“Nil bir süre heyecandan uyuyamadı. Uykuya daldığındaysa rüyasında Gökyüzü Sarayı’nı gördü. Sarayın içinde geniş, yuvarlak bir salondaydı. Yer mavi-siyah, yedigen taşlarla kaplanmıştı. Metrelerce yükseklikteki yedigen pencerelerden ışık huzmeleri keskin şekillerle düşüyordu. Salonun ortasında yüksek bir tahtta kendisine çok benzeyen; ama onun aksine saçlarından tenine bembeyaz olan Prenses Lin oturuyordu. Nil ise bir yanında Aksel, diğer yanında tanımadığı bir adamla birlikte ayakta duruyor, prensese bakıyordu. Pencerelerden düşen ışık huzmeleri Nil, Aksel ve adamın üzerine düşüyor, onları sahnedeymiş gibi ortaya çıkarıyordu. Prenses Lin bir şeyler söylüyordu; ama Nil ne söylediğini duyamıyordu. Sonra prenses sustu ve Nil’e baktı. Daha ne olduğunu anlamadan arkasında beliren muhafızlar kollarından tutarak onu çekiştirmeye başladı. Nil onlara yapmamalarını söyleyecekti ki ağzından sözcüklerin çıkmadığını fark etti. Bağırmak için bütün nefesini topladı, ağzını açtı ve tam çığlık atacakken yerleri süsleyen yedigen taşlar birer birer kırılmaya, aşağı düşmeye başladı. Nil’in ayaklarının altındaki taşlar da kırıldı ve boşluğa düşerken bir anda uyandı.”