakta zorlandığı kuşkuları hala devam ediyordu böyle bir durumu Komisere nasıl anlatabilirdi. Bu defa O sordu.
     “Toplantı nasıl geçti." Umursamaz bir omuz silkişi yanıt olarak geldi. "Televizyonculardan biri gelmiş sözde. Hani o konusuz kaldıklarında pireyi deve yapanlardan. Kaymakam Bey 657 sayılı yasayı anımsatan bir konuşma yaptı. Hani bilirsin "kimsenin amirlerinin izni olmadan basına bilgi yada demeç veremeyeceği" falan." Ben bir ara köyde olanları anlatmak istedim ama sözüm boğazıma tıkıldı. "Köylü vatandaşların hayal güçlerini konuşmuyoruz burada" oldu. Komiser belli etmemeye çalışıyordu ama moralinin bozuk olduğu belliydi.
      Onlar konuşurlarken Turan odaya girdi. Her bir noktasını konuştukları toplantı hakkında farklı yorumlarla gelmişti. İçeri girer girmez
     “Olay artık Ulusal bir olay" demişti Doğana. “Yüzde yüz akşam haberlerinde çıkacağız" diye eklemeyi de unutmadı. Doğan konuşmasına nefes almak aklına geldiği için bir an ara veren Turan'a “Sen istersen Gazeteye git. Ne olur ne olmaz Bakarsın yeni gelişmeler vardır" dedi.
Öyle olsaydı mutlaka ararlardı” Sözlerinin onaylamasını bekler gibi bir an Ali Rüzgarlı’nın yüzüne baktı. Gözlerinin bir an inip kalkması Doğan için yeterliydi.
      “Oradan İşletmeye gel. Bakalım oralarda bir gelişme var mı?" dedi. Tam kapıdan çıkmak üzereyken durdu. “Sahi Besim ağabeye haber verecek miyiz?" dedi. Komiser ve Doğan birbirlerinin yüzüne bakakaldılar. Sanki bir şey gizliyormuş gibi hissetmişlerdi kendilerini.
      “Olanları sağır sultan bile duydu oda duymuş olmalı. Bir baba kızı kaybolacak ve haberi olmayacak öyle mi?" dedi Komiser. Doğan, Komiserin küçük Emelin özel durumunu bilmediğini anlamıştı.
      “Siz belki durumu bil..." sözünü Rüzgar Ali kesti.
      “Babanın çocuğuna karşı kayıtsız kaldığını, yavrunun dede ve ninesi ile büyüdüğünü biliyorum" dedi. “Her ne olursa olsun bir baba çocuğuna bu kadar ilgisiz olamaz, olmamalı. Hele bu yavrucuk yetim ise" diye sözlerini tamamladı. Doğan ne diyeceğini bilemedi, Komiser haklıydı. Yine de
      “Sen istersen Besim beyinin evine uğra. Ağzını yokla." “Eğer bilmiyorsa…"
      “Bilmiyorsa benim çağırdığımı, mutlaka yanıma uğramasını falan söyle" dedi Komiser Rüzgar Ali. Turanın çıkmasından sonra Komiser dahili zile bastı. Bir dakika sonra memure hanım kapıda belirdi.
      “Sabah birlikte gelen üç memuru odamda bekliyorum" dedi Yaşı ilerlemeye başlamış Memure Gülay “Onlardan yalnızca Hasan Tırpan geldi. Yanında da bir öğretmen bayan ve iki köylü yurttaş vardı. Ama diğerleri daha gelmediler" deyince
      “Hasan Tırpan hemen yanıma gelsin, öbür ikisine de haber ulaştırın. Telefon edin yada birini gönderin ama bir an önce burada olsunlar" dedi.Kadın itiraz edecek olduğunda
      “Size Garcia'nın hikayesini anlatmış olmalıyım. Bir an önce O arkadaşları odamda görmek istiyorum" Sesindeki su götürmez bir otorite vardı. Kadın "Peki" deyip dışarı çıktı. Memure dışarı çıkar çıkmaz Doğana dönerek “O üç gencin sivillerle ilişkileri iyi. Dışarıdaki havayı bir öğrensinler bakalım. Sizinle daha sonra Birlik fabrikasında buluşuruz" dedi. Doğan için dışarı çıkmaktan başka yapabileceği bir şey kalmıyordu.

      Hükümet Konağının girişindeki merdivenlerde duraladı, ne yapacağını tekrar düşündü Doğan. Sağa sola bakınır görünürken kafasının içi karma karışıktı. Altıncı çocuk kaybolmuştu ve hiç bir şey yapamıyorlardı. Elleri kolları bağlı başka yapabilecek bir şey yoktu. İşin daha garibi daha önce kaybolan çocuklarda ortalık birbirine girmişti ama toplum artık kanıksamış mıydı ne? Kimse umursamıyordu. Bir an aklından Cephane sokağa gitmek geçti, ama hemen vazgeçti. Daha ne kadar bir zaman geçmişti ki ayrıldıklarından bu yana, kıza dinlenmesi için zaman vermeliydi. Arka sokağa arabasına doğru yürüdü.

      Turan bir saat önce Doğan Bey ve Yüksel hanımla birlikte girdiği Gazeteye bu kere yalnız giriyordu. Ustasının atacağı fırçadan az önce kurtulmuştu ama bu kere kaçacak yeri onu kurtaracak Yüksel hanımı yoktu. Dış kapıdan içeri korkarak girdi. Yakup usta yazıhane de telefonla konuşuyordu. Onun içeri girdiğini görmedi, Turan doğrudan matbaa bölümüne girdi.
      Elemanlar kendilerini işlerine kaptırmışlardı. Camlı yazıhanede arkasını dönmüş olsa da ustalarının kendilerini gözleyebileceğini düşünen çocuklar çalışmaya devam ediyorlardı. Turan beklemekten başka yapabilecekleri bir şey olmadığını bildiği için ceketini çıkardı. Arkadaşlarına yardıma karar vermişti. Basılan davetiyeleri, el ilanlarını kontrol etti. Sabah gazete yeni dağıtıma çıktığı için ertesi günkü baskıyı hazırlamaya daha vakit vardı. Bir kaç dakika sonra kendini yaptığı işe kaptırmıştı. Yazıhane kapısın da kendisine bakıp gülümseyen Yakup ustayı fark etmemişti bile.
      “Küçük tilkimiz kürkçü dükkanına döndü demek." Turan, arkasından gelen bu tanıdık sese dönünce Yakup ustanın ciddi yüzüyle karşılaştı. Yüzünde az önce var olan gülümseme bir anlıktı ve çoktan uçup gitmişti. Turan elindeki iki ağızlı anahtarı aldığı yere tezgahın yanına bıraktı. Ellerini alışkanlık haline gelmiş davranışla bez parçalarına sildi. Bir kaç adımda ustasının yanına geldi.  
       “Kusura bakma Yakup usta haber veremedim" dedi. Yaşlı adam elini karşısında boynu bükük gencin omzuna koydu. "Hele gel içeri" dedi.

      Son konuğu Doğan’ı da gönderdikten sonra Rüzgar Ali makamına oturdu. Bunca yıllık polis memuruydu, yüzlerce olayla karşılaşmıştı. Hırsızlıklar, gasp, adam kaçırma, cinayet, kan davası… Yine de bu aşadıklarına bir anlam veremiyordu. Birbirinden alakasız gibi görünen beş kayıp Doğan beyin anlattığıyla tamamlanmıştı. O atak Gazetecinin teorisini doğrular şekilde hem de. Ve şimdi altıncı çocukla işlem tamamlanacakmış gibi görünüyordu. Çocukların isimlerini anımsamaya çalıştı.
 
     Halime Hamarat, Emine Balcı, Kadriye Batman, Ayla Özçam, Tülay Çobanoğlu. Çocukların isimlerini nasılda ezberlemiş olduğunu fark etti. Ve Emel. Emel. Önce Esin zannetmişlerdi. Sonra korkutup kaçırdıkları Cadı, Yaratık, Hayalet yada her neyse Taa İzmir'de bulmuştu kurbanını. Hem de bir tanıdığın kızını. Umursamaz görünen baba ise işin başka bir yönüydü. Tıkırdayan kapı sesi Onu bu düşüncelerden sıyırdı. Kapı açılınca bir gün önce görev verdiği iki genç memur bu defa resmi elbiselerle karşısındaydı.
      “Beyler, hemen üzerinizi değiştiriyorsunuz ve çevreden bilgi almak üzere halkın arasına karışıyorsunuz" dedi. Sesi emir tekrarı yapmamayı gerektirecek kadar otoriterdi. Üç genç topuklarının üzerinde dönerek odadan çıktılar. Tam kapı eşiğindeyken içeriden duydukları sesle geri döndüler.
      “Ne aramanız gerektiğini biliyorsunuz ve yalnızca bana rapor vereceksiniz" dedi. Bir anlık duraklamadan sonra ekledi. "Birazdan Birlik İşletmesine gideceğim. İki saat sonra sizleri orada bekliyorum" dedi. Genç adamlar dışarı çıktıktan sonra "Acaba iki saat yeterli gelir mi?" diye kendi kendine soruyordu.
 
     “Az önce sen içeri girdiğinde Timur Bey’le görüşüyordum" diyerek söze başladı Ustası. "Demek içeri sessizce girdiğini görmüştü.
      “Timur Bey" diye yüksek sesle Ustasının sözlerini tekrarladı. Sesinde hayranlıkla karışık saygı vardı bu ismi söylerken
“Evet Timur Sarıca. Efsane gazeteci”    Demek hiç belli etmese de Yakup ustanın tanıdıkları da bir hayli vardı. Üstelik bunca zamandır gizlemeyi de başarmıştı.
      “Hayırdır" dediğinde Ustası telefon görüşmesini anlatmaya başlamıştı bile.
”Bizim İlçede olanlar taa İstanbullara kadar gitmiş. Hani biz işin için de sanıyoruz kendimizi ama bir b.ktan haberimiz yok" Bir anlık sessizlikte Yakup usta söylemek istediklerini düşündü tekrar.
      “Sen haklısın galiba evlat, iş bizlerin tahmininden bir hayli büyük. Demin sizin anlattıklarınıza dayanarak adamı İlçeye davet ettim. Yarın gelebilir. Bu arada sen yarına kadar somut bir şeyler bulmalısın" dedi. Suskunluk sırası Turana geçmişti. Bir fırsattı Timur Sarıca’nın İlçelerine gelmesi. Ne yapıp etmeli somut kanıtlarla adamın karşısına çıkmalıydı. İş hoşuna gitmişti ama Muhalif Turan Muhalifliğini yapmalıydı.
      “Olur mu? be Usta, ben aylardır peşindeyim bu işin. Yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik. Sen benden hazırladığım aşı altın tepside adama sunmamı mı istiyorsun?" dedi. Dedi ama ileri gittiğini anladı. Şimdi "Çık dışarı terbiyesiz" geliyordu.
      “Haklısın ama O senin hakkını yiyecek biri değil. Üstelik romanın için bir basamak bile olabilir. Yine de sen bilirsin" dedi. Ustası çok az gördüğü kadar sevecendi. Turan “Özür dilerim" dedi. “Kabalaştığımın farkındayım" dışarı çıktı. Bu işi bitirmesi gerektiğini anlamıştı. Yaşlı adamın ellerine sarılacaktı utanmasa ama adam çoktan arkasını dönmüş içeri yazıhanesine girmişti. Hızlı adımlarla dışarıya çıktı. Motosikleti bıraktığı gibi duruyordu. İzmir'den döndüğün den beri en çok motosikletine kavuştuğuna sevinmişti. Özgürlüğünü tekrar elde etmiş gibiydi Utanmasa öpecekti Vespasını.

      İşletmenin ana kapısına vardığında uzun zamandır gelmediğini anladı. Kendisini nasıl karşılayacaklardı acaba. Ahmet Oker olayından sonra arkasından gizlice konuşulduğunu tahmin ediyordu. Kapıda arabayı görür görmez Cavit Pekal, kapının düğmesine bastı. Koca sürgülü kapı gıcırdayarak açıldı.
      İçeri girer girmez arabasını sağa çekti yol kenarına bıraktı. Bekçi kulübesinde demirbaş kadro oturuyordu; bekçi, Odacı, Hamalbaşı ve Usta. Mevsim gereği işler azalmış olmalı diye düşünüyordu. Umduğundan daha sıcak karşılandı. Bekleyenler arasında tanımadığı biride vardı. Yirmidört yirmibeş yaşlarında gösteren bir delikanlıydı. Cavit dayı
      “Benim uzak bir akrabanın oğlu, Gölyaka köyünden. Uzun yıllar dışarılarda okudu. Şimdi kendi köyünün camisinde imamlık yapıyor. Sana anlatacakları bir şeyleri varmış?" dedi. Doğan şaşırmıştı, kimdi bu genç? Kendisini nasıl bulmuştu? Anlatacaklarının önemli olduğunu söylüyordu. Delikanlının yüzünde çekingenlikten olduğu anlaşılan bir kızarıklık vardı.
      “Anlatacakların önemli olmalı?" dedi Doğan. "Yani yemek yemeyi bekleyemez mi?" Onun öyle demesi üzerine Rıza baba elini anlına vurdu.
      “Tüh. Görüyor musun taa Gölyakalardan Bizim Hasan Hüseyin’in oğlu gelmiş biz Ona aç mısın?  diye sormuyoruz" dedi. Daha sonra ayağa kalktı. Ne de olsa ev sahibi sayılırdı.  “Hadi buyurun yemek yiyelim" dedi. Doğanın uzun zamandır duyduğu en güzel sözler bu sözlerdi. Birlikte içeri geçtiler.
      Yemek basit ve lezzetliydi, hemen her yerde yenilebilecek bir listeydi. Kuru fasulye Bulgur pilavı ve ayran. Bu yemek Doğana ballı börek gibi gelmişti. Sadece fasulyenin yanında soğan yemediği yiyemediği için üzülmüştü. Yemekten sonra içeri Yüksel hanımın odasına geçtiler. Diğerleri ne olup bittiğini merak etseler de konuya fazla bulaşmamaya çalışıyorlardı. Yaşları kendisinden büyük olsa da Doğan personeli arkadaşları olarak görüyordu. Onlarda Doğana karşı bir resmiyet vardı. Bunu deşifre olmasına bağlıyordu. Müdür Birol Bey bile çekinceli davranıyordu Doğana. Bu nedenle köylü genç ile Muhasebe odasında yalnız kalması zor olmadı.
      Hasan Hüseyin’in oğlu Hasan Hüseyin, demek bu adet hala devam ediyordu. Kendi karşısında duran genç adama sormamış olsa da o evin ölü doğan yada bebekken ölen bir kaç çocuğundan sonra doğmuş olabileceğini bu nedenle babanın, bebeğin yaşaması için kendi adını verdiğini tahmin edebiliyordu.

      Hasan Hüseyin’in anlattıkları bir gün önce dağ köyü olan Muradiye de duyduklarından pek farklı değildi. Hayaletler, gece dolaşan varlıklar, duyulan kahkahalar, çığlıklar. Anlatılanları başka bir zaman başka bir yerde dinlemiş olsa gülüp geçebilirdi ama bu defa ciddiye aldı. Anlatılan köy dün gece uğraştıkları köyün aşağısında sayılırdı. Bu nedenle akşam yaşadıklarının benzerlerinin orada da anlatılması doğaldı. Aralarındaki fark karşısında olan biteni anlatan köylünün daha belirgin adres vermesiydi. Köyün epey dışında metruk bir evden söz ediyordu. Aslında biraz belleğini zorlasa Doğan o evin belleğinde bir yerlerde olduğunu anımsayacaktı. Genç imamı dinlemeye devam etti.
      “Yaklaşık altı aydır bunlar oluyor" dedi köylü genç. "Önceleri sizin beni dinlediğiniz gibi dinledim onları. Anlattıkları ciddiye alınacak şeyler değildi. Her köyde duyulabilecek söylentiler.; sesler, bağırışlar, ışıklar vesaire. Köyümüz gençleri merak edip yaklaşmaya çalışmışlar. Bir şey anlayamayınca benden önce imamlık yapan kişiye gitmişler. Adam "iyi saatte olsunlar" demiş. "Cinler basmış köyü" demiş. Ondan somut bir destek alamayınca köyün resmi imamı olarak bana geldiler. Bir aydın, pozitif bilim okumuş biri olarak ilgilenmem gerekiyordu. Genç imam anlatırken o dakikaları tekrar yaşıyordu sanki.

      “Duyduklarımdan sonra bu ev bende takıntı halini almıştı. Uzaklarda ama evi rahatlıkla görebileceğim bir yerde karargah kurdum. Dikkat çekmemek için çevreden dolaşıp varıyordum oraya. Önceleri bomboş görünen ev bazı gecelerde hareketleniyordu. Evdeki ışıklar ne kadar korunsa da panjurların arasından dışarı sızıyordu. "Doğan genç adamın sözünün bu noktasında araya girdi.
      “Mor ve mavi tonlarda dalgalı ışıklar değil mi?"
      “Evet, ama siz nereden biliyorsunuz?"
      “Başka bir yerde daha tanık olduğum bir olay da" Doğan delikanlıya cesaret vermek için “Sonra" dedi.
      “Her zaman olmuyordu bu ışık yansımaları. Belli zaman aralıklarında tekrarlıyordu."
      “Mesela ne kadar sıklıkta?" Delikanlı biraz düşündükten sonra yanıtladı.
      “Keşke bir çetele tutsaydım... Sanıyorum ayda bir olabilir. Birde o gecelerde yani ışıkların yoğun olduğu gecelerde çevredeki doğal sesler çoğalıyordu sanki. Adamın anlattıkları bildiklerini teyit ediyordu. Üstelik somut bir adresle.

      “Peki sizi buraya getiren asıl nedeni söyleyin."
      “Merak beslendikçe artan ve kişiye cesaret veren bir duygudur bilirsiniz. Bu cesaretle dün gece gene o evi kontrole gittim. Evde diğer gecelerden çok daha fazla ışık vardı. Önceleri azami dikkat göstererek görebildiğiniz o ışıklar çok daha yoğundu ve çok daha parlaktı. Dün akşam  "yarın eve iyice yaklaşmalıyım" diye karar almıştım kendi kendime."
      “Gittin mi?"
      “Evet. Sabah gün ışır ışımaz yola çıktım. Haa birde o gece köyün bütün hayvanları bağrıştı durdu. Bizim bahçedeki horozlar bile sabaha kadar öttü" Genç adam sözü uzattığını farketmişti. “Yani bir noktada sizi ilgilendirebilir diye söylüyorum" dedi.” Yani peşinde olduğunuz her neyse yada o evde oturan her kimse bütün hayvanlar tarafından hissediliyor. Doğan
      “Peki söylediğiniz o daha önceki yani bir ay yada daha öncesinde olan olaylarda köyün hayvanları aynı tepkiyi gösteriyor muydu?" Adam bir an düşündü.
      “Hayır." Biraz daha düşündü. “Hayır hayır olsaydı mutlaka fark ederdim" dedi.
      “İsterseniz siz gene bu sabaha gelin" dedi Doğan. Konunun ilgisini çektiğini biliyordu. Olayların merkezini bulmuştu belki de. Genç imam anlatmaya devam etti.
      “Saklandığım yerden durumun uygun olduğunu görünce aşağı indim, ana yoldan içeri girdim. Ev yoldan görülmüyordu, ancak yüksek bir yerden bakarsanız görebiliyordunuz. Ev ve bahçesi sık okaliptüs ağaçlarıyla çevrilmişti sanki. Yaklaşabildiğim kadar yaklaştım. Bütün pencereler panjurluydu ve panjurları sımsıkı kapalıydı. Bina dışarıdan eski görünmesine rağmen viran değildi. Hatta bakımlı bile olduğunu söyleyebilirim. Panjurların arasından bakmaya çalıştığımda hiç bir şey görememiştim. O dakikaya kadar bir şey olmamasından cesaret alarak kapıya yöneldim. Tam da o zaman doğal sesleri farkettim
      Sabahın o erken saatlerinde köpekler uluyor, baykuşlar ötüyordu. Kapı eşiğine vardığımda kanımı donduran çocuk çığlığını duydum. Bir çocuk acı içinde bağırıyordu. Sanki... sanki..." adam çığlığı tanımlamakta zorlanıyordu. Alnında boncuk boncuk terler birikmişti. “Sanki başka biri o çocuğun sesinden bağırışından zevk alıyordu. Kahkahalar atıyordu. Hiçbir şey düşünmeden oradan kaçtım. Şimdi bile o çığlık ve o tiz kahkaha kulaklarımda yankılanıyor" genç adam başını eğdi. Davranışından utandığı belli oluyordu.
      “Aldırma" dedi Doğan teselli etmek için. "Yerinde kim olsa aynı şekilde davranırdı." Havayı yumuşatmak için gülümsedi. "Bende olsam kaçıp giderdim." Sonra ilgisiz bir sesle ekledi. "Daha sonra ne oldu, beni nasıl buldunuz." Belli etmemeğe çalışsa da seviniyordu.
      Eksik parçalar yerini buluyordu, kuvvetle muhtemel olarak çocukların yerlerini bulmuşlardı. Yapması gereken konuyu sonuna kadar dinlemek ve o evin yerini iyice anlamaktı. Birde şimdi dinlediklerini sabaha karşı İzmir’e giderken Yüksel hanımın anlattıklarıyla birleştirince çocukların sağ olabileceğini düşünüyordu. Buradan çıkar çıkmaz o kitabı tekrar karıştıracaktı. Eğer bu adam yada adamlar geçmiş zamana özeniyorlarsa bir tören yapacaklardı. Bir kurban töreni olduğunu anımsıyordu okuduklarında. Bu da çocukların esenlikte olduğunu anlamına geliyordu. Konuşan genç adamı dinlemeye devam etti.
      “Kaçtım. Kaçabildiğim kadar uzağa kaçtım. Peşimde duyduğum metalik ayak seslerini duyamayacağım yere kadar kaçtım. Ana yola ulaşasıya duraklamadan dinlenmeden kadar koştum. Arkamda bir motor sesi duyunca durdum, bir araba geliyor olmalıydı. O an durdum. Tenha yoldaki gürültülerin tek kaynağının ben olduğumu anlamıştım. Geriye dönüp baktığımda arkamda koşan yada beni kovalayan kimsecikler yoktu. Görünürde otomobil falanda yoktu. Ama uzaklardan gelen bir motor sesi vardı.
      Nefes nefeseydim, yolun soluna kenara kaçtım, kendimi toprağa yapıştırdım. Yolun dirsek aldığı yerden bir araba belirdi. Fabrikadan yeni çıkmış gibi pırıl pırıl, siyah ve kocaman bir araba belirdi. Onca uzaklıktan bile boyası ciladan çıkmış gibi yanıyordu. Araba benim az önce koşarak kaçtığım tali yola o metruk çiftlik evinin yoluna girdi. Adam bir zaman sustu. Doğan
      “Sonra." Yapboz tamamlanıyor ana resim ortaya çıkıyordu. Artık bir efsane haline gelmiş olan büyük siyah otomobil de ortaya çıkmıştı. O an kafasında kocaman bir "acaba" belirdi. Bu genç adam anlattıklarını kendi hayal dünyasında yaratıyor olabilir miydi? Gazetelerde okuduklarını sağda solda duyduklarını kullanarak -bilerek yada bilmeyerek- gündeme gelmek istiyor olabilir miydi? Başı önünde hemen karşısında oturan kıvırcık saçlı adama bir kere daha baktı. Bir imam yalan söyleyemez miydi?. Bu adama güvenmekten başka yapabilecekleri de yoktu.
      “Sonra anayola kadar kah koştum kah yürüdüm. Bir minibüse atlayıp İlçeye geldim." Doğan İmamı ilk gördüğünde sorduğu soruyu yineledi.  
      “Peki beni nasıl buldunuz?."
      “Minibüste hep düşündüm, kime giderim, bana kim inanır, olanları nasıl anlatırım diye. Garajdan Hükümet Konağına giderken de kafamda hep bu soru vardı. Allah’tan yolda daha önceden tanıştığımız bir polis memurunu gördüm. Rahatlamıştım, bir kahveye oturduk. Durumu özetle anlattım. Tahminimin aksine beni gayet ciddi bir şekilde dinledi. Oda seni tanıyormuş. Sana gönderdi.      
“Peki bütün bu anlattıkların tam olarak ne zaman oldu."
         “Bu sabah."
        “Saat verebilir misin ?"
        “Sabah erken saatlerdi, en fazla dokuz yada dokuz buçuk olmalı." Doğan genç arkadaşına teşekkür etti. Konuşulacak başka bir konu kalmamış gibiydi. Dışarı çıkmak üzere hazırlanıyorlarken kapı aniden açıldı. Turan belirdi kapı aralığında.
      “Özür dilerim. Söyleyeceklerim önemli olmasa konuşmanızı bölmezdim" dedi. Doğan Turanı içeri çağırdı.
      “Gel Turan gel. Seni İmam arkadaşla tanıştırayım." Gölyaka köyü İmamı Hasan Hüseyin'le. Gazeteci Turanı basit bir seremoni ile tanıştırdı.
      “İmam Hasan Hüseyin..." Adamın soyadını çıkaramamıştı. Allah’tan köy imamı durumu farketmişti. İmam Hasan Hüseyin Ölmez dedi. Turan karşısındaki kendi yaşıtı sayılabilecek genci süzüyordu. Belli ki bir yerlerden çıkartmaya çalışıyordu.
      “Sizinle daha önce bir yerlerde tanışmış mıydık?" Doğan araya girme gereği duydu.
      “Önce istersen söylemek istediğin neydi onu söyle"dedi
      “Tüh... Görüyor musun? Besim ağabey için konuşacaktık değil mi?" dedi. Bir ara 'sakıncası var mı diye sorar gibi yanlarındaki İmama baktılar. Adam durumunu anlamıştı. Dışarı çıkmak için hareketlendi. Doğan bey
      “Sen anlat, arkadaş yabancı sayılmaz" dedi ama yine de genç adam dışarı çıktı.
   “Besim ağabeyin kapısını epey çaldım. Kimse açmadı kapıyı. Komşularına sordum. Uzun zamandır eve gelip gittiğini gören yokmuş. Mahalle bakkalıyla görüştüm. Yurt dışına çıkmış olabileceğini söyledi" dedi. Doğan bir kaç saniyelik sessizlikten sonra “Bunu kesin olarak öğrenmemiz gerekiyor. Adam yurtdışında olamaz. Daha dün görüştük biliyorsun."
      “Ama dün kızına yaptığı ziyaret bir veda ziyareti olabilir?  Olabilir miydi? Bir an dışarı çıkıp Rıza Babaya yada diğerlerine sormayı geçirdi aklından." Besimin bu tür gezileri oluyor muydu?" Vazgeçti, eğer sorabilseydi "hayır" yanıtı alacaklardı.
      “Eee Turan Bey... İş gene size düşüyor. Bu konuyu bilse bilse Hükümet Konağındakiler bilir..." Turan, kendi kendine konuşmaya devam etti. “Ve ben de tüm torpillerimi kullanıp bu konuyu araştırmalıyım." Bir an durdu.
      “Yanılıyor muyum?" İkisi birden bastı kahkahayı. Turan başka bir şey söylemeden dışarı çıktı. Kapı kapanmıştı ki Doğan bir zamandır kafasında oluşan düşünceyi uygulamak için penceredeki önündeki masaya doğru yürümeye başladı. O anda kapandığını sandığı kapı yine açıldı. Turan
      “Bana böyle bir elemanınızmış gibi davranmaya devam ederseniz romanım da sizi kötü karakter olarak canlandırmak zorunda kalacağım" dedi.
      “Roman mı? Ne Romanı?" Turan kapı aralığından konuşmasını sürdürdü.
      “Yakup Usta ile konuştuk. Bu olayı çözülür çözülmez kaleme alacağım. O da basılmasını sağlayacak" dedi. Ve kapı kapandı.

      Doğan gülümseyerek telefona yöneldi. Sabahtan beridir aramadığı Yüksel hanımı arayacaktı. "Bu kadar dinlenme yeter" diye düşünüyordu. Cep telefonunu çıkardı, beklemeye başladı. Ama o an aklına gelen bir düşünceyle tekrar cebine koydu. Kapıya yöneldi.
      “Turan!!" Koridorda kendisine yanıt verecek kimse yoktu. Hızla ana girişe yöneldi. Yanından geçtiği genç imama
      “Gel benimle" diyebildi.  Olanlardan bir şey anlamayan delikanlı bir saniye sonra hızlı adımlarla koridordan dışarı çıkan Doğanın peşinden yürüyordu. Doğan Turanı Vespasının üzerinde bahçede yakalayabilmişti.
      “Arkadaşı da Ali Rüzgarlıyla tanıştırıver" dedi arkasından gelen imamı göstererek. Yanına varmış bulunan Hasan Hüseyin’e de
      “Turanın seni tanıştıracağı kişiye bana anlattıklarını aynen anlat" dedi. Onlar sürgülü kapıdan çıkarlarken kendisi de girişteki bekçi odasına yönelmişti.
“Merhaba" dedi küçük odanın tüm sandalyelerine oturmuş olanlara. Ana kapıya kumanda eden butonların bulunduğu masada Cavit dayı oturuyordu. Karşısındaki üç sandalyede doluydu. Bir saniye sonra eli tekrar telefonuna gitti. Kısa bir sessizlikten sonra az önce kafasında var olan soruları da sormaya başlamıştı.
      “Cavit Dayı, sen bilirsin. Bizim fabrikada çalışanlardan kimler "Gölyaka köyünden" Cavit Dayı bulunduğu yerden karşısında oturan arkadaşlarına baktı. Bir zaman odada sadece Doğanın telefon tuşlarına tekrar tekrar basarken çıkardığı mekanik ses vardı.
      “Bildiğim kadarıyla bizim Fabrikada çalışanlardan kimse oralı değil. Diğerleri kafasını sallayarak arkadaşlarını onayladılar. Rıza Baba
      “Anne yada babası yönüyle oralı olanlar olabilir." Ali Usta
      “Evet Ahmet Oker'in annesi o köyden olmalı. Kendisinden bir kaç defa duyduğumu anımsıyorum" dedi. Onlar konuşmaya dalmışken kapı açıldı. İçeri Mustafa Ali Kırmaz girdi.
      “Bende Gölyaka’danım" dedi. Odada bulunanlara nispet yapar gibi tek tek baktıktan sonra "Eşimde Gölyaka’dan." Bir meydan okuma vardı sanki
      “Gölyakalı olmak bir suç mu yoksa" Doğan karışma gereği duydu
      “Yanlış anlıyorsunuz Mustafa Ali bey. Ne Gölyaka’lı olmak suç nede oradan bir hanımefendiyle evli olmak. Sadece bilmek istedim." Havadaki elektriklenme artmıştı. İri yarı ve şişman gövdesiyle kapının girişinde duran Mustafa Ali Kırmaz neredeyse bağırarak konuşuyordu.
      “Siz hangi sıfatla merak ediyorsunuz efendim. Hangi yüzle bizlere kim olduğumuzu, nereli olduğumuzu falan soruyorsunuz. Zaten sizin gelmenizden sonra bir sürü işler geldi ilçemizin başına." Ayağa kalkan Rıza Aslan, öfkeli bir şekilde burnundan soluyan Mustafa Ali'nin koluna girdi. Onu dışarı çıkartmaya çalışıyordu.
      “Sakin ol Mustafa Ali bey. Gel biraz hava alalım." Adam çevresindekilerin bu davranışını pasiflik olarak görüyor olmalıydı ki ses tonunu daha da arttırdı.
“Hayır efendim, niçin sakin olacakmışım. Bütün bu olanlar O şırfıntının işletmemize gelmesiyle başladı ve bu adamın Fabrikaya gelmesinden sonra da iyice arttı. O iki ajanın savunucusu ve destekçisi bu arkadaşlar. O iki Amerikalıyı da bunlar kaçırttı." Doğan ayağa kalktı. Kapıda dikilen adama baktı. Baktı, bakışlarında bir küçümseme vardı sanki.
      “Sözlerinize dikkat edin, ileri gidiyorsunuz" deyip dışarı çıktı. Burada telefon görüşmesi yapamayacağını anlamıştı. Arkasından gelen söylenmelere, söylenmelere karışan Rıza Babanın sesine aldırmadan içeriye Yönetim binasına yürüdü, bu dakikaya kadar aklına gelmeyen bir isim daha eklenmişti muhtemel suçlular listesine.
      Muhasebe odasında cep telefonunu belki onuncu belki yirmi defa çaldırıyordu. O kadar uzun süre çalmasına rağmen telefonu açan yoktu. Bir anlık tereddütten sonra odadan çıktı. Bu kadar uzun çalan telefona bakmayan biri için iki olasılık akla gelebilirdi. Ya evde yoktu yada telefona bakamayacak kadar zor durumdaydı. İkinci olasılık daha ağır basıyordu kafasının içinde. Odadan çıktı, arabasına yöneldi. Bahçede Mustafa Ali süklüm püklüm yanına yaklaştı.
      “Çok özür dilerim efendim. Beni yanlış anlamayın, kusuruma bakmayın " gibisinden bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Kelimeler ağzının içinde yuvarlanıyorlar da öyle dışarı çıkıyorlardı sanki. Doğan, bir an durdu; önünde ellerini birbirine bağlayıp neredeyse dizlerine kapanacak kadar eğilen adama iğrenerek baktı. Bu her devrin adamından bir katil yada sapık olup olamayacağını aklından geçirdi. Bir saniyelik bu duraklamadan sonra arabasına doğru yürümeye devam etti. Arabasına bindiğinde de Mustafa Ali Kırmaz özürlerini sıralamaya devam ediyordu.
Başlık: Anchilea - Bölüm Otuzdokuz
Gönderen: azizhayri - 22 Ocak 2016, 08:12:29
B Ö L Ü M   O T U Z  D O K U Z

      Duvarda kocaman bir siyah beyaz resim vardı. Bu işlere başladıktan sonra ait olduğu duvardan indirerek resmi buraya getirmişti. Her şey bu gün değişecekti, her şey birazdan yeniden başlayacaktı, hem de eskisi gibi. Bir rüyadan uyanıyormuş gibi kaldığı yerden devam edecekti. Bu nedenle seçilmiş kişi olarak görevine başladığı ilk günlerde yaşamının değişmez parçası olan bu resmi buraya getirmişti. Getirmişti ki bu resim olacakların tanığı olsun.
      Beyninde yer etmiş olan efendisinin söylediği tüm direktifleri harfiyen yerine getirmişti. Kaçırdığı ilk kurbanla başlayan ve her biriyle giittikçe kafasının içinde büyüyen sesin her sözünü noktası noktasına uygulamıştı. Yüzyıllardır yapılmayan yapılamayan tören birazdan başlayacaktı. Hekate daldığı uykudan uyanacak dünyayı yönetecekti. Kendisi bir uşağı olmasından onur duyduğu efendisi ona geçmişini bağışlayacaktı. Ölüler ülkesinde bulunan çok sevdiği, sevdiğinden daha çok kıskandığı eşini ve ailesini geri gönderecekti. Hazırlıkların tamamlanmasıyla bir bekleme dönemine girmişti. Törenin sonunda duyacağı ve her kurbandan sonra artarak duyduğu hazzın zirvesine çıkacaktı.
      Karşısındaki sedire baktı. Yüzyıllar önce ilk hizmetkarın yattığı sedirde yatan, masum bir şekilde uyuyan küçük kıza takıldı gözleri. Acıma, hüzün birazda pişmanlık duyguları içini kapladı. Gözlerini kapadı, kırmızı büyük bir güneşin etrafında dönüyordu. Güneşin yumuşak ışıkları gözlerini dinlendiriyor, içine doyumsuz bir huzur duygusu dolduruyordu. Uzaklarda bir nokta bir yıldız gibi parıldayan başka nesneler vardı.
      Dev kırmızı gezegenin yüzeyinde alev patlamaları olmaya başlamıştı. Alev şelaleleri binlerce kilometre yükseğe sıçradıktan sonra kırmızı bir ırmağın suları gibi tekrar ait olduğu yere yıldızın muazzam gövdesine dökülüyorlardı. Bu manzarayı bir kaç zamandan beridir görüyor sanki o alevler kendisini yutacakmış gibi korkuyordu. Kırmızı rengin üzerindeki koyulaşmalar bugüne kadar dikkatini çekmemişti. Beynindeki kişi her kimse bu kırmızı güneşin vatandaşı olmalıydı ki güneşin kırmızılığının artmasında endişeleniyordu. Korkuyordu, fışkıran her alev sütununun biraz daha yükselmesinden soğuk uzaya savrulmasından irkildiğini biliyordu. Kafasının içindeki her neyse veya her kimse Güneşinin durumundan etkileniyordu.

      Doğan kendini bir anda Cephane sokakta buluvermişti. Kafasının içi karışık olduğu merakının geçen dakikalarla endişeye dönüştüğü için sokağa nasıl nereden geldiğini anımsamıyordu. Evin önün de bıraktı arabasını. Dışarıdan göründüğü kadarıyla evde hiç bir ses seda yoktu. Zili uzunca çaldı, kapıyı açan olmadığı için sağa sola bir iki defa bakıp üst katlara doğru uzanan sarmaşığa tırmanmaya başladı. İçinden "Yüksel inşallah kapının kilidini yaptırmamıştır" diyordu. Küçük bir zorlamayla açılıveren balkon kapısı geçen seferden bu güne kadar onarılmadığını belli ediyordu. Kapının aralığından içeriyi dinledi, hiç bir ses gelmiyordu. Ayaklarının ucuna basarak içeri girdi.
      Salonu gözleriyle taradı, her hangi bir dağınıklık görünmüyordu. Eşyalar aynı yerlerinde duruyorlardı. Aklına geldi, balkon kapısının yan duvarında duran müzik setine baktı, yerindeydi. Evin koridoruna çıktı, bir an seslenmeyi, Yüksel hanımı bağırarak çağırmayı düşündü. Sessizce aramak daha doğru olacaktı, odalara girip çıkmaya başladı.
      Oturma odasında yoktu, evin tam ortasına gelen mutfağa baktı. Orada da kimsecikler yoktu. Küçük odaya da bakıp bulamayınca bakmadığı tek yer olan yatak odasına yöneldi. Uzun neredeyse evi bir baştan bir başa geçen koridoru hızlı ama sessiz adımlarla geçti. Garip bir ahlak duygusuyla yatak odasına önce girmemişti. Bir an durdu yarısı camlı kapının önünde. İçerisi karanlık olduğu görebileceği bir karaltı yada gölge olmadığına emin olunca elini kapı koluna attı. Küçük bir gıcırtıyla kol aşağı indi, peşinden kapının mandalının açıldığını belirten "tık" sesi duyuldu. Kapı bir santim kadar açıldı ve arkasında bir şey dayalıymış gibi durdu.
      Yüzünü buzlu cama yanaştırdı. Yüksel içerde miydi? İçerideyse kapının arkasına neden bir destek koyma gereği duymuştu. Bir daha yüklendi kapıya, kapının aralığı biraz daha çoğaldı. O dar yerden geçmek için uğraşırken yerde yatan bedeni gördü. Bütün gücüyle kapıya yüklendi, yerdeki bedeni adeta sürükleyerek itti, kapının açılmasını sağladı. Heyecan ve korku ile eğildi. Hareketsiz yatan vücudun kime ait olduğunu görebilmek için yüzü üzeri çevirdi. Gördüğü yüz onu derinden sarstı, nasıl olabilirdi. Nasıl...

      Sekreteri kandırması zor olmuştu Turanın. Yakın zamanlarda konser yada tiyatro gösterisi yoktu. Bu nedenle gelebilecek ilk oyunun biletlerini temin edeceği sözü vermek zorunda kalmıştı. Kadın öyle arkalarda da istemiyordu alacağı yeri. Uğraştığına değmişti ama kendisi o numaraya defalarca telefon etse bile öğrenemezdi.
      Kadın Kaymakam beyin adını kullanarak İzmir Emniyet Müdürlüğünü aramış doğrudan yabancılar dairesinin sekreteriyle görüşmüştü. Aldığı bilgi ise "Besim Kalden adına geçen yıl bir pasaport çıkartıldığı idi. Turan hemen istim üzerindeyken Kezban Hanımdan Fransa'nın İzmir konsolosluğunu da aramasını istemişti. Uzun uğraşmaların dil dökmelerin sonunda geçen hafta Besim Kalden adına vize alındığını öğrenmişlerdi. Bu bütün uğraşmalara değmişti. Turan, sevinçten yaşça kendisinden bir hayli büyük olan kadının yanaklarını öptü.
      “İnan Kezban abla bizlere çok büyük iyilik yaptın" demişti. Dışarı koridora çıktı. Havayolu şirketlerine de telefon etmeliydi ama nasıl. Koridor da aşağı yukarı volta atmaya başladı. Hiç olmazsa T.H.Y.'ye ve Air France'sa telefon edip böyle birinin bilet alıp almadığını sormalıydı.
 
     İşletmede Cavit Dayıya sorduğu “Burada Gölyaka’lı kimler var" sorusuna yanıt aldığında aklına gelen kuşku ayaklarının altında yatıyordu. Odanın perdeleri sıkı sıkı kapalı olduğu için oda karanlıktı. Kapının sağını eliyle yokladı. Aradığını bulduğunda yatak odası tavandan sarkan ampulle aydınlanmıştı. O zaman eve girdiğinden beri aradığı Yüksel hanımı karşı duvarın dibinde yatıyor gördü. Ayaklarının dibindeki bedeni atlayarak genç kıza koştu. Yatışından bir an boynunun kırılıp ölmüş olabileceğini aklına geldi.
      Sevdiği kızın yerde yatan bedenine uzandığında göğsünün belli belirsiz inip kalktığını görünce rahatladı. Tam kucaklayıp yatağına yatırmayı düşünüyorken genç kız gözlerini araladı.
      “Ben iyiyim, kendime gelebilmem için biraz zamana ihtiyacım var" dedi. Yine de Yükseli kucakladı yatağa yatırdı. İşte o ara doğan çevresine bakınacak zaman bulabilmişti. Kapının yanındaki komedinin üzerindeki minik vazo dahil her şey yerli yerinde duruyordu. Odada kısa süreli de olsa bir boğuşma yada itişip kakışma izi yoktu.
      Bir kaç dakika sonra genç kız yerinden dirsekleri üzeri ne doğruldu. Uzun ve yorucu bir çalışmanın sonucunda bitkin düşmüş gibiydi. Ama bedeninde yada yüzünde bir damla bile ter yoktu. Fısıltıyla yatağının kenarına oturmuş adama.
      “Kusura bakma emir buyurduğum için ama bir ip bulalım da şu adamı bağlayalım" dedi. Doğan, bilmediği tanımadığı bir evde nereden ip bulacağını bilemiyordu. Yerde hala baygın yatan adamın üzerinden atladı. Mutfakta bir iki aramadan sonra aradığını bulmuştu. Yerine asılmamış çamaşır ipi. Önce bir sicimle başparmakları birbirine bağladı, sonra da bilekleri. Bir yandan çalışıyor bir yandan da iyice kendine gelmiş gibi duran genç kıza merak ettiklerini soruyordu.
      “Ahmet Oker'in burada ne işi var" dedi. Genç kızın dudaklarında acı duyuyormuşçasına bir gülümseme belirdi.
“Senin bana hep sorduğun cihazın peşinde olmalı" dedi. Doğanın aklına salondaki müzik seti gelmişti. O nesnenin bir parçası Yüksel hanımın ellerindeydi.
      “Başaramamış.
      “Başaramadı, yani tam olarak başaramadı demek istedim. Biraz zarar vermiş. Onu durdurmak beni bir hayli yordu." dedi. Doğan o zaman az önce aklına gelenleri sormanın sırası geldiğini düşündü. Biraz alaycı sesle. “O nesne her ne ise çok kıymetli olmalı. Büyük bir olay yaşanmış burada. Sen bir yanda o öbür yanda baygın yatıyorsunuz. Odada ufak bir boğuşma izi bile yok... Doğrusu ben hiç bir şey anlamadım" dedi. Bağlama işini bitirmiş genç kızdan gelecek açıklamaları bekliyordu.
      Bu arada genç kız ayağa kalkacak kuvveti kendinde bulmuştu. Deminden beridir elinde kurcaladığı aleti cebine koydu. Doğan “Arızası var mı?" deyince “Sanıyorum evet ama düzelmeyecek gibi değil" dedi. Komedinin üzerindeki minik pirinç vazodaki çiçeği çıkardı. İçinde ki suyu adamın yüzüne döktü. Ahmet Oker kafasını tutarak kendine geldi.
      “O gün bana o çocuklarla ilgin olmadığını söylemiştin. Alışkanlıklarının basit kötü alışkanlıklar olduğunu söylemiştin. Yanılıyor muyum?" dedi Ahmet Bey, aptal gibi sağına soluna bakınıyordu ya gerçekten nerede olduğunu bilmiyordu yada çok iyi rol yapıyordu. Doğan adamın bu haline bir anlam veremedi. Sorusunu başka şekillerde tekrarladı, adam hiç ses çıkarmadan şaşkın bakışlarla çevresine bakınmaya devam ediyordu. Doğanın ses tonu iyice yükseldi. Sinirlerine hakim olamıyordu. Elleri arkadan bağlanmış adamı yakasından yakaladı, sarsmak üzereyken beynine bir ağrı saplandı.
      Adamı olduğu gibi bırakıp elleriyle kafasını tutmak zorunda kalmıştı. Peşinden boğuk bir ses odada yankılandı
      “Kaltak, çabuk ellerimi çöz ve o elindekini bana ver." Doğan baş ağrısından ayakta duramayacak durumdaydı. Yerinden doğrulmaya çalıştı, bacakları kendisini dinlemiyordu, başaramadı. Bir ara göz ucuyla yanındaki Yüksele baktı. Kadın bütün sinirleriyle bütün kaslarıyla gerilmiş bir şekilde duruyordu. Ellerini Doğana uzattı, o zayıf bedenden, o narin ellerden umulmayacak bir güçle Doğanın ellerini sıkmaya başladı. Doğan beynine saplanmış o sancı olmasaydı ellerinin ağrısını duyacağını biliyordu. Bir iki saniye sonra ağrısı hafifler gibi oldu. O zaman ellerini sımsıkı tutan genç kızın
      “Düşüncelerini serbest bırak, kendini kasma ve tüm benliğini bana ver. Rahatla kendini sal dediğini duydu. Kafasındaki düşünceleri atmaya çalıştı. Tüm varlığıyla genç kıza yardım etmeyi düşünüyordu. O zaman ağrının azaldığını hissetti. Karşılarında duran Ahmet Bey yerde debelenmeye başlamıştı. Elleri serbest olsaydı belki de Doğan gibi elleriyle kafasını tutacaktı. Olanlar başladığı gibi birden bitti, üçü de oldukları yere yığılmışlardı.

      Turan Hükümet Konağında girişindeki merdivenlerin üst basamağında beklerken içeriden merdivenden hızla inen kişilerin oluşturduğu gürültü dikkatini çekti. Merak duygusuyla oturduğu geniş beton saksılığın üzerinden kalktı, kapıya yaklaştı. O anda içeriden çıkan kişinin Rüzgar Ali olduğunu gördü.
      “Turan, biz bu arkadaşın söylediği yere gidiyoruz. Kısa bir araştırma yapacağız" dedi. Arkasında Hükümet Konağına birlikte geldikleri imam vardı. Onunda arkasında iki bey daha O iki kişinin de polis memuru olduklarını tahmin ediyordu. Basamakların altına vardıklarında
      “Doğan bey geldiğinde nereye gideceğimizi söylemeyi unutma" dedi. Hızlı adımlarla Hükümet Konağının arka kapısına yöneldiler.
      Komiser, otoparka henüz varmış olmalıydı ki ana girişten Hükümet binasının bahçesine üç kişi ağır adımlarla girdi. İyice yaklaştıklarında Turan, Doğan abisini ve öbür yandaki Yüksel hanımı tanıdı. İyice yaklaştıklarında ancak ortalarına almış oldukları başı önde yürüyen Ahmet beyi tanıyabildi. Merdivenin basamaklarını hızla inip onları karşıladı. Yanlarına vardığında Ahmet Oker'in ellerinin arkasında bağlı olduğunu fark edebilmişti.
      Ali Rüzgarlı’nın söylediklerini içeri giresiye kadar anlattı. Az önce çıkmış olduklarını söylemeyi unutmadan. Doğan, Rüzgar Alinin oraya gitmesinden memnun olmuştu. Şu adamı bıraktıktan sonra peşlerinden gidecekti.

      Cavit Dayı, adamları karşısında görünce ne diyeceğini, ne yapacağını bilemedi. Sevinmişti sevinmesine ama son olaylar olduğundan bu yana yaşananları unutacak kadar uzun süre geçmemişti. Üstelikte adamlar sabıkalı siyah arabayla gelmeye de çekinmemişlerdi Başka zaman olsa hayranlıkla izleyeceği süzülüyormuş gibi yol alan arabayla içeri girdiler. Neredeyse bir aydır görüşmüyorlardı ama o bir aydan öncesinin samimiyeti kaynaşmaları için yeterli olmuştu. İçeri girip arabadan iner inmez kucaklaştılar.
      Aslında sevilmeyecek kimselerde değildi. Amerika gibi koca bir ülkeden gelmelerine rağmen hiç büyük burunluluk yapmamışlardı. Kendilerine şirin gözükmeye çalışan yöneticilerin iltifatlarına aldırmadan çalışanlarla daha çabuk kaynaşmışlardı. Bekçiyle, Şoförle, hamalbaşıyla daha samimi olmuşlardı.

      İşletme müdürü pencereden görmüştü gelen arabayı. -Başımızın dertleri yine geldiler" deyip dışarı çıktı. Ama iki genç kendileri için kapıya çıktığını bildikleri halde Müdürü görmezlikten gelip doğrudan bekçi odasına girmişlerdi. Birol Tekin, bir ay önce olanları anımsayınca adamların bir an önce gitmelerini sağlamak için çareler düşünmeye başlamıştı. İçeri girdi, gelen konuk işletmenin amiri olarak önce kendisini ziyaret etsin isterdi bu nedenle gururu ayaklar altına alınmıştı. Makamını bırakabileceği biri olsa hemen doktora falan çıkacaktı ama sanki olacakları önceden tahmin edercesine yardımcısı doktora gitmek için sabah sevk kağıdı hazırlamıştı. Birden kafasının içerisinde bir hainlik uyandı. Telefona el atıp zihnindeki numaraları tuşlamaya başladı.

      Büronun insanı ezen dekorasyonunda üç adam yumuşak koltuklara gömülmüş laflıyorlardı. İçeride ağır bir matem havası vardı. Konuşulan konu ise ikindi namazından sonra toprağa verilecek olan Lütfü Yurttaş’ın iyiliğiydi. İçeri girip başsağlığı dileyenler oluyordu. Elinde mendili eksik olmayan genç adam hüzünlü olduğuna inandığı sesiyle "haber şehidi!" ilan edilen babasına gelen taziyeleri kabul ediyordu. Sabahtan beri susmayan telefonları bir kere daha çaldı. Nezaket gösterip yerini vermiş olduğu konuğu telefonu açtı. Karşı tarafın arzusu üzerine telefonu büroda oturanların en gencine uzattı. Adam ahizeyi eline alır almaz gözleri yerinden fırlayacakmış gibi oldu.
      “Olamaz... Gerçek olamaz" diyerek telefonu kapattı. Kendisine meraklı gözlerle bakan iki adamlardan şişman olanına dönerek  "O iki Amerikalı İlçeye dönmüş" dedi. Kamil Aksu duyduğuna inanmamıştı.
      “Sahi mi?" dedi.
      “Az önce görüştüğüm Birol ağabeydi, Birlik Çırçır Fabrikasının Müdürü yani. Yankiler  şimdi oradaymış" dedi. Makam koltuğunda oturan adamın gözleri parlıyordu. Bir haber iyi bir haber kokusu alıyordu.
      “Hele anlatın bakalım, olay neymiş birde biz duyalım.  Daha sonra birlikte kafa kafaya verir bir plan yaparız" dedi.

      Doğan, doğrudan İlçe Emniyet müdürünün yanına çıkmıştı. Yalnız yaptıkları görüşmede Ahmet Oker’in nezarete atılmasını istemişti. Adam "suçu nedir?" diye sorunca bir an durumu anlatmayı aklından geçirdi. Hemen vazgeçti. Yarım saat kadar önce yaşadıklarına adamın İnanmayacağını inandıramayacaklarını biliyordu. Bu nedenle
      “Dışarıdaki bayan şikayetçi, evine girmiş, kendisine saldırmış" demekle yetindi. Nezaretteki nöbetçiye de  “Lütfen dış görünüşüne aldanmayın kendisi çok tehlikelidir" demeyi de unutmamıştı. Sonra kapı önünde kendisini bekleyen Turanın yanına vardı. Durumu anlatmasını isteyen Turan'a
      “Bende bilmiyorum, Yüksel hanım belki yolda açıklar dedi. İkisinin de bakışları kendilerine bakan genç kıza yöneldi. Hükümet konağından telefon etmeyi denemişler ama ne bir telefon rehberi nede yardımcı olabilecek birini bulamamışlardı. Gülay hanımda havalara girmiş gibiydi.

      Adam dakikalardır sessiz bir doyumla yattığı yerden doğruldu. Büyük an yaklaşıyordu, son hazırlıklara tamamlanmalıydı. Ağır hareketlerle ayağa kalktı, koridora ve koridorun sonunda ki kapıdan bahçeye çıktı. Yıllarca önce belki de asırlarca önce dikildiği belli olan ve gölgesi tüm bahçeyi kaplayan çam ağacının dibine vardı. Bahçenin tam ortasına serilmiş olan halıyı yavaş hareketlerle topladı. Halı, rulo haline geldikçe altından halı ölçüsünden biraz küçük ızgara çıkıyordu. Tam yarısını toplamıştı ki birden durdu. Dışarıdan gelecek bir haberi, bir sesi dinliyormuş gibi bir kaç saniye durduktan sonra halıyı tekrar yerine sermeye başladı. Yaklaşan bir tehlike sezinlemişti beyninin içindeki varlık. İçeri girdi, gelenleri en iyi bir şekilde karşılamalıydı ki her hangi bir kuşku uyandırmasın.

      Bu arada genç gazeteci Turan, konunun ne olduğunu anlamadı çünkü kendi Motosikletiyle gitmeyi tercih etmişti. “Gazeteye uğramalıyım. Yoksa kendime yeni bir iş aramak zorunda kalabilirim" demişti.

      Doğan İşletmeye giderken genç kızı yol boyunca dinlemişti.  “O ırkımızın en kötü ve en zeki üyesi. İlk doğduğunda bilim adamlarımız neredeyse bayram yapacaklardı. Kendilerinin yıllardır uğraştığı ve çözemediği pek çok soruna bu zeki yurttaş tarafından çözüm bulabileceğini umuyorlardı. Ama Tynark beyin gücüyle ırkdaşlarının çok üzerinde olduğunu anlayınca bunu kötü yönde kullandı. Bizleri küçümsedi ve zekasıyla herkesi alt edebileceğini düşünmeye başlamıştı. Kendi çıkarları uğruna, toplumumuza, uygarlığımıza zarar vermeye başlamıştı. Çok uğraştırdı bizleri.
      Yakalandığı zaman doğrudan yok edilme cezasına çarptırılması istenilmişti. Bin yıllardır ne Kuroth ta nede diğer gezegenlerimiz de ölüm cezası verilmediği için -bir kereye  mahsus bir yasa değişikliği teklif edilmişti. Yüksek mahkememiz uzun süre tartıştıktan sonra bu -bir kereye mahsus- olayını reddetmişti. Bu kararda idam edilecek olan kişinin kafasının içinde taşıdığı olağan üstü beynin de yok olacağı düşüncesinin de etkisi oldu sanıyorum. O nedenle hemen yok edilmesi gereken tehlike hala yaşamaya devam ediyor. Genç kız sustu, bir kaç saniye süren sessizlikten sonra anlatmaya devam etti.
      Beynini karşısındakileri etkilemek için çok rahat kullanıyor. Sizin konuşmayla yapmaya çalıştığınızı hiç bir aracı kullanmadan yapabiliyor, özelliklerde zayıf kişiliklerde çok etkili bu yöntemi. Siz buna illüzyon diyorsunuz." Doğan “Ama..." diyecek oldu genç kız araya girdi.
      “Bizlerde de o yetenek var... Beynimizi sizlerden çok daha fazla kullanabiliyoruz. Ama dedim ya Tynark çok zekidir.
      “Desene sizin bu çok zeki katil bizleri uğraştırmaya devam edecek" Doğan gülümsüyordu. Bir ara kızın yüzüne haince bakıp

      “Sahi bana böyle yeteneklerinin olup olmadığını söylemiş miydin?" dedi. Araç İşletmenin bahçesine girmek üzereydi. Doğan sol sinyalini yaktı.
      “Ahmet Oker'i iki defa nasıl alt ettik sanıyorsun. Doğan aklına getirince bir saat önce yaşadığı acıyı yeniden yaşadı. Konuşmaları bitip konuk araç parkına yanaşırken büyük siyah Amerikan arabasını gördüler. Anlaşılan İşletmede de gelişmeler olmuştu.

      Turan Vespasını kenarı ya çekip gazeteye girdiğinde Yakup usta yazıhanede oturuyordu. Sırtı kapıya dönük biri daha vardı ama içeri girmeden kim olduğunu anlayamazdı. Bir kaç saniye kapı önünde dikildi. Ustası ve sırtı kapıya dönük olan konuğu odadaki küçük ekran televizyonu seyrediyorlardı. Kapıyı hafifçe tıklattı. İçeriden hiç ummadığı yumuşaklıkta bir  ses geldi.

      “Gel Turan. Bir konuğumuz var." Turan yazıhaneden içeri ye bir iki adım atmıştı ki Onun girmesiyle yüzünü dönen konuğu hemen tanıdı. Yaşamının en güzel anlarından biriydi bu tanışma. Kendisine bir ideal olarak aldığı kişi ile karşısında duruyordu. Ustasının tanıştırmasından sonra dikkati odadaki diğerleri gibi televizyondaki görüntülere kaydı. Küçük ekranda sabah öldüğünü duyduğu Lütfü Yurttaş’ın oğlu heyecanla konuşuyordu. Bir ara kamera yanındaki konuğa çevrilince ünlü haber programı yapımcısı Kadir Öncü’yü hemen tanıdı. Ülkenin iki ünlü televizyon habercisi burada ilçelerindeydi.
      “Aylardan beri peşinde olduğun olayı birde beyefendi için anlatır mısın?" dedi Yakup usta kibar bir sesle. Bir anlık sessizlikte Turan olayı kafasında toparlamaya çalıştı.
      “Seve seve ama önce bir telefon etmeme izin verin" dedi. Turan ustasının yanında İzmir’i aramış direk Menderes havaalanıyla bağlantı kurmaya çalışmıştı. Santral dan aldığı telefon numaralarıyla önce T.H.Y. yi aramış son bir kaç gün içinde Besim Kalden adına bir bilet alınmadığını öğrenememişti. Israrlarına rağmen ahizenin karşı ucundaki kişi istediği bilgiyi vermiyordu. Bir sonuç alamayınca sert bir şekilde telefonu kapattı. Odadan öfkeli hareketlerle çıkmakta iken Timur Bey telefonu ve Turanın bir kağıda yazdığı numaraları "izninle" deyip almıştı.
      Önce Air France'a telefon etti önce Timur bey. Air France gişe yetkilisi Umut beyin sesinden etkilenmiş olmalıydı ki istediği bilgiyi hemen vermişti. Bir gece öncesinde İstanbul bağlantılı bir Paris bileti satılmıştı Besim Kalden adına. Yetinmemişti Öğrendikleriyle Kurt gazeteci Timur.
      “Bu arkadaş uçağa bindi mi?" diye tekrar sordu telefonun diğer ucundaki kişiye. Bir kaç dakikalık bekleyişten sonra  “O kadarını öğrenemedim" deyip ahizeyi yerine koydu. Turan bir kaç dakika içinde almış olduğu dersten etkilenmişti. İzin isteyip bir telefon daha etti. Bu defa aradığı Birlik Çırçır İşletmesiydi. Doğan ağabeyini bilgilendirdi. Timur beye dönüp
      “Ne zamandır izlediğim bu olaydaki son gelişmeleri öğrenmek istiyorum izin verirseniz" dedi. Timur Sarıca’nn anımsattığı söz üzerine vazgeçti. 
“Delikanlı hani bize neler olup bittiğini anlatacaktın" dedi. Sesin yumuşaklığı ve o yumuşaklık içindeki emir tonu bir kere daha etkilemişti Turanı. Kalkmaya niyetlendiği sandalyeye tekrar oturmak zorunda kalmıştı.

      Doğan, içeri İşletmeye girince yanıldığını anladı. Siyah arabayı İşletmenin bahçesinde görünce aklına ilk gelen "sapıklar İşletmeyi basmış" düşüncesiydi. Onlar daha arabadan inmeden zenci Amerikalı kapılarını açmak için otomobilin yanında belirmişti bile. Hoş bir sürpriz olmuştu doğrusu. Tabii beyinlerdeki kuşku korları tekrar canlanacaktı. Birde onları hiç sevmemiş olanlar geldiklerini gördülerse bir ay kadar önce yaşananlar yeniden yaşanabilirdi. Yüksel hanımsa çoktan eski dostlarıyla konuşmaya dalmıştı. Bir zaman sonra Doğan
     “Arkadaşlar bu akşam buradasınız değil mi?" diye sordu. Amerikalılar “Biz var memlekete dönmek..." gibisinde sözlerle vedalaşmaya geldikleri anlatmaya çalışırlarken Doğan Cavit Dayıya dönerek
      “Dayıcığım var bu adamlar biz gelene kadar gitmemek." Araya Yüksel hanım girdi.
      “Çünkü biz var bir iş bitirmek hemen dönmek. Akşama güzel bir yemek yemek" dedi. Sonra cümlesinin eksik kaldığını anlamış gibi ekledi.  “Hep birlikte yemek" Amerikalıların konuşmalarını taklide çalışmaları hoşlarına gitmişti.
      “Peki... Peki..." dediler. Tam çıkmak üzereydiler ki kapının telefonu çaldı. Cavit dayı açtı telefonu. Açar açmazda Doğana uzattı. Kısa bir görüşme olmuştu. Telefonu kapatınca içeridekilere açıklama yapma gereği olmuştu.
      “Turandı." dedi. “Yüksek olasılıkla Besim dün gece yarısı Air France ile Paris’e uçmuş" diye sözlerini tamamladı. O küçük odada bulunanlar "çık...çık..." lara başladılar.
      “Kızı kaybolan biri nasıl olurda Paris’e giderdi..."Bir baba nasıl bu kadar sorumsuz olabilirdi... "Böyle bir şey ne görülmüş ne duyulmuştu..."  Odada ki herkes düşüncesini yüksek sesle söylerken Doğan ve Yüksel dışarı çıktı.
      Arabanın motoru devrini aldı, geri vitese taktı. Doğan, sağ solunu oturduğu koltuğa atıp başını arkaya çevirmişti. Ayağını debriyajdan çekmek üzereyken camının tıkırdadığını duydu. Rıza Aslandı camı tıklatan. Vitesi tekrar boşa attı, camı açtı.
      “Nereye gidiyorsunuz?" Rıza Baba bu tür sorular sevmezdi. Sormazdı da.
      “Gölyaka köyündeki o çiftlik evini bir dolaşalım istiyoruz" dedi. Doğan karşısında duran adamın yüzüne baktı. Biraz suçluluk biraz keder vardı.
      “Besim Beyin rahmetli babası da o köydendi. Sanıyorum bahis konusu olan o ev" dedi. Başını eğdi, suçüstü yakalanmış ihbarcılar gibiydi, geriye bekçi kulübesine doğru yürümeye başladı. Doğan, az önceki hareketlerini yineledi, araç gerisini geri park yerinden çıkıyordu. Rıza babanın sözleri yönleri değiştirmemişti ama bu keresinde ne yapması gerektiğini daha iyi biliyor gibiydi.

      Yanlarında bulunan köy imamının yolu tarif etmesiyle aradıkları evi bulmaları zor olmadı. Gerçekten de ev ana yol ile Gölyaka köyünü birbirine bağlayan asfalttan görünmeyecek konumdaydı. Otlar ve çalıların etkisiyle gizlenen toprak yola girdiler. Bir kaç yüz metre gitmelerine rağmen hala evi görememişlerdi. Önlerindeki hafif tepeyi aşmaya başladıklarında ilerideki ağaç kümesini gördüler. Biraz daha yaklaştıklarında kocaman çam ağacının çevresinde toplanmış gibi duran bir grup ağaç vardı.
        Her biri tek başına dursa muazzam büyüklükleriyle hemen görülecek olan ama ulu çam ağacının yanında olmakla gerçek büyüklüklerinden daha küçükmüş gibi duran ağaç kümesinin arasında bir çatı vardı. Yıllardır üzerine dökülen toz ve yaprakların etkisiyle kırmızı rengini yitirdiği için ancak yaklaşınca fark edilebilen bir çatı, evi gözlerden kaçırmaya yardım ediyordu. Eve iyice yakınlaşmadan otomobili yolun sağına çektiler.
      Kapıyı çalan Rüzgar Aliydi. Genç imam, bir tanıyan olabilir düşüncesiyle arabada kalmıştı. Ağır adımlarla eve doğru yürüdüler ama durum arabada kalan gencin anlattıklarına ters bir şekildeydi, evden her hangi bir yaşam belirtisi gelmiyordu. Biraz beklediler, sağa sola bakındılar. Yol boyu kapıyı açan kişiye -eğer bir açan olursa tabii- ne diyeceklerini düşünmüşlerdi. Bir süre değişik senaryolar uydurmaya çalıştılar. İnandırıcı görünmüyordu hiç biri. Sonunda Komiser Gerçeği söylemeye karar vermişti. Yani gerçeğe yakın bir şeyleri. O kapıyı bir kere daha çaldığında yanında o çok sevdiği Dağ köyünden yeni gelen Hasan Tırpan vardı. Hasan ve diğer arkadaşı Uğur. Komiser kapıda kapıyı birinin açmasını beklerken Memur Hasan ve Memur Uğur evin her iki yanına yürümeye başlamışlardı.
      Evin ön cephesi taş duvardandı. Duvarın dibindeki çalılar ve pencereleri örten panjurları saran sarmaşıklar evin uzun süredir açılmadığını belli ediyordu. En azında pencereler açılıp havalandırılmamıştı. Tam duvarın ötesine gideceklerdi ki ön kapı gıcırtıyla açıldı. İki memur geri komiserinin yanına döndüler. Kapıyı açan en az ev kadar yaşlı görünen kadın onların daha kim olduklarını öğrenmeden içeriye davet etti. Üçünün de içindeki merak duygusu ağır basmıştı. İçeriye evin geniş salonuna girdiler.

      Doğan ve Yüksel Hanım gittikten sonra sohbetin hızı kesilmiş gibi görünse de Serkan Güler’in gelmesi ile neşeli bir hava kazanmıştı. Sanki bütün işi çevresindekileri güldürmek olan adam anlattıkça, küçücük odada hiç olamayacak kadar kahkaha- duyuluyordu. Bu neşe yolun tam karşısına yanaşan minibüsü görmelerine kadar sürdü. Üzerinde kocaman harflerle ait olduğu ulusal televizyon kanalının arması olan minibüstü.
      Minibüsten iyi bir televizyon izleyicisinin çok uzaktan bile tanıyabileceği bir bayan indi. Üzerinde dekolte sayılabilecek bir elbise onunda üzerinde haberlerin sonunda yazılan meşhur mağazalardan alındığı belli olan deri mont vardı. Arkasından omuzun- da kamerasıyla bir delikanlı ve yardımcı personel olduğu belli olan bir kaç kişi inmişti. Yolun sağına soluna baktıktan sonra İşletmeyi kamera ile çekmeye başladılar. Özellikle de avludaki büyük siyah arabayı zoomluyorlardı. Kulübede aralarındaki konuşmayı bırakmış olan kişiler yolun karşı kaldırımında olan gelişmeleri izliyorlardı.

      Dışarıyla içerisi bambaşkaydı. Yaşlı kadın adamları içeri buyur ettiğin de adamların bu kadar şaşırtacağı aklına gelmezdi. Ev otuz yada kırk yıl öncesinden kalmış gibiydi. atmışlı yıllarda çevrilen Türk filmlerinde kullanılan o evlerden biriydi ve sanki yukarı çıkan ahşap merdivenlerden bir Türkan Şoray yada bir Hülya Koçyiğit iniverecekmiş gibiydi.
     “Buralarda bir kaçak görmüşler nineciğim" dedi Rüzgar Ali sesine olabildiği kadar bir sempati katarak devam etti. "O nedenle seni rahatsız ettik " Yaşlı kadın
       “Hiç rahatsızlık mı olur a evladım. Zaten son günlerde arayanım soranım o kadar azalmıştı ki" dedi. Konuklarını peşine katmış salona götürürken aklına yeni gelmiş gibi. "Benim adım Esma" dedi. "Herkes bana Esma nene der." konuşmaktan çene kasları ağrımasın diye ağır konuşuyor gibiydi. "Sizlerde bana Esma nene diyebilirsiniz" dedi. Komiser bey bir yanlışlık yaptıklarını düşünmeye başlamıştı bile
      “Bu ev bana kızımdan kaldı, burada torunumla birlikte oturuyoruz" dedi Salonun ortasında ki açık olan seccadeye doğru yürümeye başladı “Daha doğrusu o ara sıra gelip gidiyor. Evde ben yalnız yaşamaya çalışıyorum" bir taraftan konuşuyor diğer taraftan orta yerdeki seccadeyi topluyordu. Komiser etkilenmişti.
      “Zor olmuyor mu?" dedi. "Yani ev işleri falan diyorum" Daha önceden anlaştıkları gibi Komiser yaşlı kadınla konuşurken diğer ikisi belli etmemeye çalışarak evi dolaşmaya başlamışlardı.
      “Dikkat edin evladım, bu evdeki her eşya kıymetlidir. İstemeden de olsa bir zarar verirseniz torunum çok üzülür." dedi. "Evi kolaçan etmeye çalıştığımızı farketti moruk" diye düşünüyordu ağır adımlarla yanlarına yaklaşmaya başlayan Hasan Tırpan. Ama yaşlı kadının sözleriyle tam bir şoka girdi.
      “Moruk kelimesinin yaşlılar için kullanılmayacağını sana öğretmemişler miydi evladım" dedi. Hasan Tırpan’nın yüzüne bakarak. Diğerleri anlamasa da Memur Hasan irkilmişti.
      “Hakkaniyetli torunum bazen temizlikçi getiriyor. Eh gündelik işleri de kendim yapabiliyorum zaten." Rüzgar Ali bir ağanın bağ evine geldiklerini düşünmeye başlamıştı. Çok ileri giderlerse yukarıdan birileri tarafından uyarılabilirlerdi. Ellerinde bir mahkeme kararı falan da yoktu, sırf bu yüzden bile doğrudan doğruya bir haneye tecavüz sayılabilirdi. Acaba arabada bıraktıkları imam mı yanılmıştı. Denize düşen yılana sarılır hesabı çaresizlikten ilk duydukları kişinin sözlerine aldanıp bir hata mı yapmak üzereydiler.
      “Biz yanlış gelmişiz nineciğim" dedi. "Aradığımız kaçağın buralarda olması mümkün değil."
Yaşlı kadın "Aldırma be torunum" dedi. "Yalnız oturduğum için beni çevrede pek sevmezler, hakkımda bir sürü söylenti yayarlarmış. Yok evden kahkahalar geliyormuş, yok evde küçük bebeler varmış" Yaşlı kadın daha devam edecekti ama Komiser elini öpmek için eğildi.
      “Kusura bakma nineciğim, biz adamı yanlış yerde arıyoruz" dedi. Üçü birden Ninenin ellerini öptü. Defalarca özür dileyerek dışarı çıktılar. Otomobili bıraktıkları yere vardıklarında ise arabanın boş olduğunu gördüler. Kendilerini buralara getiren imam kaçmıştı.

      Turan, en başından olanları anlatmaya başladı. Kendisinin "bu konu sizin için bu kadar önemli mi?" demesine gerek kalmamıştı. Adam durumu söz arasında açıklamıştı.
      “Rakip televizyonun böyle bir yere geleceğini duyduk küçük bir araştırma yapınca da haklılığını anladık. Şimdi, onlar sansasyon biz gerçek haber peşindeyiz" demişti.
      Ayrıntıya girmeden taa ilk çocuktan başlayarak anlatmıştı. O anlattıkça Timur Bey şaşırıyordu. Bir ara televizyona çıkan bir yüz tanıdık geldi.  "Ama bu... bu... Kaybolan çocukların birinin ailesi" Gerçekten de yöresel televizyonun stüdyosunda canlı yayınında kaybolan çocukların aileleri konuşuyorlardı. Turan kameranın karşısında aileyi tanımıştı. Selçuklu’dan geliyor olmalıydılar, anne, baba ve simitçi ağabey.
      “Ne yapmaya çalışıyor bu adamlar" dedi öfkeyle. Aksine usta gazeteci sakindi.
      “Az önce size dedim ya onlar sansasyon peşinde bizler haber.” Bir ara televizyonda görüntü değişti. Mekan stüdyo değil açık havaydı, yol kenarıydı. Yakup Usta Turandan daha önce tanıdı yeri.
      “Burası Birlik Çırçır’ın önü." Turan hemen cep telefona sarıldı. Karşısına Dayısı çıktı. Durumu sorunca Bekçi Cavit neredeyse yarım saattir yolun karşısında olduklarını ve içeriyi görüntülediklerini" söyledi.
      “Özellikle Amerikalı arkadaşların arabalarını çekiyorlar" deyince Turanın jetonu düşmüştü. Adamlar daha büyük haber peşindeydiler. Belki de bir isyan bir linç olayını yeniden hazırlıyorlardı. Hem de canlı yayın yapmanın hesaplarıyla. O nedenle kayıp çocukların ailelerini bulup getiriyorlardı. Amerikalı iki gencin üzerinden yargısız infaz yapacaklardı.
      Televizyonda görünmeyen bir ses sık sık "Sevgili büyüğümüz Lütfü Yurttaşın cenazesinden sonra Birlik Çırçır önünde buluşalım." diyordu. “Adaletin kendisi olalım" diyordu. Katil arabanın katil sürücülerinden hesap soralım" diyordu. Yüzünü görmeseler de kelimeleri yuvarlamadan konuşan sesin sahibini, Kamil Aksu’yu tanıyorlardı. Kayıp çocukların eski fotoğrafları ekranda gösteriliyordu. Gözü yaşlı ana babalar canlı yayına çıkartılıp yaraları deşiliyordu. Bu aleni bir kışkırtmaydı, Yakup usta doğrudan Kaymakam beye telefon açmayı denedi, ulaşamadı.

      Batı Anadolu’nun küçük bir ilçesi için kocaman ve üzeri çanak anten benzeri cihazlarla donanmış minibüs ve her akşam tvde gördükleri kişileri görmek büyük bir olaydı. Televizyonun arabasının yanına insanlar toplanmaya başlamışlardı. Önce bir iki boşta gezer, ardından canı sıkılan bir kaç genç, minibüsün yanına varmıştı. Bir görevli arabanın üzerindeki logoları söktü. Minibüs şimdi düz beyaz renkteydi. İçeride İşletmenin girişinde oturanlar gelişmeler karşısında ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Zumlu kamerayla kulübenin içinin bile görüntüye alınabildiğini tahmin ediyorlardı Serkan beyin yerinde önerisiyle içeriye yönetim binasına geçtiler. Doğrudan müdür Birol beyin odasına girdiler.

      Birol Tekin gelişmelerin bu noktaya varacağını ummamıştı. Tedirgindi ama tedirginliği böyle bir işe kalkıştığı için değil adını verdiği içindi. Üstelik doğrudan doğruya Lütfü beyin oğluna söylemişti adını. İçeri girenlere baktı
      “Gidiyorsunuz galiba" dedi Amerikalılara. Rıza Aslan kendinden beklenmeyecek bir çıkışta bulunarak
      “Kusura bakmayın Müdür Bey, arkadaşlar bu akşam bizim konuğumuz" dedi. Birol bey yıllardır birlikte çalıştıkları ve çok iyi tanıdığını sandığı adamın bu çıkışına şaşırmıştı. Durumu çabuk toparladı. Geçen ay olanlar kolay unutulacak şeyler değildi.
      “O halde alın konuklarınızı başka bir yere gidin" dedi. Sesi istediği gibi Rıza Aslanın ses tonundan daha yüksekti. Azarlar gibi devam etti
      “Az önce söylediklerinizi duymadım ve şu andan itibaren izinlisiniz" dedi. Kolundaki saatine baktı. "Ben Lütfü Beyin cenaze namazına gidiyorum. İsteyen olursa götürebilirim." dedi ve bir yanıt almayı beklemeden odadan çıktı. Bir saniye sonra kapıyı tekrar açıp “Belki bilmek istersiniz. Dün gece Lütfü Yurttaş’ın evinin önünde kapıdaki büyük siyah arabayı görmüşler" dedi.

      Doğan saatine bir kere daha baktı. ”Sence her şey bugün olacak mı?" dedi. Kız “Evet" diye mırıldandı. "Bugün olmak zorunda çünkü bizim yok olan yıldız sistemimize göre bu son sabah." Delikanlı anlamamıştı.
      “Sana söylememiştim değil mi. Bizim yok olan sistemimizin bir günü sizin otuz üç gününüze eşit. Bugün ise altıncı gün doluyor. Tynark'ın uyanma zamanı. Altı aşamada uyandı derin uykudan. Her gün için bir çocuk getirtti kendisine. Her gün biraz daha güçlendi kendine sunulan bu çocukla. Bu nedenle Ahmet beyi ve diğerlerini rahat etkiliyor. Eğer altıncı kurban emrine verilir de yattığı yerden doğrulursa ve hizmetkarının bedenine girerse ben dahil kimse durduramaz onu. O zamanda yasalarımıza uygun olarak kanserli ur toptan yok edilir." Doğan gülümsedi ama gülümsemesi buz gibiydi.
      “Kanserli ur Dünya mı oluyor yoksa?" başını çevirdi yanında oturan genç kıza baktı. Vereceği yanıtı duymak ve görmek istiyor gibiydi.
      “Üzgünüm" dedi. Yıllar öncesinden bildiği ve son aylarda iyice tanıdığı çehrede şaka yapar gibi bir hal yoktu.

      Bu camiyi bilerek seçmişti oğul Yurttaş. Babasının ani ölümü Onu gerçekten yaralamıştı. Babası onun için bir idealdi, kendisinin sağken anlattıklarını düşünüyordu." Sıfırdan başladım sana bir beylik bıraktım Sende bana yakışan evlat ol beyliği bir imparatorluğa dönüştür" derdi. Son gece yani birlikte oldukları son gece oğlunun geleceği için uğraşıyordu. O gece eve dönerken ölmüştü. Oturdukları sitenin kapıcısı polise söylemediklerini kendisine söylemişti. "Büyük siyah arabayı" anlatmıştı. "Arabadan inen kişiyi anlatmıştı. Şimdi o "büyük siyah arabadan ve o arabanın sürücüsünden intikam alma zamanıydı. Hem de babasının sağ olup ta görseydi oğluyla öğünebileceği bir tarzda intikam alacaktı. Babasının katillerini linç ettirecek bu linç olayını babasının kurduğu televizyon kanalıyla tüm Türkiye’ye hatta Dünyaya canlı olarak verecekti. Bu nedenle ilçe merkezindeki ve bulvar üzerindeki bu camiyi bilerek seçmişti. Caminin arka tarafında bulunan lojmanın kapısını çalarken bunları aklından geçiriyordu. Kapıyı açan İmamın eşine
      “Gürsel Yurttaş geldi der misiniz?" dedi. Kuşkulu bir şekilde kenarıya çekildi. Bir kimse görsün yada duysun istemiyordu. Beş dakika sonra ikindi namazı için abdest almaya giderken "adamla konuşmasına gerek olmadığını" düşünüyordu. Orta yaşlı sayılabilecek imam yeteri kadar yabancı düşmanıydı zaten.
      “İçiniz rahat olsun. Babanızın katilleri buradaysa camimizin cemaatinin büyük bir kısmının katilleri protesto etmek için tarafımdan oraya gönderileceğinden emin olabilirsiniz" demişti.
Başlık: Anchilea - Bölüm Kırk
Gönderen: azizhayri - 25 Ocak 2016, 11:27:11
B Ö L Ü M   K I R K

      Adam yine bahçeye çıktı. Uzaktan köyün camisinden ikindi ezanı duyuluyordu. İşte dehlize girdiği zaman masanın üzerinde bulduğu ve olağan üstü yetenekleri olmadan hayatta okuyamayacağı kara kaplı defterde yazılanları anımsadı." Kurban töreni güneş ufka yaklaşmaya başladığında yapılmalıdır" diyordu. Yine aynı kitap "Eğer güneş dağların ardında kaybolursa çömezler rahip, rahipler başrahip olabilmek için bir sonraki Ekinoks'u beklemek zorundadırlar. Eğer bu kurban töreni gerçekleşmez de güneş batarsa Tanrıça Hekate'nin lanetini hiç kimse, hiç bir şey durduramaz" diyordu. Bahçenin ortasındaki kocaman yeşil halıyı açtı. Halının altında hapishane parmaklığı gibi bir Izgara göründü. Izgaranın altında o ilk günden beri ışığı artan yeşil duvar, dumanlar saçmaya başlamıştı.

      Geri dönüşleri yavaş olduğu için karşılarından gelen bej renkli otomobili farkettiler. Komiser bey bir kez selektör yaptı. Karşılarından gelen otomobil saniyeler geçtikçe yaklaşıyordu. Bir yanıt gelmeyince acaba bir başkası mı diye düşünüyordu ki plakayı gördü. Araçlar birbirine teğet geçmek üzereyken bir selektör daha yaptı ve kornasına basmaya başladı. Diğer araç sert bir fren yapıp yolun sağına çekti. Rüzgar Ali de sağa yanaştı. Dörtlü uyarı ışıklarını yakıp beklemeye başladı. Bir dakika sonra Doğan ve yanındaki Yüksel arabalarının yanlarındaydı.
      “Boşuna gitmeyin diye uyarmak istedim sizleri" dedi. Ali Rüzgarlı anlamamış gibi kendilerine bakan iki kişiye.
      “Neden"
      “Biz o eve gittik. Evde sadece yaşlı bir kadın kalıyor. İçeri buyur etti bizi, sanıyorum bir ağanın bağ evi. Ev dışarıdan göründüğü gibi değil çok iyi durumda. Temiz ve bakımlı. Öyle perili, cinli bir yere benzemiyor" dedi.
      “İmam arkadaş ne diyor bu işe" Komiser gülmeye başladı. Bu gülüş komik bir olayın tepkisinden çok sinir gülüşüydü.
      “O onun bunun çocuğu kaçmış" Yanlarında durup sessizce kendilerini dinleyen Yüksel Hanımı görünce toparladı kendini “Kusura bakmayın Hanımefendi" dedi. Yükselin kafası ise bu tür nezaket kurallarından daha çok Komiserin ev için söylediklerine takılmıştı.
      “Bir hile olamaz mı? Bütün bu işleri yapacak cesareti kendinde bulanlar böyle küçük oyunlar oynamış olamazlar mı?" dedi. “Allah kahretsin" dedi içinden Komiser, vazgeçmek için çok çabuk karar vermişlerdi. “Keşke bahçe duvarına tırmanıp içeri bakmayı deneseydim" dedi Uğur Tamsun. Hasan Tırpan ise
      “Sanırım yaşlı kadın izin vermezdi" dedi. Bunları söylerken kafasından geçen "Moruk" yakıştırmasına yaşlı kadının verdiği yanıtı düşünüyordu. Bir kaç cümle ile anlattı durumu.
      “Bence O evi bir kere daha ziyaret edelim Komiserim" dedi Memur Hasan. Komiser de aynı düşüncede olduğunu belirtmek için kafasını salladı. O arada Yüksel hanım söze girdi.
      “Komiserim, Amerikalı iki dostumuz arabalarını geri vermek ve vedalaşmak için İlçeye dönmüşler. İlçede geçen ay olanların bir benzeri hatta daha büyüğü yaşanabilir." dedi. Komiser şaşırdı, kısa bir anda karar vermesi gerekiyordu. Yere baktı bir an, içindeki öfke büyüyordu, sağa sola bakındı. Yerdeki minik taşları öfke ile tekmeledi.

      “O zaman sen bu iki arkadaştan birini al o eve git. Ben diğer arkadaşla İlçeye döneyim" dedi. Komiserin sözleri henüz bitmişti ki Hasan Tırpan ileri atıldı
      “Komiserim izin verirseniz ben Doğan amirimle gideyim" dedi. Uğur Tamsun saniye farkı ile geç kalmıştı. Otuz saniye sonra Komiserin arabası İlçeye doğru tam gaz gidiyordu.

      Halı kalkınca aşağıda günler süren uğraşmalar sonucu açtığı kocaman çukur ortaya çıkmıştı. Sanki bir bomba yada gökyüzünden bir göktaşı düşmüşte bahçenin orta yerine bir krater açmış gibiydi. Kendinin bile inanmakta güçlük çektiği bir kuvvetle o kocaman ızgarayı tutup bir ucunu yere indirmişti. Bu sayede çukuru örten ızgara bir merdiven olmuştu. Merdivenin basamaklarından ağır ve dikkatli adımlarla aşağıya indi. İçini huzur dolduran yeşil ışıklı duvara dokundu. O müthiş hazzı bir kere daha duydu. Bütün organları, dokuları hatta hücreleri bayram yapıyordu sanki. Sanki bedeni denetimden çıkmış o haz duygusunun hiç kaybolmaması için elini oradan çektirmiyordu. Bedene hükmeden beyni ve beyninin içindeki o canlı elini çekmesini sağlamıştı. Yukarı çıkıp boş olan son kabinin son konuğunu getirmeliydi.
      Beyninin içinde artık rahatlıkla konuşmaya başladığı o varlığa, bir kere daha duvara dokunmasına izin vermesini istedi, olmadı, yalvardı gene bir ses seda çıkmayınca bunu izin kabul etti. Başını kaldırıp çam dalları arasından görünen ve yavaşça bahçe duvarına -ufka- yanaşan Güneşe baktı. Bu kere iki elini dokundurdu duvara. Duvarın enerjisi bedenine geçiyordu. Sonra ağır adımlarla ızgaradan tırmanmaya başladı, tören tamamlanmalıydı, ne olursa olsun tören tamamlanmalıydı.

      Bölgenin iki televizyonundan biri olan Haber Televizyonu cenaze namazını naklen vermişti. Hele namazın sonunda Hocanın duası görülmeye değerdi. Televizyonun yorumuna göre binlerce kişi katılmıştı Cenaze törenine. Yine aynı televizyon yorumcusuna göre İlçe, İlçe olalı beri böyle bir tören yaşamamıştı. Bir daha da kolay kolay yaşayamazdı. Kendini göstermeyip sadece sesiyle programa katılan Kamil Aksu'yu Televizyon izleyen pek çok kişi gibi İşletmedekilerde tanımışlardı.
      “Yalaka herif" dedi. Cavit dayı. Lütfü Yurttaş ölünce oğlunu yönetmek onun için çok kolay olacak. Belli etmemeye çalışıyor ama sesi zil çalıp göbek atıyor" dedi.
      Birol beyin "Cenazeye gidiyorum" deyip işletmeden ayrılmasından sonra başka bir yere gidip gitmeme konusunda epey tartışmışlardı. Sonuç olarak Fabrikada kalmaya karar vermişlerdi. Rıza Aslan'ın deyimiyle "mesai bitmemişti daha" Yine de yolun karşısında çoğalan kalabalık endişelendiriyordu onları. Muammer Alkaşlı,
      “Polisi arayalım" deyince Ali Usta da bıyık altından gülerek
"Boşuna aramayın hepsi Lütfü Yurttaş’ın cenazesindedir" demişti. Cavit Dayı ise bir ara gidip dış kapıyı iyice kapamıştı. Gerçi kapı yarım sürgülü kapıydı ve biraz zorlansalar da pek çok kişi üzerinden atlayabilirdi. Olsun yine de tedbir tedbirdi. Şu ara beklemekten başka yapabilecekleri bir şeyde yoktu.

     “Tynark, çok heyecanlı, sabırsızlanıyor. Lütfen biraz daha acele edelim" Ana yol ile köyü birbirine bağlayan toprak yoldaydılar. İlk bakışta görememişlerdi aradıkları evi, Doğan tırmanmaya başladıkları şu küçük yükseltiyi aşar aşmaz evi göreceklerini umuyordu. Bir iki dakika sonra karşılarında bir ağaç kümesi gördüler. Kocaman bir çam ağacı vardı aralarında. Arkada oturan Hasan Tırpan kümeyi görür görmez bağırdı
      “İşte" Biraz daha yaklaşınca ev geniş cephesiyle karşılarında duruyordu. Aracı kenarı çekip durdular. Ortalıkta var olan sessizlik Doğanın dikkatini çekmişti. Ne bir böcek ne de bir kuş sesi duyulmuyordu hatta rüzgar esmiyor yapraklar bile kıpırdamıyordu. Ağır adımlarla ön kapıya yanaştılar. Hemen arkalarından gelen çığlık sesi tüylerini ürpertti.
      O anda evin karşısındaki çalılıkların arasından bir gövde önlerine atılmıştı. Elinde kalın bir dal vardı. Binlerce yıl öncesinin mağaralarında duyulabilecek bir çığlık yine ovada yankılandı. Eğer ani bir refleksle eğilmeseydi kendisine en yakın olan Yüksel hanımın kafasını elindeki dal ile yarabilirdi. Genç kızın eğilmesi çalılardan fırlayanın hızını alamayıp ileri gitmesine neden oldu. İşte o zaman Uzun boylu polis memuru saldırganın ense köküne bir yumruk vurdu. Adam bir an sendeledi. Hızını alamayan bir boğa gibi öte yana geçmişti.
      Saldırgan Tekrar hücuma geçti. Bu defa Doğan, Yükseli arkasına almıştı. İnen kalın dal yana kaçılmasıyla omzunu sıyırdı geçti. Hasan Tırpan gene yetişti. Yarı deli saldıran genci arkasından kavradı. Uzun kolları mengene gibi sıkıyordu Doğan kendisini toparlayıp saldırganın önüne geçti. O an durdu. Hasan Tırpan "Haydi ne bekliyorsun" demeseydi belki de vuramayacaktı.
      Adam bir yandan debeleniyor kendisini saran kollardan kurtulmaya çalışıyor bir yandan da ayaklarıyla önünde duran Doğana tekmeler atıyordu. İçlerinde en sakin kişi görünen Yüksel saldırgana yaklaştı. Elini adamın ensesine attı. Parmaklarıyla uyguladığı bir anlık baskı bir vahşi gibi saldıran kişinin olduğu yere yıkılmasına neden oldu.
      “Bu numarayı bende biliyorum ama bu kadar etkili uygulayana ilk kez rastlıyorum" dedi Doğan soluk soluğa.
      “Arkadaş, adama vurmak için daha ne bekliyordun" diye Polis Memuru Doğana sitem edince Doğan eğildi yerde baygın yatan adamın yüzünü çevirdi. Kendilerine bu evde olanları anlatan evi tarif eden din görevlisi genç ayaklarının dibinde yatıyordu.

     “Lütfen acele edelim" dedi Yüksel ikisine de aldırmadan Ayak üzeri bir strateji belirlemişti.
   “Dağılalım, dağılırsak Tynark'ın dikkatini ilgisini dağıtmış oluruz. Doğan sen şu yana git. Duvardan bahçeye geçmeye çalış. Hasan Bey siz de kapıyı çalın. Yalnız çok dikkatli olun ve olabildiği kadar beni ve Doğan beyi düşünün. Zihinlerimizi birleştirebilirsek ancak yenebiliriz bu şeytanı" dedi. Doğan, sola evin duvarını örten ağaççıkların ve çalıların arasına daldı. O anda kapı tokmağının tok sesi duyuldu.

      İçerideki tedirginlik dışarıdaki kalabalıkla birlikte artıyordu. Yolun karşı şeridinde arabalar asfaltın sağına çekmiş, uzun bir kuyruk oluşturmuş İşletmenin sırasına da park edilmeye başlanmıştı. Müdür beyin odasındaki televizyon sürekli çalışıyordu.
      “Bu olan biteni, bu televizyon yayınlarını yetkililerden kimse izlemiyor mu?" dedi bilmem kaçıncı defa Ali usta. Bir yandan hoşuna gidiyordu. Sıradan başlayan bir gün önemli bir güne dönüşmüştü. Televizyonda İşletmenin karşısına ilk park eden araçtan alınan görüntüler veriliyordu. Özelliklede konuk araç parkında bulunan siyah Chevrolet. Serkan Güler telefonla Kaymakamlığı aramaya devam ediyordu. Ulaştığında da aldığı cevap can sıkıntılarını arttırmaktan başka bir işe yaramamıştı.
      “Biz kendi vatandaşımızı korumakta zorlanırken elin Amerikalılarını nasıl koruyabiliriz" gibisinden sözler söylemişlerdi. Kalabalığın daha da çoğalmaması için dua etmekten başka bir şey ellerinden gelmiyordu.

        Adam kucağındaki çocuğu nazik bir şekilde yere bıraktı. Beyninin içinde yankılanan ses sürekli acele etmesini söylüyordu. Yukarı çıkmış bıraktığı gibi uyumaya devam eden çocuğu kucaklayıp aşağı indirmişti. Minik yavru bir ara gözlerini açmış kendi babasının kucağında olduğunu görünce dudaklarının arasından "baba" sözü dökülmüştü.
      Elini altıncı defa kendi için özel yapıldığı belli olan el izine bastırmıştı. Belli belirsiz bir "tıs" sesiyle boş çekmece açılmıştı. Bir an belki saniyenin yüzdelerle ölçülecek biriminde aklına yaptığının doğru olup olmadığı gelmişti. Kendi yavrusunu "Hekate"ye kurban vermesinin doğru olur muydu? Saniyenin yüzdeliklerle ölçülebilecek bölümünde içindeki ses ona "yaptığının doğru olduğunu, kızını çok yüce bir varlığa katılacağını Hekate'ye yaşam vereceğini söylemişti. Az önce yere bıraktığı çocuğu aynı hassasiyetle kucakladı
      İşte o anda kapı tokmağının sesini duydu. Kafasını kaldırıp iyice ufka yaklaşan güneşe baktı. Az önce açılan bölme açıldığı gibi sessizce kapandı. Beyninin içindeki efendisi ona kapıya bakmasını emretmişti. Çocuğu nazikçe yere bırakıp ızgaranın basamaklarını hızla tırmandı.

      Kalabalığın arasından biri çıktı, ağır adımlarla karşıya geçti. Toplanan kişilerin sayısı sürekli artmaya devam ediyordu. Otomobiller, pikaplar, kamyonetler özellikle traktörler  asfaltı kaplamıştı adeta. Gelenler hiçbir şey yapmıyor, yalnızca İşletmenin önüne gelip sessiz bir şekilde bekliyorlardı. Sanki bir emir yada bir işaret gelsin de o zaman eyleme geçelim der gibilerdi. Yolu geçen adam sürgülü ana kapının şöyle bir yokladı. Göğüs hizasına kadar gelen kapının ucuna asma kilidi takılmıştı. Kapının yanındaki küçük kapıyı açtı, iyice yaklaştığı için adamı tanımışlardı.
      Birol Bey içeri girdi, Rıza Babanın özenle baktığı çiçekli bahçeyi de geçti. Üç basamağı çıkıp arkadan kilitlenmiş olan büyük camlı ana girişin önünde durdu. Kameraların kendisini zumlayarak çektiğini düşündüğü için kapıyı kibarca tıklattı. Rıza Aslan kapının içinde belirdi. Üzerinde takılı olan yale anahtarı çevirerek camlı kapıyı açtı.
      İşletme müdürü, kendi makamının bir karargah gibi kullanıldığını görünce sinirlendi. İlk geldikleri günden beri nefret ettiği Amerikalıların zenci olanı kendi masasında oturuyordu. İçlerinde en aklı başında gördüğü Eksper Serkan beye işaret ederek dışarı çağırdı. Koridorda bir müddet konuştular.
      “Hadi" dedi Birol Tekin “sizden bir amir bir müdür olarak değil bir arkadaş olarak rica ediyorum. O iki yabancıyı gönderin" dedi. iri yarı neşeli adam bu defa gülmüyordu, hiç bir şey demedi. Müdürünün koluna girdi, Birol bey kah yalvarıyor kah tehdit ediyordu. İri yarı adam amirinin sözlerine kulak tıkamış gibiydi. Biraz zorlama ile koridorda yürüdüler. Ana giriş kapısını açtı
      “Bizim aç köpek balıklarına atılacak yolcumuz yok" dedi adamı dışarı itti. İşletmenin müdürü hiç bir şey diyemeden kapının önünde bulmuştu kendini. Bir an kapıyı tekmeleyip küfürler savurmayı düşünmüştü ama yolun karşısında ki kameralar aklına gelince vazgeçti. Tekrar tiyatrosunu oynamaya başladı.
      “Yaptıklarınız yasalara aykırı. Yasa kaçaklarını İşletmede barındıramazsınız. Milli bir kuruluşumuzu böyle bir işe alet edemezsiniz" diye bağırmaya başladı. Asıl etkilemeye çalıştığı ise sürekli çekim yapan televizyon kameralarıydı.

      Büyük ağır kapının tokmağının her vuruşu tokmağın altındaki pirinç plaka yardımıyla tüm kapıda sonra tüm evde çınlıyordu. Bir kaç saniye sonrasında ise az önce aşıp geldikleri tepeden gelen yankısı duyuluyordu. Tam elini bir kez daha vurmak için tokmağa atmıştı ki kapı açılıverdi. Biraz önce kendilerini karşılayan yaşlı kadın açmıştı kapıyı.
      “Ne oldu evladım bir şey mi unuttunuz?" sesi biraz önce bıraktıkları kadar tatlıydı.
      “Şey ..."dedi kekeleyerek. Kapıyı çalarken kafasında var olan düşünceler uçup gitmişti.
      “Komiserim burada saatini unuttuğunu söylemiş..."sözünü tamamlayamadı. Karşısındaki yaşlı kadının nur yüzü bir anda uçup gitmişti. O sevimli gözler kan çanağına bürünmüştü. Kırmızı kanlı dişlerini göstererek 
      “Yalan söylüyorsun" diye tısladı İşte o zaman Yüksel aralık olan kapıyı olanca kuvvetinle iterek içeri girdi.
      “Asıl sen yalan söylüyorsun Şeytanın uşağı" dedi. O anda yaşlı cadı buhar olmuşçasına kayboldu. O anda dekoru tamamlarcasına bir şimşek çaktı. Kendilerini karanlık ve iğrenç bir mahzende bulmuşlardı.

      Önceleri hoşuna giden olaylar denetiminden çıkmaya başlamıştı. Biraz öncesine kadar günlük güneşlik olan hava birden kapanmıştı. Şimşekler çakıyor gök gürüldüyordu. Kafasının içerisindeki varlık temposunu arttırmış "Daha hızlı, daha hızlı" demeye başlamıştı. Elini aynı yere koydu. Kapandığın da dışarıya hiç bir çizgi bile göstermeyen çekmece açılıvermişti.
      “Ben onları oyalıyorum sen töreni tamamla" beynindeki varlık etiyle kanıyla şekillenmeye başlamış gibiydi. Çıkan rüzgarda elbisesinin etekleri savrulan küçük çocuğu tekrar kucakladı.
      “Baba... Babacığım..." Adam kucağında kendisine yalvaran gözlerle bakan minik yavruya baktı. İçinde kalmış olan insanlık kırıntıları bir an yüreğini sızlattı.
      “Korkma yavrum, bizden çok daha büyük bir varlığa katılacaksın" dedi içinden gelen vicdan sesini bastırabilmek için. Tıpkı diğerlerini yatırdığı gibi onu da açılan bölmeye upuzun yatırdı. Diğerlerine yaptığı gibi ana gövdeden çıkan ucun birini çocuğun narin koluna batırdı. Diz çökmüş olduğu yerden beyaz boru içinde milim milim ilerleyen kırmızılığa baktı. Diğer borunun ucundaki maskeyi kızının yüzüne yerleştirdi. Bir an aralanan acı dolu gözleri görmemek için kafasını çevirmek zorunda kalmıştı. İşlemler tamamlanınca açılan bölme yerine oturmaya başladı. Her işlemden sonra duyduğu hazzı duymaya hazırdı artık.

      Doğan kapının bir kaç kere çaldığını duymuştu. Kapıdan yeteri kadar uzağa gittiğine inandığında duvarı sarmalayan çalıların ve yaban sarmaşıklarının yardımıyla yukarı tırmandı. Olması gerekenden bir hayli yüksek olan duvarın üzerine çıktığında hiç bir şey göremedi. Her yer otlarla ağaçlarla ve çalılarla kaplıydı. Aşağı atladı, beline kadar çamura batmıştı. Bir an zihninde annesinin hiddetli sesini duydu
      “Yine çamura batmış üstün başın." Bunun bir halisünasyon bir göz bağcılığı olduğunu düşündü. Annesinin bağırışları kaybolmuştu. Çamur ise yalnızca ayakkabılarındaydı. Bakımsızlıktan arsızca çoğalmış otların ve çalıların arasında yönünü bulmaya çalışıyordu. Gerçek ile kafasının içindeki hayaller arasında gidip geliyordu. Kendini kaptırdığında çalıları balta girmemiş orman yada bir dal parçasını yılan zannettiği oluyordu. Birden önünde dikilen soğuk bir gerçekle yüz yüze gelmişti. Önünde siyah bir nesne belirmişti.
      Bahçedeki insan boyu otlar çalılar kaybolmuş kendini simsiyah metalik boyanmış bir araba ile karşı karşıya kalmıştı bir anda. Aradıkları efsane haline gelmiş Chevroletti burun buruna geldiği. İşin kuralını öğrenmişti aniden gerçekle yüz yüze gelince büyü bozuluyordu. İlerisindeki çukuru görünce yavaşladı. Her ne oluyorsa çukurun içinde oluyordu. Usulca çukura yaklaşmaya başladığında çakan şimşeği farketti. Bir anda hayal mi yoksa gerçek mi olduğunu anlamadığı karanlık bir fırtınanın ortasında bulmuştu kendisini.

      Adam bulabildiği en büyük aynanın karşısında kendisine çeki düzen veriyordu. Sonunda ülke çapında belki de Dünya çapında bir iş başarıyorlardı. İşi her ne kadar idare eden Kamil Aksu yada Kadir Öncü’ymüş gibi görünse de asıl işi yöneten kendisiydi. İmamla konuşan, yerel televizyonlardan canlı yayınları hazırlayan, kayıp çocukların ailelerinin bulunup getirten kendisiydi. Ailelerin çoğu çoktan ümidini kestiği bu olayı onlar sayesinde tekrar umutlanmışlardı. Bazılarını iknada zorlanınca çocukların bulunabileceği yalanını söylemişlerdi. Bir tek dün kaybolan çocuğun ailesi kalmıştı gelmeyen o da o kadar önemli sayılmazdı. "Allahım... Gözyaşı, şiddet, öfke belki de kan; muazzam bir haber olacaktı. Saçlarına fırçayla son bir defa daha dokundu, canlı yayın kameralarının karşısına çıkmaya hazırdı artık.

      “Çabuk def et kafandaki düşünceleri" dedi karanlıkta bağırarak. Hemen önünde yürüyen polis memuru bir yandan karanlıkta yürümeye çalışıyor bir yandan da kekeler gibi kendisine bağıran genç kıza yanıt veriyordu.
      “Na... nasıl yani"
      “Biz, sizin bir saat önce girdiğiniz evdeyiz. O an bir şimşek daha çaktı. Dehlizin karanlık taş duvarları bir an aydınlandı. Arkasından gelen gök gürültüsü taş koridorlarda yankılandı. Nemden yosun tutmuş taşların üzerinde kaymamak için çok dikkatli yürümek zorundaydılar.
      “Bir bahar düşün yada yaşadığın bir güzel ortamı anımsa..." Karanlık taş dehlizler önlerinde uzamaya devam ediyordu. “Lütfen. Hiç olmazsa az önce geldiğiniz o evin içini anımsamaya çalış" O an geniş bir salonun içinde olduklarının ayırdına varmışlardı.
     “Bu Tynark" dedi. Sizlerin zihinlerinizi etkiliyor. Korkularınızı, hırslarınızı gerçekmiş gibi önünüze koyuyor" dedi. Hasan Tırpan mırıldandı
      “Halisünasyon"
      “Bu halisünasyon olamaz" diye mırıldandı. Sürünerek az önce gördüğü çukurun ağzına gelmişti. "Bu bir kabus olmalı" Yaklaşık üç metre çapında düzensiz daire şeklinde açılmış bir çukurun başındaydı. Gerçek miydi önüne açılan çukur yoksa yine zihninin bir oyunu muydu? Kafasındakileri defetmeye çalıştı. Önceden kayboluveren hayaller gibi değildi önündeki çukur.
      Geniş çukurun ağzında aşağı inen derme çatma bir merdiven vardı. Aslında merdiven de değil başka bir şeye benziyordu. Dikkatli bir şekilde bakınca aşağıda biri olduğunu gördü. Karşı tarafta ışıldayan yeşil pürüzsüz bir duvarın önünde duruyordu. Bomboş bakışları karşı duvarı deliyordu. Aşağıdaki kişi daldığı bu durumdan kurtulsa ve başını biraz yukarı kaldırsa kendisini görürdü.
      “Ama...Ama... Bu Besim..." mırıldanıyor muydu yoksa dalgın olan arkadaşını harekete geçirmeye mi çalışıyordu bilemiyordu. Çocukluk, gençlik arkadaşı Besim Kalden. Rakibi, sevgilisini elinden alan can düşmanı Besim Kalden. Besim sanki transa geçmiş bu dünya ile ilgisini kesmiş gibi öylece bakıyordu, önündeki boş duvara. Ne yapacağını bilemedi Doğan. Kendini yaratığa teslim etmiş gibi duran arkadaşını uyarmalı mıydı? Daha vakti var mıydı?  O efsanevi tören olacak mıydı? Yoksa sadece bir efsane miydi?  Birden aklına az önce toslayacağı siyah araba geldi. Yoksa ortalıkta dolaşıp çocukları kaçıran Sapık Besim miydi?  Geriye dönüp Yüksel hanımla konuşmalıydı ki o an onun sesini duydu.
      “Lütfen aşağı in" diyordu. Etrafına bakındı, kimseyi göremedi. “Lütfen aşağı in ve elini duvara daya" yanılmıyordu. Bu Yükselin sesiydi ama çevresinde değil kafasının içindeydi. “Telepati" diye aklından geçirirken yanıt geldi.
      “Evet ama oyun zamanı değil ve bu bir oyun değil? Lütfen acele et, vakit daralıyor. Evet hemen harekete geçmeliydi, ayağa kalktı. Kendiyle birlikte aşağıda çukurda bekleyen Besim’inde ayağa kalktığını görmüştü.

      İşletmenin önüne geldiklerinde hayal kırıklığına uğramıştı. Ne umduğu kadar kalabalık vardı ne de kalabalık beklediği kadar hareketliydi. Televizyonlar canlı yayına devam ediyordu. Hala gelenler vardı ama "neyse" dedi kendi kendine "gerisini ben hallederim". Araban çıkar çıkmaz asistanına
      “Merkezle görüştünüz değil mi?" dedi. Genç gözlüklü bir bayan elinde makyaj malzemeleri olduğu halde adama yaklaştı. Yüzüne biraz pudra sürmeye çalışıyordu. Orta yaşı geçkince olan beyefendi giyimli asistan
      “Her şey hazır, on beş dakika sonra canlı yayına geçeceğiz. Ulusal bağlamda alt yazılar ile olayı duyurmaya başladık dedi. Bir anlık duraklamadan sonra  "İsterseniz biz bu arada ana haber bülteni için bir kaç çekim yapalım. Hem sizin içinde ısınma turu gibi olur" dedi.
      Televizyonların haber kralı Kadir Öncü bey "Lütfen" başını salladı.  Kendisine bilgi veren asistan gizli bir "Ohh" çekti. Diğer görevliler ise kiralanan küçük otobüsten inen aileleri çekimler için hazırlıyorlardı. Gürsel Yurttaş ve Kamil Aksu bir o yana bir bu yana koşturuyor şimdiye kadar yapmadıkları kadar büyük olan organizasyonun aksamadan yürümesi için hazırlıkların kusursuz olmasına çalışıyorlardı.

      Genç kız, kafasının dönmeye başladığını hissediyordu. Yorulmuştu. Bir adım gerisinde yürüyen genç polise tutunmak zorunda kaldı birden sendeleyince. Zaten yaptığı iş başlı başına zihinsel yorgunluktu bir de işin bu yönleriyle uğraşmak zorunda kalıyordu. Hem bu insanları korumak hem de Tynark'a karşı durmak zorundaydı. Dün gece iki defa engel olmaya çalışmıştı. Birinde kendisi başarılı olmuş diğerinde Tynark kazanmıştı. Şimdi son kozlarını oynuyorlardı. Fiziksel gücünü kaybetmeye başlamıştı ama işi tamamlamalıydı. Bu nedenle yanında yürüyen genç polise tutunmak zorunda hissediyordu kendisini.
      Yürüdükleri salondan kendilerini bahçeye çıkaracak kapı ile aralarında birkaç adım kalmıştı ki birden önlerinde kocaman bir uçurum açıldı. Genç memur değil uçurumu aşmak yanına yaklaşacak cesareti bile kendinde bulamıyordu. Ardında yürüyen polis memuruna
      “Dayanamıyorum... Lütfen beni şu koltuğa yatırır mısın" dedi. Hasan Tırpan önce bir şey anlamamıştı. Duvarlarından sular damlayan böyle bir zindanda koltuğu nereden bulacaktı. Önünde yürümekte olan Yüksel Hanımı kucaklamak zorunda kalınca salonun orta yerindeki koltuğu gördü. Yine gerçeğe dönmüşlerdi, salondaki yıllar öncesinin izlerini taşıyan gerçek antika bir üçlü koltuğa uzattı genç kızı. Uzanır uzanmaz gözleri kapandı. Kaşlarının üzerinde acıdan olduğu anlaşılan kırışıklıklar belirdi. Geriye döndüğü anda biraz önce önlerinde açılan uçurumun kapandığını görmüştü. Kapıyı açıp bahçeye çıktığında gördüklerini yaşamı boyunca unutamayacaktı.

      “Ben eski ben değilim artık, eski benin düşmanları da yok olmaya mahkumdur." Kafasını kaldırınca can düşmanı Doğanı çukurun başında görmüştü. İçinde hızla büyüyen bir güç hissediyordu. Kızının akan kanı kabinin içindeki varlığa ulaşmaya başlamış olmalıydı. Bir kaç dakika içinde operasyonun son aşamasına geçeceklerdi. Ne Doğan nede bir başkası buna engel olamazdı, olmamalıydı. Yerinden doğruldu, basamakları inerek ulaştığı o çukurdan bir sıçrayışta dışarı çıktı. Eğer kendi yansımasını bir aynada görseydi hırsı ve öfkesinin dışa vurumu olan yeni bedeninden kendi bile iğrenirdi.
      Genç polis kapıyı açıp bahçeye çıktığında Komiserinin "kendisi bizim müdür beyden bile yetkilidir" diye kulağına fısıldadığı Doğan bey o yaratığın kollarında çırpınıyordu. Bir an korktu, nasıl davranması gerektiğini bilemedi.

      Kalabalık, birileri tarafından düzene sokuluyordu, mırıltılar seslere sesler sloganlara dönüşüyordu. Yiğidi öldürüp hakkını vermek lazımdı ki adam organizasyon konusunda bir hayli yetenekli ve deneyimliydi. Bunda yapılan ekip çalışmasının önemi de büyüktü. Canlı yayını sunabileceği İşletmenin kapısını ve toplanan kalabalığı alabilecek bir yer seçilmişti. Bu işlem iyi bir programın temel koşuluydu. İşletmenin karşısına yığılan kalabalık eskisi kadar dağınık durmuyordu ve çok daha kalabalık görünüyordu.
      Kadir beyi aydınlatan tek Spot yandı. Hava hala aydınlıktı ama haber programı yapımcısının haber müdürü ve sunucusunun yüzüne biraz fazla ışık verilmesi gerekiyordu. Güneş ufka iyice yanaştığı için canlı yayın esnasında diğerlerinin de yanması gerekebilirdi. Güney ufkunda toplanan bej bulutlar bazı olumsuzlukların habercisi olabilecek gibi görünse de o bulutlar buralara gelesiye kadar çekimler bitirilebilirdi.

      Asistanına bir kez daha her şeyin hazır olup olmadığını sordu. "Hazır" sözünü aldıktan sonra ışıkların yakılmasını emretti. İşletmenin karşısında yanan tek bir spot olsa da cadde gündüz gibi aydınlanmıştı. Bu ışık kalabalığın bir kere daha hareketlenmesine ışığa koşan kelebekler gibi insanların ışık altında toplanmasına neden olmuştu. İlçeye iyice yaklaştıklarına inanan Rüzgar Ali yüzlerce metre öteden parlak ışığı gördüğünde durumu kavramıştı.

      Yattığı yerde Yükselin elinde örselenmiş bir alet vardı Doğanın defalarca sorup yanıt alamadığı müzik setine benzettiği alet vardı. Bir yandan soğuk soğuk terliyor diğer yandan elindeki aleti onarmaya çalışıyordu. "Yolda o kadar çene çalacağına niçin onarmadım" diye kendi kendine hayıflanıyordu. Elindekini bir an önce onaramazsa dışarıdaki boğuşma sesleri daha çabuk kesilirdi, hem de aleyhlerine.
      Doğan, karşısındakini polis memurunun aksine çocukluk arkadaşı Besim olarak görmektedir. Ama besim bedeninin tüm organlarını yüksek verimle kullanıyor olmalıydı. Bu nedenle insanüstü fiziksel güçlere sahipti. Kolları mengene gibi boğazını sıkıyordu. Ayakları yerden kesilmişti. Çaresiz kurban tekmeler sallıyor ama isabet ettiremiyordu. Sanki karşısındaki devasa ölçülerde bir Frankesteindi. Yüzü kıpkırmızıydı bunu biliyordu ve bilmesi için görmesine de gerek yoktu. Yüzüne giden aşırı miktardaki kan yüzünü kızartmış olmalıydı. Elleriyle vurabildiği kadar vurmasına rağmen Besim hiç hissetmiyordu.
      Neredeyse can çekişir duruma geldiği o anda göz ucuyla bahçeye çıkan memuru fark etmişti. Adam büyülenmiş gibi kalmıştı. Gözleriyle hemen yanların da duran küreği işaret etti. Saniyeler geçiyor acil ihtiyacı olan oksijen gelmiyordu. Yıllar kadar uzun saniyeler sonra donup kalmış olan adam hareketlendi. Duvara dayalı eski küreği aldı, küreğin sırtıyla adamın ense köküne vurdu. Doğanın anımsadığı en son sahne buydu.
      Polis memuru Hasan, birden kendisini gördüğü hayalin dışında gerçekle yüz yüze buldu. Doğan bey gerilmiş kolların ucunda kıpkırmızı duruyordu. Debelenen ayaklar eski gücünü kaybetmeye başlamışlar gibi sallanmaları azaldı. Azaldı. Hasan Tırpan ne yapabilirim diye etrafına bakınırken duvara dayalı küreği görmüştü Hızla küreğe uzandı. Bir ara keskin yan tarafıyla vurmayı aklından geçirdi. Vazgeçti bu anlık düşünceden ne olursa olsun katil olsun istemezdi Küreğin sırtı ile vurdu adama, adam tınmadı bile. Sonra bir daha, bir daha vurdu. Kendi gücünün tükenmeye başladığı anda ayakta duran iki kişinin sendelediğini ve olduğu yere yığıldığını gördü. Başarmıştı.

      Aracını direk olarak kalabalığın üzerine sürdü Komiser Bey. Bir kaç öfkeli çığlık ve yaşanan küçük bir panik sonunda tam kameranın önünde durdu. Hışımla arabasından çıktı. Komiserinin huyunu delirdiği zaman zapt etmenin güçlüğünü bilen Memuru peşinden fırladı. Meşhur olup olmadığına bakmaksızın gerekeni yapardı Rüzgar Ali. Ama ondan önce kalabalığın içinden araya girenler oldu.
      “Çekim yapmak için kimden izin aldınız" dedi öfkeyle. Bir eliyle kameranın vizörünü kapatmaya çalışıyordu.
      “Siz kimsiniz kardeşim" dedi Kadir bey sakin olmaya çalışarak. "Hangi hakla halkın haber alma özgürlüğüne engel oluyorsunuz" dedi.
      “İzin Beyim... İzin aldınız mı?" Burada sizi yada halkımızı ilgilendiren ne tür haber olabilir." Kanal 5 'in ünlü televizyon habercisi Kadir Öncü ile aralarında bir metrelik mesafe vardı. Dövüşe hazırlanan iki horoz gibiydiler, televizyon sunucusu gösteri yapıyor gibiydi.
      “Burada" eliyle yolun karşısını İşletmeyi gösteriyordu "altı çocuk katili iki Amerikalı var. İçerdeki yardakçıları da O iki sapığı kolluyorlar, yardım ve yataklık ediyorlar. Neden siz bana değil de onlara bir şeyler söylemiyorsunuz?"
      “Nereden biliyorsunuz sapıl olduklarını." Kalabalığın dışından gelen sesle başta kalabalığın ortasında duran iki adam olmak üzere tüm başlar sesin geldiği yöne döndü.
      “Elinizde yargı kararı veya somut kanıtlar mı var?" Sesin sahibi insanları yara yara geliyordu. Uzun boyu çevresindekilerden kendisini hemen ayırt ediyordu.
      “Siyah Chevrolet karşıda İşletmenin parkında duruyor" Sesin sahibi kalabalığın çevrelediği boşluğa gelince halkın arasında mırıldanmalar başladı.
      “Timur bey bu... Timur Sarıca" Belki benimde Chevrolet arabam var. Hem de aynen onun gibi gece siyahı o zaman bende suçlumu oluyorum?" Bir an dalgalanma oldu kalabalıkta. Aralarından biri haykırdı.
      “Tanıklar var, oradaki zenciyi olay yerinde görenler var"  Peşinden benzincinin de sesi duyuldu.
      “Evet, ben şahidim, onları şimdi size bakan bu iki gözümle gördüm. Önce kırmızı bir arabaydı. Sonra yıkamaya girince üzerindeki boya aktı. Arabanın içinden de zenci indi." Bir yandan konuşurken diğer yandan ortalıkta kendiliğinden oluşan meydanlığa gelmişti. Gürsel Yurttaş, hazırladığı organizasyon için kendiyle bir kere daha gurur duydu. Benzinciyi bile getirtmeyi unutmamışlardı. Omzunda kamerası olan gençte çevrede dönüyor sürekli çekim yapıyordu. Karşıdan polis ve jandarma da göründü. Onlar konuşurlarken toplanan kalabalıkla İşletme arasında asker ve polisin oluşturduğu insan zinciri kurulmuştu. Zincirin öte yanındakiler de gittikçe çoğalıyorlardı. Başlarının yüzlerce yukarısında toplanan koyu gri bulutlar gibi.

      Doğan baygın düştüğü yerden küçük bir kızın ağlamasıyla uyandı. Çevresine bakınınca ayaklarını üzerine doğrulmaya çalışan Besimden ve ona tıpkı bir kum torbasına vurur gibi vurmaya devam eden polis memurundan başka kimse yoktu.
      “Aşağı in Doğan, gövdedeki ele figürüne elini daya. Lütfen acele et." Konuşan Yükseldi. Telepatiye hala alışamamıştı, çevresine bakındı göremedi ama yakınlarda bir yerlerde olmalıydı. Beyninin içindeki sese uyup aşağı çukura inmeye çalıştı. Lanet olası enerji duvarı yerinde duruyordu. Bir daha denedi ama gene başaramadı. Görünmeyen duvarı geçmek mümkün değildi. Kafasının içindeki ses
      “Bir gizli geçit var onu bulmalısın" dedi. Bir gizli geçit, nasıl olabilirdi, nerede olabilirdi. Kafasını toparlayabilse belki düşünebilecekti ama kendini yoğunlaştıramıyordu ki. Adam, az önce kendi boğazını sıkan pençeleriyle gözlerinin önünde genç polis memurunu hırpalıyordu. Bir şeyler yapması gerekiyordu, hem de hemen. Sağına soluna bakındı. Az önce kendisini kurtaran kürek ayaklarının altında duruyordu. Eğildi küreği aldı ama o an kendisini uçsuz bucaksız bir denizde buldu.
      Deli bir rüzgar esiyordu,  Küçük bir çocuk, kıyıda durmuş kendi boyunu kat kat aşan dalgaların öfkeyle sahile vurduğu açık denize bakıyordu. Fırtına yüzünden ayakta durmakta zorlaştırıyordu. Koyu gri bulutlar, ufukta lacivert deniz ile birleşmişti sanki. Uzaklarda lacivertle grinin birleştiği noktada bir leke, küçük bir sandal da bir adam kıyıya yaklaşmaya çalışıyordu. Adamın arkasında bir dalga belirdi. Yaşlı adam terden sırılsıklam olmuş bir halde sandalını kıyıya çekebilmek için ölümüne kürek çekiyordu. Arkasından gelen dalga yaklaştıkça büyüyor yükseliyordu.
      Doğan, kıyıdan olduğu yerden bağırıyor bağırıyordu. Rüzgar sesini dağıtıyordu taa oralara ulaşmasına engel oluyordu. Babasının hiç görmediği ölümünü görüyor o acıyı tekrar yaşıyordu. Beyninin içindeki "Uyan" diye haykıran ses tekrar duyulunca kendine geldi. Şuurunu kaybetmiş olan Besim, karşısında, kendisine yaklaşmaktaydı. Uğraştığı polis memurunu bir kenara boş çuval gibi atmış, çocukluk arkadaşına yaklaşıyordu. Göz göze geldiklerinde gözlerinde ölümü gördü. Yattığı yerden sürünerek kaçmaya çalıştı. Üzerinde tonlarca ağırlık varmış gibi kıpırdayamadı. Gülümseyerek üzerine gelen Azrailin ta kendisiydi.

      Turan, Timur beyin ve Yakup ustasının yanında kalabalığa karıştı. Timur Sarıca’nın ustasına göstermiş olduğu saygı, Yakup ustayı gözünde bir kere daha büyütmüştü. Haberin bu bölümünü Yakup ustadan sonra alabilirdi. Aklına içeri girmeyi koymuştu, içeride olanları öğrenmeliydi. Bu birazda bencillikten kaynaklanıyordu, romanı için daha gerçekçi olurdu. Umutları polislerden oluşan zincire takıldı. Onu kalabalıktan biri olarak görmüş olmalıydılar ki geçmesine izin vermediler. Ancak durumunu ve kim olduğunu Komiser Ali Rüzgarlı söyleyince geçmesine izin verdiler.
      Sürgülü kapının hemen yanındaki dar kapıdan geçti. Rıza Babanın bakımını yaptığı güzel bahçeyi geçti yönetim kapısından içeri girdi. Kuşatılanlar, Müdür beyin odasında oturuyorlardı. Durum konusunda endişelenmekten başka bir sorunları yok gibiydi. Araya giren polis zinciri kendilerini biraz olsun rahatlatmıştı. Yine de grubun arasında İngilizce bilen biri olmadığı için Amerikalıların gerçek durumlarını bilemiyorlardı. Turan içeri girer girmez Ali usta sordu.
      “Bizim çıkmamıza neden izin vermiyorlar"
      “Bilmiyorum ama sorun sizde değil sanırım." Göz ucuyla odanın bir kenarında duran iki yabancıyı göstererek
      “İki arkadaştan kaynaklanıyor olmalı" dedi.
      “Ne istemek bu insanlar bizden" Zenci Amerikalı haklı olarak soruyordu yarım yamalak Türkçe'si ile.
      “Ne istiyorlar bu adamlardan" Cavit dayı homurdar gibi gülerek devam etti.
      “Hadi anlat bakalım bu adamlara." Turan her şeye yeni baştan başladığını düşünerek yarım İngilizcesiyle anlatmaya başladı. Olayın gerçek boyutlarını anlatırsa ne kadar şaşıracaklarını düşünüyordu. Olaylar biter bitmez başlayacağı romanından iki örnek göndermeyi düşünüyordu Amerika ya. Tabii bu olanlar kazasız belasız biterse.

      Kıpırdamayı tekrar denedi, bütün uzuvları ağrıyordu hiç birini kıpırdatamadı. Avının bir yere kaçamayacağını bilen bir avcı gibi yaklaşıyordu Besim kendisine. Kafasının içindeki ses aşağıya inmesi için yalvarıyordu." Gövdedeki ele bastır" diye. Geride uzaklarda ağlamalar vardı. Bir an delirdiğini düşündü. Çocuk ağlamaları duyuyordu. Çocukların sağ olabilir miydi? Umut edebilir miydi? Aslında umutlanmakta istemiyordu. Ya zihninin oynadığı numaralardan biriyse diye çukura yaklaşmaya çalıştı.
      Aşağıda yeşil renkli metalik gövde daha da ışıklar saçmaya başlamıştı. Sisler dumanlar içindeydi. Belli belirsiz bir vınlama duyulur olmuştu. Elini çukurun kenarına uzatıp kendini çekmek istedi. Uzanan eli ani bir refleksle geri çekildi. Sanki yüksel voltaj vardı çukurun etrafında.
     “Sen bir şey yapamaz mısın?" diye mırıldandı. Sorusuna yanıt beyninin içindeydi.
     “Ne ben ne de Tynark fiziksel olarak bir şey yapamayız. Dönüşüm başladı ve tamamlanmak üzere. Tynark şu an bir eşikte, bir boşlukta. Kendi rahminden çıktı ve Besimin bedenine girmek üzere. Eğer şu dakikalarda bir şey yapamazsan Tynark arkadaşının bedenine tamamen sahip olacak. Besim yada bir başkası olmadan bizler sizin gezegeninizde yaşayamayız" dedi.
      Doğan bir kere daha denedi çukura yaklaşmayı. Yapamıyordu. Sanki camdan bir duvar varmış gibiydi.
”Sana söyledim" dedi zihnindeki ses öfke kokan bir tonda. Bir başka giriş daha var. Onu bul"
      “Nerede
      “Bilmiyorum ama yakınlarda olmalı." Doğan sesli konuşuyordu sanki yanında birileri varmış gibi. Yüksel hanımsa uzaktan salonda yattığı yerden yanıt veriyordu Doğanın söylediklerine. Besimin ise hiç acelesi yok gibiydi, yılların içinde biriktirdiği öfkeyi çıkarmak için hiç acele etmiyordu. Başını çevirdi evden içeri girebileceği ve az önce çıktığı kapıyı gördü. Önce emekledi, sonra ağır adımlarla yürümeye başladı. Yürüdükçe ağrıyan kasları açılıyordu, bir kaç adım sonra yürüyüşü iyice normalleşmişti. Arkasından gelen ayak sesleri de kendisiyle birlikte hızlanmıştı, kapıdan içeri girdi.
      “Karşıya" dedi kafasının içindeki ses. Karşısındaki kapıyı da geçince salonda buldu kendisini. Salonun karanlığında duvar dibinde kımıldayan gölge gördü.
      “Sevgilim sen misin?" "Sevgilim" aralarında o kadar az olarak kullandıkları kelimeydi ki Sevgilim. Beyninde bir kere daha yankılandı "sevgilim." Salon kapısının açıldığını duydu. Romantizmin zamanı değildi.
      “Karşındaki kapıdan gir" Merdivenin yanındaki küçük kapıyı gördü. Bu ikinci kapıdan girdiğinde bir mutfakta buldu kendisini. Bu defa aldanmayıp kapıyı içeriden sürgüledi. Kapının arkasındaki mini sürgünün çok dayanmayacağını bildiği için bulduğu bir kaç eşyayı kapının arkasına yığdı. Eşyaları koymaya başladığı anda mutfak kapısı tekmelenmeye başlamıştı Bir taraftan eşyaları kapının arkasına yığıyor diğer yandan mutfakta ki diğer kapıyı aranıyordu. Bir iki saniye geçmeden aradığını bulmuştu.
      Bilinmez içine başka bilinmezler gizlenmiş gibiydi. Sanki bir bulmaca çözüyordu, son kapıdan geçince bir bodrumda buldu kendisini. Bu defa aranmadı hiç yeni bir kapı için. Eğilerek geçebileceği ölçüde genişletilmiş bir dehlizdeydi. Dehlizin ilerisi ise parlak yeşil ışıkla aydınlanıyordu, yanılmamıştı. Bir kaç dakika önce metrelerce yukarısında baktığı çukurun içindeydi Dehlizin ucuna vardığında tereddütle yaklaştı. Yaklaştı, bir taş attı, akıllanıyordu gittikçe. Taş doğrudan tok bir sesle düştü. Burada Bu mesafede enerji duvarı falan yoktu. Yere atladı, sıra parlak yeşil ve artık sisli, dumanlı görünen duvardaki el izini bulmasına kalmıştı iz.
      Ne aradığını bilmeden parlak yeşil pürüzsüz sayılabilecek duvarın kendinden yana olan tarafını elleriyle yokluyordu. En aşağıdan başlamış üstlere doğru çıkıyordu. Yukarıdan az önce kendisinin çıktığı dehlizden gelen sesler çatırtıya dönüşmüştü. Ara kapının daha fazla dayanamayacağı anlaşılıyordu. Yukarıda uzaklardan geliyormuşçasına işittiği vınlama sesi burada rahatsız edici boyutlara varmıştı.
      “Hadi... hadi... Dönüşüm tamamlanmak üzere.  "Elleri ne yaptığını bilmez durumda çalışıyor bütün duvarı geziniyordu. Kafasını kaldırmasa da dehlizin ağzındaki gölgeyi görmüştü. Eli, daha doğrusu parmakları bir girinti hissetmişti sanki.
      “İşte o, hadi koy, daya elini" Kollarını mengene gibi iki el kavradı, ayaklarının tekrar yerden kesildiğini ve hava da uçtuğunu hisseti. Belki uçmak iyiydi ama toprak duvara vurmak kemiklerine iyi gelmiyordu.

      “Beni emretmişsiniz."  Emniyet Müdürü Abdullah Bey, karşısında duran astına baktı. Beğendiği ve takdir ettiği idealist birine bunları söylemek zordu. “Bizlerin başka yerlerde görevleri olabilir. Burada bizi bağlayacak yada görev alanına girdiğimiz bir durum olduğunu sanmıyorum" dedi. Komiser Ali anlamamıştı.
      “Anlamadım efendim" dedi
      “Diyorum ki bütün personel şu an burada, ya diğer bölgelerde bir vukuat yaşanırsa. Kuvvetlerimizin bir bölümünü çeksek diyorum"
      “Acil durum için yeterli personel Merkezde kaldı Efendim" dedi.
      “Siz yine de Memurlarımızın bir bölümünü geri çekin"
      “Kusura bakmayın ama burada olağanüstü bir durum söz konusu. Ben personelimizin bir bölümünü bile geri çekemem" dedi Komiser Ali Rüzgarlı. Amirine karşı gelmesi ilk defa olmuyordu. Israr ederse “Lütfen emrinizi yazılı verin" diyecekti, gerek kalmadı.
      “Peki bu durum nasıl sonuçlanacak sizce" dedi Emniyet müdürü.
      “Birazdan iyi bir yağmur yağacak gibi. O zaman kalabalık kendiliğinden dağılır" Müdür beyin aklına bu gelmemişti. Gülümseyerek “Yağmurun bir an önce yağması için dua edelim o zaman" dedi.

      Bu kez kesinlikle kıpırdanamıyordu, gözünü açıp kendine yaklaşan Azrailine bile bakacak gücü yoktu. Bir kaç kemiği birden kırılmış olabilirdi. Düştüğü yerden kara gölgenin kendisine doğru yavaş yavaş gelişini izliyordu. Bir adım, bir adım daha derken önceleri sevdiği sonradan nefret ettiği o pis gülüş bir adım ötesinde dikiliyordu. Önce bir tekme attı yerde yatan Doğana. Böğrünü delen tekmenin acısı geçmeden ikincisi geldi. Peşinden de diğerleri. Her tekme bir öncekinde daha etkiliydi.
      Bir zaman sonra adam eğildi. Yerde yatan bedeni kavradı, başının üzerine kaldırdı. Kaslarını bir yay gibi gerdi, artık sıkıldığı oyuncağını atıp parçalamayı düşünen yaramaz çocuk gibiydi. Doğansa bir saniye sonra başına gelecek olanın farkında olabilecek durumda değildi. Bir saniye... Bir saniye daha geçti. Doğanı yukarıda başının üzerinde tutan eller harekete geçmiyordu. Geçemiyordu. Çukurun başında dikilen Yüksel hanıma takılmıştı gözleri, heykel gibi donup kalmıştı.
      Yüksel, gücünün son kırıntılarını kullanıp adeta sürüklenerek çukurun başına gelmişti. Ya şimdi müdahale edecekti yada hiç bir zaman. Daha etkili olması için bir zamanlar kendisine hayran olan adamın gözlerine bakıyordu.
      Besimin beyninde büyük bir savaş başlamıştı. Güçlenen vınlama sesi artık evi dolduracak hale gelmişti. Ayakta duran adamın dizleri titredi önce. Kendinden daha uzun boylu daha ağır birini taşıyan kolları aşağı indi. Önceki davranışlarınla kıyaslandığında nezaket sayılabilecek tavırlarla Doğanı yere bıraktı.
      Yüksel ise bir yandan Besimi etkilemeye çalışıyor diğer yandan Doğanın kendine gelmesini sağlamaya uğraşıyordu. Doğan, artık kanıksadığı sesle kendine geldi. Yüksel -yada Myra- yalvarıyordu. “Hadi uyan" diye. Gözlerinin açıldığını görüne  “Elini anahtara bastır" dedi. Doğan ikinci defa bastırdı elini. Eliyle birlikte uzun bir tıslama sesi duyuldu. Bir iki saniye sonra yeşil parlak duvarın altında, altı dikdörtgen çizgi belirdi. Havada asılı gibi duran vınlama sesinin altında bir de fazla istimin dışarı atılmasını andıran "pus" sesi duyulmaya başlamıştı.
   Sesle birlikte bölmeler ana gövdeden ayrılmaya başlamıştı, altı çekmece birden açılıyordu. Saniyeler geçtikçe önce beyaz döşemelerde yatan çocukların saçları göründü. Duvarın geniş bir elips şeklini andırmasından dolayı bölmeler ana gövdeden çıktıkça araları açılmaya başlıyordu. Kimi örgülü, kimi dağınık saçların ardından uyur gibi duran yüzler çıkmaya başladı. Doğan o zaman çocukların ağızlarındaki ağızlıkları gördü. Dudaklarını ve çenelerinin bir kısmını örten beyaz mat plastik görünüşlü ağızlıklardan uzanan hortum makinenin içine bilinmeyene doğru gidiyordu.
      “Şimdi ne yapmam gerekiyor?" Kafasını çevirip yukarıda kendisini izleyen genç kıza bakmak istedi. Yüksel çukurun yukarısında yarı baygın durumdaydı. Yüzünde hissettiği acının derin izleri belli oluyordu.
      “Kollarındaki boruları çıkar." Bölmelerin içinde uyuyan kızların bellerine kadar açılmıştı çekmeceler. O zaman kızların sağ kollarındaki yarım santimetre çapındaki boruları gördü. Önce boruların rengini kırmızı zannetti. Dikkatli bakınca şeffaf bir maddeden yapıldıklarını içindeki sıvıdan dolayı kırmızı bir renk aldığını anladı. Bu geniş çukuru kaplayan ne kadar derine gittiği belli olmayan nesnenin içindeki varlık yada canavar çocukların kanı ile besleniyor olmalıydı. İçinin kalktığını hissetti. İçinden gelen kusma isteğini güçlükle bastırabilmişti.
      “Ne bekliyorsun çıkar şu bağlantıları." Yüksele döndü baktı. Güçlükle açılan gözlerdeki yalvarmayı gördü. Hemen önündeki çocuğun kolundaki bağlantıyı çıkardı. O an beyninin bütün hücrelerinde korkunç bir çığlık yankılandı. Genç kız anlattıkları aklına geldi. Yüksel haklıydı. Bu aracın içerisindeki yaratık çocukların kanı ile besleniyordu. Bağlantının çıkması ile ne zamandır yattığı belli olmayan çocuğun zayıf beyaz kolunda bir damla kan belirdi. Kan damlası büyüdü ama bir noktadan sonra pıhtılaştı ve dondu kaldı.
      İkinci çocuğun yattığı kabine yöneldi, onu da çıkardı. Beyninde yankılanan çığlık bir kat daha artmıştı. Acele etmeye çalışıyordu. Üçüncü kızın dirseğinin içine el attığında ensesinde müthiş bir ağrı hissetti. Yarı açık kabinin üzerine çöktü. Az önce kolundaki boruyu çıkardığı esmer kızın siyah gözlerini gördü. Dudaklarının arasında günlerdir hasret kaldığı belli olan bir kıpırdanma belirdi. Minik yavrucuğun gülümsemeye çalıştığı belliydi. Son bir gayretle yandaki bölmede yatan kızın kolundaki bağlantıyı da söktü. Tekrar aynı çığlık duyuldu, artık durum tersine dönmüştü, Tynark acı çekiyordu.
      Bir sonrakine sıra gelmişti ama ancak bir kişinin girebileceği aralığa giremedi. Besimin güçlü kolları savurup atmıştı kendisini. Geniş çukuru dolduran haykırışlar havadaki vınlamalara vınlamalar ise gökyüzünden gelen gök gürültülerine karışıyordu. O zaman havanın fırtına için hazırlandığının farkına vardı. Yüzüne düşen ilk damlayı da o zaman hissetti. Akşamın çökmeye başlayan karanlığı gökyüzünde yağmura belki de afata hazırlanan bulutların daha da korkunç görünmesini sağlıyordu. Sırt üstü yattığı yerden bulutları seyreden biri olsaydı hayal gücünü hiç zorlamadan bulutların şekillerini anlatabilirdi. Sanırdınız ki sayısız masal kahramanı bulut olmuş başınıza toplanmış harekete geçmek için bir işaret bekliyor.

      Akşamın ve bulutların karaltısında kara bir yılan gibi uzayıp giden karayolunu geçmek üzere hazırlanan kalabalık bir gurup vardı. Kadınlı erkekli bir törene hazırlanır gibi bekleşiyorlardı. Bir kaç çocuk dekoru tamamlar gibi anne ve babalarının ellerine sarılmışlardı.
      Saatler geçiyor canlı yayına bağlanmayı çok istediği halde Kadir Öncü istediği ortamı elde edip bir türlü canlı yayına bağlanamıyordu. Aradaki polis kordonunu çekmeyi denemiş başaramamıştı. Toplananlar ise aralarına karışan paralı amigoların coşturmasıyla bağırıp slogan atıyorlardı. Son koz olarak o şımarık zengin çocuğunun dediğini yapacaktı. Çocukları kaybolan ailelerle gerekli röportajları yapmışlardı. Şimdi onları ileri sürüp ortalığı bir kere daha hareketlendirmek istiyorlardı.
      Ailelerin çoğu önce kabul etmişlerdi bu öneriyi. Ama o kahrolası Timur Sarıca araya girince çoğu verdiği sözden dönmüştü. Yine de Kanal 5’in canlı yayına çıkma arzusu ağır basmıştı. Bu arada kalabalığın içinde bulunan adamlarına biraz daha aktif davranmalarını söylemeyi unutmamışlardı.

     Karanlık çukurun içinde etkisini çok daha iyi gösteriyordu. İlk geldikleri anlara göre yeşil ışığın parlaklığı biraz daha azalmış gibiydi. Nede olsa gücünün bir bölümünü Doğan kesebilmişti. Şimdi savrulup atıldığı yerden bir kere daha doğrulmaya çalışıyordu. Bir yandan da Amerikan tarzı filmlerde sıklıkla yaşanan bu tür sahnelerin gerçek olmadığına inandığı aklına geldi. O sahnelerin bir benzerini şimdi kendisi yaşıyordu ve henüz Turanın romanında bir kahraman değildi.
      Bütün enerjisini toplamaya çalıştı. Bir kere başardıysa bir daha başarabilirdi. Ayağa kalktığında bir kırığının olmadığına sevindi. Kimbilir belki de bedeni sıcak olduğu için henüz acı vermiyordu kırıkları. Ağır adımlarla az önce çıkardığı bağlantıları tekrar yerine takmaya çalışan Besime doğru yürümeye başladı. Yürümeye hali yokken o aznavura nasıl engel olacağını bilemiyordu ama açtığı bölmelerin yeniden yerine oturmasına izin veremezdi doğrusu.
      “Bir daha dene...Başarman gerekiyor" Az önce kopardığı bağlantılar Yüksele de yaramış olmalıydı ki yukarıda ayakta duruyordu. Yüksel’den cesaret alan Doğan, bütün gücüyle Besime yüklendi. Belinden kavrayıp kabinlerin yanından çekmeye çalıştı. Adam vantuzlarla yapışmış gibi kıpırdamıyordu bile. Bir kere daha asıldı tüm gücüyle, birlikte yuvarlandılar. Bölmelerin içinden duman çıkmaya devam ediyordu.
      Yuvarlandıkları yerden ilk doğrulan Besim oldu. Saniye geçmeden Doğanda peşindeydi. Makinaya yürümeye çalışan adamın tekrar beline sarıldı. Bir daha yere yuvarlandılar. Okul kaçağı iki çocuk gibi yerlerde debeleniyorlardı. Yukarıda Yüksel hanımın yanında bir gölge daha belirdi, beklemeden aşağı çukura atladı. Yerde alt alta üst üste yuvarlanan adamlara baktı. Bölmelere yöneldi, adımları araca yaklaştıkça araçtan çevreye yayılan feryatlar çoğalıyordu. Besim üzerine çıktığı adamı bıraktı yukarıda boş çuval gibi attığı polis memurunun kendini nasıl toparladığını anlamamıştı. Ama adam aracın başındaydı ve Doğanın yapamadığını tamamlamaya çalışıyordu.
      Besim can havliyle yattığı yerden ok gibi fırladı. Polis memuruyla boğuşmaya başladı bu defa. İçinde olduğu panik duygusu dışarıdan açıkça görülebiliyordu. Bu işlere kalkıştığından beri ilk kez kaybedeceğini anlamış gibiydi. Duydukları feryatlara aldırmadan kah Doğan kah Hasan Tırpan çocukların kollarındaki hortumları çıkarıyorlardı. Çıkan her hortum araçtan daha yüksek sesle kopan bir çığlık oluyordu. Çığlıkların yankısı dışarıdan gök gürültüsü olarak geri dönüyordu. Besiminde gücü ve hareketliliği her bağlantının kopmasıyla azalıyor gibiydi.
      Son çıkan hortum duydukları sesin fısıltı haline dönüşmesine neden olmuştu. Gücünü araçtan alan Besim bir anda olduğu yerde yığıldı kaldı. Çocukların kendiliğinden uyanmasını beklemekten başka yapacakları bir şey kalmamış gibiydi.
      “Kabus bitti mi?" Doğan bir yandan boğuşmaktan ağrıyan yerlerini tutuyor diğer yandan Yüksele soruyordu.
      “Umarım bitmiştir." Biraz durdu düşündü. "Dönüşüm gerçekleşmemiştir umarım" dedi.
Başlık: Anchilea - Bölüm Kırk bir Son Bölüm
Gönderen: azizhayri - 27 Ocak 2016, 08:29:50
B Ö L Ü M   K I R K  B İ R

      Araçta az öncesine kadar duydukları neredeyse beyinlerinin içinde öten vınlama sesi kesilmişti. “Umarım" dedi Doğan "bu iş bitmiştir." Yüreğinin temennisini dile getiriyordu
      “Ya çocuklar..." Ayakta ne yapacağını bilmeden duran Polis memuru sormuştu bu keresinde.
      “Merak etmeyin. Birazdan kendilerine gelir. Derin bir uykudan uyanmış gibi olacaklar. Uzun süre yatmaktan adaleleri iyice zayıflamış olabilir. Bazı ağrıları olacak bir zaman ama yaşları uygun olduğu için çok çabuk atlatacaklardır. Onlar kendi araların da konuşurlarken çocukların birinin sesini duymuşlardı.
      “Baba... Babacığım" En son getirilen çocuk gözlerini açmış olmalıydı. Ayaktaki üç kişi önce birbirlerine sonra hala yerde baygın yatan Besime baktılar. Durumu nasıl anlatacaklardı minik yavruya. Nasıl "seni buraya baban kaçırdı getirdi" diyeceklerdi.
      “Arkadaşlar yine de ne olur ne olmaz diye çocukları dışarı çıkaralım biz" dedi Doğan. Az önce mırıltıları duyulan çocuğu kucakladı. Onu gören Hasan Tırpan’da bir başkasını kucaklamaya yöneldi. Aracın kendisiyle uğraşan araca tam bir hakimiyet kurmaya çalışan Yüksel hanıma dönerek
      “Ya bu vatandaş ne olacak" dedi. Yüksel hanım gülümsedi
      “Oda diğer çocuklar gibi olacaktır. Kendini derin uykudan uyanmış gibi bulacaktır. Yine de içiniz rahat edecekse bir parça ip bulup bağlayabilirsiniz" dedi. Bu sözler üzerine memur Hasan kabinde duran çocuklardan birini kucaklayıp resmen adı konulmamış amirini izlemeye başladı. Çocuklara bir zarar vermemek için ellerinden gelen tüm özeni gösteriyorlardı. Yüksel, Odth güneşinin tek uydusu olan Kölige de geliştirilmiş uzay aracını inceliyordu. Çok iyi bilmese de kendi uygarlığının bir ürünü sayılabilecek aracın kapısını bulmaya içeri girmeye çalışıyordu.  Hasan Tırpan dışarı köy evinin dışarısına çıkınca bir "ohh"  dedi. Kabus bitmişti yada bitmek üzereydi. O dışarı çıktığında Doğan amirini minik çocuğun başında gördü. En son kaçırılan çocuk olmalıydı ki gözlerini çoktan açmıştı. Doğan Memur Hasanı gördüğünde
      “Siz çocukların yanında kalın isterseniz" dedi.- "Birimizin çocukların yanında kalması iyi olur diye düşünüyorum" diye ekledi. Haksız sayılmazdı. Kendilerine gelen çocuklar çevresinde birilerini görmeyince ağlayıp sızlayabilirlerdi. Hasan Tırpan ise bu girişimi bir fırsat bilip belindeki telefonu çıkardı. Araç yada makine her ne ise sustuğuna göre cep telefonunun çalışması gerekiyordu. Tuşlara dokununca yanılmadığını anladı. Gelirken defalarca deneyip hep parazitle karşılaştığı telefonu çok normal bir şekilde çalışıyordu. Hemen amirinin çok iyi bildiği numarasını tuşladı.

      Rüzgar Ali telefonların çalışmamasını o kadar kanıksamıştı ki özel kılıfında belinde taşıdığı telefon o bildik marşı çalmaya başlayınca çok şaşırmıştı. Uzun zamandır yerini bile unuttuğu telefonunu açtı. Hele arkadaşının, çalışkan memurunun sesini telefonun öbür ucundan alınca daha çok hoşuna gitmişti. Telefonla konuşurken kendisini uzaktan izleyen biri yüzünün geçirdiği aşamaları görseydi bir insanın yüz ifadesini bu kadar çabuk değiştirmesine şaşırabilirdi. Telefonu kapattığında gözlerinin içi gülüyordu. Operasyon başarı ile sonuçlanmış çocuklar kurtulmuştu. Ama bunu kalabalığa nasıl anlatacaktı.
      Çocuklarınız bulundu, sağlıkları yerinde ve arkadaşlarımız tarafından getiriliyor" demesi gerekirdi. Ama bu sözleri bir kaç defa kullanmışlardı. Bu yöntem gittikçe artan insan yığınlarını bir kaç defa durdurmaya yetmişti de şimdi bir defa daha söyleyecek olurlarsa kimseyi inandıramazlardı. Şu halde onların gelmesini beklemekten başka yapabileceği bir şey kalmıyordu.

      Polisler, bir defa daha yaklaşan kalabalığı nasıl durdurabileceklerini düşünüyorlardı. Geçen her dakika televizyonun ve fısıltı gazetesinin etkisiyle gelenleri artan kalabalığı durduramaz olmuşlardı. En önde ulusal televizyonların vazgeçilmez sunucusu vardı. Kadir Öncü’nün hemen yanında kayıp çocukların aileleri anneler ve babalar vardı. Acılı yürekler çok çabuk etkilenmiş gerçekten suçlularmış gibi Amerikalılara yüklenmeye başlamışlardı. Önceleri inkar etseler yada yanaşmasalar da ortamın etkilemesi sonucu iki yabancı gencin suçlu olduklarına ve cezalandırılmaları gerektiğine inanmaya başlamışlardı. Kitle psikolojisi bu olmalıydı.

        Kaymakam beyin yerinde bir kararı ile polis ve Jandarmanın bütün silahları boşaltılmıştı. Bu karar sayesinde her hangi bir kazaya neden olunmayacaktı. Doğrusu iyide olmuştu. Öfkeli kalabalığın her ileri hamlesinde polis zinciri geri çekilmek zorunda kalıyordu. Rüzgar Ali son çare olarak Amerikalılara gizlice kaçmalarını önermiş ama bu önerisi kabul görmemişti. Dayanabilecekleri kadar dayanmaya çalışıyorlardı. Hiç olmazsa destek kuvvetleri gelesiye kadar.

      Doğanın almadığı iki çocuk kalmıştı. Yüksel, hala giremediği aracın başında uğraşıyordu. Görünen bölümüyle kıyaslandığında aracın geminin yada her ne ise o nesnenin fazla büyük olmadığı anlaşılıyordu. Dikkat çekici ne bir girintisi nede çıkıntısı vardı. Parlak pürüzsüz yüzey aracın bütün yüzeyini kaplıyor olmalıydı.
      Genç kız, onlar çocukları dışarı çıkarmaya başladığında kurbanların yattığı ünitelerin hemen üzerindeki bir kapağı açmıştı. Dışarıdan bakıldığında kesinlikle anlaşılmayacak bir kapak altında sayısız düğme ve tuş vardı. Genç kız bu tuşlarla oynamaya devam ediyordu. Doğan bir zaman sevgilisini izledikten sonra
      “Ümit yok mu?" diye sordu genç kıza
      “Bilemiyorum ama kapıyı öyle bir şekilde şifrelemiş ki açılmıyor.  Zannediyorum kendisini bir kere daha derin uyku koduna aldı yada almaya hazırlanıyor." Olabilir miydi? Çocukların birini daha kucakladı. Yükseli çözmeye çalıştığı sorunlarla baş başa bırakıp dışarı çıktı.
      Gökyüzündeki bej bulutlar yüklerini boşaltmaya başlamıştı. Damlaların düştüğü yerlerdeki su birikintilerinden anlaşılıyordu. Hasan Tırpan baygın yada yarı baygın çocukları kapının biraz ilerisine bıraktıkları bej renkli arabaya taşımıştı. Arka koltuğa dört çocuğu yarı oturur yarı uzanır bir şekilde yatırmıştı. Doğan son getirdiği çocuğu da onların yanına bıraktı. Çocukların biri ikisi gözlerini açmış mızıldanmaya başlamışlardı. Hasan Tırpan ne yapması gerektiğini bilemiyordu.
      “Arabayı çalıştır. Bir an önce emanetleri yerine ulaştıralım" dedi Doğan. Sonra son çocuğu almak için evin içine girdi. İçeri girdi. Doğan salonu henüz geçmişti ki Yükseli kucağında çocuk ile dışarı çıkarken buldu. Genç kız nefes nefeseydi.
      “Hadi çıkalım" diyordu. Doğan ne olduğunu anlamamıştı ama Yüksel hanımın telaşını görünce olağanüstü bir durum olduğunu anlamıştı. Kucağında ki çocuğu aldı. Ön kapıya koşarcasına çıktılar. Hasan Tırpan arabanın çevresinde dönüp duruyordu. İkisinin de aceleyle dışarı çıktığını görünce bir şeyler olduğunu anlamıştı. Doğan anca dışarı çıktığında ne olduğunu sorabilecek zaman bulabilmişti.
      “Neler oluyor" dedi. Genç kız arabayı işaret ederek
      “Bir an önce buradan uzaklaşmamız gerekiyor. Tynark kendi kendini yok etme düzeneğini çalıştırdı" dedi. Başka bir açıklama aramaya gerek yoktu. Doğan neredeyse iterek Hasan'ı direksiyona oturttu. Zavallı hala bir şey anlamamış gibiydi.
      “Kimden kaçıyoruz" dedi elindeki anahtarı direksiyon simidinde ki yuvasına sokmaya çalışırken.  “Bende bilmiyorum ama bir an önce sen çocukları İlçeye götür" dedi. Yüksel arabadaki çocukları biraz daha düzene sokmaya çalışıyordu. O kadar çocuğu arka koltuğa neredeyse üst üste yerleştirdiler.
      “Gözünü seveyim bir an önce hastaneye yada bir doktor kontrolüne teslim et" dedi.
      “Siz... Siz burada mı kalacaksınız?" Doğanın sesi otoriterdi
      “Polis memuru bu bir görev ve sen bu görevi layıkıyla yerine getirmelisin. Bir an önce emanetleri yerine ulaştırmalısın" dedi. Bu sözler ve ses tonunun üzerine Polis memurunun yapabileceği bir şey yoktu. Marşa bastı, bir çift far ışığının aydınlattığı toprak yolda araç yol almaya başladı.

      “Dinliyorum" Doğan otomobili yola çıktıktan sonra Yükselin biraz olsun rahatladığını farketmişti. Acele etmelerinin Polis memurunu bir an önce bölgeden uzaklaştırmak için bir senaryo olduğunu anlamıştı. Sana senin olan bir şeyi geri vermek istedim. Birazdan tanık olacaklarına başkaları da ortak olsun istemiyoruz. Bir gün gelecek sizlerde bizim içinde olduğumuz sisteme dahil olacaksınız ama aşmanız gereken büyük sorunlar var. Bu nedenle bu olayları ne kadar az kişi görürse o kadar iyi olur. Hazır olduğunuzda tekrar geleceğiz. Umarım o gurubun içinde bende olurum" dedi.
      Onlar konuşurlarken yukarı da bulutların arasında hareketlenmeler vardı. Karanlığın dakika dakika arttığı ortamda ancak dikkatli gözler bulutların biraz olsun aralandığını görebilirdi.

      “Böyle bitsin istemezdim ama başka çaresi de yok Üstelik havanın kararması bizim içinde iyi. Meteorolojiye karışmaya da gerek kalmazdı. Bizlere büyük iyilikler ettin. Belki sen ve arkadaşların olmasaydı Tynark dizginlenmesi çok güç biri haline gelebilirdi. Bu sayede hem kendinize hem de bizlere büyük yararlar sağladınız." Ses titremeye başlamıştı.
      “Bir ara sizin dünyanızdan umudumuzu kaybetmeye başlamıştık ama son yaşanılanlar teknolojik gelişmelerinizin yanında bazı evrensel değerlere sahip olmanız bizleri umutlandırdı. İnsanlığınızı yitirmeden uzaya açılmalısınız, özelliklerde dış uzaya." Bir kaç saniyelik suskunlukta Doğanın o ana kadar fark etmemiş olduğu Yükselin elindeki alet biplemeye başlamıştı.
      “Galiba merakım sona erecek" eliyle genç kızı elindeki nesneyi gösteriyordu.
      “Evet... Bu bizim sınırlar ötesi iletişim aracımız." Gülümsedi. "Sizin cep telefonlarınızın çok daha fazla gelişmişi" Karanlıkta yere ayaklarına bakıyordu.
      “Beni çağırıyorlar" Bir an durdu. “Myra’da seni sevdi. Yüksel Pekcan da.. .Zannediyorum Necla hanımda. Sözlerinde elle tutulur bir hüzün vardı.

      “Lütfen beni unutma" Binanın içine doğru yürümeye başlamıştı. Doğan bir kaç adım peşindeydi. “Lütfen... beni izleme. Öylesi çok daha zor olacak. Doğan bir an itiraz etmek istedi. Doğanın dudaklarına önce İşaret parmağı bastırdı susturmak için, peşinden de dudaklarını. Saniyeler asırlar gibi uzamıştı. Dudaklar tekrar ayrıldığında
      “Seni bu dudaklar daha çok öpecek ama Myra’nın öpüşünü unutmanı istemem doğrusu" dedi. Doğan gene bir şey anlamamıştı. Yüksel, ağır adımlarla içeriye doğru yürümeye başladı. Doğan peşinden bir kaç adım daha attı. Uzanan el onu durdurmaya yetmişti.
      “Lütfen." Bir iki adım sonra binanın karanlığında kaybolmak üzereyken "Armağanımızı seveceğini ümit ediyorum" dedi. Ses artık gizlemeye gerek duymadan ağlıyordu. Bir iki saniye sonrasında ise kafasının içerisindeydi ses
      “Biz gittikten hemen sonra sen ve Besim lütfen binadan uzaklaşın." Sözlerin anlamını bir dakika sonra kafasını kaldırınca anlamıştı. Yukarıdan dar bir ışın demeti aşağı inmeye başlamıştı. Doğan, olayları başından beri yaşamasa inanmayacaktı. Uzun bir flüoresan ampulü andıran beyaz ışın demeti aşağı indi. Adam, başını kaldırıp ışığın nereden geldiğini görmek için kafasını bakışlarını gökyüzüne kaydırdı.
      Gecenin karanlığı çöktüğü için bej bulutlar siyaha dönüşmüştü. Karanlık bulutların arasından bir ışık demeti iniyordu o kadar.  "Anchilie" O incecik ışın demeti evin arkasında kayboldu. Bir dakika geçmemişti ki aşağıdan kocaman bir kaya gibi gölge ile birlikte yükselmeye başladı. İşte o zaman Doğan kendisini o kadar süre uğraştıran varlığın barınağı olan aracın gerçek boyutlarını görmüştü. Büyücek bir otobüs yada bir tren vagonu boyutlarındaydı. Yüzeyinin pürüzsüzlüğü o mesafeden bile belli oluyordu
      Araç yükseldi, yükseldi ve bulutların arasında kayboldu. Akşamın karanlığı ve simsiyah bulutlarla kendini kamufle eden ana gemi, kapsülü ve içindekileri almıştı. Ardından bulutlar kapandı ve arkasını tamamen göstermez oldu. Bütün bunlar olup biterken ne bir ses nede titreşim oluşmamıştı.
      Bir zaman sonra rüzgarın ve gecenin diğer sesleri de tekrar duyulmaya başlamıştı. Sessizlik de bitmiş her şey eskisi gibi olmuştu. Sihirli bir değnek değmiş gibi bulutlar dağılmıştı. Gökyüzünde yıldızlar parıldamaya başlamıştı. Bir yıldız ise sanki çok yakından geçermiş gibi kuzeye İlçeye yönelmiş bir saniye sonra gözden yitmişti.
      Araç kuzeye yönelmiş karanlıkta kaybolmuştu ama Yüksel uzaklaşmamıştı. Doğanın kafasının içindeki konuştuğunu duyuyordu. “Lütfen oradan uzaklaşın" diyordu. Doğanın o zaman aklına bahçede kalan Besim geldi. Kafasının içinde Yüksel yalvarıyordu.  “Lütfen uzaklaşın"
      Bu bir Ahlak problemiydi ve ne kadar kötü olursa olsun arkadaşını içeride bırakamazdı. Evin açık kapısından içeri daldı. Evin içinde karanlık hüküm sürüyordu. Bir an aklına yaşadıkları geldi, bir köşeden Hekate kahkaha atıverecek gibiydi.
      Bir kaç defa girip çıktığı evin bahçesini bulması zor olmadı. Bahçenin ortasındaki çukur daha da büyümüş gibiydi. "Adamlar geride bir şey bırakmak istemiyorlar" diye aklından geçirdi. Öyle olmamış olsa Yüksel Hanım kafasının içinde hala yalvarıyordu. Çukurun boyutları iki katına çıkmıştı. Koca kapsül topraktan çıkasıya kadar bir hayli zorlanmış olmalıydı. Doğan çevreye bakındı Besimi göremedi. Kendi kendine konuşur gibi
      “Yüksel, Besim ortalarda yok" dedi. Konuşmasa da Yüksel’le bağlantısının sağlanacağını, O'na bir şey söylemek istediğinde düşünmesinin yeterli olacağını biliyordu. Dudakları hiç kıpırdamasa gırtlağından çıkan hava ses tellerini titreştirip anlaşılır sesler çıkartmasa da eski mesai arkadaşı kendisini duyabilirdi. Yine de o fizyolojisinin gereklerini yerine getirdi, bunca yılın alışkanlığı vardı ne de olsa.
     “Kaçmış olmalı" Biraz düşününce çocukları dışarı çıkarmaya başladıktan sonra Besimi görmedikleri aklına geldi. O telaşta Besim akıllarına gelmemişti.
      “Lütfen çık o binadan artık"

      “Tamam tamam çıkıyorum." Son bir defa daha çevresine bakındıktan sonra koşar adımlarla dışarı kapıya yöneldi.
      “Uzaklaşabildiğin kadar uzaklaş.” Bir an ne yapacağını bilemedi Doğan. Düşüncesi durup neler olacağını izlemek yönündeydi ama beyninin içindeki ses kendisine yalvarmaya devam ediyordu. Karanlık salondan koşar adım dışarı çıktı. Dışarıda temiz havada temposunu artırdı.
      Eski taş evi köy yolundan ayıran tepeciği henüz aşmıştı ki büyük bir patlama sesi duydu. Yalvarmaların nedeni gözlerinin önündeydi. Yukarıdakiler olayın iyice kapanmasını sağlamak için geride hiç bir şey bırakmamaya kararlıydılar. Geri dönüp baktığında görebildiği yıkılmış bir bina karaltısından ibaretti Doğan bir zaman karanlıkta bile fark edilen toz dumana baktı. Ne ev ne çukur nede başka bir iz işaret kalmamış olmalıydı. Yönünü Köy yoluna çevirdi.
      Dakikalar geçtikçe adımları hızlanıyordu Doğanın. İleride asfaltın siyah izi belirmeye başlamıştı. Bedenler arasında uzaklıklar çoğalmış olsa da Doğan hem yürüyor hem de zihnindeki Yüksel’le konuşabiliyordu.
      “Peki, bir daha görebilecek miyim seni?" Bir süre sessizlik oldu. Bir an Yükselin yada Myra’nın gittiğini zannetmişti. Kafasının içinde bir yanıt almaması bile korkutmuştu kendisini.
      “Yüksel... Şey... Yüksel hanım orada mısınız?" nedense aralarındaki ilişkinin bittiğini düşünüyor olmalıydı ki "sizli-bizli" konuşmaya başlamıştı.
      “Yüksel hanım gitti ama ben buradayım" "sen kimsin" Doğan kafasının içindeki ses değişmemişti ama yine de temkinli olmak istiyordu. Ne de olsa kendilerinden çok ileri bir uygarlık üyesiyle konuşuyordu.
      “Ben Myra"  "Galaksi suç birimleri görevlisi Myra" O zaman Yüksel’le izmir yolunda aralarında geçmiş konuşmayı anımsadı Doğan. Myra, Yükselin gerçek adıydı.
      “Birazdan gideceğim. Senin gibi bende bir kamu görevlisiyim, görev tamamlandı." Ses titriyordu. Belli ki ağlamak üzereydi.  “Senden özür diliyoruz. Seçtiğimiz taşıyıcı yanlış oldu. Konunun doğrudan içinde olan birini seçmiş olmamız hataydı. Yine de bizi bağışlayacağını ümit ediyoruz." Doğan söylenenlerden bir şey anlamıyordu ama dinlemeye devam ediyordu. Beden yapımız, kültürümüz, uygarlığımız sizlerden çok farklı.
      “Evet bunu daha öncede söylemiştin" Ses beyninin içindeki ses anlatmaya devam ediyordu.
      “Aramızdaki farklılıklara rağmen ben size yakınlık duydum. Farklı kültürden biriyle ilişkiye girdim. Beyninin içindeki ses iyice titremeye başlamıştı, Aşık oldum. Şimdi ise nasıl özür dileyeceğimi bilemiyorum. Belki de başın da yapılan bir yanlışlıktı bu, yanlış bir tercih. Milyonda bir olasılıktı ama gerçekleşti. Lütfen bizi anla. Bunu yapmak zorundaydık." Doğan bir anlam veremiyordu duyduklarına. Daha önce de benzer şeyleri duymuştu ama bu keresinde daha da ayrıntılı anlatılıyordu her şey sanki.
      “Bir yanlışlık yada bizim bilmediğimiz bir kusur mu işledik yoksa" dedi hala anlamadığı belli olan bir tonda.
      “Sizlerle iletişim kurmak için, sizlerin arasına karışabilmek için tıpkı Tynark gibi bizimde bir bedene gereksinimimiz vardı. Araştırmalarımız sonucunda Tynark'ın bu bölgede olabileceğini saptamıştık. O nedenle bu civardan bir organizma bulduk. Bir gün bir kaza sonucu ölmüş olan ve sizler tarafından umut kesilerek toprağa verilmiş bir bedeni aldık. Sizin için ölü olan bir beden bizim için hala sağ ve tedavi edilebilir bir organizmaydı.
      Uzun süren bir tedavi sürecinden sonra tekrar canlandırdık. Onu eski sağlığına kavuşturduk, beyninin belli bölümlerini kullandık ama belleğini hiç ellemedik. Sonra derin uyku moduna aldık. Tynark'ın kapsülün de beklediğimiz hareketlenme başlayınca yalnızca bedeni derin uyku durumundan çıkarttık. Ve ben tıpkı Tynark’ın Besimi yönlendirdiği gibi ben de o bedeni yönlendirdim." Doğan duyduklarına inanamıyordu. Uzak bir olasılık kafasının içinde umut pırıltısı olarak ışıldamaya başlıyordu. "Yoksa" dedi yüksek sesle. Devamı beyninde yankılandı
      “Evet, ne Besim ne sen nede diğerlerideğildiniz, seçtiğimiz o beden sizlerin tanıdığı sevdiği biriydi. İşte bu bir hataydı ama hatamızı anladığımızda ise çok geç kalmıştık. Yeniden birini alıp uyku konumuna geçirmek ve onu kendimiz için hazırlamak daha zordu. Bu nedenle tahminlerinizi inkar etmek daha kolay geldi bize."  Bir ara sessizlik oldu. Doğan bir yönden ana yola diğer yönden Gölyaka köyüne uzanan asfalta çıkmıştı.
      Bir an karasızlık yaşadıktan sonra yönünü köye çevirdi. Köyden bir araba temin etmesi daha kolay olacaktı. Adımlarını öylesine atıyor, sanki yanındaymış gibi Yükselle telepatik olarak konuşmaya devam ediyordu.
      “Peki" dedi mırıldanır gibi “O nerede şimdi."
      “Birazdan karşılaşacaksın. Lütfen bana kızma... Lütfen benden nefret etme. Sizlerin kader dediği düşük bir olasılık olmalı bu."
      “Pişman mısın?" Bir süre sessizlik oldu, fiziksel anlamda duyulan sadece Doğanın ayak sesleriydi.
      “Hayır. Şimdiye kadar yaptığım en güzel görevlerden biri bu... Yerine geçtiğim kişiyi çok sevdiğini biliyorum inan bana O’da seni çok seviyor. Umarım mutlu bir yaşantınız olur"  Son dirseği döndükten sonra uzaktan köyün ışıkları görünmeye başlamıştı. Bir zaman sessiz kaldı. "Yüksel Ha...  Yani Myra Hanım. Orada mısın?"
      “Evet, bir dakika önce yada bir saat sonra bu ayrılık olacaktı. Hoşça kal ve lütfen beni unutma" dedi. Doğan ne yapacağını bilemez durumdaydı.
      “Myra... Myra... Gitme..." Yanıt gelmiyordu. Doğan olduğu yerde durmuş sersem gibi çevresine bakınıyordu. İşte o zaman köye iyice yaklaştığını anlamıştı. Kendisine doğru gelen karaltılar vardı. Köyden birileri az önceki patlamanın ne olduğunu anlamaya çalışıyor olmalıydılar. Köylülerin kendisi hakkında ne düşündüğüne aldırmadan konuşuyordu kendi kendine.
      “Gitme Myra" Aldığı yanıt ise daha uzaklardan duyulan tek bir kelimeden ibaretti.  “Elveda" Yanından geçip gitmeye başlayan köylülerin bağırışları zihninde gelişen olaylardan koparmıştı Doğanı
      “Bakın... Bakın..." Yolun solunda, göl kıyısına doğru bir ışık huzmesi belirmişti. Yere bir emanet indirir gibi aşağı indi ve şimşek gibi kayboldu. Işık Huzmesi yukarıdan sonsuzluktan gelir gibi göremeyecekleri kadar yukarıdan gelmişti. Beyninde yankılanan son bir "ELVEDA" ile gökyüzünde bir yıldız kaydı. Geride uzun bir ışık yolu bırakarak uzayın derinliklerine doğru gitti.

      Doğan her şeyi unutmuş o ışığın belirdiği yere doğru koşmaya başlamıştı. Bir yandan da dua ediyordu umutları boşa çıkmasın diye. Hendeklerden, taşların üzerinden uçarcasına koşuyordu. Kafasının içindekilerin doğru olduğuna inandırmıştı kendisini. Yükselin yada Myra’nın yalan söylüyor olabileceğine ihtimal vermiyordu. Kendinden bir ara utandı, yabancılar kendisinin düşüncelerini hala bir şekilde izliyorsa hakkında ne düşüneceklerdi. Bir kaç dakika öncesine kadar konuştuğu kişiyi unutmuş çocukluk gençlik aşkına koşmaya başlamıştı. Yokuşu tırmandığında yanılmadığını anlamıştı.

      Emniyet güçlerinin artık dayanacak güçleri kalmamıştı. İnsanlar aralarındaki kışkırtıcıların etkisiyle kapılara dayanmışlardı. İşin boyutu olağan bir linç girişimini aşmış neredeyse ayaklanmaya dönüşmüştü. İnsanlar sloganlar atıyor bağırıp çağırıyorlardı. Aşırı siyasi örgüt ve dernekler bu işi fırsat bilmiş olayı tam bir protesto havasına sokmuşlardı. Polislerin kurmuş oldukları insan zinciri toplanan kalabalık yanında zayıf kalmıştı. Bu nedenle sürekli geri çekilerek İşletmenin kapısına dayanmışlardı.
      Komiser Rüzgar Ali üst kata çıkmıştı. Gözleri ana yolun güneyinde uzaktan göreceği tanıdık otomobili gözlüyordu. O tanıdık sesi o güzel "Çocuklar sağ salim yanımda oraya geliyoruz" cümlesini duyduğundan beri bir kaç defa aramıştı memurunu. Nerede olduğunu ne zaman geleceğini izlemeye çalışıyordu. Hastanenin ambulanslarını getirtmişti. İlçenin özel hastanesinden de bir ambulans istemişti. O da gelmek üzereydi. Uzakta görünen far ışıkları yakınlarına ulaşıncaya kadar heyecanla bekliyor, ilgisiz bir araç olduğunu anladığında da yanındakilere aldırmadan küfrü basıyordu.
 
     Kamil Aksu, televizyon kameralarının çevresinde dört dönüyordu. Çekimlerin kalitesi görüntü, ışık gibi teknik konularla doğrudan ilgileniyordu. Bu onun için önemliydi. Çünkü kendisini görücüye çıkmış kabul ediyordu. Yaptıkları onun tüm televizyon kanalları tarafından tanınmasına neden olacaktı. Kimbilir belki de uluslar arası bir şöhret bile olabilirdi. İşleri başta iyi gitmiş, Kadir Öncü beyin bilgi ve deneyimleri sayesinde sıfırdan bir haber yaratmışlardı. Çocukların ailelerinin gelmiş olması olayı daha dramatize hale getirmişti. Bir haberde olması gereken heyecan, ilgi, gözyaşı, endişe, gizem hepsi bu akşam kendileri sayesinde yayılıyordu tüm ülkeye.
      Ana kumanda minibüsünde bulunan kameralarla olayı anında izleyebiliyordu. Yerleştirdikleri sayısını tam olarak bilmediği kameralarla ile hiç bir şeyi kaçırmamış oluyorlardı. Kameraların konulduğu yerler bile özenle seçilmişti. Görsellik, haber düzmece bile olsa ön plandaydı. Hele bu işi kotaran adamlar. Kamil Aksu başta Kadir Öncü olmak üzere adamlara hayran olmuştu. Şu iki gün içerisinde pek çok şey öğrenmişti televizyonculuk konusunda. Bütün bunları düşünürken gözü minibüsün üzerindeki kameranın görüntüsüne takıldı. Uzaktan yaklaşan araç selektör yapıyordu. Bir anormallik olduğunu anlamıştı, telaşla minibüsten dışarı çıktı.
      Görülesi manzaraydı. Karanlık çökeli bir hayli zaman geçmiş olsa bile analar evlatlarının varlığını hissediyor olmalıydı. En önde polisle kalabalığın arasında kalan aileler bir anda geri döndüler. Sanki hepsi birden uyarılmış gibiydiler. Karşılarında ovada dümdüz uzayan asfalt boyunca yaklaşan bir çift far ışığı vardı yalnızca. Kalabalık arasında "ovadan gelen arabanın içinde kaçırılan çocuklar var" söylentisi yayılmıştı.
      Hasan Tırpanın kullandığı araba daha kalabalığın dış sınırına varmadan insanlar geriye dönmüşlerdi. İsminaz hanım bir elinde oğlu Tahsin hem çığlık atıyor hem de insanları sağa sola iteleyerek arabaya doğru koşturuyordu.
      “Kızımın, Tülay’ımın kokusunu duyuyorum" diye bağrışıyordu. Arabanın içerisindeki kızı ise henüz kendisine geliyordu. Kadın aradan o kadar zaman geçmemişte sanki kızı akşam üzeri ağabeysinin top oynayışını izlemek için yenileyin çıkmış gibi kızına koşuyordu.
      Arabayı kullanan Hasan Tırpan insanların kendisine adeta hücum ettiklerini görünce ayağını gazdan çekti. Önde koşturan, kalabalığı arkasında sürükleyen kadın annelerden biri olmalıydı. Ayağını gazdan çekmesi yetmemiş frene basmak zorunda da kalmıştı. Hemen arkasında mızıldayan çocuklardan örgülü saçlı olan "anneciğim" diye ağlamaya başlamıştı bile. Kalabalığı yönlendiren kadının arkasında diğer aileler koşuyordu. Ne duvara ne de polis kordonuna gerek kalmamıştı. Saatlerdir oturan ambulans sürücüleri de sıranın kendilerine geldiğini anlamışlardı.
      Genç polis memuru, kendini bir anda kurtarıcı gibi bulmuştu. Omuzlarda geziyordu. Durumu binanın çatısından gören Rüzgar Ali bir anda aşağıya inmiş polis memurlarına ne yapmaları gerektiğini söylemişti. Polis kordonu bir kaç dakika içerisinde yer değiştirmiş çocukların bulunduğu araba ile ambulanslar arasında yeni bir koridor açılmıştı. Durumun değiştiğini içeriden gören İşletme çalışanları derin bir oh çekmişlerdi, özelliklerde İki Amerikalı.

      Az önce vedalaşmamışlar gibi toprağın üzerinde yatıyordu genç kadın. Bir baygınlık geçirmiş öylesine uyuyup kalmış gibiydi. Doğan, yanına vardığında bir an ne yapması gerektiğini bilemedi. Bir kaç saniye öylece bakakaldı genç kıza. Neden sonra yavaşça eğildi. Elini nabzına koydu, umutlandı. Kalbin atışını bilekteki damarda hissetti. Kızın kalbi düzenli bir şekilde atıyordu. Yaşıyordu Yüksel Hanım. Karanlıkta dikkatlice bakınca göğsünün de inip kalktığını farketti. Genç kız uyuyordu. Hem de bebekler gibi. Arkasında ayak sesleri duyunca peşinden gelen köylüleri farketti. Bu doyumsuz zamanın uzun sürmeyeceği belliydi. Eğildi, masum bir öpücük kondurdu uyuyan genç kızın yanağına.

      Bir öpücüğün bu kadar acı verebileceğini tahmin etmemişti doğrusu. Kafasına şiddetli bir darbe yemişti. Bir an belki saniyenin ondalarıyla ölçülebilecek bir an baygınlık geçirdiğini hissetti. İşte o an gözlerini açtı genç kız.
      “Doğan" dedi. Peşinden de
      “Besim" demişti. Gecenin soğuğunu aniden farketmiş gibi ürperdi. Doğanın elini istem dışı kafasına götürünce elindeki kanı fark etmişti. Geriye dönünce genç kızın söylediği isimle bir anda karşı karşıya geldi. Elinde tuttuğu tabancanın kabzası ile vurmuştu kafasına. Yapılması gereken tek şeyi yaptı, var kuvvetiyle Besimin üzerine atıldı. Aralarında boğuşma başladı. Bir yandan Besimin elindeki silahı düşürmeye çalışıyor diğer yandan bir zarar vermesin diye bir kenarda duran ve çığlık atmaktan başka bir şey yapmayan Yüksel’den uzaklaşmaya çalışıyordu. Beyni ise boş durmuyor bir kaç dakika önceki veda beyninde yankılanıp duruyordu.
      “Yüksel Hanım siz misiniz?" dedi avazı çıktığı kadar bağırarak. Kenarda iki erkeğin kıyasıya boğuşmasını izleyen genç kız şaşkındı.
      “Yüksel Hanım’da kim?" Sesinde azarlar bir ton vardı. Doğan, dakikalar önce konuşulanları tekrar anımsadı. Yüksel hanımın -yada Myra’nın- gider ayak dedikleri doğruydu.
      Düşüncelerinden sıyrıldığı anda kendini yerde buldu. Besim, eline doğru şekilde alamadığı silahını düzeltmek üzereydi. Ani bir çırpınışla üzerine çökmüş olan Besimi atmayı denedi. Başaramadı ama dengesini bozmuştu. Bir kaç saniye sonra ayaktaydılar tekrar. Köylüler yetişmiş ama etraflarını çevrelemekten başka bir şey yapmıyorlardı. Ayaktaki mücadele bir kaç saniye daha sürdü. İki sumo güreşçisi gibi birbirlerini tartıyorlardı. Dört el iki karın arasında sıkışmış gibiydi.
      Birden bir silah patladı. Gitgide çoğalan köylüler arasında bağrışmalar oluştu. Silahın nereden atıldığı yada kime isabet ettiği bir kaç saniye sonra belli olmuştu. Ayaktaki iki adamdan önce Doğan çöktü dizlerinin üzerine ardından Besim yuvarlandı toprağın soğuk yüzeyine. Bir kaç adım ötede çevresinin kendisinden uzaklaşmasıyla açığa çıkan Ahmet Oker elinde silahıyla ayakta dikilip duruyordu. Çevresindekilerin bağırışlarına aldırmadan tetiğe birkaç defa daha bastı.
      “Bunca kötülüğe sebep olan birinin Ölmesi evladır" dedi o osmanlıca ağırlıklı Türkçesiyle. Ardından elindeki silahta yere düştü. Doğan sanki asırlardır içinde taşıdığı görev hissinin sona erdiğini anlamıştı. Atalarının vermiş olduğu söz görev yerine getirilmişti.

     Günler boyu İlçe olan biteni konuşmuştu. Daha doğrusu Turan olanları kaleme alasıya kadar herkes kendi bildiğini söylemişti. Gazetedeki bilgisayarının başına oturmuş neredeyse hiç kalkmadan yazmıştı romanını.

      “Necla Hanım ise ayıldıktan sonra tıpkı Myra’nın dediği gibi hiç bir şey anımsamıyordu. Sanki uzun bir uykudan uyanmış gibiydi. Kocasının cansız bedeni ayaklarının dibine yuvarlandığında bile neler olduğunu anımsamaya çalışıyordu. Çocuğu biricik kızı doğduktan sonra kocasının tavırlarına da yanamamış hiç bağışlanmayacak bir davranış olduğunu bile bile intihara niyetlenmişti. Yattığı hastanede tedavisi için kullanılan ilaçlardan bir avuç yutmuştu. Sonra... Sonra ovanın ortasında bulmuştu kendisini.

      Olayları kavraması uzun sürümüştü ama kızını o yaşı ile karşısında görünce sevinmesi mi yoksa kızı ile birlikte geçirmediği o günlere yanmalı mıydı bilemedi. Zamanla uyum sağlamasını bildi çevresine. Ve uzun zaman önce olması gereken mutlu son gerçekleşmişti. Doğan ve Necla Hanım evlenmişlerdi." "

      Laptopunun klavyesine son bir kere daha vurdu. Günlerdir gazetenin bir odasında süren inzivası sona ermişti. Yazdır tuşuna bastığında sayfalar diğer odadaki yazıcıdan çıkmaya başladı. Bir süre sonra elinde onlarca sayfayla Yakup ustanın kapısını çalıyordu. Masasında oturan yaşlı adama elindeki kağıt destesini uzattı. Yılların Ustası ağır hareketlerle cebinden gözlük kılıfını çıkardı. Gözlüklerini gözüne taktıktan sonra masasına konulan dosyayı şöyle bir karıştırdı. Sayfaların bazılarında durup satırları okudu.
      “Umarım iyi bir şeydir" dedi. İkisi birden gülümsediler.
      “Düğünden hemen sonra yayınevine göndereceğim" dedi. İkisi birden dışarı çıktılar. Aceleleri vardı. Ne de olsa Doğan Denizci’nin düğünüydü. Çocukluk aşkı, gençlik aşkı ile evleniyordu. İkisi birden dışarı çıktı. Gazete uzun zamandır ilk defa erkenden kapanıyordu. Eh nede olsa yarın ki gazetenin başlığı hazırdı.

"N İ H A Y E T   M U T L U  S O N